8 Ocak 2017 Pazar

Paris

Yaş kemale mi erdi, sevgili kızım çok mu hareketliydi, ya da çok sayıda şeyi çok kısa zamanda mı yapmaya kalktık bilmiyorum, ancak bizi İsviçreye götürecek uçağımıza bindiğimizde o güne dek hiç olmadığım kadar kadar yorgun ve bitkindim.

Yeni yıl gezimiz dört gün önce başlamıştı. Saat sabahın üçünde uyanmış, dördünde yola koyulmuştuk. Saat beşte Cenevre hava alanında, saat altıda ise uçağımızın içindeydik.

Bu kış İsviçre için bir hayal kırıklığı olmuştu, çünkü Aralığın sonu olmasına rağmen, kar bir türlü yağmamıştı. Ulusal bir sorundur bu arkadaşlar. İsviçrede kar yoksa hafta sonu kayağa gidemezsiniz. İnsanlar depresyona girer mazallah. Karsız bir Noel ise tanımı gereği çok üzücüdür. Kış zamanı ofiste, çarşıda, pazarda herkes kar'ı konuşur. "Kaç metre?", "Villars'da bir metreyi bulmuş!", "Zermatt'da bir buçuk metre!", falan diye.

E, insanın başka derdi olmayınca böyle şeylerle uğraşıyor işte.

Eşim Jelena kelimenin tam anlamıyla bir kayak hastasıdır. Beş yaşında kaymayı öğrenmiş, hiç ara vermeden bu güne kadar devamlı geliştirmiş. Kayak üzerinde, benim spor ayakkabılarımla göl kıyısında yürürken ki halimden daha rahattır. Geri geri kayarken cep telefonuyla mesaj atar falan.

Ben kulunuz ise kayak yapmayı, kayak yapanları seyrederken sıcak şarap içmek şeklinde algıladığımdan, sevgili karım için bu kayma meselesinde tam bir hayal kırıklığıyımdır. İsviçreye ilk geldiğim günlerde biraz heves etmiştim ama lojistiği çok meşakkatli olduğu için çabuk soğudum.

Melissa'nın haberi geldiği andan itibaren "Bir gelsin, ben kızımla kayarım, sen de istersen bir fıçı şarap iç, umdumda değil" dedi, durdu.

Bu sene Melissa ele gelir hale geldiği için daha yaz bitmeden tahta bir kızak ısmarladı. Melissa en azından karla tanışsın istiyordu. Plana göre, bir sonraki sene de kayağa başlayacaklardı.

Herşey iyi gidiyordu. Melissa kayabilecek kadar büyümüş, kızak da gelmişti. İş sadece karın yağmasına kalmıştı.

Ancak kar bir türlü yağmıyordu.

O koca kızak girişte boş boş bekliyor, gelen giden takılıp düşme tehlikesi geçiriyordu.

Melissa'yı Montrö'de iki küsür bin metrede bir Noel Baba köyüne götürecektik. Jelena karın yağmış olacağı garanti olsun diye biletleri Noelden önceki son gün için almıştı.

Ancak nafile, kar mar yağmıyordu. Köyde Alplerin geleneksel kar kalıntıları olsa da, yaz günü misali, pırıl pırıl bir güneşin altında köyü gezdik.

Noel geçti, yılbaşını beklemeye başladık. Yeni yıl için Melissa'yı Paris'e, Disneyland'e götürecektik. Bu koca parkı gezerken ister istemez açık havada yürümek zorunda kalacaktık, o yüzden kar yağmıyor, en azından Disneyland'de rahat ederiz diye seviniyorduk.

Bu dileklerle uçağa binmiştik ki, pilotun anonsu geldi. "Meeedams e meeeessyö, hava muhalefeti yüzünden Parise imişimiz rötarlı olacak..."

Hava bile muhalifti anasını satayım...

Aylardır yağmayan kar, parkta, açık havada iki gün geçireceğimiz zaman yağmıştı.

