2 Ekim 2014 Perşembe

Dubai - AaVeeMee

Birçoğumuzun cebinde bir sürücü ehliyeti bulunur. Bu belgenin asıl ismi "Sürücü Lisansı" 'dır. Sizi araba kullanmaya yetkili kılar. Aynı şekilde bir sporcu lisansı, sahibine spor yarışmalarına katılma, bir inşaat lisansı da bir arsaya inşaat yapma yetkisi verir. Hattızatında, eğer isminiz Bond, James Bond ise adam öldürme lisansınız bile olabilir, duyulmamış bir "lisans" değildir yani.

Ancak bunca lisansın içerisinde, daha öncesinde hiç rastlamadığım bir lisans türüyle ilk kez Dubai'de karşılaştım.

İçki Satınalma Lisansı.

Sağolsun, eski Başbakan, yeni Cumhurbaşkanımızın sayesinde içki satma lisansları konusunu sıkça tartışmıştık, ama o bile içki alma lisanslarını gündeme getirmemişti.

Dubai'de ise otel gibi belirli yerlerin dışında içki satın almak, içmek ve taşımak için bir lisansa ihtiyacınız var.

Bu alkol alma lisansı, kırmızı, bankamatik kartı gibi bir kart. Bir arkadaşımınkini inceleme fırsatı buldum, oradan biliyorum. Yine anladığım doğruysa, sadece yerleşik yabancılara veriliyormuş. Ancak yerleşik yabancı bile olsanız, eğer Müslümansanız, çare yok, meyve suyu ve kahveye talim, yani lisans, misans yok.

Benim gözlemlediğim kadarıyla bu lisans, Dubai'deki yabancıların hayatlarını zorlaştırmamış. Başka bir deyişle (tabii ki eğer Müslüman değilseniz) sistem alkol severlere zorluk çıkarmadan düzgün bir biçimde çalışıyor gibi. Ancak kulağıma çok ilginç geldiği için yazmadan da edemedim.

Bir önceki yazımda, sizlere Dubai'nin en göze çarpan özelliği olan yapılarından ve yapay adalarından sözetmiştim.

Şimdi ise en az onlar kadar önemli başka bir Dubai fenomenini anlatayım isterseniz.

Alış-veriş merkezleri, yani AVM'ler.

Dubai'deki AVM'ler için fenomen kelimesini laf olsun diye kullanmadım. Bu mağaza toplulukları, Dubai yaşamının belki de en önemli parçaları.

Dubai'deki tüm altyapı, turistleri ve yerleşikleri, evlerinden alıp bir alış-veriş merkezine ulaştırmak için tasarlanmış dersek, fazlaca yanılmış olmayız herhalde.

Metrodan indiğinizde, hiç dışarı çıkmadan birkaç kilometrelik yerüstü tünelleri ile AVM'lere ulaşabiliyorsunuz. Bu uzun yürüyüşte yorulmayın diye yürüyen platformlar sizi zahmetsizce taşıyor.

Bu yürüyen platformlarda tasarruf ettiğiniz enerji gerçekten çok önemli çünkü kilometrelerce kare alanlı AVM'lere girip, yürümeye başladığınızda kullanmadığınız her kaloriye ihtiyaç duyuyorsunuz.

Dubai'de ki AVM'ler neredeyse minik birer şehir. Özellikle iki tanesi var ki, mağazalara girmeden sadece yürüyerek dolaşmak neredeyse bir gün ister.

Bunlardan ilki The Dubai Mall, yani Dubai AVM'si.

The Dubai Mall
The Dubai Mall, dünyanın en büyük AVM"si ve Burj Khalifa isimli, dünyanın en yüksek binasının hemen altında kurulu.

Boyutlarını sözcüklere dökmek nasılsa yetersiz kalacağından, olayı fazlaca melodramatik bir hale getirmeden, sadece devasa demekle yetineyim.

Eğer rakam isterseniz, ticari alanı bir milyon yüz yirmi dört bin metrekare ve toplam kat alanı yüz on iki hektar. Bin iki yüz mağazası var. Bir yılda da altmış beş milyon kişi ziyaret ediyor. Türkiyenin nüfusu neredeyse, siz düşünün...

The Dubai Mall içinde buz pateni ringi
Geleneksel züğürt hesabı vardır ya, "Abi, her birine bir liradan, bir bardak su satsan...", şeklinde başlar hani. Artık siz düşünün burada yapılan alış-verişi.

Aynı noktaya bir daha gelmeden, içinde saatlerce yürüyebilirsiniz. Bütün AVM boyunca, koridorların kesiştiği noktalarda yön levhaları var. Yine her yüz metrede, koca dokunmatik ekranlı bilgisayarlar size nerede olduğunuzu gösteriyor ve gitmek istediğiniz mağazaya en kısa yolu bir harita üzerinde işaretliyor.

Aklınıza gelebilecek her türlü giysi, ayakkabı, parfüm ve elektronik markasının bir mağazası var bu mini şehirde. Jelena ABD'de yada Singapur'da bulamadığı markaların hepsini Dubai Mall'da buldu.

Şelale
Fiyatlar ise hiç de beklediğimiz gibi ucuz değildi. Elektronik eşyalarda İsviçre yüzde otuz daha ucuz diyebilirim. Hanım işlerinin fiyatları da Jelena'nın keyfini kaçırdı. Dubai, bulunabilirlik bakımından bir cennet olsa da, fiyat bakımından bize çok fazla çekici gelmedi, sizin anlayacağınız.

AVM'ler sadece mağazaları barındırmıyor. İçlerinde restoranlar, fast-food zincirleri, cafe'ler, sinemalar, hastaneler, postaneler, camiler, elektrikçiler, kırtasiye dükkanları, yani ne ararsanız var.

Tabii, bir de bu merkezlerin simgesi haline gelmiş star atraksiyonlar var ki, genelde ziyaretlerin en çok anlatılan konuları oluyorlar.

The Dubai Mall'da dünyanın en büyük saydam akvaryumu var. Boyutları neredeyse Van gölü kadar (bilinçli abartı, lütfen işi matematiğe vurmayın). İçinde köpek balığımdan timsaha kadar aklınıza ne gelirse var. Bir tünelle içinden yürüyebiliyor, bütün 'bakliyatla' burun buruna zaman geçirebiliyorsunuz.

