18 Kasım 2016 Cuma

Fondue Chinoise

Seda'nın da teşvikiyle, size bir kickass Fondue Chinoise tarifi arkadaşlar.

Chinoise Çin demek ama yemek katıksız İsviçre yemeği.

Fondue Chinoise için gerekli ilk malzeme bir Fondue Chinoise seti. Yani ufak metal bir tencere ve altında yanan bir ateş. Bu ateş mumdan hava gazına kadar değişik kaynaklardan elde edilebiliyor.

Genel fikir bu tencerenin içine bir sıvı koymak ve ateşin sıcak tuttuğu bu çorba içine şişlere batırılmış etleri pişirip patates kızartması ve dört ile altı arası farklı sosa batırıp yemek.

Önce çorba.

Bu çorbaya Fransızcada Bouillon, İngilizcede Broth derler. Et suyu yani. Bir buçuk litre su, içine iki-üç etsuyu tableti, 30 cl kırmızı şarap, burası çok önemli - bol bol tuz. Etin tuzunun doğru olabilmesi için çorbanın zehir gibi tuzlu olması lazım. Sonra soğan tuzu yada rendesi, basil yani fesleğen otu, bol karabiber, bir iki parça sebze, bir iki parça mantar ve ben kulunuz bir iki şerit makarna (noodles) da koyarım. Sebze ve mantar koyarken çok abartıp işi sebze çorbasına çevirmeyin. Çorba su gibi sıvı ve açık olmalı. Bunu ocakta kaynayana kadar ısıtın.

Et çok önemli. Alabileceğiniz en güzel eti alın. Dana tabi. Yağsız ya da çok az yağlı. Boyutları için kesilmemiş pastırmayı canlandırın gözünüzde, ondan 50% daha kalın bir lop. Kişi başına 300 gr hesap edin ve kesinlikle kestirmeyin.

Eti buzluğa atın ve bir-iki gün donmasını bekleyin. Yemek gününde buzluktan çıkarın ve yüzeyi, dikkat içi değil, biraz yumuşayana kadar çözülmesini bekleyin.

Keskin bir bıçakla çok ince dilimler hallinde kesin. İsviçrede marketten aldığınızda et patates çipsi kadar incedir. Gerçek Fondue Chinoise biraz daha kalın olur. Şekil ve incelik olarak yine pastırmayı örnek alalım ama kalınca kesilmişini.

Bu kesme işini yemekten en çok bir saat önce yapın, yoksa etin kenarları kararmaya başlar, estetik olmaz.

Soslar ise yediğiniz yere göre değişse de genelde Tartar sosu (mayonez, limon, turşu), Sarımsak sosu (Knoblauch - mayonez, sarımsak tozu, tuz), Kara biber sosu (mayonez, karabiber ve biber çekirdekleri), Curry, Kokteyl (mayomuz-ketçap) ve Hardal (hardalınız kuvvetli ise biraz mayonezle karıştırıp yumuşatın).

Bol bol patates hazırlayın ve tavada kızartmaya başlayın. Biz tava yerine fırında kızartıyoruz, sıfır yağ, çok az kalori. Yemek boyunca bittikçe patatesi yenileyin. Böylece devamlı sıcak ve taze patates kızartması tedarik zinciriniz oluşacaktır.

Fondue için özel bölümlere ayrılmış tabaklarınız varsa soslarınızı bu bölümlere koyun. Yoksa düz tabak da olur, ressam gibi sos paletinizi hazırlayın. Bir iki parça turşu salatalık, turşu soğan ve turşu mısır da adettendir.

Etinizi Fondue çatalınıza takın. Yoksa şiş de olur. Masaya getirdiğiniz altında ateşle kaynayan çorbaya batırıp pişirin. Ancak pişirirken eti kösele gibi kurutup canını çıkaracak kadar uzun süre bekleyip Türklük yapmayın. Bütün lezzeti gider. Sadece pembeliğinin gitmesini bekleyin. Midenizi kaldırmayayım ama ben kanlı halde yiyiyorum.

Sonra sosa batırıp yiyin :)

Bir iki Fondue adab-ı muaşereti.

Fondue sosyal bir yemektir. Amaç daha ziyade sofrada sohbet olup bir an önce karnını doyurmak değildir. Nefsinize hakim olun ve yavaş yavaş, tadını çıkararak yiyin. Bu yemek üç dört saate kadar uzayabilir, et frekansınızı ona göre ayarlayın.

Tecrübesiz Fondue müşterileri etin pişmesini beklerken zaten hazır durumdaki patatese abanırlar. Bu tuzağa düşmeyin, nefsinize hakim olun.

Çorbaya adam başı birden fazla et koymak görgüsüzlük sayılır (laf aramızda bazen bu kuralı dikkate almam)

Fondue Chinoise Kırmızı şarapla yenir, nokta. Bira, kola, rakı içmek insanlık suçudur :)

Etinizi çorbanın içinde kaybederseniz buralarda sizi göle atarlar derler - benim başıma gelmedi henüz. Ancak etinizi kaybederseniz kaseye dalıp onu bulmaya çalışmak ve diğerlerinin çatallarını allak bullak etmek yerine yenisini takın.

Yemeğin sonunda çorbada kalan etleri, sebzeleri ve mantarları avlamak mübahtır. Bazen çorbanın kendisini de paylaşıp içerler.

Denerseniz sonuçtan haberdar edin.

Haydi Bon Appetit!

12 Kasım 2016 Cumartesi

Liberalizm Öldü Mü?

Şu sıralar moda bir soru var.

Liberalizm öldü mü?

Soruyu aslen yanlış soruyorlar. Kastettikleri aslında liberalizm (serbestlik) değil kapitalizm. Liberalizmin ekonomiyle örtüşen kısmı serbest piyasa ve rekabet ki bu da dangadanak kapitalizm demek.

Yani, asıl soru kapitalizm ölüyor mu?

Bu soru ise bence günümüzün en patetik sorusu.

Bilmeyen kaldıysa benden duysun, kapitalizm çoktan öldü, bu soruyu soranlar onun zombi halindeki ruhuyla konuşuyor.

Kapitalizm, sosyalizm, komünizm, vesaire, hep geçen yüzyılın, emeğin dağılımı, kullanımı, ücretlendirilmesi ve hareketi ile ilgili kavramlar.

Çağımızda emek ölmek üzere. Şimdi mercek altında bilgi ve teknoloji kavramları var. New York'da satın aldığınız mikser bozulduğunda Yeni Delhi'de bir çağrı merkezini arıyorsunuz, bozulan mikserinizin yerine Şangay'dan yenisini postalayorlar.

O yüzden yemişim toplumların sınıfını, sermayenin egemenliğini. Bir İnternet sitesi kur, Ankarada oturduğun yerde malı Çin'den al, İzlanda'da sat.

İş globalleşmeye döküldü, çağ bilgi ve iletişim çağı, adam hala liberalizm öldü mü diyor...

Yine de cevaplayalım.

Liberalizm öldü anacım, öleli çok oldu.

Çünkü emek öldü, sınırlar kalktı.

Artık sabah sekiz, akşam beş, kamyon sür, para kazan, bakkal işlet, para kazan, fabrikada tütün sar, para kazan devri bitiyor.

Emek işi makinelere devrediliyor. Şimdilik makinelere devredilemeyen kısmı da Çine gidiyor.

Emek olmayınca da ne kapitalizm, ne sosyalizm anlamını koruyabiliyor.

İçten yanmalı motorlar icat olduktan sonra at arabası mı iyi, öküz arabası mı hızlı tartışması gibi birşey bu.

Önümüzdeki bir kaç on yıl içinde, bugün gördüğümüz bir çok meslek yok olacak, ya da dramatik biçimde değişecek.

Nasıl bugün plak, film ya da fotokopi kavramları öldüyse, yarın da ofis, işyeri, şoförlük, mağaza, bakkal gibi kavramlar tarihe karışacak. İnternet üzerinden modeli seçip, evdeki robot makinen dikecek giysilerini. Akşam yumurtalı ıspanak ve aşure yapacağım dediğinde gerekli malzeme bir saat sonra kapında olacak.

Bu değişimi öngörüp anlayamayanlar da tarihten silinecek.

Öyle işsizlik artacak, o yüzden teknoloji ilerlemesin, şoförsüz arabalar yapılmasın, fabrikalar emek yoğun çalışsın, ya da Çinde yapacağıma Avrupada yapayım, memleketimde iş olanakları artsın demekle de olmuyor.

Böyle yapay tedbirler sadece sonu geciktirir, son geldiğinde de etkisi çok daha fazla acıtır.

İlerlemeyi durduramaz kimse arkadaşlar.

Durdurabilseydik, bugün Detroit ayakta kalır, fabrikalarda da makineler yerine kızlar tütün sarardı.

Konunun başına dönersek, kapitalizm ve ondan çok çok önce tarihten silinen sosyalizm artık misyonlarını tamamlamış antik kavramlar haline geldiler.

