8 Ocak 2017 Pazar

Paris

Yaş kemale mi erdi, sevgili kızım çok mu hareketliydi, ya da çok sayıda şeyi çok kısa zamanda mı yapmaya kalktık bilmiyorum, ancak bizi İsviçreye götürecek uçağımıza bindiğimizde o güne dek hiç olmadığım kadar kadar yorgun ve bitkindim.

Yeni yıl gezimiz dört gün önce başlamıştı. Saat sabahın üçünde uyanmış, dördünde yola koyulmuştuk. Saat beşte Cenevre hava alanında, saat altıda ise uçağımızın içindeydik.

Bu kış İsviçre için bir hayal kırıklığı olmuştu, çünkü Aralığın sonu olmasına rağmen, kar bir türlü yağmamıştı. Ulusal bir sorundur bu arkadaşlar. İsviçrede kar yoksa hafta sonu kayağa gidemezsiniz. İnsanlar depresyona girer mazallah. Karsız bir Noel ise tanımı gereği çok üzücüdür. Kış zamanı ofiste, çarşıda, pazarda herkes kar'ı konuşur. "Kaç metre?", "Villars'da bir metreyi bulmuş!", "Zermatt'da bir buçuk metre!", falan diye.

E, insanın başka derdi olmayınca böyle şeylerle uğraşıyor işte.

Eşim Jelena kelimenin tam anlamıyla bir kayak hastasıdır. Beş yaşında kaymayı öğrenmiş, hiç ara vermeden bu güne kadar devamlı geliştirmiş. Kayak üzerinde, benim spor ayakkabılarımla göl kıyısında yürürken ki halimden daha rahattır. Geri geri kayarken cep telefonuyla mesaj atar falan.

Ben kulunuz ise kayak yapmayı, kayak yapanları seyrederken sıcak şarap içmek şeklinde algıladığımdan, sevgili karım için bu kayma meselesinde tam bir hayal kırıklığıyımdır. İsviçreye ilk geldiğim günlerde biraz heves etmiştim ama lojistiği çok meşakkatli olduğu için çabuk soğudum.

Melissa'nın haberi geldiği andan itibaren "Bir gelsin, ben kızımla kayarım, sen de istersen bir fıçı şarap iç, umdumda değil" dedi, durdu.

Bu sene Melissa ele gelir hale geldiği için daha yaz bitmeden tahta bir kızak ısmarladı. Melissa en azından karla tanışsın istiyordu. Plana göre, bir sonraki sene de kayağa başlayacaklardı.

Herşey iyi gidiyordu. Melissa kayabilecek kadar büyümüş, kızak da gelmişti. İş sadece karın yağmasına kalmıştı.

Ancak kar bir türlü yağmıyordu.

O koca kızak girişte boş boş bekliyor, gelen giden takılıp düşme tehlikesi geçiriyordu.

Melissa'yı Montrö'de iki küsür bin metrede bir Noel Baba köyüne götürecektik. Jelena karın yağmış olacağı garanti olsun diye biletleri Noelden önceki son gün için almıştı.

Ancak nafile, kar mar yağmıyordu. Köyde Alplerin geleneksel kar kalıntıları olsa da, yaz günü misali, pırıl pırıl bir güneşin altında köyü gezdik.

Noel geçti, yılbaşını beklemeye başladık. Yeni yıl için Melissa'yı Paris'e, Disneyland'e götürecektik. Bu koca parkı gezerken ister istemez açık havada yürümek zorunda kalacaktık, o yüzden kar yağmıyor, en azından Disneyland'de rahat ederiz diye seviniyorduk.

Bu dileklerle uçağa binmiştik ki, pilotun anonsu geldi. "Meeedams e meeeessyö, hava muhalefeti yüzünden Parise imişimiz rötarlı olacak..."

Hava bile muhalifti anasını satayım...

Aylardır yağmayan kar, parkta, açık havada iki gün geçireceğimiz zaman yağmıştı.

Melissa yavaş yavaş uyanmaya başlamıştı. Hemen geleneksel uçak kabini çalışmalarına başladı. Önce ön sıradaki her koltuğun cebindeki dergiler, acil durum kartlarını, menüyü falan çıkardı. Sonra hepsini sırayla bize, arkamızdaki sıraya ve önümüzdeki sıraya atmaya başladı. Daha sonra da dergileri sayfa sayfa yırtıp, yırttığı sayfaları lime lime doğradı ve konfeti şeklinde havaya fırlattı.

Melissa ile uğraşmaktan uçakta uyuyamamıştık, halbuki rötarla birlikte güzel bir iki saatlik uyku, sabahın üçünde yola koyulmuş bizleri biraz da olsa kendimize getirebilirdi. Mukadderat dedik, hayat Melissa ile birlikte değişmişti, biz de çoktadır bunun farkına varmıştık, o yüzden fazla da hayıflanmadık.

Pilot inmeden bir anons daha yaptı ve bütün elektronik cihazların kapatılmasını istedi. Eskiden yaygındı ama bu günlerde çok sık duymadığımız bir anonstu bu. Demek ki ILS denen aletli iniş sistemini kullanacaktı ve risk almak istemiyordu.

Camdan dışarı baktığımda sanki bir Drakula filminin en korkunç sahnesindeymişim gibi oldum. Kar ve buz çizgiler halinde camı çaprazlamasına geçiyordu. Havanın rengi ise koyu griydi. Bir kaç metre ötesini bile görmek imkansızdı. Uçak, suya kaydırmak için attığımız taşlar gibi türbalansların arasında seke seke gidiyordu.

Bir tum sesi ve iniş takımları da açılmıştI. Biraz sonra da flaplar bir gır-gır sesinin ardından en dik açısına kadar açıldı. Uçakta, kanadın arkasında otururken dikkat ettiyseniz bilirsiniz, kanat bu konumda neredeyse yan yatmış bir "L" şeklini alır.

Yere çok yakın olmalıydık ancak hiç bir şey göremiyorduk.

Nasıl pis bir duygudur bu... Tekerleklerin her an piste dokunacağını bilirsiniz ama görmediğiniz için diken üzerinde, ne zaman diye sinirle beklersiniz.

Bir süre daha kapkara sisin içinde uçmaya devam ettik. Tam anlamıyla bir saniyeden az bir süre içinde o kara sis kayboldu ve kar yağmur karışımı bir yağış altında Orly havaalanının pisti altımızda belirdi ve ne olduğunu anlayamadan güm diye piste konduk. Pilot frenlerle birlikte reverse thruster'ları da açıp kapayınca oturduğumuz yerde bir ileri, bir geri gidip koltuklarımıza yapıştık.

Kafamdaki çocuk şarkılarının çaldığı, Mickey'li, Donald'lı yeni yıl tatilimiz biraz fazlaca Top-Gun'vari başlamıştı.

Melissa'nın arabasını banttan alıp, Orly havaalanını Paris'e bağlayan Orlyval isimli fütüristik trene bindik. Fransızlar böyle fantastik trenlere yatırım yapacaklarına Orly havaalanını yenileselermiş daha iyi olurmuş. Asala suikastinden beri bir çivi bile çakmamış gibiler. Orly çok eski, bakımsız ve pis.

Châtelet-Les Halles istasyonunda bir tren değiştirip Gare de Lyon'a aktarma yapacaktık. Net bir yarım saat, bir aşağı, bir yukarı koşuşturduk ve sonuçta platformumuzu bulduk.

Gare de Lyon'da valizleri bırakıp Paris'te bir gün geçirecektik. Yine bir yarım saat paralı dolapları aramakla geçti. Valizleri kitledik ve metroya geri döndük.

Parise gelmeden Jelena evde geçen seneden kalma bir metro bilet karnesi bulmuştu. Çok gururlanmış, her yarım saatte bir "Metroda bilet almaya gerek kalmayacak!" diye başarısını hatırlatıyordu.

Metroya turnikelerden değil, zorunlu olarak sakat kapısından girecektik. Jelena'da bir bebek arabası ve Melissa, bende de iki valiz ve bir kamera çantası vardı. Jelena bilet karnesini çıkardı ve sakat kapısını açmak için intercom düğmesine bastı. Tam bir bebek arabası var açarmışsınız demeye başlamıştı ki, bızzzzt, kapıyı açtılar. Kapıdan geçtik ancak biletlerimiz elimizde kalakaldık. Normalde birisi gelir biletleri turnikede işletirdi ama ortada kimse yoktu. Geri dönüp biletleri makineden geçirmek de imkansızdı. Ne yapalım, demek mösyö Holland ödeyecek dedik, trene gittik.

Arc de Triomphe
Etoile Yani Charles de Gaulle durağında indik. Etoile Yıldız, Charles de Gaull de ikinci dünya savaşının en ünlü Fransız generalinin adı ancak bu istasyonun her iki isminin de bulunduğu yer ile hiç bir ilişkisi yok. Bu istasyon sizi Arc de Triomphe'a yani ünlü Zafer Anıtına getirir. Ancak daha da önemlisi bu istasyonun bulunduğu meydan, en az anıt kadar ünlü Avenue des Champs-Élysées yani Şanzelize caddesinin başladığı noktadır.