Akvaryum
Yine aynı AVM'de bir şelale, buz pateni sahası gibi daha az devasa boylarda başka atraksiyonlar da bulunmakta.

Arada, İnsanın karşısına başka ilginçlikler de çıkıyor. Birkaç koridorun kesiştiği bir noktada öyle bir cafe'ye rastladım ki, neredeyse bir havaalanı kadar büyük. Fotoğrafını, normalde dağların, ovaların fotoğraflarını çekmek için kullandığım geniş açılı bir objektife ancak sığdırabildim.

Dubai'nin iki numaralı AVM'si ise Mall of the Emirates (Moll ov dı Emirıts). Dubai Mall'dan biraz küçük, sadece 700 tane 'cik' mağazası var. Yine aklınıza gelebilecek her marka var tabii.

Ski Dubai
Mall of the Emirates'i bir ikon haline getiren özelliği ise içindeki kış parkı. Bu parkın içi gerçek karla bezenmiş. Sözcüğün anlamıyla kayak yapabiliyor, kızakla kayabiliyor, hatta kartopu bile oynayabiliyorsunuz. Parkın girişimde St-Moritz kasabasını bile görebiliyorsunuz. Bunca senedir İsviçrede görememiştim, elli derece sıcaklıkta, Dubai'de görmek kısmet oldu :)

İsmi Ski Dubai olan böyle bir parkı, dünyada başka hiç bir yerde görmek mümkün değil. Dubai'nin mahşeri sıcağı ile mükemmel bir kontrast oluşturmuş.

Dubai'nin başka çekici bir tarafı ise yemeklerin bolluğu ve çeşitliliği. Her milletten insanın yaşadığı kent, her kültürün mutfağını da birlikte getirmiş.

Çölde kayak pistleri
Orada yaşayan bir arkadaşımızın deneyimleri eşliğinde bir akşam bir Güney Afrika, bir akşam da bir Arjantin restoranında, unutulmaz iki yemek yedik. Son birkaç yılın en güzel eti olarak kayıtlarımıza geçti.

Güney Afrika restoranında garsona Jelena'nın yaş günü olduğunu söyledik. Önceden planlanmış bu yalan sonucunda, hepsi Afrikalı garsonlar, yerel kostüm ve enstrümanları (tamtamları) ile inanılmaz bir gösteri yaptılar. Jelena biraz utandı ama biz çok eğlendik.

Arjantin restoranı ise hat safhada snob'du. Yiyeceğimiz ineğin neredeyse genç kızlık soyadını bile söylediler. Sonrasında da, dakikalarca anlattıkları etlerinin özelliklerinden sınava soktular. Ancak mükemmel Arjantin şarapları, snob'luklarını fazlasıyla affettirdi.

Şimdi, isterseniz burada duralım ve bir ara toplam alalım.

Size anlattıklarım kuşkusuz ilginç ve görülmeye, yaşanmaya değer şeyler. Ancak dikkat ettiniz mi bilmiyorum, ne bir Arap ülkesi olan Birleşik Arap Emirlikleriyle, ne de bir Arap şehri olan Dubai ile ödeşleştirilebilecek şeyler.

Arap kültüründen, mutfağından, müziğinden, giyiminden eser yok. Daha ziyade, batı kültüründen seçmece kesilip, bir şehire sakar bir biçimde yamanmış parçalar. Aralarında bir uyum, bir süreklilik yok.

The Empire State Building, Manhattan'ın gerisiyle güzeldir. Bu binayı İstanbula dikerseniz, aynı etkiyi yaratamazsınız .

Çöl
Yine aynı şekilde, bütün bir şehri, batı kültürünün önemli bir parçası da olsa, sadece alış-veriş aktivitesini etrafına sarmalarsanız, şehrin kendisinden çalarsınız bence. Dünyanın en bilinen, en pahalı markaları da olsa, her gün, sabah akşam bu mağazaları gezerek hayat geçmez.

Hayatta, Jelena kadar alış verişten zevk alan çok az kişi tanıdım, ancak o bile, Mall of the Emirates'den sonra, "Yeter Bugi, sıkıldım artık, başka birşey yapalım." dedi.

Arap yarımadası, yada eski tabiriyle Arabistan'daki bu ilk deneyimimde, açıkçası daha fazla Arabistan görmek isterdim.

Yön levhaları ve metrodaki anonslar dışında Arapça konuşan kimse yok. Metroda bir sonraki istasyonun ismini anons ederken, "Merkez-i Ticari-i Alem-i", yani Dünya Ticaret Merkezi'ni duyduğumda sevindirik olmuştum. Çünkü, normalde, yolda yürürken Arapça yerine, ya Urdu, ya Hindu, ya da Asya dillerini duyuyorsunuz.

Çöl
Parmakla sayılabilecek kadar az, orijini Arap yarımadası olan insan gördüm. Sokaklar - pardon, AVM'ler, dünyanın her yerinden gelmiş, her milletten insanlarla doluydu.

Dubai, şu anki haliyle, kırkımdan sonra zengin olmuş birinin evine benziyor. Bir mobilya mağazasına gidip, en pahalı mobilyaları, bir uyum, bir konfor düşüncesi olmadan satın almış, ve rastgele evin içerisine serpiştirmiş gibi,

Kent, zaman geçip de kendi kişiliğini bulduğunda çok daha ilginç olacak kuşkusuz, ancak şu anda biraz nasıl söylesem, rüküş mü derler, siz bir kelime bulun artık.

Bu gezimiz esnasında, Dubai'nin dışına çıkma fırsatı bulduğumuzda ise gerçekten Arap kültürüyle karşılaşıp, mutlu oldum.

Dune Bashing
Bunlardan biri Dune Bashing (Kum Tepeleri Dövme) isimli safariydi.

Bir akşam, güneşin batmasına bir-iki saat kala, 4x4 arazi araçlarıyla çöle gittik. Arabada Jelena, ben ve Filipinli bir çift daha vardık.

Asfalt yoldan çıkıp, kumların üzerinde ilerlemeye başladığımızda, şoförümüz arabayı kenara çekti ve lastiklerin havasını indirdi.