Borsada hisse başı kardan başka bir kriterle değerlendirilmeyen şirketler ve bunların başlarında senede en az bir kaç milyon dolar kazanan CEO'lar ayakta kalabilmek için işi fazlasıyla ileri götürüp, beklentileri karşılamak için kelimenin tam anlamıyla "herşeyi" yapabilecek konuma geldiler.

Volkswagen, Arthur Andersen, IBM, Boeing, Xerox gibi firmaların başına gelenlere bakın.

Kapitalizmin son kalıntıları olan bu şirketler tarihten silindi, ya da silinecekler, çünkü zaman değişti, dünya değişti ve her sistemin başına gelen kapitalizmin de başına geldiği için, uygulayıcıları temel prensipleri eğip, büküp kendi çıkarlarına uydurdular. Aynen Stalin'in sosyalizmin ırzına geçip, onu diktatörlüğünü pekiştirecek bir araç olarak kullandığı gibi.

Kısaca dünya yeni bir dengeye oturmak zorunda.

Dikkat edelim de müzik bitip, herkes bir sandalye kaptığında ayakta kalmayalım.

Kalın sağlıcakla...

3 Kasım 2016 Perşembe

Ligurya

Yıllar önce işyerinde, kahve odasında benle birlikte çalışan biriyle geyikliyordum. Ukalalıkta ona yaklaşan çok az insan gördüm ve bu güne kadar da henüz onu geçenine rastlamadım. Ama yönetim teknikleri, takım ruhu falan diye senelerce öğrettiler ya, muhabbetinden haz almasa da, İnsan dişini sıkıyor işte.

Neyse. Laf işten açıldı, hayattan devam etti, sonunda tatilde ne yapıyorsuna geldi.

"Bu sene Lombardiyaya gideceğiz" dedi.

Bir anda canlandıramadım gözümde "Lombardiya" diye bir yeri. Zaten karışık olan kafamda Conan çizgi romanıyla World of Warcraft oyunlarındaki yer isimlerini andırdı Lombardiya sözcüğü.

Yaptığım işin yanlış olduğunu bile bile, erkeklik bende kalsın diye sordum.

"Neresi bu Lombardiya canımcım?"

Büyük Allah mahçup etmedi tabii. Bu, derin bir nefes aldı ve başladı.

"İtalya tam anlamıyla bir federasyon sayılmada da yirmi tane administratif bölgeye ayrılır. Ligurya, Lazio, Piemonte falan şeklinde. Lombardiya bunlardan biri, oraya gideceğiz."

Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın, vıcık vıcık ukalalığı duymazdan gelip yine sordum.

"Lombardiyanın neresine gideceksiniz?"

"Lombardiyanın başkenti Milano - burada coğrafya dersi devam ediyor - orada bir hafta geçireceğiz."

Eşşoğlueşşek Lombardiya yerine Milanoya gideceğiz dese anlayacağım. Bu "Tatile karayolları onüçüncü bölgesine gidiyorum." demek gibi bir şey.

Bu arada adam İtalyan falan da değil ha. Alakasız bir ülkeden gelme.

Neyse, kötü komşu insanı mal sahibi yaparmış, biz de İtalyanın administratif bölgelerini öğrenmiş olduk bu hıyarın sayesinde. Hatta bir yazıda Milanoyu anlatırken çaktırmadan size de Lombardiyayı sattım.

Uzunca bir zamandır yaşın kemale erdiğini farkediyorum sevgili arkadaşlar. Ancak bazı özel günlerde bu matematiğe dökülünce durum daha da vahim oluyor. Ellinci yaş günü işte böyle bir nokta. Yarım yüz yıl yaşamış olduğunu idrak ediyorsun.

İşin çok fazla felsefesine girmeyelim, hassas konu yani...

İşte bu kritik ellinci yaş günüme bir kaç hafta kala eşim Jelena ne yapmak istersin diye sordu. Aksilik yapıp hiç bir şey yapmak istemiyorum, evde baş başa kutlayalım dedim.

Dünyanın en iyi insanıdır sevgili karım, içi rahat etmedi, bir İtalya gezisi planladı yarım yüzyılımın şerefine, "Ligurya Administratif Bölgesine" :)

Ligurya, İtalyanın kuzey batısında, uçları denize bakan, hilal şeklinde bir bölge. Kıyısında bulunan denize aklımda yanlış kalmadıysa Tiren denizi derdik Türkçede, ama uzun zaman geçti, çok güvenmeyin.

Liguryanın başkenti Cenova.

Herbiri kendine özel, dünya üzerinde birer cennet köşesi olan beş köyüyle Cinque Terre de Ligurya bölgesinde.

Liguryanın başka bir özelliği ise Pesto denilen sosu. Pesto, basil yani fesleğen otu, zeytin yağı, çam fıstığı, parmesan peyniri ve sarımsakla hazırlanan bir sos. Genelde makarna ile kullanıyor İtalyanlar. Yine Liguryadan Trofie dedikleri ayıklanmış karidese benzeyen bir tür makarna ile tadına doyulmaz. Ben deli olurum Trofie ve Pesto'ya hattızatında.

İşte bu motivasyonla koyulduk yola.

Col
Grand Saint-Bernard geçidine geldiğimizde, havanın da güzelliğinden faydalanıp, tünel yerine gerçek geçide doğru çevirdik rotamızı. Dağları, kaya formasyonları ve plantasyonu ile insanı etkileyen bir yer Grand Saint-Bernard geçidi.

İtalya ile İsviçre sınırında, 2,500 metre yükseklikte bir doğa harikası olan bu ünlü bölge, geçmişte bu geçidi kullananların zaman zaman çığ yüzünden, zaman zaman da soğuktan donup can verdikleri bir çok trajediye şahit olmuş.

Bölgenin en sevimli maskotları ise, dev boyutlarıyla lambur lumbur yürüyen Saint-Bernard köpekleri. Yirmi frank verip tünelden geçmenin olanaklı olmadığı eski günlerde bu kahraman köpekler birçok yolcuyu çığ altında donmaktan kurtarmış, onları selamete çıkarmışlar. Boyunlarına asılı sıcak çikolata fıçılarıyla gerçekten görenlerin içini ısıtıyorlar.

Tam sınır noktasında ise Col isimli bir köy var. Zaten Col sözcüğü Fransızcada "geçit" demek.

2,500 metre yükseklikte bitki örtüsü de farklılaşıyor tabii. İsviçre'nin o insanın gözünü kamaştıran koyu yeşil geleneksel geri planı, yerini sarımsı, ilginç bir bitki örtüsüne bırakıyor. Çok fazla ağaç da olmayınca, Alplerin o keskin, sivri zirvelerini açık olarak görünüyor.

Col
Col'da pırıl pırıl bir de dağ gölü var.

Mezzy'nin ilk görüşü olduğu için Col'da durup biraz yürüyelim istedik. Zaten köy o kadar küçük ki, ancak "biraz" yürüyebilirsiniz.

Ne kadar şanslıymışız ki, iner inmez Ben isimli devasa bir Saint-Bernard köpeği ile karşılaştık. Mezzy ile bir resim çekildiler. Sonrasında göl kenarına geçtik, bir beş dakika sonra da arabada, "Aosta Administratif Bölgesinde" Cenovaya doğru ilerliyorduk.

"Aosta Administratif Bölgesinden" sonra "Piemonte Administratif Bölgesine" girdik. Piemontenin başkenti Torino, Şaban Hakandan hatırlarsınız. Beni kahretse de, çok yaklaşmamıza rağmen Lombardiyadan geçmedik.

Akşamın erken saatlerinde Cenovaya ulaşmıştık. Cenovada ne nerdedir bilecek kadar zaman geçirmişliğimiz vardı. Valizleri odaya bırakıp hemen kendimizi Piazza de Ferrari'ye yani Ferrari Meydanına attık. Ortasında fışkiyeli havuzuyla muhteşem bir meydan. Sonra da Via Garibaldi üzerinde daha önce gözümüze kestirdiğimiz bir restorana oturduk.

Cenova
Garson ne istersiniz diye boş yere sordu. Trofie al Pesto dedik ikimiz de.

Üstüne bir şişe de Montepulciano şarabı gelince bütün yol yorgunluğumuz gitti, ama yerine elli yaş yorgunluğu geldi işte :)

Şimdiye kadarki en güzel doğum günü yemeğimi, yine şimdiye kadar tanıdığım en güzel iki kızla birlikte yedim. Umarım herkes ellinci doğum gününü benim kadar mutlu geçirir/geçirmiştir.

Ertesi sabah elli yaşımın ağırlığı ile uyandım. Otelimiz sıkıcı bir business-hoteldi. Kahvemizi burada içmektense gözümüzü karartıp Via Garibaldi'ye yürüdük ve açık havada, birkaç yüz yıllık muhteşem Doge Sarayının dibindeki bir cafede günümüze başladık.