Tam bir sene önce sevgili kızımla aynı yerde başlamıştık Paris turumuza. O aralar arabasına hapisti sevgili kızım. İlk uzun gezisiydi Paris. Başını kaldırıp arabasından zümrüt yeşili gözleriyle, şaşkın şaşkın etrafına bakıyor, niye evde olmadığını anlamaya çalışıyordu,

Bu kez arabasından atladı ve elimizden tutup bizle meydanda yürüdü, anıtın önünde aile selfisi çektirdi, diğer turistlere sataştı. İlk gördüğümde dokuz milimetre boyundaydı canım kızım, şimdi insan oldu, bizle beraber yürüyor. N'olur bağışlayın bu heyecanımı, bazen kendimi kaptırıp böyle başınızı ağrıtıyorum. Birçoğunuz çok önceden yaşadınız bunları ama benim başıma daha yeni geliyor, hem de bu yaşımda.

"Burası doğru Champs-Elysées değil"
Anıtın bulunduğu meydandan Champs-Elysées boyunca aşağı yürümeye başladık.

Böyle tanınmış yerlerin hep bir şarkısı vardır kafamda. Champs-Elysées gibi şanlı şöhretli yerlerin ise birden fazla. Smokie'nin bu güzel cadde için yazılmış çok iyi bir şarkısı vardır mesela kayıtlarımda. "Summer evening in Champs-Elysées" diye başlar.

Ancak bu kez Joe Dassin'dan bir şarkı seçti karışık kafam, nedendir bilinmez. Aux Champs-Elysées. Ooooo Şanzelize şeklindedir nakaratı, mutlaka bilirsiniz.

Kafamda Ooo Şanzelize çalarken bir taraftan da Jelena ile geyikliyoruz bu cadde nasıl güzel falan diye. O da, ben de hem önceki hayatlarımızda, hem de birlikte hayatımızda bir çok kez bulunmuştuk bu dünyanın en güzel ve en pahalı caddesinde. Hep güzel anılarımız vardır burada. Melissa bile daha önce bir kez baştan sona gezdi bu caddeyi.

İşte bu duygularla yürürken Jelena dönüp "This isn't the right Champs-Elysées!" dedi. Tam Türkçeye çevirirsem "Burası doğru Champs-Elysées değil" gibi bir anlam çıkıyor. Ama o kadar tatlı söyledi ki sanki satarken bize kötü Champs-Elysées kakalamışlar gibi geldi kulağıma.

Etrafa şöyle bir baktım, biraz da şüphelenmedim değil ama olamaz dedim, yüzlerce kere geldiğimiz bu cadde diye başka bir yere gelmiş olamayız.

"Mümkün değil!" dedim "Champs-Elysées burası!". O bir daha bakındı ve "Yok Bugi, burası Champs-Elysées değil, şimdiye kadar bilmemne mağazasını görmemiz lazımdı." dedi.

Eğer bir kadın bir mağazayı referans alıp yer tarifi yapıyorsa yüzde doksan dokuz haklıdır arkadaşlar.

Alıcı gözle bir daha baktım. Tarihi bınalar, arnavut kaldırımı cadde, caddenin sonundaki zafer anıtı falan hep doğru yerlerindeydi ama bir kere cadde çok dardı ve Champs-Elysées'ye göre olmayacak kadar da tenhaydı.

Sevgili karımın kafasının içindeki GPS devreye girdi ve bir sağ, bir sol, bizi "doğru" Champs-Elysées'ye çıkardı.

Bu ufak yanlışlığı unutmak, hatta kimseye bahsetmemek üzere anlaştıktan sonra (eğer denk gelirse Jelena'ya bunları yazdığımı söylemeden lütfen bir önceki cümleyi hatırlayın) Champs-Elysées üzerinden Concorde yönüne yürümeye devam başladık.

Champs-Elysées 101
Çok da fazla ilerlememize gerek kalmadan Champs-Elysées 101 numaralı binaya ulaştık.

Buradaki mağaza 1913 yılında ilk açıldığında dünyanın en büyük bavul mağazasıydı. O gün, bu gün bavul ve çanta satmaya devam eder. Belki artık dünyanın en büyük bavul mağazası değil ama kesinlikle dünyanın en pahalı bavul mağazası.

Bilen bilir, Louis Vuitton'dan bahsediyorum.

1821 de doğmuş, 1892'de ölmüş Fransız bir kutu imalatçısı. Kendi adı ile markasını 1854'de oluşturmuş. Napolyon'un "kutucubaşısı" olarak da çalışmış. Öldüğümde oğlu George işi devralmış ve geliştirmiş. Louis Vuitton markası bugün en değerli lüks markası ünvanına sahip ve yılda on milyar dolarlık satış yapıyor. Averaj bir kadın çantası bin yuro civarında fiyatlı. Averaj olmayanın İngilizcede dedikleri gibi limiti gökyüzü.

İki sene önce Champs-Elysées'deki bu mağazalarına gitmiştik. Tezgahtarların yarısı Asyalı, Çin, Japon, vesaire. Geri kalan yarının hatrı sayılır bir çoğunluğu da Rus.

Mağazaya girdiğimizde yürüyememiştik. Lozan'daki mağazaları o kadar düzenli, o kadar elegantdır ki, içeri girdiğinizde rahat rahat gezer, modellere bakar, tabi ki cüzdanınızın ağırlığına göre alış veriş yapabilirsiniz. Bir tezgahtar hiç sıkılmadan sessizce sizi izler, size kararınızı verecek süreyi ve alanı bırakır. Müşteri olarak adınız bilgisayardadır. Tezgahtar ağızınızın tadına göre size modellerini gösterir.

Ukalalık olsun diye değil, durumu özetlemek için söylüyorum, İsviçrede yaşlı-genç hemen her kadının kolunda bir Louis Vuitton var. Ülkede gelir seviyesi yüksek bu yüzden bu lüks çantalar peynir ekmek kadar kolay alınmasa da biraz fedakarlıktan sonra bir işi olan herkesin ödeme menziline girebiliyorlar. Örneğin bir tezgahtar bile bir sene tatile gitmeyip ya da mütevazi bir tatili seçip, yerine bir LV çanta alabiliyor.

Ondandır, arada bir Jelena ile Louis Vuitton'un Lozan mağazasına gider, içerde bir dolaşırız.

İki sene öncesine dönersek, Champs-Elysées mağazası sanki bir pazar yeri gibiydi. Herkes alt alta, üst üste, bir kaos, bir karmaşaydı ki, sormayın. Anlı şanlı Champs-Elysées mağazasından alış veriş yaptık diyebilmek için ufak bir cüzdan alıp kendimizi zor dışarı atmıştık.

Bu gidişimizde ise içeri baktığımda makul sayıda müşteri, rahat rahat alış verişlerini yapıyordu. 30 Aralık için hiç de geleneksel bir görüntü değildi bu. Gözlerim mağazadan girişin soluna kaydı ve kendimi tutamayıp gülmeye başladım. Louis Vuitton, kendine has zarifliği ile mağaza içinde normalden çok müşteri sorununu çözmüştü.

Kapının solunda, binanın yanı boyunca oldukça estetik kurdelalarla bir bekleme sırası yapmışlar, mağazadan müşteri çıktıkça sıradan içeri alıyorlardı. Sırada bekleyenler için ise wi-fi bedava idi!

Bu marketing başarısına şapka çıkardım. İnsanlar bir çantaya bin küsür yuro ödeyebilmek için dünyanın bir ucundan gelip, açık havada, sıfırın altında bir sıcaklıkta sırada bekliyorlardı.

Biz de sıraya girdik, ancak bir on dakika sonra Melissa huysuzlanmaya başladı. Jelena kapıdaki görevliye gidip birşeyler söyledi ve görevli bizi sıradan çıkarıp mağazaya davet etti.

Ne söyledin de bize iltimas geçti diye sorduğumda, "Ne alacağımızı biliyoruz, biz İsviçreden müşteriniziz" dedim dedi.

Gerçekten de ne alacağımızı biliyorduk. Jelena İnternetten Louis Vuitton'un çocuklar için hazırladığı minik bir çanta bulmuştu. İlk başta aklıma yatmadı. Bir çocuğun koluna bin dolarlık bir çanta takmak kadar saçma ve hatta tehlikeli bir fikir olamazdı gözümde. Zaten çöpe atacak bin dolarımız olsa, daha işe yarar şekillerde çöpe atabilirdik hattızatında.

Ben bunları söyleyince Jelena yok, o kadar pahalı değil dedi. Gerçekten de fiyat bir normal çantanın onda biri falan kadar ucuzdu. İlk başta akıl erdiremedim. Bu fiyata LV'dan çantanın ambalajını alamazsınız. Ancak sonradan düşününce aklıma yattı. Erken yaşta bir çocuğun ilk LV çantası olduğunda onla tanışmış olacak, onla büyüyecekti. Tabi sonrasında ikincisi de, üçüncüsü de gelecekti. Bir kez daha şapka çıkardım bu marketing dehasına.

İçerde sanki yüz küsür yuroluk değil de beş bin yuroluk alış veriş yapıyormuşuz gibi ağırlandık. Müşteri hizmeti Louis Vuitton'da gerçekten top. Sonunda da sevgili kızımın ilk defa bir LV çantası oldu yeni yıl hediyesi olarak.