Melissa yavaş yavaş uyanmaya başlamıştı. Hemen geleneksel uçak kabini çalışmalarına başladı. Önce ön sıradaki her koltuğun cebindeki dergiler, acil durum kartlarını, menüyü falan çıkardı. Sonra hepsini sırayla bize, arkamızdaki sıraya ve önümüzdeki sıraya atmaya başladı. Daha sonra da dergileri sayfa sayfa yırtıp, yırttığı sayfaları lime lime doğradı ve konfeti şeklinde havaya fırlattı.

Melissa ile uğraşmaktan uçakta uyuyamamıştık, halbuki rötarla birlikte güzel bir iki saatlik uyku, sabahın üçünde yola koyulmuş bizleri biraz da olsa kendimize getirebilirdi. Mukadderat dedik, hayat Melissa ile birlikte değişmişti, biz de çoktadır bunun farkına varmıştık, o yüzden fazla da hayıflanmadık.

Pilot inmeden bir anons daha yaptı ve bütün elektronik cihazların kapatılmasını istedi. Eskiden yaygındı ama bu günlerde çok sık duymadığımız bir anonstu bu. Demek ki ILS denen aletli iniş sistemini kullanacaktı ve risk almak istemiyordu.

Camdan dışarı baktığımda sanki bir Drakula filminin en korkunç sahnesindeymişim gibi oldum. Kar ve buz çizgiler halinde camı çaprazlamasına geçiyordu. Havanın rengi ise koyu griydi. Bir kaç metre ötesini bile görmek imkansızdı. Uçak, suya kaydırmak için attığımız taşlar gibi türbalansların arasında seke seke gidiyordu.

Bir tum sesi ve iniş takımları da açılmıştI. Biraz sonra da flaplar bir gır-gır sesinin ardından en dik açısına kadar açıldı. Uçakta, kanadın arkasında otururken dikkat ettiyseniz bilirsiniz, kanat bu konumda neredeyse yan yatmış bir "L" şeklini alır.

Yere çok yakın olmalıydık ancak hiç bir şey göremiyorduk.

Nasıl pis bir duygudur bu... Tekerleklerin her an piste dokunacağını bilirsiniz ama görmediğiniz için diken üzerinde, ne zaman diye sinirle beklersiniz.

Bir süre daha kapkara sisin içinde uçmaya devam ettik. Tam anlamıyla bir saniyeden az bir süre içinde o kara sis kayboldu ve kar yağmur karışımı bir yağış altında Orly havaalanının pisti altımızda belirdi ve ne olduğunu anlayamadan güm diye piste konduk. Pilot frenlerle birlikte reverse thruster'ları da açıp kapayınca oturduğumuz yerde bir ileri, bir geri gidip koltuklarımıza yapıştık.

Kafamdaki çocuk şarkılarının çaldığı, Mickey'li, Donald'lı yeni yıl tatilimiz biraz fazlaca Top-Gun'vari başlamıştı.

Melissa'nın arabasını banttan alıp, Orly havaalanını Paris'e bağlayan Orlyval isimli fütüristik trene bindik. Fransızlar böyle fantastik trenlere yatırım yapacaklarına Orly havaalanını yenileselermiş daha iyi olurmuş. Asala suikastinden beri bir çivi bile çakmamış gibiler. Orly çok eski, bakımsız ve pis.

Châtelet-Les Halles istasyonunda bir tren değiştirip Gare de Lyon'a aktarma yapacaktık. Net bir yarım saat, bir aşağı, bir yukarı koşuşturduk ve sonuçta platformumuzu bulduk.

Gare de Lyon'da valizleri bırakıp Paris'te bir gün geçirecektik. Yine bir yarım saat paralı dolapları aramakla geçti. Valizleri kitledik ve metroya geri döndük.

Parise gelmeden Jelena evde geçen seneden kalma bir metro bilet karnesi bulmuştu. Çok gururlanmış, her yarım saatte bir "Metroda bilet almaya gerek kalmayacak!" diye başarısını hatırlatıyordu.