Cenova beni çok etkileyen bir kenttir arkadaşlar. Roma İmparatorluğu sonrası bir şehir devleti olarak varlığını sürdürmüş köklü bir tarihi var. Bugün bile İtalyanın en aktif limanı Cenovada bulunuyor. Yüzyıllar boyu dünyanın dört bir tarafına mal gönderip ticaret yapmış Cenovalılar, yada doğru değişiyle Cenevizler.

Pesto soslu trofie
Ticaret yaptıkları yerlerden biri de bizim İstanbul. O yüzden yüzyılların cazibesini buram buram saçan antik Cenova limanında yürürken Galata mahallesi ve müzesini görmek şaşırtmadı beni. Aklım hemen İstanbuldan ayrılırken bize bıraktıkları bir kuleye, bir de kurulduğu yer itibarıyla isimlerini aldıkları futbol takımına gitti doğal olarak.

Cenovada doğmuş ünlü isimler arasında, evini de ziyaret edebileceğiniz Kristof Kolomb ve Paganini var. Kolomb'un evine birkaç yıl önce gitmiştim, yolunuz düşerse görün mutlaka.

Antik limanda ilginizi çekerse bir de çok güzel bir akvaryum var. Bol bol köpekbalığı ve diğer oşiyanik/amfibik hayvanatı yakından görmek mümkün. Akvaryumun karşısında ise eski günlerde olasılıkla depo, han, meyhane ve kerhane olarak kullanılan tarihi binalarla dolu çok güzel bir bölge var.

50!
Sözün kısası, her santimetre karesi tarih bir şehir Cenova.

Ancak bu gezideki hedefimiz Cenova değildi. Bölgenin klasiği, bizim de daha önceden mutat kereler gördüğümüz Cinque Terre de rotamızın dışındaydı. Bu gezimizin amacı Ligurya kıyılarındaki "hidden gems" yani saklı hazineleri bulmak, çok bilinmese de görmeye değer yerleri görmek şeklinde belirlemiştik.

Cenovanın tren garına girdik. İtalyaya özgü keşmekeşin, dağınıklığın arasında trenimizin peronunu ararken önünde durduğum duvarın içindeki oyuğa gözüm takıldı. İçinde asansör çağırmak için kullanılan, yukarı ve aşağı yönlerin bulunduğu iki düğmesiyle bir panel vardı, ancak asansörün kapısının olması gereken yere duvar örmüşlerdi. Bildiğiniz betonarme duvar.

İş olsun diye düğmelere bastım. Birkaç dakika sonra asansörün geldiğini işaret eden bir "ping" sesini duydum. İçimden güldüm, eğer asansörün içinde birileri varsa kapı açıldığında karşılarında bir duvar göreceklerdi :)

Camogli
Bir tren yolculuğu bizi Camogli köyüne götürdü. Uzun çakıldan bir sahil canlandırın gözünüzde. Sahili bir baştan diğer başa izleyen bir yol ekleyin, ve bu yolun karşısına da sarılı, yeşilli, kırmızılı, Kuzey İtalyaya özgü, balkonlarına çamaşır asılı, alt katlarında birer cafe ya da restoran bulunan, birbirine yapışık apartman bloklarını koyun, geri plana da yemyeşil dağları yapıştırın.

Alın size Camogli...

Yolun ucundaki kayalarla bezenmiş burunda belki de bir milenyum yaşında muhteşem bir kilise var, devamında ise küçük bir koy.

Bu güzelim manzarayı anlatmaya en azından benim edebi kabiliyetim yetersiz kalıyor. Oraya gidip görmek tek çare.

Camogli
Cafelerden birine oturup bu muhteşem manzaranın önünde kahvelerimizi yudumladık. Yol boyunca yürüyüp, kayalık burundaki kiliseyi geçtik ve küçük motorların sahildeki diğer köylere sefer yaptıkları iskeleye ulaştık. Yolumuza denizden devam edecektik.

Bir sonraki hedefimiz San Fruttuoso isimli bir yerdi. Biletçi motorların biri San Fruttuoso'ya gidiyor, diğeri de karşısından geçiyor. Hangisini istersiniz diye sordu.

Böyle soru mu olur dedik, tabii ki San Fruttuoso'ya giden motoru istiyoruz. Buraya kadar geldik, görmeyelim mi?

Siz bilirsiniz dedi ve biletlerimizi verdi.

Motora bindik. Motor derken gerçekten bir motordan bahsediyorum. Minicik bir şey. Koydan çıkıp açık denize geldiğimizde ceviz kabuğu gibi, sağa, sola, yukarı, aşağı bata çıka gitmeye başladık.

Melissa artık denizci sayılır, gemi tecrübesi var yani. Sevgili kızım motor sallandıkça kahkaha atmaya başladı. Çok sevmişti bu işi.

San Fruttuoso
Yolda bir iki küçük köyü geçtik ve San Fruttuoso'ya geldik.

Bu küçük koyda deniz gerçek anlamda iki renk almış. Yeşil ve koyu mavi. İnsanlar pırıl pırıl suda yüzüyor.

Ancak sahilden gayrı sadece bir restoranın terası var, o da şöyle bir elli metrekare bir yer.

Motorun bizi bıraktığı yerden Jelena Melissa'yı, ben de Melissa'nın arabasını bir yirmi metre yukarı taşıdık ve aynı formasyonda bir yirmi metre aşağı inerek bizi alacak motorun kalkacağı ikinci iskeleye geldik. Yukarı-aşağı irtifa değişikliğini saymazsanız beş metre ya ilerledik, ya ilerlemedik.

San Fruttuoso işte bu kadarcık bir yer :)

Siz siz olun, yolunuz düşerse biletçiyi dinleyip San Fruttuoso'yu sadece denizden görün.

Yazının başında size bu gezide Ligurya'nın gizli kalmış güzelliklerini göreceğimizi söylemiştim, ancak San Fruttuoso'dan sonraki hedefimiz bu tanıma pek uymayacak, çünkü motorumuzun bizi götürdüğü bu minik balıkçı köyünü dünyada bilmeyen yok desek yeridir herhalde.

En azından isminin geçtiği Andrea Bocelli'nin şu ünlü şarkısını duymuşsunuzdur, "I found my love in Portofino..."

Portofino
Portofino gerçekten fazlasıyla romantik bir yer arkadaşlar. Bir tarafında canlı, parlak renkleriyle bir kaç Ligurya sitili tarihi binanın, diğer tarafında da yemyeşil bir tepenin bulunduğu minicik bir koy canlandırın gözünüzde. Koyun içine de birbirinden güzel balıkçı teknelerini serpiştirin, alın size Portofino.

Bu cazibeli köye ilk gelişimiz olmasa da, deniz tarafından ilk kez geliyorduk. Bu da ziyaretimize ufak bir çeşni katmıştı. Eski günlerimizi yad edip, Melissa'ya biraz anılarımızı anlattık, sonra da onu köy içersinde gezdirdik.

Portofino
Akşam yemeyi için hemen marinanın dibinde bir restorana gittik. Jelena da, bem de yemeklerimizi söyledik. Garson, aynı zamanda da restoranın sahibi kadın bize etin yanında ne getireyim diye sordu. Makarna, pilav, patates falan gibisinden.

Ben bütün şirinliğimle Trofie getirebilir misiniz diye sordum. Kadın tabii ki dedi. İsteyenin bir yüzü kara, peki üzerine biraz da pesto koyarmısınız diye yalvaran gözlerle baktım.

Kadın güldü. Yemekler geldiğinde garnitür (ya da kenator - burada bir sevgili kardeşimin kulağını çınlatayım, hikayesi uzun, başka bir yazıya bırakalım) olarak değil, koca bir tabakta tepeleme Trofie getirip ortamıza koydu. Makarnalar Pesto içinde yüzüyordu :)

Portofino
Pestolu Trofie yanında konyak soslu bir et ve mükemmel bir Montepulciano ile tam bir jackpot vurduk. Restoranın adı Ristorante Stella. Portofino'ya gidip bu restoranda bir akşam yemeyi yememek insanlığa karşı işlenmiş bir suç! Bundan da kötüsü tabi Portofino'yu hiç görmemek.

Bu cennet köşesinde gezerken olasılıkla köyün her tarafına saçılmış binlerce turistin de içten içe mırıldandığı o şarkı bozuk bir plak gibi kafamın içinde çaldı, durdu.

"I found my love in Portofino...."

Fazlasıyla çileli bir otobüs yolculuğu bizi Portofino'dan alıp, Santa Margherita'ya getirdi. Santa Margherita gün boyu gezdiğimiz yerlerin en çok şehire yakını, yine de izlemeye doyamayacağınız bir manzarası var.

Santa Margherita
Santa Margherita'ya yıllarca önce sıcak bir yaz gününün, güneşin tam tepede olduğu zamanında gelmiş, bir öğlen yemeyi yemiştik. Yemek güzeldi ama o günden aklımda kalan tek şey mahşeri sıcak olmuştu.