Louvre Müzesine doğru
Saat on gibi midemiz kazınmaya başladı. Yedi saattir ayaktaydık. Hızlı bir burgerden sonra koca birer kahve içtik ve enerjimizi toplayıp Concorde meydanına yürüdük.

Fransanın son kralı Louis XVI ve ekmek bulamayanlara pasta öneren first ladysi Marie Antoinette devrimden sonra bu meydanda giyotinlenmişti. İlginçtir, Marie Antoinette'in son sözleri ayağına bastığı cellatına 'Kusura bakmayın beyefendi, istemeden oldu." olmuştur.

Biz bu Giyotin işini hep geçmişin bir parçası falan gibi algılarız ancak giyotinle infaz Fransada yakın diyebileceğimiz bir zamana kadar sürmüştür. Son giyotin 1977 yılında kullanılmış, ben on bir yaşındayken.

Yolunuz düşerse Concorde meydanında Fransız şehirlerini temsil eden heykelleri görebilirsiniz. Giyotin bugün Brest heykelinin bulunduğu yerdeymiş.

Tuileries Bahçeleri
Concorde meydanının en dikkat çeken özelliği ise meydanın ortasındaki koca bir dikilitaş. Luksor tapınağının kapısından, tee Paris'e kadar gelmiş, iki güzelim çeşme arasında kendine bir yer bulmuş.

Paha biçilmez bir Mısır tarihi eserinin Paris'in en büyük meydanında ne işi var der, kesin Fransızlar araklamıştır diye düşünürseniz had safhada yanılmış olursunuz. Bu dikilitaşı Fransızlar yürütmemiş, tam tersine Mısır hükümeti Fransa'ya hediye etmiş, hem de bir değil, iki tanesini birden. İkincisi çok ağır diye getirmemişler, sonra da Mitterand ikinci dikilitaşı Mısır'a geri bağışlamış.

Bir terör saldırısı korkusuna çok vakit harcamadık Paris'in bu ikonik bölgesinde. Halbuki Champs-Elysees'si, Eyfel Kulesi, Napolyon'un mezarının bulunduğu Les Invalides'si, Luvre Müzesi, yine kraliyetin zaman geçirdiği Tuileries Bahçeleri falan hep bu merkezi meydana görme ve yürüme uzaklığında.

Tuileries Bahçesinden geçip Louvre Müzesine de aynı endişelerle geldik. Çok fazla vakit kaybetmeden metroya yöneldik.

Louvre Müzesi
Metroya girdiğimizde yine Jelena sakat kapısı düğmesine bastı, ve yine çocuk arabası var sözlerini tamamlayamadan bızt kapı açıldı, biz de geçip biletlerimizi kullanamadan ortada kaldık. Anlaşılan yine metro ücretini Mösyö Holland ödüyordu.

Kısa bir yürüyüş, bizi Parisin başka bir simge anıtı, Sacré-Cœur kilisesinin eteklerine götürdü. Bembeyaz travertenle kaplı bu güzelim yapı Parisin en yüksek tepesinde, her gün on binlerce ziyaretçisini ağırlamaktaydı.

Melissa son günlerde yeni bir zevk geliştirmiş ve bir atlıkarınca delisine dönüşmüştü. Sacré-Cœur'Ün bulunduğu tepenin eteklerindeki atlıkarıncayı gördüğünde, ister istemez bir on dakika mola vermek zorunda kaldık. Canım kızım atlıkarıncasına bindi ve biz de normalde bu kiliseye çıkmak için kullandığımız mahşeri dik yoldan ayrılıp, bebek arabamız ve bebeğimizle bizi yukarıya biraz daha zahmetsiz çıkaracak fenikülür'e doğru yürüdük. Bu fenikülür kelimesini ne doğru olarak yazabilir, ne de doğru olarak söyleyebilirim, kusuruma bakmayın.

Biletlerimizi aldık ve bunların metro biletleriyle aynı olduğunu farkettik. Jelena keşke almayıp elimizdekileri kullansaydık dedi. Yine sakat kapısına yürüdük, yine karımın sözünü ağızına tıkayıp cart diye kapıyı açtılar ve yine biletleri kullanamadan kabine girdik. Bırakın elimizdeki biletleri kullanamamayı, biletlerin sayısı artmaya başlamıştı.

Sacré-Cœur Etrafında turumuzu tamamlayıp, hemen yanındaki Montmartre meydanına geçtik.

Montmartre
Montmartre, Paris'in en ilginç yerlerinden biridir. Bu meydan Ve çevresindeki sokaklar açık havada çalışan ressamlarla doludur. Hepsi sehpalarının önünde pipolarını, sigaralarını, şaraplarını içer, resimlerini yaparlar ve tabi ki alıcı bulduklarında satarlar. Burada isterseniz bir yağlıboya portrenizi ya da çok daha popüler olan bir kara kalem karikatürünüzü yaptırabilirsiniz - tabi ki ressamınız eserini bitiremeden sızmazsa :)

Tam bir bohem bölgesi sizin anlayacağınız.

Biraz yürüdükten sonra, meydanda bir cafe'ye girdik ve karımla kendimize birer bardak "lokal" kırmızı şarap söyledik. Yerden, ortamdan ya da saatlerdir yorgun, uykusuz taban tepmekten midir bilinmez, o şarap nasıl tatlı geldi, anlatması zor.

Metroya dönüşte, yoldaki bir mağazadan Melissa'ya pembe, tipik bir Fransız beresi aldık. Yine bilet kullanmadan metroya bindik ve Grands Boulevards durağında inip, Hard Rock Cafe'ye, akşam yemeğimizi yemek için girdik.

Hayatımda çok az kere bu kadar çok yorulmuştum. Yoğun bir günün üstüne sadece üç saatlik uykuyla Parise inmiş, Paris'te arada ufak molaları saymazsak devamlı koşuşturmuştuk. Vücudum artık yeter diyordu. İşte bu yüzden mükemmel bir aklam yemeği ve şarap çok iyi gelmiş, bir kaç saatlik daha enerji sağlamıştı.

İçerken bilmiyordum ancak bu şaraplar 2016'nın son şaraplarıymış.

Hard Rock Cafe
Melissa hanım ise biz koşuştururken arabasında uyuduğu için, Hard Rock Cafe'de Uykusunu almış bir biçimde hayli neşeli ve aktifti. Garsonlar ona boyama kitabı verdiler, o da ilk defa kalemle birşeyler yazma ve boyama fırsatı buldu. Büyüdüğünde hala kağıt-kalem kullanılacağını düşünmesem de sevgili kızımı kağıt üzerine abur cubur çizerken görmek içimi ısıtmıştı.

Bu arada uzun süredir gözlemlediğimiz bir fenomen biraz daha kesinlik kazandı. Sevgili kızım solaktı. Bilenler hala değişebilir diyorlar ama kalemi istemsiz olarak sol eline aldı ve sol eliyle yazmaya başladı. Emin olmak için bir kez kalemi sağ eline de verdik, sağ eliyle de yazdı ancak sol elini daha rahat kullanıyordu.

Bir dizi metro seyahati bizi yeniden Gare de Lyon'a getirdi. Tabi ki yine metroda bilet kullanmamıştık. İlk başlarda kendimi kötü hissediyordum ama sonradan bıraktım, hatta zevk almaya başladım bu yarı-kaçak metro seyahatlerimizden.

Disneyland'a metro ile değil, RER denen banliyö trenleriyle gidecektik. Jelena biletleri aldı ama yine kullanamadan istasyona geçtik. Elimizdeki metro biletlerine ek olarak bir de RER biletleri birikmeye başlamıştı.

Otelimiz parkın içinde değil, on dakika yürüyüş mesafesindeydi. Parka girmesek de, trenden indiğimizde güvenlik kontrolünden geçtik. Fransızlar güvenlik işini çok ciddiye almış, gerçekten işe yarar bir sistem kurmuşlardı.

Bir Arap taksici on dakika yürüyüş uzaklığında otelimize on beş yuro alarak bizi ve bavullarımızı otelin kapısında bıraktı.

O kadar yorulmuştum ki, duş bile almadan uyumayı planlıyordum.

Tam o anda Jelena resepsiyondaki kıza sordu. "Kızımız için nereden süt alabiliriz?"

Kız da kelimesi kelimesine şunları söyledi.

"İki yüz metre ilerde, restoranları geçin, bir alış veriş merkezi var. Altındaki süpermarketten alabilirsiniz."

Jelena'ya "Sen check in yap, ben gidip süt alayım, vakit kaybetmeyelim." dedim.

Kızın gösterdiği yöne doğru yürümeye başladım. Gerçekten de iki yüz metre sonra restoranları gördüm, biraz ilerisinde de alış veriş merkezine benzeyen bir kapıdan girdim.

İçeri girdiğimde gerçekten gördüğüm manzaraya inanamadım. Alış veriş merkezinin sonunu görmek mümkün değildi. Marina Bay Sands gibi, Dubai Mall gibi çok iddalı AVM'ler görmüştüm ama oturup ölçmesem de bu hepsinden büyük duruyordu.

Mahşeri uzun koridorun sonuna geldiğimde kendimi bir meydanda buldum. Bu meydanda başka mahşeri uzun koridorlar birleşiyordu. Bu mahşeri sonsuzluktan aynısı hem bir üst, hem de bir alt katta vardı.