Metroya turnikelerden değil, zorunlu olarak sakat kapısından girecektik. Jelena'da bir bebek arabası ve Melissa, bende de iki valiz ve bir kamera çantası vardı. Jelena bilet karnesini çıkardı ve sakat kapısını açmak için intercom düğmesine bastı. Tam bir bebek arabası var açarmışsınız demeye başlamıştı ki, bızzzzt, kapıyı açtılar. Kapıdan geçtik ancak biletlerimiz elimizde kalakaldık. Normalde birisi gelir biletleri turnikede işletirdi ama ortada kimse yoktu. Geri dönüp biletleri makineden geçirmek de imkansızdı. Ne yapalım, demek mösyö Holland ödeyecek dedik, trene gittik.

Arc de Triomphe
Etoile Yani Charles de Gaulle durağında indik. Etoile Yıldız, Charles de Gaull de ikinci dünya savaşının en ünlü Fransız generalinin adı ancak bu istasyonun her iki isminin de bulunduğu yer ile hiç bir ilişkisi yok. Bu istasyon sizi Arc de Triomphe'a yani ünlü Zafer Anıtına getirir. Ancak daha da önemlisi bu istasyonun bulunduğu meydan, en az anıt kadar ünlü Avenue des Champs-Élysées yani Şanzelize caddesinin başladığı noktadır.

Tam bir sene önce sevgili kızımla aynı yerde başlamıştık Paris turumuza. O aralar arabasına hapisti sevgili kızım. İlk uzun gezisiydi Paris. Başını kaldırıp arabasından zümrüt yeşili gözleriyle, şaşkın şaşkın etrafına bakıyor, niye evde olmadığını anlamaya çalışıyordu,

Bu kez arabasından atladı ve elimizden tutup bizle meydanda yürüdü, anıtın önünde aile selfisi çektirdi, diğer turistlere sataştı. İlk gördüğümde dokuz milimetre boyundaydı canım kızım, şimdi insan oldu, bizle beraber yürüyor. N'olur bağışlayın bu heyecanımı, bazen kendimi kaptırıp böyle başınızı ağrıtıyorum. Birçoğunuz çok önceden yaşadınız bunları ama benim başıma daha yeni geliyor, hem de bu yaşımda.

"Burası doğru Champs-Elysées değil"
Anıtın bulunduğu meydandan Champs-Elysées boyunca aşağı yürümeye başladık.

Böyle tanınmış yerlerin hep bir şarkısı vardır kafamda. Champs-Elysées gibi şanlı şöhretli yerlerin ise birden fazla. Smokie'nin bu güzel cadde için yazılmış çok iyi bir şarkısı vardır mesela kayıtlarımda. "Summer evening in Champs-Elysées" diye başlar.

Ancak bu kez Joe Dassin'dan bir şarkı seçti karışık kafam, nedendir bilinmez. Aux Champs-Elysées. Ooooo Şanzelize şeklindedir nakaratı, mutlaka bilirsiniz.

Kafamda Ooo Şanzelize çalarken bir taraftan da Jelena ile geyikliyoruz bu cadde nasıl güzel falan diye. O da, ben de hem önceki hayatlarımızda, hem de birlikte hayatımızda bir çok kez bulunmuştuk bu dünyanın en güzel ve en pahalı caddesinde. Hep güzel anılarımız vardır burada. Melissa bile daha önce bir kez baştan sona gezdi bu caddeyi.

İşte bu duygularla yürürken Jelena dönüp "This isn't the right Champs-Elysées!" dedi. Tam Türkçeye çevirirsem "Burası doğru Champs-Elysées değil" gibi bir anlam çıkıyor. Ama o kadar tatlı söyledi ki sanki satarken bize kötü Champs-Elysées kakalamışlar gibi geldi kulağıma.

Etrafa şöyle bir baktım, biraz da şüphelenmedim değil ama olamaz dedim, yüzlerce kere geldiğimiz bu cadde diye başka bir yere gelmiş olamayız.