Yeniden yola koyulduk ve çölün kum tepeli bölümüne geldik.

Bu noktadan sonra, arkadaşlar, neredeyse elli yaşıma kadar görmediğim, yaşamadığım bir araba yolculuğu yaşadım. O arazi aracı, kum tepeleri üzerinde son hızla, bir roller-coaster gibi, bir aşağı, bir yukarı, delice bir hızla gitmeye başladı.

Çöl Kampı
Şoför, tepeden son hızla inerken frene basıp, direksiyonu sağa yada sola kırıyor, araba iki tekeri üzerine yatıyor ve bir kum bulutunu havalandırıyordu. O kum bulutu küüt diye arabanın üzerine iniyor, bir süre bütün pencereleri kapkara yapıp bizi kör ediyor, sonra da çölün kuru havası nedeniyle, camlarda en ufak bir iz bırakmadan kaybolup gidiyordu.

Jelena bu hızlı araba işlerinden çok korkar. Ancak o arazi aracının içinde, ve gerçekten tehlikeli bir araba sürüşüyle, tepelerin üzerinde iki tekerin üzerine yan yatmışken bile Jelena arka koltukta neşeden çığlıklar atıyordu.

Bir yarım saat sonra durduğumuzda şoförün yanına gidip elini sıktım ve "Senin gibi araba kullanan birini ilk defa görüyorum." dedim.

Develer
Tam güneş batarken, çölün ortasında bir kampa ulaştık. Bu kampta isterseniz develere, isterseniz Quad isimli çöl arabalarına binip gezebiliyorsunuz.

Sonrasında yer sofrasına oturup, kuskuslu, şiş kebaplı mükemmel bir Arap yemeği yedik. Üstüne bir de dansözlü falan bir şov izledik.

İkimiz de çok eğlenmiştik. Bu turun sonunda ilk defa Arabistanda olduğumuzu hissedebildik. Bana sorarsanız, 3D IMAX film izlemekten daha zevkli, yada mekana çok daha uygun.

Bir sonraki gezimiz ise BAE'nin başkenti Abu Dhabi'ye (Abu Dabi) oldu.

Şeyh Zaid Camii
 Abu Dhabi, Dubai kadar modern görünse de, hayat Dubai'ye göre biraz daha oriyental. Dubai'de şortlu, mini etekli kızlar her yerde görünse de Abu Dhabi'de pek göze çarpmıyorlar.

Dubai'den Abu Dhabi'ye gelirken otobüste Jelena ile yan yana oturabilirken, Abu Dhabi'de haremlik-selamlık ayrılmak zorunda kaldık. O otobüsün ön tarafına, ben arka tarafına...

Abu Dhabi'nin en görülmeye değer yeri, Büyük Cami, ya da Şeyh Zaid Camii.

Bembeyaz, harikulade bir cami. Çok yeni, ancak çok güzel yapılmış. Ziyaret edilmesi de çok rahat. Golf arabaları sizi kapıdan alıyor ve kadınların örtünmeleri için ayrılmış bir bölüme götürüyor. Kadınlar caminin dağıttığı siyah giysilerle örtünüyorlar ve içeri girebiliyorlar.

Caminin büyük bir avlusu var. İçerisi ise çok zevkli yapılmış. Dev avizeleri, güzelim bir halısı ve mermer sütunları var.

Şeyh Zaid Camii içi
Abu Dhabi'nin görülecek nesi var sorusuna tabii ki ilk cevap AVM'ler oluyor. Ancak ilginizi çekerse Ferrari World isimli bir eğlence parkı ve F-1 pistini de görebilirsiniz. Biz vakit darlığından bu son ikisini ziyaret edemedik.

İşte böyle...

BAE, eski deyişiyle nevi şahsına münhasır, yani kendisine özgü bir yer. Birçok şeyin en büyüğü, en yükseği bu küçük ülkeye sığdırılmış.

Her yerde alım, ışıltı, şaşaha, yani kısaca para görüyorsunuz.

İşte bu yüzden, ziyaret ederken çok ilginç geldi ve fazlasıyla zevk aldım.

Jelena, başı örtülü, camiin ana salonunda
Ancak bir daha gelir miyim sorusuna, ne kadar uğraşsam da evet cevabını verebilmek için bir neden bulamıyorum.

Kalın sağlıcakla...

30 Eylül 2014 Salı

Dubai - Parası Neyse...

Uçakta, önümüzdeki sırada, sağlı-sollu beş kadın oturuyordu. Beşi de simsiyah çarşaf içerisinde, ayak uçlarına kadar örtülüydüler. Her nedense sadece bir tanesi peçe takmıştı. Diğer dördünün yüzleri açıktı.

Dubai'ye uçuyoruz
Toplum içerisinde bir guruba çok dikkatli bakmak ayıp sayılsa da, ister istemez bu beşliyi izlemeye başladım.

Uçak kalktıktan bir süre sonra şort ve tee-shirt'üyle evin erkeği geldi. Beşiyle de tek tek konuştu, anlayabildiğim kadarıyla şakalar yaptı, sonra da dönüp yerine oturdu.

Eşim Jelena, bu aileye benden daha fazla dikkat kesilmişti. Olasılıkla, İslam'ın bu en koyu halini ilk defa yakından görüyordu ve bu yenilik ciddi olarak ilgisini çekmişti.

Sonrasında birbiri ardına sorularını yağdırmaya başladı.

"Niye sadece biri yüzünü tamamen örtmüş?", "İslam dört eşe izin vermiyor muydu, niye beş kadın var?", "Yüzü örtülüyken kadınlar nasıl yemek yiyebiliyor?", "Kadınlar arasında bir hiyerarşi var mı, yoksa hepsi eşit mi?", "Evde yalnızken de örtünüyorlar mı?", Vesaire, vesaire..

"Bilmiyorum." dedim. Hiç bir çarşaflı, peçeli yada birden fazla eşli bir aile tanımadım hayatım boyunca. Hele ki Arap göreneklerine fazlasıyla yabancıyım. Nereden bileyim beşi birden karısı mı, yoksa biri yada birkaçı adamın çocuğu, akrabası falan mı? Evde nasıl davranırlar yada aralarımda bir rütbe farkı, kıdem farkı var mıdır?