Resepsiyondaki kızın "İki yüz metre uzakta bir alış veriş merkezi var." dediği alış veriş merkezi ünlü Val d'Europe'muş!

Ayaklarım altındaki acıya dayanamadığından artık ayakkabılarımın kenarına basarak yürüyordum.

Meydanda bir bankonun arkasında promotörlük yapan bir Araba süpermarket nerede diye sordum. O da meydanda birleşen mahşeri kanatlardan birini gösterip, şuradan git, alt kata in dedi.

"Şuradan" bir on beş dakika daha yürüdüm. Uzunluğu her halde bir yüz metre olan yürüyen merdivenden inip, kendimi gerçekten de bir süpermarketin içinde buldum.

Bu süpermarketin büyüklüğünü ne kadar abartarak anlatabilirim, bilmiyorum, ama herhalde küçük bir şehiri bir ay besleyebilecek kadar yiyecek vardı içinde.

Yine abartmadan sütleri bulmak için bir yarım saat kadar yürüdüm içeride. Sütleri bulduktan sonra da tam yağlı pastörize inek sütü bulmak bir on beş dakika daha aldı.

Sütleri ararken içeride kaybolmuş, zaten mevcudiyeti tartışma konusu olan yön duygumu tamamen yitirmiştim. Orada çalıştığını düşündüğüm birini durdurup kasa nerede diye sordum. Arapmış. Bir içerledi onu süpermarkette çalışıyor zannettiğime. Başladımı bağırmaya "jö nö travay pa isi" diye, itoğluit... ama nasıl yırtıyor kendini, inanamazsınız. Ben de ona Türkçe küfür ettim, taa maternal köklerine dayanan oturaklı bir küfür. Bu döndü gitti ama arkası dönük, hala bağırıyordu. Ben de onun arkasından annesi ile ilgili kanaatlerimi söylemeye devam ettim.

Biraz daha yürüyüp kasayı buldum. İnsanlar tepeleme dolu market arabalarıyla, ben de elimde iki şişe sütle sıradaydım. Yine sonsuza yakın bir süre sıranın gelmesini bekledikten sonra kasiyer kıza beş yuroluk banknotu uzatıp, üç yuro para üstünü aldım ve dönüş yoluna koyuldum.

Artık ayaklarımı kaldıracak gücüm kalmamıştı, o yüzden onları sürüyerek, yarım saat sonra alış veriş merkezinin dışına çıkabildim. Restoranları geçtim, iki yüz metre kadar süründükten sonta da otelimize geldim.

Jelena hem Melissa, hem de valizleri yukarı çıkaramamış, valizleri bana bırakmıştı.

Oteldeki bellboyların kullandığı, o üzerlerinde demir bir boru olan valiz arabalarından birini aldım. İki valizi ve iki süt şişesini üstüne koyup asansöre doğru yürüdüm. Köşeyi dönüp, resepsiyonun görüş menzilinden çıkınca, ayakkabılarımı da çıkarıp süt şişelerinin yanına koydum ve çoraplarımla asansöre binip katımıza çıktım.

Oda numaramız iki yüz elli altıydı. Asansörden indiğimde ilk oda iki yüz numaraydı. Yani yüz yirmi sekiz oda yürümek zorunda kaldım. Her halde önceki hayatlarımda yaptığım kötülüklerin bedellerini ödüyordum. Odamıza yaklaştığımda artık bellboy arabasına dayanarak sürünme moduma girmiştim.

Jelena ne oldu diye sorduğunda cevap bile vermedim. Kendimi yatağa attım ve uyudum.

31 Aralık 2016 Cumartesi

Yeni Yıl

Sevgili arkadaşlar, yeni yıla çok özel bir yerde giriyoruz. Burada insanlar mutlu, çocuklar mutlu.

Çünkü burada mutlu olmak ayıp değil.

Etrafta neşeli şarkılar çalıyor, herkes gülümsüyor, insanlar tanımadıkları binlerce insana mutlu yıllar diliyor. Ülkesi, dini, rengi ne olursa olsun.

Çocuklar bu dünyada sevgi ile büyüyor.

Bu dünyada çocukların önüne idam ipi atan, ana okulu yaşında onları tankların önüne yatırıp namaza durduran, Noel babaları meydanlarda kovalayıp, sonra kafalarına silah dayayan, şişme Noel babaları sünnet edip bıçaklayan, kadına gülmeyi yasaklayan ruh hastaları yok.

İnsanların ağızından köpük çıkararak ölüm, şiddet kusmadığı, insanların hayatlarını güzelleştirmeye çalıştığı bir dünya var.

Bunu unutmayalım, bunun için çalışalım.

Yeni yıl, mutlu olmak varken bunları düşünüp sinir yaptım, kusuruma bakmayın.

Yeni yılınız kutlu ve mutlu olsun...

27 Kasım 2016 Pazar

Sistem

Ben çözülemeyecek bir sorun olmadığına inanan biriyim. Safça, çocukça bir iyimserliğim, yapıcı diyebileceğim bir tarafım vardır.

Ancak hayatta hiçbirşeyin kendi kendine olmayacağını bilecek kadar da kaşarlandım. Arada bir şansımız tutar, kendimizin çok çaba göstermemesine rağmen bazı iyi şeylerin kendi kendine olduğunu görürüz. Hepimize olur bu.

Ne var ki, hayatımızı bu düşük olasılıkla gerçekleşebilen nadir sonuçlara bağlarsak sonunda duvara toslarız. Hile yapmayan hiçbir kumarbaz zengin olamamıştır. Kumar, tanımı gereği, kazanma olasılığının kaybetme olasılığından az olduğu bir kurulumdur. Arada bir kazansanız da, uzun vadede hep kaybedersiniz. Kör matematiğin bir sonucudur bu.

Biraz konudan konuya atlayacağım, lütfen sabredin. Sonunda toplayabileceğimi düşünüyorum.

Her sistem belli kurallar ve kısıtlar altında çalışır. Bir bankayı ele alalım. Müşteri gelir, parasını yatırır, vadesi geldiğinde sistem faizini hesaplar ve anaparayı da ekleyerek toplamı müşterisine verir (anapara ve faiz).

Herşey sistemin öngördüğü biçimde çalıştığında, ne bankanın, ne de müşterisinin fazla düşünmesine gerek kalmaz.

Ancak müşterinin vade bitmeden öldüğünü, kanuni mirasçısının da yurt dışında yaşamış, bir kaçak olduğunu, Türk kayıtlarında bir erkek olup, sonradan cinsiyet değiştirerek kadın olduğunu, başka bir erkekle evlendiğini, sonra da öldüğümü, tek mirasçının kocası olan bir erkek kaldığını varsayın.

Sistemin bu sorunu çözmesi imkansıza yakın, çok zor olacaktır. Türk kanunları olasılıkla yabancı ülkedeki cinsiyet değişikliği ardından yapılan nikahı kabul etmeyecek, olasılıkla kayıtlarında erkek olan biri için bir kadına ait ölüm belgesini geçersiz sayacaktır.

Sonunda pratik zekalı biri olaya müdahale edip pragmatik bir çözüm bulacak, sistem çoğunluğu beklenen olayların olduğu habitatında işlemeye devam edecektir.

Yukardaki olağan dışı olay sistemi biraz yavaşlatacak, biraz meşgul edecek de olsa, işleyişi süregelecektir.

Bankamızda, aynı hafta içinde, yukardaki olağan dışı olayın benzeri, bir çokluk üzerinde konuşabilelim diye, mesela beş olay daha olduğunu varsayalım.

Sistem bu beş olayı çözebilmek için elindeki kaynakların biraz daha fazlasını kullanacak, sistemin normal işleyişi için göreceli olarak daha az kaynak kalacaktır.

Olağan dışı olay sayısı daha da arttığında sistem çözüm için daha da fazla kaynak kullanacak, olağan işleyişine daha da az kaynak ayırma zorunda kalacaktır.

Olağan dışı olay sayısı belli bir kritik miktara ulaştığında ise sistem tüm kaynaklarını bu olağan dışı olayların çözümüne ayıracak, normal işleyişi için kaynak kalmayacaktır.

Bu aşamaya kaos diyoruz.

Fizikte bir karşılığı vardır bu kaos ortamının. Bir yıldız kendi yerçekimi gücünü ısısıyla durduramayacak düzeye geldiğinde ezilip küçülür, bir kara delik oluşturur. Bu kara deliğin merkezine singularity, yani tekillik derler. Tekilliğin içinde fizik kuralları işlevlerini kaybeder. Madde, enerji birbirine karışır.

Bankamıza dönersek...

Sistem kendi içinde tutarlılığını kaybedecek, deyimi yerinde ise işi gücü bırakıp bu acayipliklerin peşinde koşacaktır. Müşterilere paraları ödenemeyecek, krediler toplanamayacak, hükümet müdahale edecek, sonunda banka topu atıp kapanacaktır.

Yani sistem çökecektir.

Ne kadar akıllıca dizayn edilmiş, ne kadar sağlam gibi görünürse görünsün, her sistemin sabit bir olağan dışılıkları çözme kapasitesi vardır. Bu kapasite aşıldığında kaos kaçınılmazdır.