"Mümkün değil!" dedim "Champs-Elysées burası!". O bir daha bakındı ve "Yok Bugi, burası Champs-Elysées değil, şimdiye kadar bilmemne mağazasını görmemiz lazımdı." dedi.

Eğer bir kadın bir mağazayı referans alıp yer tarifi yapıyorsa yüzde doksan dokuz haklıdır arkadaşlar.

Alıcı gözle bir daha baktım. Tarihi bınalar, arnavut kaldırımı cadde, caddenin sonundaki zafer anıtı falan hep doğru yerlerindeydi ama bir kere cadde çok dardı ve Champs-Elysées'ye göre olmayacak kadar da tenhaydı.

Sevgili karımın kafasının içindeki GPS devreye girdi ve bir sağ, bir sol, bizi "doğru" Champs-Elysées'ye çıkardı.

Bu ufak yanlışlığı unutmak, hatta kimseye bahsetmemek üzere anlaştıktan sonra (eğer denk gelirse Jelena'ya bunları yazdığımı söylemeden lütfen bir önceki cümleyi hatırlayın) Champs-Elysées üzerinden Concorde yönüne yürümeye devam başladık.

Champs-Elysées 101
Çok da fazla ilerlememize gerek kalmadan Champs-Elysées 101 numaralı binaya ulaştık.

Buradaki mağaza 1913 yılında ilk açıldığında dünyanın en büyük bavul mağazasıydı. O gün, bu gün bavul ve çanta satmaya devam eder. Belki artık dünyanın en büyük bavul mağazası değil ama kesinlikle dünyanın en pahalı bavul mağazası.

Bilen bilir, Louis Vuitton'dan bahsediyorum.

1821 de doğmuş, 1892'de ölmüş Fransız bir kutu imalatçısı. Kendi adı ile markasını 1854'de oluşturmuş. Napolyon'un "kutucubaşısı" olarak da çalışmış. Öldüğümde oğlu George işi devralmış ve geliştirmiş. Louis Vuitton markası bugün en değerli lüks markası ünvanına sahip ve yılda on milyar dolarlık satış yapıyor. Averaj bir kadın çantası bin yuro civarında fiyatlı. Averaj olmayanın İngilizcede dedikleri gibi limiti gökyüzü.

İki sene önce Champs-Elysées'deki bu mağazalarına gitmiştik. Tezgahtarların yarısı Asyalı, Çin, Japon, vesaire. Geri kalan yarının hatrı sayılır bir çoğunluğu da Rus.

Mağazaya girdiğimizde yürüyememiştik. Lozan'daki mağazaları o kadar düzenli, o kadar elegantdır ki, içeri girdiğinizde rahat rahat gezer, modellere bakar, tabi ki cüzdanınızın ağırlığına göre alış veriş yapabilirsiniz. Bir tezgahtar hiç sıkılmadan sessizce sizi izler, size kararınızı verecek süreyi ve alanı bırakır. Müşteri olarak adınız bilgisayardadır. Tezgahtar ağızınızın tadına göre size modellerini gösterir.

Ukalalık olsun diye değil, durumu özetlemek için söylüyorum, İsviçrede yaşlı-genç hemen her kadının kolunda bir Louis Vuitton var. Ülkede gelir seviyesi yüksek bu yüzden bu lüks çantalar peynir ekmek kadar kolay alınmasa da biraz fedakarlıktan sonra bir işi olan herkesin ödeme menziline girebiliyorlar. Örneğin bir tezgahtar bile bir sene tatile gitmeyip ya da mütevazi bir tatili seçip, yerine bir LV çanta alabiliyor.

Ondandır, arada bir Jelena ile Louis Vuitton'un Lozan mağazasına gider, içerde bir dolaşırız.

İki sene öncesine dönersek, Champs-Elysées mağazası sanki bir pazar yeri gibiydi. Herkes alt alta, üst üste, bir kaos, bir karmaşaydı ki, sormayın. Anlı şanlı Champs-Elysées mağazasından alış veriş yaptık diyebilmek için ufak bir cüzdan alıp kendimizi zor dışarı atmıştık.