Ancak bu peçeliyken nasıl yemek yeniyor sorusu ilginç gelmişti. Daha önce hiç düşünmemiştim açıkçası...

Yemek servisi esnasında soru yanıtını buldu. Kadın peçesini aşağıya çekip yemeğini yemeye başladı. Bu arada Ben de yüzünü görme fırsatını buldum. Belki de gizlemek istediği için daha fazla dikkatimi çekmişti, bilmiyorum...

Yüzünü örten kadınların hep yaşlı olduğunu düşünürüm nedense. Bu hanım ise zar zor yirmi yaşındaydı. Yüzü açık diğer dört kadın, koyu tenleri ile tipik birer Arap izlenimini verseler de, peçeli olan sonuncusu hiç de Arap'a benzemiyordu. Hatta neredeyse kesinlikle Avrupalıydı diyebilirim.

Tanıyanlarınız bilir, bu örtünme işini kesinlikle onaylamasam da, insanların seçimlerine duyduğum saygı bu fikrimi bastırır. Bu nedenle kendimi zorlayıp, bu aileyi gözlemlemeyi bıraktım.

Varış noktası Dubai olan bir uçakta Arap yolcu görmek normaldir diye düşünebilirsiniz, ancak uçakta bu aile dışında neredeyse başka hiç Arap yolcu yoktu.

Uçağın geri kalanına baktığınızda, Dubai'den ziyade bir Karaçi uçuşunu andırıyordu. Çünkü, uçağın çoğunluğu Pakistani, yada Hintli yolculardan oluşmuştu. Hatrı sayılır miktarda da Asyalı, yani çekik gözlü yolcular vardı.

Yolcuların bu dağılımı, aslımda Dubai'nin, yada geniş anlamıyla Birleşik Arap Emirliklerinin nüfus yapısının bir örneğiydi denilebilir. Dokuz buçuk milyona yakın nüfusun sadece bir buçuk milyonu Emirliklerin "yerlisi". Geri kalan sekiz milyon ise tümden yabancı.

Bu yabancıların çoğunluğu ise Pakistan, Hindistan yada Bangladeş gibi fakir Asya ülkelerinden.

Yabancıların çoğu inşaat sektöründe çalışmakta. Aldıkları ücret uluslar arası normlara göre düşük olsa da, geldikleri ülkelere göre bir servet sayılabilecek kadar yüksek. O yüzden hepsi BAE'de yaşayıp çalışmaktan fazlasıyla memnun.

Bir başka gurup yabancı ise Batı Avrupa'dan, özellikle Birleşik Krallıktan. Bu kişiler, "beyaz yakalı" şeklinde tanımlanan, yüksek maaşlı, ofis işlerimde çalışmakta. Bu tip işler de Dubai başta, BAE'de fazlasıyla var, çünkü Emir, büyük bir başarıyla Dubai'yi, Orta Doğu'da iş yapan çok uluslu şirketlerin tartışmasız merkezi haline getirmiş.

BAE'nin başkenti, ilk akla gelenin aksine Dubai değil, Abu Dhabi. Ülkenin gelirinin büyük parçası petrolden gelmekte ve petrolün en bol olduğu yer de Abu Dhabi emirliği. O yüzden düdüğü de Abu Dhabi çalıyor. Dubai'nin zaten göreceli olarak az olan petrolü ise bitti bitecek durumda.

Aslında başkentin neresi olduğu çok da önemli değil, çünkü, mutlak bir monarşi olan yönetimde meclis, senato gibi parlementer bir organ ve bu organların toplandığı bir başkente gerek de yok.

Bu hakımdan ilginç bir yer BAE.

BAE, aslında sadece bu bakımdan değil, ilerde anlatacağım birçok bakımdan da ilginç ve kendisine özel bir yer. Üç kuruşluk gezmişliğimle söyleyebilirim ki hayatımda Dubai gezimize kadar, benzeri bir yer görmemiştim.

İşte bu yüzden dünyanın en uzun, en yüksek, en büyük, en bilmemne sözcüklerini sıkça kullanacağım bu yazıda.

Ancak BAE'yi farklı kılan sadece kırdığı rekorlar değil, onu ilginç, hatta acayip yapan birçok özelliği var. İyisi mi biraz sabredin, size yavaş yavaş anlatayım.

Haydi, ilk olarak havadan sudan konuşalım.

"Cehennem gibi!", "Yanıyor" yada "Cayır Cayır!" benzeri yüksek sıcaklığı tasvir eden tamlamaları birbirine ekleyin, sonra bunları dört ile çarpın, alın size BAE'nin havası.

Mahşeri bir sıcaklık!

Sahara çölünün ortasında bile bu kadarını görmemiştim. Hem sıcak, hem de nem, dışarda dolaşmayı pratik olarak imkansız hale getirmekte.

Ve lütfen dikkat! Size rahatınızı bozacak, keyfinizi kaçıracak bir sıcaklıktan değil, alışık değilseniz hayatınızı tehdit edebilecek kadar yüksek bir sıcaklıktan bahsediyorum.

Size bir iki rakam vereyim, daha iyi anlayacaksınız.

Uçağımız indiğinde saat sabahın üçüydü. Güneş çoktan batmış, ısınan toprak ısısını verip soğumuştu. Sıcaklık ise otuz dört dereceydi.

Abu Dhabi'den dönüşümüzde otobüsümüz Dubai'ye ulaştığımda güneş tamamen batmış, hava kararmış, sokak lambaları yanmaya başlamıştı. Sıcaklık kırk dereceydi.

Öğlen vakti metrodan bir durak erken inmiş, iki kilometre kadar yürümek zorunda kalmıştık. Böyle bir hatayı hayatım boyunca bir daha yapmayacağımdan emin olabilirsiniz ama tecrübesizlik işte, denemiş olduk.

Her yüz metrede bir insanların oturduğu apartman bloklarına girip lobilerinde soğuyorduk. Kafamdan aşağı litre litre su döktüm, yine fayda etmedi. Sıcaklık kesinlikle elli derece civarındaydı!