O yüzden, bu güzelim kenti güneş batarken görmek çok iyi geldi. Sahil boyunca yürüyüp, otobüsün sıcağını üzerimizden attık. Güneş battığında ise bir trene atlayıp Cenovaya döndük.

Liguryadaki ikinci günümüzün ilk durağı Nervi köyü oldu. Sarp bir yamaca adeta kazınarak yapılmış bir köy. Bu yamaç boyunca bir kaç kilometre uzunluğumda bir keçi yolu yapmışlar, onun sayesinde kıyının tüm cazibesini görebiliyorsunuz.

Nervi
Hava sıcak olmasına rağmen Melissa'ya bir şapka satın alıp bütün patikayı yürüyerek geçtik. Yol üzerinde bol bol şato, cafe, restoran ve park var. Bir cafe'de sabah "kavemizi" içtik ve yolumuza devam edip Nervi köyünün merkezine ulaştık. Aynı şeyleri tekrar edip başınızı ağrıtmayayım, bir cennet köşesi bu köy.

Nervi için söylediğim herşey bir sonraki durağımız olan Boccadasse için de geçerli. Boccadasse'de bir yamacın üzerinde muhteşem bir kilise var. Oraya ulaştığımızda kendimizi bir İtalyan nikahının ortasında bulduk. Gelin ve damatı tebrik edip yolumuza devam ettik ve yamacın altındaki yine cennet köşesi bir koya indik. Rengarenk binaları ve balıkçı kayıkları artık Ligurya'da vaka-i adiye olmuştu.

Boccadasse

Bir cafe'de az biraz "soğuyup" Cenovaya geri döndük. Arabayı alıp son durağımız Piglip'ya ulaştık. Gezinin son Pesto'sunu yedik ve kesinlikle yeniden dönmek üzere Ligurya'ya veda ettik.

Bir sonraki gelişimiz olasılıkla Cinque Terre'ye olacak, çünkü 🐝Mezzy🐝 henüz oraları görmedi. Ancak bu bölge bir kere değil, defalarca gelip görülesi bir yer.

Sevgi ile kalın.

20 Ekim 2016 Perşembe

Sözcüklerle Oynamak

Hadi biraz sözcüklerle oynayalım bu akşam. İki eski ve güzel arkadaşla ikiden fazla şarap şişesi etrafında sözcüklerle dans ettik biraz, sizinle de paylaşayım istedim.

Siyaset yazmama kararım hala devam ediyor ancak bu akşam biraz, ucundan accıcık da olsa, mutlaka ki istemeden, birazcık dokındırabiliriz... İzninizle tabii.

Konumuz politik ve ideolojik sayılabilir.

Biraz daha açarsak, her sorumlu entelektüel gibi iki kadeh içince dünyayı kurtarma vaziyetleri yani.

Bu içki üstü dünyayı kurtarma vaziyetleri sadece biz Türklere mahsus bir fenomen değildir. Her milletten enteller içip içip zeybeklenir ve dünyayı kurtarma moduna girerler.

Ancak, bir şeyi kurtarmak gibi bir eylem o şeyin batık, kurtarılmaya gereksinimi olduğunu ima eder.

Ne kadar kara bulut toparlıyor üstümüze bu “kurtarma” yüklemi, değil mi?

Halbuki, her millet bu kurtarma işinde olaya bizler kadar karamsar bakmaz.

Alın Fransızları....

Onlar içince dünyayı kurtarmak yerine “Reconstruire le Monde”, yani yeniden yapılandırırlar.

Bir ufak çalımla olayı kurtarma gibi melodramatik bir seviyeden alıp “yeniden yapılandırma” gibi iyimser ve yapıcı bir seviyeye taşırlar.

Halbuki biz “kurtarırız” abi.

Marjinalizdir çünkü...

Ya severiz, ya döveriz.

Ya her anımız birliktedir, ya da yüzüne bile bakmayız.

Bizim olmayan kimsenin olmaz... Döveriz, yüzüne asit atarız, hatta öldürürüz.

Bizim için birisi ya “bizden” ‘dir yada “onlardan”.

Bir insanın yaptıklarının arasında iyi yada kötü, doğru yada yanlış şeyler yoktur kültürümüzde.

O insan “bizden” ise yaptığı HERŞEY doğru, onlardan ise yaptığı HERŞEY yanlıştır.

Onlardan olana aptalca bir hiddetle ne derse desin saldırır, taciz eder, bizlerden olana da aptalca bir bağlılıkla körlemesine destek verir, anlaşılmaz bir sadakatle her fikrini, her davranışını savunuruz.

Orta Asya artı İslam kültürünün bir kokteyli...

Bu körlemesine bağlılıkla, yada hadi adını koyalım, fanatiklikle, yıllar boyu faşist/komünist diye birbirimizi yedik, Kenan paşayı başımıza getirdik ve hatta çoğumuz sevindik huzur bulduk diye.

İlahi adalete, yada İngilizcede dedikleri gibi “poetic justice” yani şairane adalete bakınız ki dünün “faşist ve aynı zamanda sosyal faşistleri” karşısındaki “gomonistler”, Tayyipin korkusuna bugün canciğer, kuzu sarması.

CHP bir çalımla “milliyetçi” yerine “ulusalcı” oldu, MHP ise “Atatürkçü”.

Eminim, Ecevit de, Türkeş de mezarlarından gülüyorlardır halimize...

Peşrevi uzattık biraz, bu saatte öyle derin ideolojik geyikle içinizi baymak değil amacım.

Tartışmamızın özü çok daha basit.

Kunumuz sadece “Sağcı” ve “Solcu”.

Yani şu bildiğimiz basit “Sağcı” ve “Solcu” sıfatları.

Hani sağcı, milliyetçi, muhafazakar, kapitalist yada kibarcası liberal ekonomist.

Karşısında ise solcu, sosyalist, gomonist, devrimci, devletçi ekonomist.

Hiç düşündünüz mü, niye bu ideolojilere ve takipçilerine “Sağ” ve “Sol” gibi yön gösteren isimler verildiğini?

Bu isimler tesadüfi olarak verilmemiştir. İdeolojik kullanımları ile sağ ve sol sözcükleri eş anlamlı olarak da kullanılmaz. Yön belirten anlamları ile kullanılır.

“Sağ” sözcüğü, sağ omuzdaki iyi huylu meleği, sol sözcüğü ise sol taraftaki kötü huylu meleği yani Şeytanı temsil eder. Sadece Müslümanlıkta değil, diğer dinlerde de.

“Sağ” sözcüğü birçok dilde aynı zamanda “Doğru”, “Doğrucu” yada “Hak”, Haklı” gibi sözcüklerle eş anlamlıdır.

Alın örnek olarak İngilizceyi. “Right” hem “Sağ” hem de “Doğru” anlamına gelir. Aynı kökten “Righteous”, “Ahlaki”, “Doğrucu” demektir.

“Sol” sözcüğünün en çarpıcı örneği ise günümüz İtalyancasındadır. “Sol” karşılığı, Latince “Sine” kökenli “Sinistra”, İngilizce de “Günahkar”, “Uğursuz” anlamına gelir.

Sağcılar, solculardan önce türediklerinden solculuğu dillerinde istedikleri tanımlama önceliğime sahip olmuşlardı. Bu sebeple de sol tabanlı ideolojileri uğursuz, günahkar, şeytani gibi sevimli sıfatlarla tanımladılar.

Slavik dillerde de sağ ve sol benzeri şekilde tanımlanır. “Pravo”, “Sağ” aynı zamanda “Doğru”, “Gerçek” falan demektir. Eski Sovyet gazetesi Pravda’yı hatırlarsınız. “Sol” ise “Levo” diye çevrilir.

Sırbistan’da ilk günlerim. Niş kentinde, diz boyu kar kaplı yollarda bir taksi içinde kırık Polonyacamla şoföre yol tarif ediyorum.

“Levo” diyorum sola dönüyor taksi. Polonya’da öğrendiğim iki kelime işe yaradı ya, sanki filoloji profesörü oldum birden.

Tam sıra sağa dönmeye geldiğinde “Pravo” diyorum.

Ancak şoför sağa dönmek yerine basıyor gaza ve dümdüz gidiyor.

“Pravo Molimte” diye bir daha söylüyorum, “Pravo, Da!” diyor ve düz gitmeye devam ediyor.

Ben panikle sağ tarafı işaret edince “Aaa, Desna” cevabını alıyorum.

Sırplar da aynen biz Türkler gibi bir millettir.

Terstirler.

Onların iyi huylu melekleri demek ki sağ omuzlarında değil kafalarının üstünde durmakta.

Çünkü “Pravo”, Sırpçada “Düz” demek. “Sağ” ise “Desna”.

Aslında biraz düşünürsek Türkçede de aynısını demez miyiz?

“Düz Gitmek” dilimizde “Doğru Gitmek” yani “Pravo” değil midir?

Sağlıcakla kalın...