Bu gidişimizde ise içeri baktığımda makul sayıda müşteri, rahat rahat alış verişlerini yapıyordu. 30 Aralık için hiç de geleneksel bir görüntü değildi bu. Gözlerim mağazadan girişin soluna kaydı ve kendimi tutamayıp gülmeye başladım. Louis Vuitton, kendine has zarifliği ile mağaza içinde normalden çok müşteri sorununu çözmüştü.

Kapının solunda, binanın yanı boyunca oldukça estetik kurdelalarla bir bekleme sırası yapmışlar, mağazadan müşteri çıktıkça sıradan içeri alıyorlardı. Sırada bekleyenler için ise wi-fi bedava idi!

Bu marketing başarısına şapka çıkardım. İnsanlar bir çantaya bin küsür yuro ödeyebilmek için dünyanın bir ucundan gelip, açık havada, sıfırın altında bir sıcaklıkta sırada bekliyorlardı.

Biz de sıraya girdik, ancak bir on dakika sonra Melissa huysuzlanmaya başladı. Jelena kapıdaki görevliye gidip birşeyler söyledi ve görevli bizi sıradan çıkarıp mağazaya davet etti.

Ne söyledin de bize iltimas geçti diye sorduğumda, "Ne alacağımızı biliyoruz, biz İsviçreden müşteriniziz" dedim dedi.

Gerçekten de ne alacağımızı biliyorduk. Jelena İnternetten Louis Vuitton'un çocuklar için hazırladığı minik bir çanta bulmuştu. İlk başta aklıma yatmadı. Bir çocuğun koluna bin dolarlık bir çanta takmak kadar saçma ve hatta tehlikeli bir fikir olamazdı gözümde. Zaten çöpe atacak bin dolarımız olsa, daha işe yarar şekillerde çöpe atabilirdik hattızatında.

Ben bunları söyleyince Jelena yok, o kadar pahalı değil dedi. Gerçekten de fiyat bir normal çantanın onda biri falan kadar ucuzdu. İlk başta akıl erdiremedim. Bu fiyata LV'dan çantanın ambalajını alamazsınız. Ancak sonradan düşününce aklıma yattı. Erken yaşta bir çocuğun ilk LV çantası olduğunda onla tanışmış olacak, onla büyüyecekti. Tabi sonrasında ikincisi de, üçüncüsü de gelecekti. Bir kez daha şapka çıkardım bu marketing dehasına.

İçerde sanki yüz küsür yuroluk değil de beş bin yuroluk alış veriş yapıyormuşuz gibi ağırlandık. Müşteri hizmeti Louis Vuitton'da gerçekten top. Sonunda da sevgili kızımın ilk defa bir LV çantası oldu yeni yıl hediyesi olarak.

Louvre Müzesine doğru
Saat on gibi midemiz kazınmaya başladı. Yedi saattir ayaktaydık. Hızlı bir burgerden sonra koca birer kahve içtik ve enerjimizi toplayıp Concorde meydanına yürüdük.

Fransanın son kralı Louis XVI ve ekmek bulamayanlara pasta öneren first ladysi Marie Antoinette devrimden sonra bu meydanda giyotinlenmişti. İlginçtir, Marie Antoinette'in son sözleri ayağına bastığı cellatına 'Kusura bakmayın beyefendi, istemeden oldu." olmuştur.

Biz bu Giyotin işini hep geçmişin bir parçası falan gibi algılarız ancak giyotinle infaz Fransada yakın diyebileceğimiz bir zamana kadar sürmüştür. Son giyotin 1977 yılında kullanılmış, ben on bir yaşındayken.

Yolunuz düşerse Concorde meydanında Fransız şehirlerini temsil eden heykelleri görebilirsiniz. Giyotin bugün Brest heykelinin bulunduğu yerdeymiş.