Rivayete göre, kışın, birkaç ay boyunca sıcaklık, dışarda yürünebilecek seviyelere düşüyormuş. İnanması güç ama "Aman ne iyi!" demekten başka yapacak bir şey de yok.

Binalar arası geçişler çoğunlukla tünellerden
Sözün kısası, BAE, sadece kapalı alanları kullanarak ziyaret edilebilecek bir ülke. Eğer biraz dişinizi sıkarsanız, dışarda on-on beş dakika kadar kalabilirsiniz, ancak fazlası zorlama olur.

Hayat da bu yüksek ısıya uyum sağlamış. Örneğin, her binanın önünde bir parça bulunsa da, kimse dışarda yürümediği için kaldırımlar önemlerini yitirmiş durumdalar. Gelişigüzel, binaların arasına serpiştirilmişler ve devamlılık göstermiyorlar. Her elli metrede bir kaldırım bitiyor, ve kendinizi bir yolun ya da inşaatın ortasında buluyorsunuz.

Bazı binaların önünden geçerken ise, eğer şanslıysanız, "Foşşş" diye başınızdan aşağı klima sıkıyorlar :)

Kullanılmadığı için kaldırımlar pek yok
Taksiler, Avrupa'daki belediye otobüslerinden ucuz, ve söylemeye gerek bile yok, hepsi klimalı. İnsanlar, dışarda, sadece koşup, bir taksiye binene kadar kalıyor.

Metrolardan indiğinizde, üzeri kapalı, klimalı, saydam tüneller içinde, kilometreler boyunca yürüyen platformlara binip, güneşin altında kavrulmadan, bir yerden bir yere gidebiliyorsunuz. Şehrin kendisini de ancak bu tünellerde görme şansınız oluyor, çünkü binalar o kadar yüksek ki, takside yada metroda tamamını görmek imkansız.

Bu dayanılmaz sıcaklık yüzünden, ben, gezi boyunca, kendimi, bir akvaryum içine hapsolmuş balık gibi hissettim.

Sıcak havayı bir kenara koyalım ve başka taraflara bakalım.

Dubai'nin başka ilginç bir özelliği ise inşaatların çokluğu.

Herhangi bir pencereden dışarıya baktığınızda, bir inşaat manzarası görmemek imkansız. Her yer inşaat!

Ancak bu inşaat bolluğu, ilk bakışta tahmin edebileceğinizden çok daha az rahatsız ediyor insanı, çünkü, sıcak yüzünden zaten dışarda dolanma ve bu tatsız inşaat manzaralarını görme şansınız olmuyor.

Dubai, inşaatlarla büyüyen bir kent
Dubai, inşaatlarla büyüyen bir kent. talep o kadar yüksek ki, dünyada, hiçbir yerde göremeyeceğiniz kadar lüks daireler ve binalar, yine inanılmaz fiyatlara satılıyor.

Herkesin korkusu da bu balonun patlaması.

Yapılan binaların çoğu gökdelen tabir edilen yüksek binalar. Dubai, Hong-Kong ve New York'un ardından dünyanın üçüncü gökdelen-yoğun şehri olarak sıralamaya katılmış. Bilgi olarak, İstanbul, aynı listede 29 numara.

Bu inşaat furyası, biraz da bol parayla ve modern olma hevesiyle birleşince, dünyada eşi-benzeri olmayan ilginçlikte yapılar ortaya çıkarmış.

Burj Khalifa
Bunlardan biri, dünyanın en yüksek binası ünvanına sahip Burj Khalifa. Anlamı Halife Kulesi. Yüksekliği ise, sıkı durun, 830 metre, yani neredeyse bir kilometre.

Akla zarar bir yükseklik bu, arkadaşlar.

New York'daki The Empire State Building'in iki katına yakın bir yükseklik. Çocukluğumun önemli bir bölümünde, Empire State Building, dünyanın en yüksek yapısıydı.

Burj Khalifa'nın 163 katı var! Biz 124'üncü katındaki bir gözlem platformuna kadar çıktık. Bindiğimiz asansör de dünyanın en hızlı asansörlerinden biriymiş, onu da ekleyelim.

Burj Khalifa'nın başka bir çok "en" 'leri var.

Örneğin su tesisatı.

Şimdi su tesisatının nesi özel diye sorabilirsiniz. Hemen söyleyeyim. Öncelikle bu binada günde tam tamına bir milyon litre su kullanılıyor. Bu bir milyon litre su, toplam uzunluğu yüz kilometre olan borularla taşınıyor. Bu yüz kilometreye, yangın söndürme ve klima için kullanılan borular dahil değil.

Burj Khalifa'nın tepesinden manzara
Suyu 830 metreye pompalamak da mümkün değil. O yüzden bina boyunca muhtelif katlarda rezervuarlar, yani depolar yapılmış. Su, taksit, taksit bir rezervuardan, diğer rezervuara pompalanıyor ve binanın en tepesine ulaşıyor. Buradan da yerçekimi sayesinde musluklara iniyor.

Binada 24 binden fazla pencere var. Otuz kişilik bir ekip, ancak dört ay boyunca durmadan çalışarak bütün pencereleri temizleyebiliyor.

Binanın en tepe noktası, rüzgar yada deprem esnasında bir buçuk metre kadar sallanabiliyor.

Binanın yerleşikleri ise Armani Otel, ofisler ve özel daireler.

Burj Khalifa'nin tek bir varolma nedeni var, o da "Dünyanın en yüksek binası bizde olsun", arzusu. Eh, dünyanın en çok parası da onlarda olunca, demek böyle arzular gerçekleşebiliyor.

Ancak, rivayete göre Suudi'ler bu işe çok bozulmuşlar ve yüksekliği bir kilometreyi geçecek bir bina üzerinde çalışmaya başlamışlar bile. Bakalım, hangisininki daha uzun olacak...

Bana göre fazlaca ruhu olmayan bir yapı, ancak gelin, hakkını teslim edelim. Dört bin yıl önce Piramitler ne ise, Burj Khalifa da günümüzde o. Azameti ile sizi küçültüyor, küçültüyor, öylece minicik bırakıyor. Yolunuz düşerse görmeden geçmeyin tabii ki.