14 Ekim 2016 Cuma

Ne de Olsa Cote d'Azur

Uçaktan indiğimizde tuhaf bir hisse kapılmıştım çünkü Fransa'nın Nice kentine yıllardır, kim bilir kaç kez gelmiş olsamda hava alanını ilk kez görüyordum.

Nice ya da daha genel anlamda Cote d'Azur (Kot dAzür, yani Mavi Kıyı, yani Güney Fransa bölgesi) Lozan'a araba menzilinde olduğundan hep arabayla geliriz, ilk kez uçakla gelmiştik.

Araba menzilinde olsa da, yine bir altı saat yol gidildiğinden, uçakla böyle yatcaz kalkcaz, hop kırk dakkada Nice'e gelmek gayet rahat olmuştu. İşin aslı arabaya bin, Cenevreye git, park et, hava alanına yürü, security, check-in, boarding, uçağın taksi yapması, kalkışı, uçuş, inmesi,, yine taksi yapması, durması, uçaktan iniş, hava alanından çıkış, hep bir araya geldiğinde yine bir dört saat alıyordu. Yani uçak yolumuzu aslında zar zor iki saat kısaltmıştı,

Nice'in hava alanı deniz kıyısında, otelimiz de hava alanının neredeyse tam karşısındaydı, buna rağmen hava alanı boyunca yürümek gerektiğinden otele ulaşmak yine de yarım saat aldı.

Nice'in hava alanına, her hava alanında olduğu gibi normal yolcu uçakları düzenli olarak iniş ve kalkış yapar. Ancak deniz boyunca uzayan ve neredeyse şehrin göbeğinde kalmış hava alanı etrafında yürürken, ister istemez yolcu uçakları ile birlikte onlarca özel jeti de görürsünüz.

Ne de olsa Cote d'Azur işte...

İlk kez 1990'lı yıllarda gelmiştim bu bölgeye. Cote d'Azur"ün hala Cote d'Azur olduğu zamanlar yani. Sokaklarında Fransızca konuşulduğu, şatafatın, cazibenin top çektiği bir yerdi. Monte Carlo'da yüzlerce Ferrarinin vızır vızır gezdiği, Cannes sahilinde birbirinden güzel kadınların geçit resmi yaptığı zamanlar.

Sonraları, biraz biraz evrildi bu eskinin jet-set bölgesi. Caddelerde daha ziyade Polonyaca duymaya başladım (doğrusu Lehçe ama idare edin artık).

Daha da sonra resmi dil Rusçaya döndü.

Her yer seyyar satıcı, esrar satıcısı, çingene doldu.

Bir kaç yıl önce, Cannes'da Jelena'yla kızımız (köpeğimiz) Koni'yi iki dakika yalnız bırakmıştım. Yirmi yaşlarında bir piç Jelena'ya sarkmaya kalktı, "Köpeğin modası çoktan geçti madam, bana tasma takıp gezdir." diye laf bile attı. Jelena, koluma girip beni uzaklaştırdı. Benim Türklüğüm tutmasa, Koni parça parça edecek aptalı...

Bu son gidişimde ise siyahilerin çokluğu dikkatimi çekti. Her yer Siyahilerle dolu.

İşin kötüsü, Fransız Fransızlarla Siyahi Fransızlar o kadar kopuk, o kadar hırçınlar ki birbirlerine, korkarım bir kültürel çatışma kaçınılmaz olacak. Zaten terör olayları da bu gözlemimi doğruluyor.

Bu siyahların çoğu, başta Fas, Tunus ve Cezayir, Kuzey Afrika ülkelerinden ama Kenya, Senegal gibi siyah Afrikadan gelenler de var.

Siyahlar toplumdan dışlanmış. İş bulamıyor, önemli sayılabilecek bir bölümü Fransız vatandaşı ama toplumda Fransız yerine konmuyorlar.

Bu da Fazlasıyla tatsız tabi.

Ancak onlar da siyah olmayanlara rahat vermiyor. Yolda yürüyemiyorsunuz, hemen biri yapışıyor yakanıza, şunu al, bunu al, para ver, sigara ver diye. Otobüslerde, trenlerde kümelenip, bağıra çağıra konuşuyor, birbirlerine tekme, tokat atıyorlar şaka olsun diye. Sokaklarda düzgün yürüyemiyor, dan dun yaşlılara, bebeklere çarpıyorlar.

Belediye otobüsünün siyahi şoförü, durakta yüz metre öteden, siyahi yolcunun gelmesini bekliyor ama kapının dibindeki beyaz yolcuya aldırış etmeden gaza basıyor. Yolcu da kapıyı yumrukluyor.

Beyazlar da çoğunlukla nefret eder gibi bakıyor bunlara.

Fransızlar aslen nazik adamlardır, güler yüzlü, neşelidirler. Ancak bu kez karşılaştıklarımızın çoğu aksi, ters ve kabaydı.

Bunda, yakın zaman önce kamyonla insanların ezilip yaralandığı ve öldüğü terör eyleminin de payı vardı mutlaka.

Çok tatsızlık yapıp başınızı ağrıtmayayım, Fransa'da gidişat iyi değil. Haklı bulmuyorum tabi ki, ama bunları görünce insan ırkçılığın, İslamofobinin niye arttığını anlıyor.

Herşeye rağmen Fransadayız
Herşeye rağmen Fransadayız. Nasıl rakı, balık Ayvalıksa, şarap, tarih ve yemek de Fransadır.

Valizleri otele atıp, bir otobüsle şehir merkezine ulaştık. Akşam yemeğini nerede yiyeceğimizi biliyorduk. Üçümüzün de karnı acıkmıştı bu yüzden çok fazla sağa sola bakmadan restorana gittik ve masamıza oturduk.

Garson su istermisiniz diye sordu, hayır şarap isterim dedim. Nasıl şarap diye sordu, Vin du Patron dedim. House wine da derler, kendi yaptıkları açık şarap. Fransa'da, İtalya'da hemen her restoranın bir house wine'ı vardır, şimdiye kadar da kötüsüne rastlamadım.

Masamıza oturduk
Birçok restoranın bulunduğu bir geniş bir avludaki bahçedeydi masamız. Restoranların birinde Amerikalı bir orkestra, tatlı tatlı caz çalıyordu. My Way'den Fly Me To The Moon'a kadar bütün klasikleri dinledik. Siyahi vokalistin sesi de kusursuzdu.

Müziğin seviyesi tam tadındaydı. Ne konuşmanızı engelleyecek kadar yüksek, ne de çatal bıçak seslerinin bastıracağı kadar düşük. Etrafta birden fazla restoran olsa da, tek duyduğumuz müzik buydu. Yani, bir taraftan "Haydi bütün eller havaya...", başka bir taraftan "Ama ben sarhoş oldum kaldıramıyom kolları...", derinden bir yerden "Ayrılık, aman yaman ayrılık...", beş şarkıyı aynı anda dinlemeden ve elli santim uzaktaki karıma derdimi anlatabilmek için avazım çıktığı kadar bağırmak zorunda kalmadan tatlı tatlı yemeğimizi bitirip, şarabımıza devam ettik.

Canım kızım Melissanın arabasında uyuduğu günler geride kalmıştı. Jelena ile bütün avluyu bir kaç kez baştan sona yürüdüler. Bu güzel havada, tatlı tatlı batırdık güneşi.

Melissanın arabasında uyuduğu günler geride kalmıştı
Restorandan kalktık ve sahile yürüdük. Nice sahilini boydan boya kateden Promenade Des Anglais (Promenad Dez Angle) caddesi üzerinde sağa sola bakarak otelimizin yolunu tuttuk.

Ertesi sabah kahvaltıdan sonra özel bir plaja gittik. Cote d'Azur'de bu özel plajlar çok yaygın. Size özel bir şezlong, şemsiye, kıymetli eşyalarınızı koyabileceğiniz kilitli bir dolap, wi-fi bağlantısı ve yeme içme için bir cafe-restaurant ile hayatınızı oldukça kolaylaştırmışlar.

Jelena hemen Melissa'yı kremledi. Canım kızım hayatında ilk kez denize girecekti.

Sahile gittiğimizde ilk önce biraz dalgalardan korkar gibi oldu ama sonrasında babasının kucağında denize girdi. O kadar çok sevdi ki zar zor çıkardık. Bir yaşında bebekler için kare bir yüzme simiti kullandı - Eylül ayında Antalyada bu simiti de bırakıp üç yaş için kullanılan kolluklara geçti zaten.

İlk kez babasının kucağında denize girdi
Kuzeni sevgili Nihan ve eşi Can'ın aldığı bal arısı mayosuyla sahilde manşet oldu canım kızım. Yan plajdan gelip bakıyorlardı Melissa'ya :)

Güneşin yükselip Melissa için zararlı olabileceği öğlen saatlerinde plajdan ayrıldık ve Hard Rock Cafe'ye doğru yola koyulduk.