Tuileries Bahçeleri
Concorde meydanının en dikkat çeken özelliği ise meydanın ortasındaki koca bir dikilitaş. Luksor tapınağının kapısından, tee Paris'e kadar gelmiş, iki güzelim çeşme arasında kendine bir yer bulmuş.

Paha biçilmez bir Mısır tarihi eserinin Paris'in en büyük meydanında ne işi var der, kesin Fransızlar araklamıştır diye düşünürseniz had safhada yanılmış olursunuz. Bu dikilitaşı Fransızlar yürütmemiş, tam tersine Mısır hükümeti Fransa'ya hediye etmiş, hem de bir değil, iki tanesini birden. İkincisi çok ağır diye getirmemişler, sonra da Mitterand ikinci dikilitaşı Mısır'a geri bağışlamış.

Bir terör saldırısı korkusuna çok vakit harcamadık Paris'in bu ikonik bölgesinde. Halbuki Champs-Elysees'si, Eyfel Kulesi, Napolyon'un mezarının bulunduğu Les Invalides'si, Luvre Müzesi, yine kraliyetin zaman geçirdiği Tuileries Bahçeleri falan hep bu merkezi meydana görme ve yürüme uzaklığında.

Tuileries Bahçesinden geçip Louvre Müzesine de aynı endişelerle geldik. Çok fazla vakit kaybetmeden metroya yöneldik.

Louvre Müzesi
Metroya girdiğimizde yine Jelena sakat kapısı düğmesine bastı, ve yine çocuk arabası var sözlerini tamamlayamadan bızt kapı açıldı, biz de geçip biletlerimizi kullanamadan ortada kaldık. Anlaşılan yine metro ücretini Mösyö Holland ödüyordu.

Kısa bir yürüyüş, bizi Parisin başka bir simge anıtı, Sacré-Cœur kilisesinin eteklerine götürdü. Bembeyaz travertenle kaplı bu güzelim yapı Parisin en yüksek tepesinde, her gün on binlerce ziyaretçisini ağırlamaktaydı.

Melissa son günlerde yeni bir zevk geliştirmiş ve bir atlıkarınca delisine dönüşmüştü. Sacré-Cœur'Ün bulunduğu tepenin eteklerindeki atlıkarıncayı gördüğünde, ister istemez bir on dakika mola vermek zorunda kaldık. Canım kızım atlıkarıncasına bindi ve biz de normalde bu kiliseye çıkmak için kullandığımız mahşeri dik yoldan ayrılıp, bebek arabamız ve bebeğimizle bizi yukarıya biraz daha zahmetsiz çıkaracak fenikülür'e doğru yürüdük. Bu fenikülür kelimesini ne doğru olarak yazabilir, ne de doğru olarak söyleyebilirim, kusuruma bakmayın.

Biletlerimizi aldık ve bunların metro biletleriyle aynı olduğunu farkettik. Jelena keşke almayıp elimizdekileri kullansaydık dedi. Yine sakat kapısına yürüdük, yine karımın sözünü ağızına tıkayıp cart diye kapıyı açtılar ve yine biletleri kullanamadan kabine girdik. Bırakın elimizdeki biletleri kullanamamayı, biletlerin sayısı artmaya başlamıştı.

Sacré-Cœur Etrafında turumuzu tamamlayıp, hemen yanındaki Montmartre meydanına geçtik.

Montmartre
Montmartre, Paris'in en ilginç yerlerinden biridir. Bu meydan Ve çevresindeki sokaklar açık havada çalışan ressamlarla doludur. Hepsi sehpalarının önünde pipolarını, sigaralarını, şaraplarını içer, resimlerini yaparlar ve tabi ki alıcı bulduklarında satarlar. Burada isterseniz bir yağlıboya portrenizi ya da çok daha popüler olan bir kara kalem karikatürünüzü yaptırabilirsiniz - tabi ki ressamınız eserini bitiremeden sızmazsa :)

Tam bir bohem bölgesi sizin anlayacağınız.