Oceans Eleven filmini izlemeyeniniz yoktur herhalde. Filmin sonunda, çete üyelerinin bir araya geldiği ve sonrasında tek tek dağıldıkları ikonik bir sahne vardır. Bu sahnenin geri planında ise devasa bir Otelin havuzunda fıskiyelerle muhteşem bir su şovu görüntülenir.

Bu otel, Las Vegas'daki Bellagio Resort'dur ve her akşam bu muhteşem su şovu, mükemmel müzikler eşliğinde tekrarlanır. Çocuk gibi her gece izlerim, nadir de olsa Las Vegas'a yolum düştüğünde.

Burj Khalifa'nın havuzundaki su şovu
Neyse, işte bu bizim BAE'li arkadaşlar parayı bastırmış ve benzeri bir su şovunu Burj Khalifa'nın dibindeki bir havuza yaptırmışlar. Tabii ki sular Bellagio'ya göre daha yükseğe fışkırıyor, ses sistemi bilmem kaç kilowat daha yüksek falan ama...

Olmuyor abi işte. Parayla satın alınmıyor bazı şeyler. Müziklerin hafif oryantal olması biraz gıdıkladı ama, hepsi o. Yine de görmek isterseniz ismi Dubai Çeşmeleri, akşam sekizde şovları başlıyor.

Dubai'nin gerçek anlamda fenomenal, başka bir yapısı var ki, önünde şapka çıkarıp pes diyorsunuz.

Palmiye Adaları isimli üç tane insan yapısı adadan bahsediyorum. Bu adalar gerçekten palmiye ağacı şeklinde tasarlanmış. Her adanın bir gövdesi, sağa sola açılan dalları ve etrafında da yarım ay biçimli bir şapkası var. Bu adalardan ikisi hala yapım aşamasında, ancak biri tamamlanıp oturuma açılmış.

Palmiye Adaları
Devasa boyutlarda olan bu adalar yapımları tamamlandığında, Dubai'ye beş yüz kilometre sahil şeridi ekleyecekler. Bu adalar uzaydan görülebilecek kadar büyükler.

Ancak adalar bitmeden sorunlar başlamış. Tabiat ana kendisinden habersiz, deniz kumlarını araklayıp yığarak yapılan bu adalara oldukça içerlemiş ve yavaş yavaş erozyonla kumları geri almaya başlamış.

İnsanoğlu da erozyonu durdurabilmek için denizin başka bir köşesinden, tonlarca mercan kayalıklarını, içlerine dev matkaplarla delikler açıp, mercanları öldürmemesi için organik tutkalla doldurarak kaldırmış, bu kayaları erozyona uğrayan sahillere yamayarak arazi kaybını kontrol altına alabilmiş.

Kıssadan hisse, eğer paran yoksa Maldivler gibi doğal adalar bile batıp kaybolurken, paran varsa, Palmiye Adaları gibi suni adaları bile yüzdürebilirsin :)

Tamamlanmış tek Palmiye Adası Palm Jumeirah bu yüzden öncelikli ziyaret noktalarımız arasında ilk sıralardaydı.

Tek sorun, uzaydan görülebilecek kadar büyük bu adanın, Dubai'den görülebilecek bir izleme noktası olmamasıydı.

Eğer isterseniz bu adaların üzerine gidip yürüyebilirsiniz ama o palmiye şeklini görmek mümkün değil.

Asyalı bir hop-hop otobüs görevlisi kıza sorduk.

"Palmiye Adasını nasıl görebiliriz?"

"Göremezsiniz."

"Madem görülemiyor, o zaman niye yapmışlar?"

"Uzaydan görülebiliyor. Bir de helikopter turu alırsanız görebilirsiniz. Ben öyle gördüm."

Şimdi taa uzaya gitmek biraz masraflı olacak. O sıcakta da helikopter, neyin de hiç çekilmez. Başka bir çözüm bulmaya karar verdik.

İşin şakası bir kenara, bu derece önemli ve turistik bir yapıyı izleyemeyecek olmak aklıma hiç yatmamıştı.

Bir taksiye atladık ve adanın en sonundaki, Atlantis Oteline gittik. Yine devasa, bilmem kaç katlı, bir şehir kapısını andıran biçimiyle yüksek bir gökdelen.

Ada, bu binanın tepesinden mükemmel görülebilir.

Kapıdaki generale sorduk.

"Bir gözlem platformu var mı otelde?"

"Yok. Ama isterseniz akvaryum var, çok güzel."

Bana ne akvaryumdan. Biz Palmiye Adasını görmeye çalışıyoruz, sen akvaryum diyorsun...

"Peki otelde bir bar yada restoran var mı?"

"Var tabii."

"Kaçıncı katta?"

"İkinci..."

Olmayınca olmuyormuş, demek ki.

Ulvi Monorail!
Kapıdaki taksicilerden biri "Monorail'e binin, adayı görebilirsiniz." dedi. Monorail dediği de şu karnı yarılıp, içinden tek bir beton blok geçen tren.

Aklım kesmemişti ama ne yapalım, vardır bir bildiği deyip aldık biletlerimizi.

Yukarda, rayların kenarında tren ne zaman gelecek diye sorduğumuzda, görevli sanki anasına küfür etmişiz gibi baktı bize.

"O tren değil, MONORAIL!"

Demek Monorail kısmı önemliymiş.

Bütün Dubai bildiğimiz 'Stereorail' tren sistemini kullanırken, niye bu adaya Monorail yapmışlar, onu da anlamak mümkün değil zaten. Gittiği de üç beş kilometre, hepsi o. Anlaşılan, "bir de Monorail'imiz olsun anasını satayım, parasıyla değil mi.", deyip yaptırmışlar.

Monorail'in gülü
Manasız bir 'Monorail' yolculuğundan sonra, bizi adaya getiren taksiye bindiğimiz yerde indik. Tabii ki, ne adanın palmiye biçimini, ne de başka işe yarar birşey görebildik.

Ancak yılmamıştık.

Adanın tam karşısında, Dubai Marinası isimli bir semt vardı ve buradaki binalar o kadar yüksekdi ki, bırakın Palmiye Adasını, Basra Körfezi üzerinden Tahran'ı görebilirdiniz.