Jelena Melissa'ya hamileyken gelmiştik bu restorana. O zamanlar bebeğimizin cinsiyeti henüz belli değildi. Giyim sattıkları bölümden bir şeyler almak istedik ona ve bebekler için hazırlanmış, hard-rock armalı, gitarlı falan bir body bulduk. Üç rengi vardı, mavi, pembe ve gri.

Bir kızımın olacağına o kadar emindim ki pembesini alalım dedim. Jelena bir mavi der gibi oldu, sonra hem kız, hem de erkek için uygun olan gride ısrar etti.

Anahtarlık
Hepsini reddettim. Bir kızımızın olmayacağı ihtimalini bile düşünmemiştim. Bırakın Jelenanın hamile olduğunu öğrendikten sonrasını, öncesinde bile bir kızımızın olacağını biliyordum.

Tabi ki pembesini aldık, sonunda da mahçup olmadım.

Oturup o günleri yad ettik, Melissa'ya olan biteni anlattık ancak o daha ziyade ona aldığımız gitar şeklindeki hard-rock anahtarlığı ile ilgileniyordu.

Akşama doğru bir tren yolculuğu bizi Monaco'ya ulaştırdı. Sınırları, para birimi falan olmayan, nüfusu kırk binden az, minicik bir ülke Monaco. Doğru tanımıyla bir prenslik, kırallık değil örneğin. O yüzden monarşinin başı hep bir prens. Grace Kelly'nin kocası Prens Rainier ya da geçenlerde evlenen Prens Albert gibi.

Monaco bir şehir devleti, yani ülke aynı zamanda da bir şehir. Hepimizin bildiği Monte Carlo da teknik olarak bu şehirin bir "mahallesi".

Monaco dik bir yamaç üzerine yapılı, yüzlerce yüksek beton binası, ultra lüks yatlarla dolu marinası, tertemiz caddeleri ile ellili yıllarda modern olarak algılanabilecek, günümüzde ise bir beton yığını şeklinde adlandırabileceğimiz, nevi şahsına münhasır bir yer arkadaşlar.

Prenslik sarayının bulunduğu Monaco-Ville bölgesi ise ülkenin geri kalanından farklı, tarihi binaları, dar sokakları ve güzelim bir katedrali ile inanılmaz cazibeli, güzel bir yer. Sarayın avlusunda bir terastan Monte-Carlo ve marinanın harika panoramik bir manzarası var. Bu manzarayı gözünüzde canlandırmak istiyorsanız, James Bond'un Goldeneye filmindeki helikopter kaçırma sahnesini hatırlayın.

Bir masalının gerçeğe dönüştüğü yer
Saray ve çevresi bir Hollywood masalının gerçeğe dönüştüğü, her defasında düşündüğümde beni etkileyen, mistik bir yerdir arkadaşlar.

Bildiğiniz üzere zamanın en ünlü aktrislerinden Grace Kelly, Monaco prensi Rainer II ile evlenip, bu küçük ülkenin prensesi olmuştu.

İlk olarak sarayda bir fotoğraf çekimi esnasında tanışmışlar Grace ve Rainer. Grace Amerika'ya döndükten sonra yazışmaya devam etmişler.

1918'den kalma bir antlaşmaya göre Monaco Prensliği, Prens olacak bir erkek çocuk "üretemezse", ülke tamamen Fransa'ya kalıyormuş. Rainer de bir Amerika gezisine çıktığında, fısıltı gazetesi hemen bu gezinin evlenecek bir karı bulma olduğunu yazmış.

Grace, Rainer Amerika'ya geldiğinde şakkadanak "Sen karı mı arıyorsun?" diye sormuş. Rainer "Hayır" diye cevap vermiş.

Grace bırakmamış, "Eğer karı arıyor olsaydın nasıl birini isterdin?" diye yeniden sormuş. Rainer da "Bilmem ki, herhalde en iyisini isterdim" demiş.

Rainer bir süre sonra evlenme teklif etmiş ve çift nişanlanmış. Resmi nikah sarayda yapılmış. Dini nikah da sarayın hemen yanındaki devasa katedralde.

Yüzyılın düğünü diye anılmış bu, zamanın olanaklarıyla tüm dünya medyasının günlerce haber yaptığı, Hollywood ve Avrupa kraliyet ailelerinin katıldığı masalsı tören.

Grace, evlendikten sonra oyunculuğu bırakmış, Rainer'a da üç çocuk vermiş. Bunlardan Albert, bugün Monaco'nun prensi. O da birkaç sene önce yine aynı Sarayda evlendi. O sıralar da Monaco'daydım.

Grace, direksiyondayken gelen bir kriz ve sonrasında yaptığı kaza nedeniyle hayatını kaybetti. Yaşam makinesinin fişi, kocası Rainer'ın onayımdan sonra çekildi.

Cenazesi, yine evlendiği katedralde yapılan bir törenle kaldırıldı.

O günden bu güne dünya bir çok asil ya da ünlü kişilerin evliliklerine tanık oldu, ancak Grace Kelly ile Rainer'ın birlikteliği en duygusal ve masalsı olanıydı dersek çok da yanılmış olmayız.

Bugün katedralin yakınında Grace Kelly anısına yerleştirilmiş bir plaketi görmek mümkün.

Monaco
2015'in yılbaşında bu bölgedeki eski bir şarap mahzenindeki bir restoranda akşam yemeğizi yemiştik. Garip Jelena hamile olduğundan mükemmel bir şarabı tek başıma içmek "zorunda kalmıştım". Bu kez ise akşam yemeği saati gelmemiş olduğundan devamlı yemek servisi yapan başka bir cafe-restaurant'da birşeyler atıştırdık. Melissa boxer cinsi bir köpekle arkadaş oldu. Köpek yemeğimiz bitip masadan kalkana kadar Melissa'nın yanından ayrılmadı.

Monaco'nun yine çok bilinen bir atraksiyonu ise Formula-One'ın en önemli ayaklarından biri olan Monaco Grand Prix araba yarışıdır. Dünyanın en prestijli yarışı desek yeridir herhalde. Bizim buralarda Monaco Grand Prix esnasında hayat durur, herkes sadece yarışı konuşur. Ben çok fazla çıldırmıyorum bu araba yarışlarına. Kullanan için eminim zevklidir ama seyrederken sadece vızz, vızz diye defalarca geçen arabalara boş boş bakmak çok da heyecan yaratmıyor bende.

Casino
Herşeye rağmen Melissa'ya orijinal bir Grand Prix tişörtü aldık ve rotamızı Monte-Carlo'ya çevirdik.

Monte Carlo'nun simgesi, bildiğiniz üzere casinosu.

Hayatımda gördüğüm en güzel binalardan biridir bu casino. Tam önünde eskiden muhteşem bir park, bugün balon gibi binalarıyla şuursuz bir açık hava AVMsi, solunda yine muhteşem bir binada Paris oteli, sağında ise bir dondurmaya otuz yuro ödediğiniz bir cafe var.

Melissa'nın casinoya girmesi yasaktı, ancak zor da olsa, kapının önünde bir resim çekebildik.

Sonrasında, bir dondurmaya otuz yuro ödeyip, iki yoldaş Rus hanımla beraber tren istasyonuna, oradan da Nice'e dönüp, günü kapadık.

Güneş daha yeni doğmuş, hava sıcaklığı serin denebilecek kadarken gözümüzü açtık. Bir benzin istasyonundan kahve ve Melissa'ya süt alıp, Antibes (Antib) trenine bindik. Hedefimiz bu kez Cote d'Azur'ün bu güzelim köyü değil, hemen yakınındaki Marinelamd isimli deniz parkıydı.

Melissa ve foklar
Benim yaşımdakiler hatırlayacaktır, TV'de Yaşayan Deniz isimli bir belgesel vardı. Kaptan Jacques Cousteau (Jak Kusto) deniz canlılarının gizemli yaşamlarını evimize getirir, çocuk aklımızla hayran hayran izlerdik. O günlerden beri kalbimin bir köşesi deniz yaşamına ayrılıdır. Gezilerimiz esnasında bir akvaryum, hayvanat bahçesi ya da deniz müzesi gördüğümde hop dalarım içeri. Lizbon, Cenova, Barselona, Cancun, Las Vegas'daki Hotel Mandalay Bay ya da Hotel Mirage gibi iddalı akvaryum ve deniz showlarını hep gezdim, gördüm.

Ancak beni en çok Antibes'deki bu park etkiledi. Fransızlara "Chapeau" (Şapo) diyorum, yani şapkamı çıkarıyorum.

Yunuslar
Girişte sizi foklar, deniz aslanları, su samurları, artık isimleri dilimizde hangisiyse onlar karşılıyor. Bu sevimli hayvanların yaşamlarını bütün detaylarıyla izleme şansınız oluyor, sonra penguenler, flamingolar, su kaplumbağaları ve çok isterseniz bir dolu köpekbalığının ve diğer klasik egzotik balıkların olduğu koca bir akvaryum da var. Ben bu köpekbalıklarından sıkıldım açıkçası, her yerde çıkıyorlar karşıma.