Biraz yürüdükten sonra, meydanda bir cafe'ye girdik ve karımla kendimize birer bardak "lokal" kırmızı şarap söyledik. Yerden, ortamdan ya da saatlerdir yorgun, uykusuz taban tepmekten midir bilinmez, o şarap nasıl tatlı geldi, anlatması zor.

Metroya dönüşte, yoldaki bir mağazadan Melissa'ya pembe, tipik bir Fransız beresi aldık. Yine bilet kullanmadan metroya bindik ve Grands Boulevards durağında inip, Hard Rock Cafe'ye, akşam yemeğimizi yemek için girdik.

Hayatımda çok az kere bu kadar çok yorulmuştum. Yoğun bir günün üstüne sadece üç saatlik uykuyla Parise inmiş, Paris'te arada ufak molaları saymazsak devamlı koşuşturmuştuk. Vücudum artık yeter diyordu. İşte bu yüzden mükemmel bir aklam yemeği ve şarap çok iyi gelmiş, bir kaç saatlik daha enerji sağlamıştı.

İçerken bilmiyordum ancak bu şaraplar 2016'nın son şaraplarıymış.

Hard Rock Cafe
Melissa hanım ise biz koşuştururken arabasında uyuduğu için, Hard Rock Cafe'de Uykusunu almış bir biçimde hayli neşeli ve aktifti. Garsonlar ona boyama kitabı verdiler, o da ilk defa kalemle birşeyler yazma ve boyama fırsatı buldu. Büyüdüğünde hala kağıt-kalem kullanılacağını düşünmesem de sevgili kızımı kağıt üzerine abur cubur çizerken görmek içimi ısıtmıştı.

Bu arada uzun süredir gözlemlediğimiz bir fenomen biraz daha kesinlik kazandı. Sevgili kızım solaktı. Bilenler hala değişebilir diyorlar ama kalemi istemsiz olarak sol eline aldı ve sol eliyle yazmaya başladı. Emin olmak için bir kez kalemi sağ eline de verdik, sağ eliyle de yazdı ancak sol elini daha rahat kullanıyordu.

Bir dizi metro seyahati bizi yeniden Gare de Lyon'a getirdi. Tabi ki yine metroda bilet kullanmamıştık. İlk başlarda kendimi kötü hissediyordum ama sonradan bıraktım, hatta zevk almaya başladım bu yarı-kaçak metro seyahatlerimizden.

Disneyland'a metro ile değil, RER denen banliyö trenleriyle gidecektik. Jelena biletleri aldı ama yine kullanamadan istasyona geçtik. Elimizdeki metro biletlerine ek olarak bir de RER biletleri birikmeye başlamıştı.

Otelimiz parkın içinde değil, on dakika yürüyüş mesafesindeydi. Parka girmesek de, trenden indiğimizde güvenlik kontrolünden geçtik. Fransızlar güvenlik işini çok ciddiye almış, gerçekten işe yarar bir sistem kurmuşlardı.

Bir Arap taksici on dakika yürüyüş uzaklığında otelimize on beş yuro alarak bizi ve bavullarımızı otelin kapısında bıraktı.

O kadar yorulmuştum ki, duş bile almadan uyumayı planlıyordum.

Tam o anda Jelena resepsiyondaki kıza sordu. "Kızımız için nereden süt alabiliriz?"

Kız da kelimesi kelimesine şunları söyledi.

"İki yüz metre ilerde, restoranları geçin, bir alış veriş merkezi var. Altındaki süpermarketten alabilirsiniz."

Jelena'ya "Sen check in yap, ben gidip süt alayım, vakit kaybetmeyelim." dedim.

Kızın gösterdiği yöne doğru yürümeye başladım. Gerçekten de iki yüz metre sonra restoranları gördüm, biraz ilerisinde de alış veriş merkezine benzeyen bir kapıdan girdim.

İçeri girdiğimde gerçekten gördüğüm manzaraya inanamadım. Alış veriş merkezinin sonunu görmek mümkün değildi. Marina Bay Sands gibi, Dubai Mall gibi çok iddalı AVM'ler görmüştüm ama oturup ölçmesem de bu hepsinden büyük duruyordu.