Bu binaların birinde bir gözlem noktası, bar yada restoran olmalıydı. Biz de başladık bir binadan diğerine koşmaya,

Bir saat boyunca gittiğimiz her bina ya apartman bloğu, ya da şirket bürosu çıkmıştı.

Son durağımız olan Prenses Kuleleri'nin görevlisi bizi Mariott Otel'e gönderdi. Otele ulaştığımızda ben Vietnam'dan kaçmış Rambo gibiydim. Beş dakika önce yarım litre suyu kafamdan aşağı dökmüştüm. Sonrasında çöl kumlu rüzgar ve inşaatların tozu da karışınca, yüzümden siyah renkli damlalar akmaya başlamıştı.

Jelena, "Bizi kesinlikle otele almayacaklar." dedi.

Haklı olabilirdi ama denemeden pes etmek de bir Türk'e yakışmazdı.

Şortumla, yarısı sırıl sıklam tee-shirt'ümle, fermuarları açık, içinden kablolar çıkmış, sallanan sırt çantamla hiç bozmadan kapıda bekleyen üç görevlinin tam üzerlerine yürüdüm. Geçerken de sanki smokinle yürüyormuş gibi hiç bozmadan "How ya doin' folks?" diye selamladım. Kapıcı da "Good afternoon sir." dedi.

Yemişlerdi.

İçerdeki bell-boy'a da yüzüne bakmadan "Observation Deck?" (Gözlem Platformu) diye sordum. O da arkamdan otuz beş mi kırk beş mi artık neyse, kat numarasını söyledi.

Mariott Oteli;nin barı
Mekan, bir Gözlem Platformundan ziyade bir Gözlem Bar'ı şeklinde tasarlanmıştı. Geniş pencereler mükemmel bir görüntü, bar da mükemmel içecekler sağlıyordu.

Palmiye Adası ise, uzaydan görüldüğü kadar net bir daire şeklinde olmasa da, bizim gibi fani terestrialler için yeterli sayılabilecek bir palmiye görüntüsü veriyordu. Hemen fotoğrafları çektik ve uzun bir süredir bağlanamadığımız İnternet üzerinden kendimizi güncelledik.

Haa, bir de gezinin ilk kırmızı şarabı bu manzaraya karşı tüketildi, onu da kayıtlarımıza geçelim.

Bu isteğe göre imalat adaların hikayesi bu kadarla kalmıyor.

Palmiye adalarının dışında World Islands (Dünya Adaları) isimli, başka bir akla zarar yapay ada gurubu daha var. Bu adalar da yine sahilden toplama kumları yığmak suretiyle yapılmış.

İlk kırmızı şarap
Özellikleri ise her bir adanın dünya haritası üzerindeki bir ülkenin biçiminde olması. Yani Almanya, İngiltere isimli ve biçimli adalar var. Türkiye adası var mı, bilmiyorum. Dünyanın bu bölümünde, (aslında birçok bölümünde olduğu gibi) bizi pek sevmiyorlar. Türkiye adasını yapmamışlarsa şaşırmam :)

Her ada beş-on villa yapılacak kadar büyük göründü gözüme, ama mesafe çok uzaktı, yanlış değerlendirmiş olabilirim.

Bu adalara yerleşim tam olarak başlamamış, ancak yakında bitirirler hayırlısıyla.

Neyse ki, bu kez uzaya gitmeye gerek kalmadan, Burj Khalifa'nın tepesinden bu adaları görmek mümkün oldu. Ben bir tele-objektifle resimlerini bile çekebildim.

Gelin size başka bir yapay adadan bahsedeyim.

Yine mi diyenleriniz için bütün sempatimle sizi anladığımı söyleyebilirim. Niye kafayı yapay adalarla bozmuşlar, ben de anlayamadım. Geçerli bir nedeni vardır muhakkak, ancak, bana henüz malum olamadı.

Burj Al Arab
Neyse, bu kez yapay adanın kendisinden çok, üzerindeki yapı önem kazanıyor. Bu bina bir otel, ismi ise Burj Al Arab, yani Arap Kulesi. Birkaç kaynak bu oteli dünyanın tek yedi yıldızlı oteli diye gösteriyor. Ben Antalya'da en azından yedi yıldızlı Rixos'u biliyorum, ancak hangi bilgi doğru, zamanın yargısına bırakalım.

Bu otelin dış görünüşü bir yelkenli gemiyi andırıyor. Eminim birçoğunuz biliyorsunuzdur, Dubai'nin simgesi olan, çok özel bir yapı. Dışında, yelkene benzer estetik bir iskelet, koca binayı ayakta tutuyor.

Otelin bir gecelik konaklama ücreti on iki bin dolar'a kadar çıkabiliyor. Müşteriler hariç, kimseyi içeri almıyorlar. Biz kapıya kadar gidip bir fotoğraf çekebildik. Ben en azından bir barına gidip birşeyler içebilmeyi umuyordum, ancak nafile...

Dubai'nin ikonik yapıları işte böyle. İnşaat sektörünün kentin önemli bir yaşam kaynağı derken ne kastettiğimi anlatmış olduğumu umuyorum.

Ancak Dubai ve BAE, tabii ki sadece dev yapılar ve yapay adalar değil. Bu kenti ilginç kılan diğer özellikleri bir sonraki yazıda, dilim döndüğünce anlatmaya çalışacağım.

Kalın sağlıcakla.

27 Eylül 2014 Cumartesi

Dubai - Bir Nefes Memleket Havası

Gurbette yaşamak zor iş anasını satayım. Türkiyenin durumu hepimizin malumu da olsa da, elde değil özlüyor insan, hatta üç gün geçirdikten sonra özlediğine pişman olacağını bilse bile.
İşte bu yüzden, eşim Jelena (Yelena) Dubai için Türkiye aktarmalı bir uçuş buldu diye kalbim ısındı bir anda. Hem de iki uçuş arasımda iki saat kadar bir süre vardı ve bu iki saat, benim için bir kebap, Jelena için de havlu, sabun, abajur gibi ıvır zıvır alabilmek için yeterli zaman demekti.

Bunun üzerine bir de abimle net bir saat de olsa görüşme fırsatı da çıkınca olay sadece bir Dubai gezisi olmaktan çıkıp mükemmel bir memleket ziyaretİne dönüştü.