İşte son günlerde global seviyedeki zırvalıklar yüzünden bence dünya böyle bir kaosa girmek üzeredir.

Ve ne yazık ki, Türk milleti başta anlattığım üzere herşeyini şansa bırakmış durumdadır.

Yöneticileriyle, halkıyla, aydınıyla bu kaos ortamına çok hazırlıksız yakalanmıştır.

Hiçbir derinliği, tutarlılığı, deneyimi, öngörüsü, basireti olmayan bir hükümeti, tarihi boyunca en boş, en ukala, her şeyi bildiğini düşünen, sorgulama, muhakeme ve öğrenme yeteneğini kaybetmiş, hiçbir işe yaramayan yaygaracı bomboş bir aydın kitlesi, yine her şeyi bildiğine emin ama hiç bir şeyi bilmeyen, vizyonsuz, cahil, dar görüşlü, muhafazakar bir halkı ile bırakın kaotik bir ortamı, her şeyin normal yürüdüğü sütliman bir ortamda bile varlığını sürdürmesi olanaksız hale gelmiştir.

O yüzden hep beraber oturup, şansımız tutsun diye dua etmekten başka seçeneğimiz kalmadı.

18 Kasım 2016 Cuma

Fondue Chinoise

Seda'nın da teşvikiyle, size bir kickass Fondue Chinoise tarifi arkadaşlar.

Chinoise Çin demek ama yemek katıksız İsviçre yemeği.

Fondue Chinoise için gerekli ilk malzeme bir Fondue Chinoise seti. Yani ufak metal bir tencere ve altında yanan bir ateş. Bu ateş mumdan hava gazına kadar değişik kaynaklardan elde edilebiliyor.

Genel fikir bu tencerenin içine bir sıvı koymak ve ateşin sıcak tuttuğu bu çorba içine şişlere batırılmış etleri pişirip patates kızartması ve dört ile altı arası farklı sosa batırıp yemek.

Önce çorba.

Bu çorbaya Fransızcada Bouillon, İngilizcede Broth derler. Et suyu yani. Bir buçuk litre su, içine iki-üç etsuyu tableti, 30 cl kırmızı şarap, burası çok önemli - bol bol tuz. Etin tuzunun doğru olabilmesi için çorbanın zehir gibi tuzlu olması lazım. Sonra soğan tuzu yada rendesi, basil yani fesleğen otu, bol karabiber, bir iki parça sebze, bir iki parça mantar ve ben kulunuz bir iki şerit makarna (noodles) da koyarım. Sebze ve mantar koyarken çok abartıp işi sebze çorbasına çevirmeyin. Çorba su gibi sıvı ve açık olmalı. Bunu ocakta kaynayana kadar ısıtın.

Et çok önemli. Alabileceğiniz en güzel eti alın. Dana tabi. Yağsız ya da çok az yağlı. Boyutları için kesilmemiş pastırmayı canlandırın gözünüzde, ondan 50% daha kalın bir lop. Kişi başına 300 gr hesap edin ve kesinlikle kestirmeyin.

Eti buzluğa atın ve bir-iki gün donmasını bekleyin. Yemek gününde buzluktan çıkarın ve yüzeyi, dikkat içi değil, biraz yumuşayana kadar çözülmesini bekleyin.

Keskin bir bıçakla çok ince dilimler hallinde kesin. İsviçrede marketten aldığınızda et patates çipsi kadar incedir. Gerçek Fondue Chinoise biraz daha kalın olur. Şekil ve incelik olarak yine pastırmayı örnek alalım ama kalınca kesilmişini.

Bu kesme işini yemekten en çok bir saat önce yapın, yoksa etin kenarları kararmaya başlar, estetik olmaz.

Soslar ise yediğiniz yere göre değişse de genelde Tartar sosu (mayonez, limon, turşu), Sarımsak sosu (Knoblauch - mayonez, sarımsak tozu, tuz), Kara biber sosu (mayonez, karabiber ve biber çekirdekleri), Curry, Kokteyl (mayomuz-ketçap) ve Hardal (hardalınız kuvvetli ise biraz mayonezle karıştırıp yumuşatın).

Bol bol patates hazırlayın ve tavada kızartmaya başlayın. Biz tava yerine fırında kızartıyoruz, sıfır yağ, çok az kalori. Yemek boyunca bittikçe patatesi yenileyin. Böylece devamlı sıcak ve taze patates kızartması tedarik zinciriniz oluşacaktır.

Fondue için özel bölümlere ayrılmış tabaklarınız varsa soslarınızı bu bölümlere koyun. Yoksa düz tabak da olur, ressam gibi sos paletinizi hazırlayın. Bir iki parça turşu salatalık, turşu soğan ve turşu mısır da adettendir.

Etinizi Fondue çatalınıza takın. Yoksa şiş de olur. Masaya getirdiğiniz altında ateşle kaynayan çorbaya batırıp pişirin. Ancak pişirirken eti kösele gibi kurutup canını çıkaracak kadar uzun süre bekleyip Türklük yapmayın. Bütün lezzeti gider. Sadece pembeliğinin gitmesini bekleyin. Midenizi kaldırmayayım ama ben kanlı halde yiyiyorum.

Sonra sosa batırıp yiyin :)

Bir iki Fondue adab-ı muaşereti.

Fondue sosyal bir yemektir. Amaç daha ziyade sofrada sohbet olup bir an önce karnını doyurmak değildir. Nefsinize hakim olun ve yavaş yavaş, tadını çıkararak yiyin. Bu yemek üç dört saate kadar uzayabilir, et frekansınızı ona göre ayarlayın.

Tecrübesiz Fondue müşterileri etin pişmesini beklerken zaten hazır durumdaki patatese abanırlar. Bu tuzağa düşmeyin, nefsinize hakim olun.

Çorbaya adam başı birden fazla et koymak görgüsüzlük sayılır (laf aramızda bazen bu kuralı dikkate almam)

Fondue Chinoise Kırmızı şarapla yenir, nokta. Bira, kola, rakı içmek insanlık suçudur :)

Etinizi çorbanın içinde kaybederseniz buralarda sizi göle atarlar derler - benim başıma gelmedi henüz. Ancak etinizi kaybederseniz kaseye dalıp onu bulmaya çalışmak ve diğerlerinin çatallarını allak bullak etmek yerine yenisini takın.

Yemeğin sonunda çorbada kalan etleri, sebzeleri ve mantarları avlamak mübahtır. Bazen çorbanın kendisini de paylaşıp içerler.

Denerseniz sonuçtan haberdar edin.

Haydi Bon Appetit!

12 Kasım 2016 Cumartesi

Liberalizm Öldü Mü?

Şu sıralar moda bir soru var.

Liberalizm öldü mü?

Soruyu aslen yanlış soruyorlar. Kastettikleri aslında liberalizm (serbestlik) değil kapitalizm. Liberalizmin ekonomiyle örtüşen kısmı serbest piyasa ve rekabet ki bu da dangadanak kapitalizm demek.

Yani, asıl soru kapitalizm ölüyor mu?

Bu soru ise bence günümüzün en patetik sorusu.

Bilmeyen kaldıysa benden duysun, kapitalizm çoktan öldü, bu soruyu soranlar onun zombi halindeki ruhuyla konuşuyor.

Kapitalizm, sosyalizm, komünizm, vesaire, hep geçen yüzyılın, emeğin dağılımı, kullanımı, ücretlendirilmesi ve hareketi ile ilgili kavramlar.

Çağımızda emek ölmek üzere. Şimdi mercek altında bilgi ve teknoloji kavramları var. New York'da satın aldığınız mikser bozulduğunda Yeni Delhi'de bir çağrı merkezini arıyorsunuz, bozulan mikserinizin yerine Şangay'dan yenisini postalayorlar.

O yüzden yemişim toplumların sınıfını, sermayenin egemenliğini. Bir İnternet sitesi kur, Ankarada oturduğun yerde malı Çin'den al, İzlanda'da sat.

İş globalleşmeye döküldü, çağ bilgi ve iletişim çağı, adam hala liberalizm öldü mü diyor...

Yine de cevaplayalım.

Liberalizm öldü anacım, öleli çok oldu.

Çünkü emek öldü, sınırlar kalktı.

Artık sabah sekiz, akşam beş, kamyon sür, para kazan, bakkal işlet, para kazan, fabrikada tütün sar, para kazan devri bitiyor.

Emek işi makinelere devrediliyor. Şimdilik makinelere devredilemeyen kısmı da Çine gidiyor.

Emek olmayınca da ne kapitalizm, ne sosyalizm anlamını koruyabiliyor.

İçten yanmalı motorlar icat olduktan sonra at arabası mı iyi, öküz arabası mı hızlı tartışması gibi birşey bu.

Önümüzdeki bir kaç on yıl içinde, bugün gördüğümüz bir çok meslek yok olacak, ya da dramatik biçimde değişecek.

Nasıl bugün plak, film ya da fotokopi kavramları öldüyse, yarın da ofis, işyeri, şoförlük, mağaza, bakkal gibi kavramlar tarihe karışacak. İnternet üzerinden modeli seçip, evdeki robot makinen dikecek giysilerini. Akşam yumurtalı ıspanak ve aşure yapacağım dediğinde gerekli malzeme bir saat sonra kapında olacak.