Mahşeri uzun koridorun sonuna geldiğimde kendimi bir meydanda buldum. Bu meydanda başka mahşeri uzun koridorlar birleşiyordu. Bu mahşeri sonsuzluktan aynısı hem bir üst, hem de bir alt katta vardı.

Resepsiyondaki kızın "İki yüz metre uzakta bir alış veriş merkezi var." dediği alış veriş merkezi ünlü Val d'Europe'muş!

Ayaklarım altındaki acıya dayanamadığından artık ayakkabılarımın kenarına basarak yürüyordum.

Meydanda bir bankonun arkasında promotörlük yapan bir Araba süpermarket nerede diye sordum. O da meydanda birleşen mahşeri kanatlardan birini gösterip, şuradan git, alt kata in dedi.

"Şuradan" bir on beş dakika daha yürüdüm. Uzunluğu her halde bir yüz metre olan yürüyen merdivenden inip, kendimi gerçekten de bir süpermarketin içinde buldum.

Bu süpermarketin büyüklüğünü ne kadar abartarak anlatabilirim, bilmiyorum, ama herhalde küçük bir şehiri bir ay besleyebilecek kadar yiyecek vardı içinde.

Yine abartmadan sütleri bulmak için bir yarım saat kadar yürüdüm içeride. Sütleri bulduktan sonra da tam yağlı pastörize inek sütü bulmak bir on beş dakika daha aldı.

Sütleri ararken içeride kaybolmuş, zaten mevcudiyeti tartışma konusu olan yön duygumu tamamen yitirmiştim. Orada çalıştığını düşündüğüm birini durdurup kasa nerede diye sordum. Arapmış. Bir içerledi onu süpermarkette çalışıyor zannettiğime. Başladımı bağırmaya "jö nö travay pa isi" diye, itoğluit... ama nasıl yırtıyor kendini, inanamazsınız. Ben de ona Türkçe küfür ettim, taa maternal köklerine dayanan oturaklı bir küfür. Bu döndü gitti ama arkası dönük, hala bağırıyordu. Ben de onun arkasından annesi ile ilgili kanaatlerimi söylemeye devam ettim.

Biraz daha yürüyüp kasayı buldum. İnsanlar tepeleme dolu market arabalarıyla, ben de elimde iki şişe sütle sıradaydım. Yine sonsuza yakın bir süre sıranın gelmesini bekledikten sonra kasiyer kıza beş yuroluk banknotu uzatıp, üç yuro para üstünü aldım ve dönüş yoluna koyuldum.

Artık ayaklarımı kaldıracak gücüm kalmamıştı, o yüzden onları sürüyerek, yarım saat sonra alış veriş merkezinin dışına çıkabildim. Restoranları geçtim, iki yüz metre kadar süründükten sonta da otelimize geldim.

Jelena hem Melissa, hem de valizleri yukarı çıkaramamış, valizleri bana bırakmıştı.

Oteldeki bellboyların kullandığı, o üzerlerinde demir bir boru olan valiz arabalarından birini aldım. İki valizi ve iki süt şişesini üstüne koyup asansöre doğru yürüdüm. Köşeyi dönüp, resepsiyonun görüş menzilinden çıkınca, ayakkabılarımı da çıkarıp süt şişelerinin yanına koydum ve çoraplarımla asansöre binip katımıza çıktım.

Oda numaramız iki yüz elli altıydı. Asansörden indiğimde ilk oda iki yüz numaraydı. Yani yüz yirmi sekiz oda yürümek zorunda kaldım. Her halde önceki hayatlarımda yaptığım kötülüklerin bedellerini ödüyordum. Odamıza yaklaştığımda artık bellboy arabasına dayanarak sürünme moduma girmiştim.

Jelena ne oldu diye sorduğunda cevap bile vermedim. Kendimi yatağa attım ve uyudum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...