Marineland'de beni en çok kutup ayıları etkiledi. Hayatımda ilk kez bu dev boyutlardaki sevimli hayvanlara bu kadar yaklaştım ve onları doğal habitatları olan su içinde gözleme şansı buldum.

Yunuslar
Daha önce bir kaç kez yunuslarla yapılmış gösterileri izleme şansı bulmuştum ancak Marineland'deki gösteri bunların hepsini açık farkla geride bıraktı. Sanki yunusları değil Kuğu Gölü balesini izliyorduk. Ortada atlayıp zıplayan balıklar değil, bir koreografi dahilinde danseden balerinler vardı.

Ancak en iyisini, en sına sakladım. Orca da denilen katil balinaların bir gösterisi var ki, ağızım açık izledim. Tonlarca ağırlıktaki bu devler metrelerce sıçrayıp, taklalar atıyor, bakıcıları ile size el sallıyorlar, sırt üstü yatıp uyuma taklidi yapıyorlar.

İmkan yaratıp çocuklarınızı mutlaka götürün derim. Disneyland'den daha faydalı ve eğlenceli bence.

Kutup ayıları
Mezzy gördüğü hayvanlarla çok ilgilendi. Zaten tanrıya şükür, bu yönünü bemden değil, annesinden almış, çok sosyal, çok sevecen bir çocuk. Camdan foklarla flört etti, penguenlere ellerini uzattı, köpekbalıklarıyla oynadı. Hiçbirşeyden korkmuyor, bu da beni biraz endişelendiriyor açıkçası.

Koca marinası ve kumlu plajlarıyla deniz kıyısını geçip, Antibes'in merkezine ulaştık. Melissa annesinin karnındayken buralara gelmiştik. O zaman gezdiğimiz yerleri bu kez canım kızımla bir kez daha gezdik, o zaman neler hissettiğimizi anlattık ona.

Gerçekten de hamileliğin ilk günlerinde doktorumuz ciddi bir düşük olasılığının olduğunu söylemişti. Bu Tehlike hamileliğin on üçüncü haftasında sona eriyordu. Bu hafta da Antibes'de olduğumuz zamana denk gelmişti. Gezi boyunca yüreğimiz kıpır kıpırdı. Gezinin sonunda on üçüncü hafta kazasız bitmiş, hem Jelena, hem de ben derin bir nefes almıştık.

Şehir merkezinden tekrar denize doğru yürüdük. Yarı açık bir pazar ve güzelim eski bir kiliseyi geçip, artık tarihe malolmuş cazibeli evlerle sarılı dar sokaklardan geçtik.

Balinalar
Antibes'de, deniz kıyısında çok güzel bir şato var. Ünlü ressam Picasso da bu şatoda yaşamış, zaten bu gün bir Picasso müzesine ev sahipliği yapmakta bu muhteşem yapı. Etrafımda bir tur atarken geleneksel olarak yine aynı duygu kapladı içimi.

Çok uyanık adammış Picasso. Henüz hayatta iken ünlü olmanın avantajlarını sonuna kadar kullanmış. Örneğin ödemelerini hep çekle yaparmış. Çeki alan alacaklılar üzerimdeki orijinal imzayı muhafaza edebilmek için çeklerin büyük bölümünü bankaya vermemişler, böylece de Picasso'nun da cebinden bir kuruş çıkmamış.

Karnımız acıkmaya başlamıştı. Merkeze dönüp, atlı karıncanın hemen yanındaki restorana oturduk. "Lokal" bir fransız şarabı ile mükemmel lezzetli bir akşam yemeği yedik. Yemeği beklerken sevgili kızımızın yeni bir özelliğini keşfettik. Melissa atlı karıncaya deli oluyordu. Annesiyle bir kaç tur bindiler.

Antibes
Restoranın yanında küçük bir bar vardı, bahçesinde de tek bir garson. Cezayir, Tunus ya da Fas'tan gelmişti. Güler yüzlü, konuşkan bir tip. Jelena ile bizi İngilizce konuşurken duyduğu içen İngilizce girdi lafa.

"Hoş geldiniz ama çok üzgünüm, happy hour yeni bitti, ikinci içki artık bedava değil" dedi. Happy hour olup olmadığının farkında bile değildik. İngilizce konuşmasına karşı bir jest, ben de Fransızca "C'est la vie", yani sağlık olsun diye cevap verdim.

Birer pina colada söyledik. Beş dakika sonra ikisi de geldi. Garson bize "Patronumla konuştum, happy hour'u bir kaç dakika ile kaçırdığınız için ikinci içkileriniz bedava" dedi. Hemen ikincileri de söyledik tabi :)

Antibes
Hemen ardımızdan, altmış yaş üzeri iki Amerikalı kadın yan masamıza oturdu. Hani şu cougar türünden. Bizim garson bize şöyle bir işim çıktı gibisinden bakıp güldü, charmer'larını çalıştırdı ve masalarına yöneldi "Bonsoir mesdammes, what would you like to drink?"

Ertesi gün programımızda Cannes vardı, hani şu film festivali ve sahillerinde üstsüz güneşlenilen şehir.


Cannes'a geldiğimizde güneş yükselmiş, Melissa için zararlı bir hale gelmişti. UV korkusuna, geçen gelişimizde keşfettiğimiz Haagen Dazs dondurmacısında bir iki saat öldürdük, sonra kızımıza iki tane elbise aldık ve özel plajlardan birine girdik. Plajdaki her bebek gibi üstsüz güneşlendi canım kızım. Artık Cannes'a gidip üstsüz güneşlenmedim demez.

Cannes
Bu gezimizin kesin bir tespiti, sevgili Melissa'nın denizi çok sevdiğini anlamamız oldu. Bir iki geni farklı olsaymış, rahatlıkla deniz kızı olurmuş canım kızım.

Plaj sonrası, festivalin yapıldığı auditorium'a geçip, Melissa ile Belmındo'nu el izi yanında, kırmızı halının üstünde falan klasik Cannes fotoğrafları çektik. Melissa bir atlı karınca daha buldu, ona da bindik mecburen.

Akşam yemeği için tekrar Antibes'e döndük. Bir önceki gün gözümüze kestirdiğimiz Çin restoranına girdik. Çinli garsona bebek arabasını da gösterip bize rahat edeceğimiz bir masa bulur musun diye sordum.

Sorduğuma da pişman oldum.

Cannes
Koca restoranda bizden başka sadece bir masa daha var. Bomboş yani. Bizim garson başladı bir sağa, bir sola bakmaya. Bakışlarıyla masaları tek tek gözden geçirip, hangisi uygun olur diye ölçüyor, biçiyor.

Armut gibi ayaktayız, bu bir eli çenesinde, halen düşünüyor. Sadece ızdırap bitsin diye kenarda bir masayı gözüme kestirip, bak şuraya oturalım dedim.

Bu hala düşünüyor.

Ne Jelena, ne garson anlıyor, başlarım masasına mealinden Türkçe bir küfür edip, gittim oturdum masaya. Jelena da beni takip etti.

Başlangıç biraz çileli olsa da bitiş mutluydu. Mükemmel lezzetli bir yemek olmuştu.

Yemek sonrası yine Kuzey Afrikalı garsonun barına gittik. Bu sefer happy hour'u kaçırmadan pina coladalarımızı içtik. Melissa günün ardından yorulmuş, uyumaya başlamıştı. Biz de uzun süredir ilk kez karı-koca baş başa birşeyler içebildik.

Bir sonraki yazımızda İtalya'ya, bu kez Liguria sahiline gidiyoruz.

Şimdilik kalın sağlıcakla.

20 Eylül 2016 Salı

Nur İçinde Yatsın Tarık Akan

Peri masallarıyla hayatın gerçekleri arasında çok basit bir fark vardır arkadaşlar.

Peri masallarında herşey kusursuzdur, iyiler hep iyi, doğrular hep doğrudur. İyiler hep kazanır, kötüler hep kaybeder. Prens, prensesi alır, ölene kadar mutlu yaşarlar.

Gerçek hayat ise biraz zig-zaglı geçer. Ne herkes tam iyidir, ne de tam doğru. Ne iyiler her zaman kazanır, ne kötüler her zaman kaybeder. Kimi zaman "prenses" evde diye, eve gitmek istemezsiniz falan.

Peri masalları çocuklar içindir. Onlar hayatı anlama yolunda basit dersler verir, faydalı birkaç bilgi edinmelerini sağlar. Çocuklar büyüyünce peri masalı dinlemeyi bırakırlar. Çünkü anlama yetenekleri hayatın karmaşıklığını kaldıracak kadar gelişmiştir.

Büyüdüklerinde peri masalını dinlemeyi bırakmayan tek topluluk Türklerdir.

Şimdiye kadar anlamada zorlandığım bir çocuksu saflığı vardır milletimin. Hayatın gerçeklerini görüp anlamak yerine, gerçekle ilgisi olmayan, peri masallarını aratmayan, acayip, doğa üstü bir dünyada yaşarlar.