Bu değişimi öngörüp anlayamayanlar da tarihten silinecek.

Öyle işsizlik artacak, o yüzden teknoloji ilerlemesin, şoförsüz arabalar yapılmasın, fabrikalar emek yoğun çalışsın, ya da Çinde yapacağıma Avrupada yapayım, memleketimde iş olanakları artsın demekle de olmuyor.

Böyle yapay tedbirler sadece sonu geciktirir, son geldiğinde de etkisi çok daha fazla acıtır.

İlerlemeyi durduramaz kimse arkadaşlar.

Durdurabilseydik, bugün Detroit ayakta kalır, fabrikalarda da makineler yerine kızlar tütün sarardı.

Konunun başına dönersek, kapitalizm ve ondan çok çok önce tarihten silinen sosyalizm artık misyonlarını tamamlamış antik kavramlar haline geldiler.

Borsada hisse başı kardan başka bir kriterle değerlendirilmeyen şirketler ve bunların başlarında senede en az bir kaç milyon dolar kazanan CEO'lar ayakta kalabilmek için işi fazlasıyla ileri götürüp, beklentileri karşılamak için kelimenin tam anlamıyla "herşeyi" yapabilecek konuma geldiler.

Volkswagen, Arthur Andersen, IBM, Boeing, Xerox gibi firmaların başına gelenlere bakın.

Kapitalizmin son kalıntıları olan bu şirketler tarihten silindi, ya da silinecekler, çünkü zaman değişti, dünya değişti ve her sistemin başına gelen kapitalizmin de başına geldiği için, uygulayıcıları temel prensipleri eğip, büküp kendi çıkarlarına uydurdular. Aynen Stalin'in sosyalizmin ırzına geçip, onu diktatörlüğünü pekiştirecek bir araç olarak kullandığı gibi.

Kısaca dünya yeni bir dengeye oturmak zorunda.

Dikkat edelim de müzik bitip, herkes bir sandalye kaptığında ayakta kalmayalım.

Kalın sağlıcakla...

3 Kasım 2016 Perşembe

Ligurya

Yıllar önce işyerinde, kahve odasında benle birlikte çalışan biriyle geyikliyordum. Ukalalıkta ona yaklaşan çok az insan gördüm ve bu güne kadar da henüz onu geçenine rastlamadım. Ama yönetim teknikleri, takım ruhu falan diye senelerce öğrettiler ya, muhabbetinden haz almasa da, İnsan dişini sıkıyor işte.

Neyse. Laf işten açıldı, hayattan devam etti, sonunda tatilde ne yapıyorsuna geldi.

"Bu sene Lombardiyaya gideceğiz" dedi.

Bir anda canlandıramadım gözümde "Lombardiya" diye bir yeri. Zaten karışık olan kafamda Conan çizgi romanıyla World of Warcraft oyunlarındaki yer isimlerini andırdı Lombardiya sözcüğü.

Yaptığım işin yanlış olduğunu bile bile, erkeklik bende kalsın diye sordum.

"Neresi bu Lombardiya canımcım?"

Büyük Allah mahçup etmedi tabii. Bu, derin bir nefes aldı ve başladı.

"İtalya tam anlamıyla bir federasyon sayılmada da yirmi tane administratif bölgeye ayrılır. Ligurya, Lazio, Piemonte falan şeklinde. Lombardiya bunlardan biri, oraya gideceğiz."

Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın, vıcık vıcık ukalalığı duymazdan gelip yine sordum.

"Lombardiyanın neresine gideceksiniz?"

"Lombardiyanın başkenti Milano - burada coğrafya dersi devam ediyor - orada bir hafta geçireceğiz."

Eşşoğlueşşek Lombardiya yerine Milanoya gideceğiz dese anlayacağım. Bu "Tatile karayolları onüçüncü bölgesine gidiyorum." demek gibi bir şey.

Bu arada adam İtalyan falan da değil ha. Alakasız bir ülkeden gelme.

Neyse, kötü komşu insanı mal sahibi yaparmış, biz de İtalyanın administratif bölgelerini öğrenmiş olduk bu hıyarın sayesinde. Hatta bir yazıda Milanoyu anlatırken çaktırmadan size de Lombardiyayı sattım.

Uzunca bir zamandır yaşın kemale erdiğini farkediyorum sevgili arkadaşlar. Ancak bazı özel günlerde bu matematiğe dökülünce durum daha da vahim oluyor. Ellinci yaş günü işte böyle bir nokta. Yarım yüz yıl yaşamış olduğunu idrak ediyorsun.

İşin çok fazla felsefesine girmeyelim, hassas konu yani...

İşte bu kritik ellinci yaş günüme bir kaç hafta kala eşim Jelena ne yapmak istersin diye sordu. Aksilik yapıp hiç bir şey yapmak istemiyorum, evde baş başa kutlayalım dedim.

Dünyanın en iyi insanıdır sevgili karım, içi rahat etmedi, bir İtalya gezisi planladı yarım yüzyılımın şerefine, "Ligurya Administratif Bölgesine" :)

Ligurya, İtalyanın kuzey batısında, uçları denize bakan, hilal şeklinde bir bölge. Kıyısında bulunan denize aklımda yanlış kalmadıysa Tiren denizi derdik Türkçede, ama uzun zaman geçti, çok güvenmeyin.

Liguryanın başkenti Cenova.

Herbiri kendine özel, dünya üzerinde birer cennet köşesi olan beş köyüyle Cinque Terre de Ligurya bölgesinde.

Liguryanın başka bir özelliği ise Pesto denilen sosu. Pesto, basil yani fesleğen otu, zeytin yağı, çam fıstığı, parmesan peyniri ve sarımsakla hazırlanan bir sos. Genelde makarna ile kullanıyor İtalyanlar. Yine Liguryadan Trofie dedikleri ayıklanmış karidese benzeyen bir tür makarna ile tadına doyulmaz. Ben deli olurum Trofie ve Pesto'ya hattızatında.

İşte bu motivasyonla koyulduk yola.

Col
Grand Saint-Bernard geçidine geldiğimizde, havanın da güzelliğinden faydalanıp, tünel yerine gerçek geçide doğru çevirdik rotamızı. Dağları, kaya formasyonları ve plantasyonu ile insanı etkileyen bir yer Grand Saint-Bernard geçidi.

İtalya ile İsviçre sınırında, 2,500 metre yükseklikte bir doğa harikası olan bu ünlü bölge, geçmişte bu geçidi kullananların zaman zaman çığ yüzünden, zaman zaman da soğuktan donup can verdikleri bir çok trajediye şahit olmuş.

Bölgenin en sevimli maskotları ise, dev boyutlarıyla lambur lumbur yürüyen Saint-Bernard köpekleri. Yirmi frank verip tünelden geçmenin olanaklı olmadığı eski günlerde bu kahraman köpekler birçok yolcuyu çığ altında donmaktan kurtarmış, onları selamete çıkarmışlar. Boyunlarına asılı sıcak çikolata fıçılarıyla gerçekten görenlerin içini ısıtıyorlar.

Tam sınır noktasında ise Col isimli bir köy var. Zaten Col sözcüğü Fransızcada "geçit" demek.

2,500 metre yükseklikte bitki örtüsü de farklılaşıyor tabii. İsviçre'nin o insanın gözünü kamaştıran koyu yeşil geleneksel geri planı, yerini sarımsı, ilginç bir bitki örtüsüne bırakıyor. Çok fazla ağaç da olmayınca, Alplerin o keskin, sivri zirvelerini açık olarak görünüyor.

Col
Col'da pırıl pırıl bir de dağ gölü var.

Mezzy'nin ilk görüşü olduğu için Col'da durup biraz yürüyelim istedik. Zaten köy o kadar küçük ki, ancak "biraz" yürüyebilirsiniz.

Ne kadar şanslıymışız ki, iner inmez Ben isimli devasa bir Saint-Bernard köpeği ile karşılaştık. Mezzy ile bir resim çekildiler. Sonrasında göl kenarına geçtik, bir beş dakika sonra da arabada, "Aosta Administratif Bölgesinde" Cenovaya doğru ilerliyorduk.

"Aosta Administratif Bölgesinden" sonra "Piemonte Administratif Bölgesine" girdik. Piemontenin başkenti Torino, Şaban Hakandan hatırlarsınız. Beni kahretse de, çok yaklaşmamıza rağmen Lombardiyadan geçmedik.

Akşamın erken saatlerinde Cenovaya ulaşmıştık. Cenovada ne nerdedir bilecek kadar zaman geçirmişliğimiz vardı. Valizleri odaya bırakıp hemen kendimizi Piazza de Ferrari'ye yani Ferrari Meydanına attık. Ortasında fışkiyeli havuzuyla muhteşem bir meydan. Sonra da Via Garibaldi üzerinde daha önce gözümüze kestirdiğimiz bir restorana oturduk.

Cenova
Garson ne istersiniz diye boş yere sordu. Trofie al Pesto dedik ikimiz de.