İnandıkları zırvalara akıl sır ermez. Dünyanın en çarpık, zevksiz yapılaşmasının ırzına geçtiği memleketleri onlara göre bir cennettir. Avrupanın yarısını kaybetmiş Osmanlılar, onlara göre dünyanın en büyük, en başarılı devletidir. Malkoçoğlu, elli kişinin arasına dalar, hepsini kılıcına dizer, benim insanım bunda bir sorun görmez. Ölürken Che Guevaranın cebine Atatürk'ün nutkunu koyar, Swatch firmasına "Keroz" model, dokuzu beş geçe "kuku" yapan bir saati yaptırır, Norveçlilere kıçın sıkıştığında Türk gibi düşün atasözünü söyletir, falan...

Bu masal dünyasında yaşarken de, Türklerin Avrupaya bahşettiği tek "atasözünün" Türk gibi sigara içmek olduğunu bilmez.

Çocukça bir saflık işte, destansı, masalsı zırvaları sever benim milletim.

Halbuki, gerçek hayat bu kadar siyah-beyaz değildir, çoğunlukla grinin tonlarında geçer. Bir insan ne tam iyi, ne tam doğrudur. Dinamiktir insanın gelişmesi. Bir evrim şeklinde ilerler. Yaşadıkça hata yapar, hata yaptıkça öğrenir, öğrendikçe gelişiriz. Hepimiz hata yapar, ileride aklımıza geldikçe utandığımız haltlar ederiz.

Çünkü hepimiz insanız.

Biz insanızdır da, kahramanlarımıza aynı kendimize tanıdığımız insan olma hakkını vermeyiz.

Kahramanlarımız pürüzsüz olmalıdırlar. Hata yapamazlar, insani, dünyevi işlere karışamazlar. Asildir onlar.

Sanki Atatürk, anasının karnından "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir" diye bağırarak çıkmıştır.

Gerçekte, kim bilir kimin bahçesinden kaç meyve çalmış, kaç tane kız kovalamıştır çocukluğunda Atatürk.

Yobazlar Atatürk kadın sever, Atatürkçüler de yok, bunlar hep yalan der. Çünkü kadın sevmek biz fani insanlara helal, kahramanlara haramdır.

Erkekler için konuşuyorum, neresi ayıp kadın sevmenin? Malum kesimin dışında biz erkekler kadın sevmez miyiz? Atatürke kadın severmiş diyen yobaz evine gidince karısıyla ne yapıyor? Tövbe, tövbe... Hatta bıraksan dört karıyla gurup seks yapacak. Ama Atatürk yaptığı zaman, cıssss!

Erkek olarak kadın seviyoruz derken, kadınlara tecavüz etmediğimize göre, kadınlar da bu işe hayır demiyor demektir, öyle değil mi?

Ama normal çalışmıyor işte şark kafamız. İçerde bir yerde kısa devre yapıyor.

Bu Tarık Akan'ı kaybetmemizin arkasından sosyal medya ve TV'de okuyup izlediklerim yüzünden başınızı ağrıtıyorum.

Öyle coşmuş ki aslan sosyalistler, zannedersiniz Tarık Akan değil Vladimir Lenin ölmüş, bunlar ağıt yakıyor.

Büyük devrimci, Silivri kahramanı, Yol, Maden, haydi sol eller havaya...

Durun ya...

Tarık Akan benim çocukluğumun kahramanı, en çok sevdiğim aktördür.

Ama onu ne devrimci, ne madenci olarak hatırlarım. Tarık Akan benim için filmlerin yakışıklı, kızların hayran olduğu, hayta, serseri, dürüst karekteridir.

Ben onu sol elini havaya kaldırırken değil, Halit Akçatepe'ye tekme atarken hatırlarım, nasıl Rahmetli Kemal Sunalı da öyle tek yol devrim şeklinde değil, Şener Şene bakıp "Eşşoğlueşek" dediği sahneyle hatırlıyorsam.

Bunu söylerken, Tarık Akan'ın sonradan yine gurur duyduğum ilerici, devrimci kişiliğine evrilmiş olduğunu da unutmam. Bir sanatçıdan beklediğimiz de zaten devamlı kendini geliştirip ilerlemsi değil midir? Çocukluk kahramanımdan zaten bundan azını bekleyecek değilim.

Ama höst bre sosyalistler. Yazdıklarınızı okuyan, Tarık Akanı uzaylıların, kırk yaşında sol eli havada dünyamıza ışınladıklarını zannedecek.

Diyeceğim o ki, bir insana insanlığı çok görmeyin.

Tarık Akanın devrimci filimlerinden çok hayta filmleri var. Ünlü olma sebebi de Özgür Gündem değil Ses dergisinin yarışmasını kazanması. Tamam, Maden'i, Yol'u hatırlayın ama Hababam Sınıfıyla Canım Kardeşim'i de yok saymayın.

Yıllar önceydi, ben diyeyim 1977, siz deyin 1978. Rahmetli annem Hafta Sonu gazetesini okuyor, benim yaşıtlarım ve eskileri hatırlar, dedi-kodu gazetesi. Bir küfür çıktı ağzından, duymaya alışık olmadığım ağarlıkta, "Nasıl benim çocuğuma vurdun sen" diye.

Habere bir baktım, abimle Tarık Akan kavga etmiş. Ama ciddi kavga, ikisinin de kaşı gözü gitmiş.

Otuz beş yıl sonra İsviçre'de, ikinci şarap şişemizin sonuna doğru ilk defa sordum abime, nasıl oldu diye.

Tarık akan gece kulübünde yan masadaki kızlara fıstık atmış, abim de atma deyince dışarı çıkıp, dan dun girmişler birbirlerine. Yarım saat kavga etmişler gecenin bir köründe.

Bilmiyorum siz nasıl düşünürsünüz, ancak kızlara fıstık atmak pek de öyle devrimci bir hareket sayılmaz.

Ama fazlasıyla insani bir hareket.

Siz hiç denediniz mi bilmiyorum ancak ben benzeri saçmalıkları birden fazla yaptım, bir kaç kere de ağzımı burnumu kırdırdım.

Ben yapınca oluyor da, Tarık Akan'a niye yakışmasın?

Nur içinde yatsın Tarık Akan.

Siz de peri masallarını bırakıp hayata dönün aslan sosyalistler. Benim neslim Tarık Akanla büyüdü, ama sol el havaya nameleriyle değil, Canım Kardeşimle, Damat Feritle. Onları da hatırlayın.

Sağlıcakla kalın...

17 Eylül 2016 Cumartesi

Doktor Musun?

Antalya'da check-in yapıyoruz, şöyle 25 yaşlarında bir görevli. Pasaportlarımızı aldı, Melissa Türk pasaportuyla seyahat ediyor, o yüzden Jelena benim ve Melissa'nın İsviçre kimliklerini de verdi, vizeye gerek olmadığını göstermek için.

Adam Jelena'ya döndü, siz İsviçre'de yaşamıyor musunuz? diye sordu. Jelena'da benim normalde İsviçreye vize ihtiyacım yok, ondan vermedim kimliğimi dedi.

Bu arkadaş, olsun, verin, görmemizde fayda var dedi. İlk defa başımıza geliyor, hadi dedik...

Sonra adam tezgahtan uzanıp Melissa'ya baktı. Canım kızımı İsviçredeyken sivrisinekler vahşice yemiş, kızarıklar yeni yeni geçiyordu.

Sivrisinek ısırığı dedik. Adam bir daha baktı, bu su çiçeğine benziyor, açın göbeğini bir bakayım dedi.

Kanım tepeme çıktı.

Doktor musum lan sen? diye bağırdım.

Ben çıkışınca "beyefendi" moduna girdi. Hayır değilim beyefendi, ama yolcuların güvenliği için bakmamız lazım falan diye birşeyler geveledi.

Git bir doktor getir, ona gösteririm ancak dedim.

Doktor 60 yuro para ister dedi. Tehdit ediyor eşşoğlueşek, ya ben bakarım göbeğine ya da para ödersin diye...

Pasaportları kaptığım gibi operasyon bürosuna gittik.

Hayatımın en büyük rezilliğini çıkardım. Neyse ki operasyon şefi makul bir adammış, olayı yatıştırdı. Sonuçta bir hemşirenin bakmasına razı oldum ve uçağa bindik.

Kıssadan hisse, bir check-in memuru aklına gelirse kendini bir doktor sayıp bir yolcuya teşhis koyabiliyor. Hayır derseniz doktora gidip 60 yuro ödemek zorumda kalabiliyor, bu arada uçağa binerken de check-in de biletinizi, pasaportunuzu gösterip, ardından göbeğinizi açıp okey alıyor ve geçiyorsunuz.

Allah bu heriflerin belasını versin. Böyle bir ilkelliği her halde en son Auschwitz'de doktor Mengele yapıyordu.

Sun Express'e de, Lufthansa'ya da, THY'ye de yazacağım.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...