Üstüne bir şişe de Montepulciano şarabı gelince bütün yol yorgunluğumuz gitti, ama yerine elli yaş yorgunluğu geldi işte :)

Şimdiye kadarki en güzel doğum günü yemeğimi, yine şimdiye kadar tanıdığım en güzel iki kızla birlikte yedim. Umarım herkes ellinci doğum gününü benim kadar mutlu geçirir/geçirmiştir.

Ertesi sabah elli yaşımın ağırlığı ile uyandım. Otelimiz sıkıcı bir business-hoteldi. Kahvemizi burada içmektense gözümüzü karartıp Via Garibaldi'ye yürüdük ve açık havada, birkaç yüz yıllık muhteşem Doge Sarayının dibindeki bir cafede günümüze başladık.

Cenova beni çok etkileyen bir kenttir arkadaşlar. Roma İmparatorluğu sonrası bir şehir devleti olarak varlığını sürdürmüş köklü bir tarihi var. Bugün bile İtalyanın en aktif limanı Cenovada bulunuyor. Yüzyıllar boyu dünyanın dört bir tarafına mal gönderip ticaret yapmış Cenovalılar, yada doğru değişiyle Cenevizler.

Pesto soslu trofie
Ticaret yaptıkları yerlerden biri de bizim İstanbul. O yüzden yüzyılların cazibesini buram buram saçan antik Cenova limanında yürürken Galata mahallesi ve müzesini görmek şaşırtmadı beni. Aklım hemen İstanbuldan ayrılırken bize bıraktıkları bir kuleye, bir de kurulduğu yer itibarıyla isimlerini aldıkları futbol takımına gitti doğal olarak.

Cenovada doğmuş ünlü isimler arasında, evini de ziyaret edebileceğiniz Kristof Kolomb ve Paganini var. Kolomb'un evine birkaç yıl önce gitmiştim, yolunuz düşerse görün mutlaka.

Antik limanda ilginizi çekerse bir de çok güzel bir akvaryum var. Bol bol köpekbalığı ve diğer oşiyanik/amfibik hayvanatı yakından görmek mümkün. Akvaryumun karşısında ise eski günlerde olasılıkla depo, han, meyhane ve kerhane olarak kullanılan tarihi binalarla dolu çok güzel bir bölge var.

50!
Sözün kısası, her santimetre karesi tarih bir şehir Cenova.

Ancak bu gezideki hedefimiz Cenova değildi. Bölgenin klasiği, bizim de daha önceden mutat kereler gördüğümüz Cinque Terre de rotamızın dışındaydı. Bu gezimizin amacı Ligurya kıyılarındaki "hidden gems" yani saklı hazineleri bulmak, çok bilinmese de görmeye değer yerleri görmek şeklinde belirlemiştik.

Cenovanın tren garına girdik. İtalyaya özgü keşmekeşin, dağınıklığın arasında trenimizin peronunu ararken önünde durduğum duvarın içindeki oyuğa gözüm takıldı. İçinde asansör çağırmak için kullanılan, yukarı ve aşağı yönlerin bulunduğu iki düğmesiyle bir panel vardı, ancak asansörün kapısının olması gereken yere duvar örmüşlerdi. Bildiğiniz betonarme duvar.

İş olsun diye düğmelere bastım. Birkaç dakika sonra asansörün geldiğini işaret eden bir "ping" sesini duydum. İçimden güldüm, eğer asansörün içinde birileri varsa kapı açıldığında karşılarında bir duvar göreceklerdi :)

Camogli
Bir tren yolculuğu bizi Camogli köyüne götürdü. Uzun çakıldan bir sahil canlandırın gözünüzde. Sahili bir baştan diğer başa izleyen bir yol ekleyin, ve bu yolun karşısına da sarılı, yeşilli, kırmızılı, Kuzey İtalyaya özgü, balkonlarına çamaşır asılı, alt katlarında birer cafe ya da restoran bulunan, birbirine yapışık apartman bloklarını koyun, geri plana da yemyeşil dağları yapıştırın.

Alın size Camogli...

Yolun ucundaki kayalarla bezenmiş burunda belki de bir milenyum yaşında muhteşem bir kilise var, devamında ise küçük bir koy.

Bu güzelim manzarayı anlatmaya en azından benim edebi kabiliyetim yetersiz kalıyor. Oraya gidip görmek tek çare.

Camogli
Cafelerden birine oturup bu muhteşem manzaranın önünde kahvelerimizi yudumladık. Yol boyunca yürüyüp, kayalık burundaki kiliseyi geçtik ve küçük motorların sahildeki diğer köylere sefer yaptıkları iskeleye ulaştık. Yolumuza denizden devam edecektik.

Bir sonraki hedefimiz San Fruttuoso isimli bir yerdi. Biletçi motorların biri San Fruttuoso'ya gidiyor, diğeri de karşısından geçiyor. Hangisini istersiniz diye sordu.

Böyle soru mu olur dedik, tabii ki San Fruttuoso'ya giden motoru istiyoruz. Buraya kadar geldik, görmeyelim mi?

Siz bilirsiniz dedi ve biletlerimizi verdi.

Motora bindik. Motor derken gerçekten bir motordan bahsediyorum. Minicik bir şey. Koydan çıkıp açık denize geldiğimizde ceviz kabuğu gibi, sağa, sola, yukarı, aşağı bata çıka gitmeye başladık.

Melissa artık denizci sayılır, gemi tecrübesi var yani. Sevgili kızım motor sallandıkça kahkaha atmaya başladı. Çok sevmişti bu işi.

San Fruttuoso
Yolda bir iki küçük köyü geçtik ve San Fruttuoso'ya geldik.

Bu küçük koyda deniz gerçek anlamda iki renk almış. Yeşil ve koyu mavi. İnsanlar pırıl pırıl suda yüzüyor.

Ancak sahilden gayrı sadece bir restoranın terası var, o da şöyle bir elli metrekare bir yer.

Motorun bizi bıraktığı yerden Jelena Melissa'yı, ben de Melissa'nın arabasını bir yirmi metre yukarı taşıdık ve aynı formasyonda bir yirmi metre aşağı inerek bizi alacak motorun kalkacağı ikinci iskeleye geldik. Yukarı-aşağı irtifa değişikliğini saymazsanız beş metre ya ilerledik, ya ilerlemedik.

San Fruttuoso işte bu kadarcık bir yer :)

Siz siz olun, yolunuz düşerse biletçiyi dinleyip San Fruttuoso'yu sadece denizden görün.

Yazının başında size bu gezide Ligurya'nın gizli kalmış güzelliklerini göreceğimizi söylemiştim, ancak San Fruttuoso'dan sonraki hedefimiz bu tanıma pek uymayacak, çünkü motorumuzun bizi götürdüğü bu minik balıkçı köyünü dünyada bilmeyen yok desek yeridir herhalde.

En azından isminin geçtiği Andrea Bocelli'nin şu ünlü şarkısını duymuşsunuzdur, "I found my love in Portofino..."

Portofino
Portofino gerçekten fazlasıyla romantik bir yer arkadaşlar. Bir tarafında canlı, parlak renkleriyle bir kaç Ligurya sitili tarihi binanın, diğer tarafında da yemyeşil bir tepenin bulunduğu minicik bir koy canlandırın gözünüzde. Koyun içine de birbirinden güzel balıkçı teknelerini serpiştirin, alın size Portofino.

Bu cazibeli köye ilk gelişimiz olmasa da, deniz tarafından ilk kez geliyorduk. Bu da ziyaretimize ufak bir çeşni katmıştı. Eski günlerimizi yad edip, Melissa'ya biraz anılarımızı anlattık, sonra da onu köy içersinde gezdirdik.

Portofino
Akşam yemeyi için hemen marinanın dibinde bir restorana gittik. Jelena da, bem de yemeklerimizi söyledik. Garson, aynı zamanda da restoranın sahibi kadın bize etin yanında ne getireyim diye sordu. Makarna, pilav, patates falan gibisinden.

Ben bütün şirinliğimle Trofie getirebilir misiniz diye sordum. Kadın tabii ki dedi. İsteyenin bir yüzü kara, peki üzerine biraz da pesto koyarmısınız diye yalvaran gözlerle baktım.

Kadın güldü. Yemekler geldiğinde garnitür (ya da kenator - burada bir sevgili kardeşimin kulağını çınlatayım, hikayesi uzun, başka bir yazıya bırakalım) olarak değil, koca bir tabakta tepeleme Trofie getirip ortamıza koydu. Makarnalar Pesto içinde yüzüyordu :)

Portofino
Pestolu Trofie yanında konyak soslu bir et ve mükemmel bir Montepulciano ile tam bir jackpot vurduk. Restoranın adı Ristorante Stella. Portofino'ya gidip bu restoranda bir akşam yemeyi yememek insanlığa karşı işlenmiş bir suç! Bundan da kötüsü tabi Portofino'yu hiç görmemek.

Bu cennet köşesinde gezerken olasılıkla köyün her tarafına saçılmış binlerce turistin de içten içe mırıldandığı o şarkı bozuk bir plak gibi kafamın içinde çaldı, durdu.

"I found my love in Portofino...."

Fazlasıyla çileli bir otobüs yolculuğu bizi Portofino'dan alıp, Santa Margherita'ya getirdi. Santa Margherita gün boyu gezdiğimiz yerlerin en çok şehire yakını, yine de izlemeye doyamayacağınız bir manzarası var.

Santa Margherita
Santa Margherita'ya yıllarca önce sıcak bir yaz gününün, güneşin tam tepede olduğu zamanında gelmiş, bir öğlen yemeyi yemiştik. Yemek güzeldi ama o günden aklımda kalan tek şey mahşeri sıcak olmuştu.

O yüzden, bu güzelim kenti güneş batarken görmek çok iyi geldi. Sahil boyunca yürüyüp, otobüsün sıcağını üzerimizden attık. Güneş battığında ise bir trene atlayıp Cenovaya döndük.

Liguryadaki ikinci günümüzün ilk durağı Nervi köyü oldu. Sarp bir yamaca adeta kazınarak yapılmış bir köy. Bu yamaç boyunca bir kaç kilometre uzunluğumda bir keçi yolu yapmışlar, onun sayesinde kıyının tüm cazibesini görebiliyorsunuz.

Nervi
Hava sıcak olmasına rağmen Melissa'ya bir şapka satın alıp bütün patikayı yürüyerek geçtik. Yol üzerinde bol bol şato, cafe, restoran ve park var. Bir cafe'de sabah "kavemizi" içtik ve yolumuza devam edip Nervi köyünün merkezine ulaştık. Aynı şeyleri tekrar edip başınızı ağrıtmayayım, bir cennet köşesi bu köy.

Nervi için söylediğim herşey bir sonraki durağımız olan Boccadasse için de geçerli. Boccadasse'de bir yamacın üzerinde muhteşem bir kilise var. Oraya ulaştığımızda kendimizi bir İtalyan nikahının ortasında bulduk. Gelin ve damatı tebrik edip yolumuza devam ettik ve yamacın altındaki yine cennet köşesi bir koya indik. Rengarenk binaları ve balıkçı kayıkları artık Ligurya'da vaka-i adiye olmuştu.

Boccadasse

Bir cafe'de az biraz "soğuyup" Cenovaya geri döndük. Arabayı alıp son durağımız Piglip'ya ulaştık. Gezinin son Pesto'sunu yedik ve kesinlikle yeniden dönmek üzere Ligurya'ya veda ettik.

Bir sonraki gelişimiz olasılıkla Cinque Terre'ye olacak, çünkü 🐝Mezzy🐝 henüz oraları görmedi. Ancak bu bölge bir kere değil, defalarca gelip görülesi bir yer.

Sevgi ile kalın.

20 Ekim 2016 Perşembe

Sözcüklerle Oynamak

Hadi biraz sözcüklerle oynayalım bu akşam. İki eski ve güzel arkadaşla ikiden fazla şarap şişesi etrafında sözcüklerle dans ettik biraz, sizinle de paylaşayım istedim.

Siyaset yazmama kararım hala devam ediyor ancak bu akşam biraz, ucundan accıcık da olsa, mutlaka ki istemeden, birazcık dokındırabiliriz... İzninizle tabii.

Konumuz politik ve ideolojik sayılabilir.

Biraz daha açarsak, her sorumlu entelektüel gibi iki kadeh içince dünyayı kurtarma vaziyetleri yani.

Bu içki üstü dünyayı kurtarma vaziyetleri sadece biz Türklere mahsus bir fenomen değildir. Her milletten enteller içip içip zeybeklenir ve dünyayı kurtarma moduna girerler.

Ancak, bir şeyi kurtarmak gibi bir eylem o şeyin batık, kurtarılmaya gereksinimi olduğunu ima eder.

Ne kadar kara bulut toparlıyor üstümüze bu “kurtarma” yüklemi, değil mi?

Halbuki, her millet bu kurtarma işinde olaya bizler kadar karamsar bakmaz.

Alın Fransızları....

Onlar içince dünyayı kurtarmak yerine “Reconstruire le Monde”, yani yeniden yapılandırırlar.

Bir ufak çalımla olayı kurtarma gibi melodramatik bir seviyeden alıp “yeniden yapılandırma” gibi iyimser ve yapıcı bir seviyeye taşırlar.

Halbuki biz “kurtarırız” abi.

Marjinalizdir çünkü...

Ya severiz, ya döveriz.

Ya her anımız birliktedir, ya da yüzüne bile bakmayız.

Bizim olmayan kimsenin olmaz... Döveriz, yüzüne asit atarız, hatta öldürürüz.

Bizim için birisi ya “bizden” ‘dir yada “onlardan”.

Bir insanın yaptıklarının arasında iyi yada kötü, doğru yada yanlış şeyler yoktur kültürümüzde.

O insan “bizden” ise yaptığı HERŞEY doğru, onlardan ise yaptığı HERŞEY yanlıştır.

Onlardan olana aptalca bir hiddetle ne derse desin saldırır, taciz eder, bizlerden olana da aptalca bir bağlılıkla körlemesine destek verir, anlaşılmaz bir sadakatle her fikrini, her davranışını savunuruz.

Orta Asya artı İslam kültürünün bir kokteyli...

Bu körlemesine bağlılıkla, yada hadi adını koyalım, fanatiklikle, yıllar boyu faşist/komünist diye birbirimizi yedik, Kenan paşayı başımıza getirdik ve hatta çoğumuz sevindik huzur bulduk diye.

İlahi adalete, yada İngilizcede dedikleri gibi “poetic justice” yani şairane adalete bakınız ki dünün “faşist ve aynı zamanda sosyal faşistleri” karşısındaki “gomonistler”, Tayyipin korkusuna bugün canciğer, kuzu sarması.

CHP bir çalımla “milliyetçi” yerine “ulusalcı” oldu, MHP ise “Atatürkçü”.

Eminim, Ecevit de, Türkeş de mezarlarından gülüyorlardır halimize...

Peşrevi uzattık biraz, bu saatte öyle derin ideolojik geyikle içinizi baymak değil amacım.

Tartışmamızın özü çok daha basit.

Kunumuz sadece “Sağcı” ve “Solcu”.

Yani şu bildiğimiz basit “Sağcı” ve “Solcu” sıfatları.

Hani sağcı, milliyetçi, muhafazakar, kapitalist yada kibarcası liberal ekonomist.

Karşısında ise solcu, sosyalist, gomonist, devrimci, devletçi ekonomist.

Hiç düşündünüz mü, niye bu ideolojilere ve takipçilerine “Sağ” ve “Sol” gibi yön gösteren isimler verildiğini?

Bu isimler tesadüfi olarak verilmemiştir. İdeolojik kullanımları ile sağ ve sol sözcükleri eş anlamlı olarak da kullanılmaz. Yön belirten anlamları ile kullanılır.

“Sağ” sözcüğü, sağ omuzdaki iyi huylu meleği, sol sözcüğü ise sol taraftaki kötü huylu meleği yani Şeytanı temsil eder. Sadece Müslümanlıkta değil, diğer dinlerde de.

“Sağ” sözcüğü birçok dilde aynı zamanda “Doğru”, “Doğrucu” yada “Hak”, Haklı” gibi sözcüklerle eş anlamlıdır.

Alın örnek olarak İngilizceyi. “Right” hem “Sağ” hem de “Doğru” anlamına gelir. Aynı kökten “Righteous”, “Ahlaki”, “Doğrucu” demektir.

“Sol” sözcüğünün en çarpıcı örneği ise günümüz İtalyancasındadır. “Sol” karşılığı, Latince “Sine” kökenli “Sinistra”, İngilizce de “Günahkar”, “Uğursuz” anlamına gelir.

Sağcılar, solculardan önce türediklerinden solculuğu dillerinde istedikleri tanımlama önceliğime sahip olmuşlardı. Bu sebeple de sol tabanlı ideolojileri uğursuz, günahkar, şeytani gibi sevimli sıfatlarla tanımladılar.

Slavik dillerde de sağ ve sol benzeri şekilde tanımlanır. “Pravo”, “Sağ” aynı zamanda “Doğru”, “Gerçek” falan demektir. Eski Sovyet gazetesi Pravda’yı hatırlarsınız. “Sol” ise “Levo” diye çevrilir.

Sırbistan’da ilk günlerim. Niş kentinde, diz boyu kar kaplı yollarda bir taksi içinde kırık Polonyacamla şoföre yol tarif ediyorum.

“Levo” diyorum sola dönüyor taksi. Polonya’da öğrendiğim iki kelime işe yaradı ya, sanki filoloji profesörü oldum birden.

Tam sıra sağa dönmeye geldiğinde “Pravo” diyorum.

Ancak şoför sağa dönmek yerine basıyor gaza ve dümdüz gidiyor.

“Pravo Molimte” diye bir daha söylüyorum, “Pravo, Da!” diyor ve düz gitmeye devam ediyor.

Ben panikle sağ tarafı işaret edince “Aaa, Desna” cevabını alıyorum.

Sırplar da aynen biz Türkler gibi bir millettir.

Terstirler.

Onların iyi huylu melekleri demek ki sağ omuzlarında değil kafalarının üstünde durmakta.

Çünkü “Pravo”, Sırpçada “Düz” demek. “Sağ” ise “Desna”.

Aslında biraz düşünürsek Türkçede de aynısını demez miyiz?

“Düz Gitmek” dilimizde “Doğru Gitmek” yani “Pravo” değil midir?

Sağlıcakla kalın...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...