Biz de o heyecanla bir cuma akşamı rotamızı Basel (Bazıl) havaalanına çevirip gaza bastık. Havaalanına olaysız ulaşmıştık.

Bu Türkiye uçuşlarının bir özelliği vardır. Havaalanında şöyle bir dolaşın, ilerleyen dakikalarda memlekete bir uçuş olup olmadığını hemen anlarsınız.

Bağıra, çağıra telefonda konuşanlar, etraftaki insanlara çarpa çarpa koşuşturan çocuklar, önce birden yanınızda biten, sonrasında sizle birlikte ilerleyen ve kıçın kıçın önünüze geçip sıraya kaynak olmaya çalışanlar, daha İstanbul'a gelmeden size hızlı bir Türkiye oryantasyonu yaptırırlar.

Biz de geleneksel, "Lütfen sıraya girer misiniz han-fendi?", "Ayyy, kusura bakmayın, gerçekten geç kaldım uçağa.", "Biz de aynı uçakla gidiyoruz han-fendi, geç kalmadınız." şeklindeki repliklerimizi icra ettikten sonra güvenliği geçip kapıya geldik. Jelena bile öğrendi, artık Türkçe 'Hayır' diyor bunlara.

Kapıda, biniş kartlarının kontrolü için, o sopalara bağlı şeritlerle labirent gibi uzun bir koridor yapmışlar. Labirentin tam girişinde İsviçreli bir çiftin arkasında sıraya girdik. Çiftin önünde de, bizden bir kız, kafasını eğip, burnunu telefonuna sokmuş, vık-vık text yazıyor.

Kontrol başladı ve insanlar biniş kartlarını gösterip, otobüse doluştular. Ancak bizim kız hala vık-vık yazıyor, öne doğru iletlemeyi reddediyordu.

Bu fenomeni tam olarak anlayabilmeniz için İsviçre halkını tanımanız gerekir arkadaşlar. İsviçreliler, gerçekleri tabii, "Haydi ilerleyelim" demenin ofansif olabileceğini düşünür ve büyük bir sabırla, son ana kadar önlerindekilerin, sıranın ilerlediğimi farkedip ileri gitmelerini bekleyebilirler.

Kızla bizim aramızdaki İsviçreli çift hiçbir harekette bulunmadan kızın ilerlemesini bekliyor, kız ise umursuzca telefonuyla oynuyordu. Bu çift uzun bir süre kızın arkasında hiçbir tepki göstermeden beklemeye devam edebilirdi

Onyedi senedir İsviçre'de yaşasam da, beni Türk yapan genlerim hala damarlarımdaki asil kanda mevcut olduğundan olaya müdahale etme gereğini duydum.

"Eksküze mua!" deyip İsviçreli çifti geçtim. Kız hala mesaj yazıyordu.

Kız yokmuş gibi yürüyüp labirente girdim.

Kız bu İngilizce de "Near Miss" yani "Yakın Geçişten" biraz rahatsız olmuştu ki, kafasını kaldırıp şöyle bir baktı bana, ve "Hey Allahım!" anlamında başını şöyle bir sağa sola salladı. Sonrasında iki adım kenara çekildi, ve mesajını yazmaya devam etti.

Kız sırada değildi!

Sadece kontrol sırasının girişinin tam önünde mesaj yazmaya karar vermişti. Uçağın yarısının arkasında biriktiğinin farkında değildi.

Yolcular, etrafını yıkmam diyen Tuna nehri misali biniş kartlarının kontrol noktasına doğru aktılar.

Kız hala mesaj yazıyordu!

Pegasus Havayolları'nın ikram menüsünde Muffin adı verilen ufak, mantar biçimli hamur işleri vardı. Hem Jelena, hem ben çok severiz muffin'leri kahve ile.

"İki kahve, iki muffin.", dedim.

Hostes kadın anasına küfretmişim gibi neredeyse bağırarak cevap verdi.

"Ne?"

"Doğru düzgün cevap ver lan kaltak..." şeklinde başlayan birkaç senaryoyu, olayın sıcaklığında şöyle bir değerlendirdim, sonrasında rezillik çıkmasın babında kibarca bir daha tekrarladım.

"İki kahve, iki tane de MAF-FİN, lütfen."

Ellerini iki yana açıp, "Anlamıyorum ki" biçiminde bir işaret yaptı. Sonra da karşısındaki erkek kabin memuruna dönüp, ağzını, burnunu yamultarak "Ne diyor bu?" gibisinden bir baktı.

Anlayacağınız, kaka gibi kaldım ortada, "Siz Türkler nasıl diyorsunuz, muffin işte." şeklinde.

Bu yeni insan türü "Homo Dingilus" yakın zamanda ortaya çıktı arkadaşlar. Sadece Türkiye'ye mahsus değil, haklarını yemeyelim, buralarda da çok var bunlardan.

Özellikleri, dişi olmaları ve "Bak kadınız diye öyle hareket yapma, alasını görürsün", motifiyle hıyar hıyar konuşmalarıdır. Facebook bunlarla dolu. Ortalama ayda bir, böyle bir müptezel çıkar karşıma, ipe sapa gelmez şeyler söyler, sonrasında da kaybolur, gider.

Neyse, dönelim konumuza.

Erkek kabin memuru "Şşşt!" diye kızdı buna, ve iki muffin çıkarıp verdi bize. Kahveler de sonradan geldi.

Muffin'i yerken bir daha düşündüm, gerçekten ukalalık mı yaptım diye.

İlk iş menüye baktım. Menüde "Muffin" yazıyor. Küçük puntoyla da açıklama koymuşlar. "Ahududulu Çörek" şeklinde. "Çörek", çok genel bir tanımlama. Muffin de dahil, birçok hamur işine çörek denilebilir.

Sadece Türkçe konuşmak için de "Hanfendi bana bir 'ahududulu çörek' verir misiniz?" demek ise gerçekten komik geldi kulağıma. Muffin, muffin'dir işte. Herkes, en azından görevi, onu satmak olan herkes, bilir ne olduğunu.

Sonra, uluslararası bir uçuşta herkes Türkçe sipariş verecek diye bir kural da yok. Türkçe bilmeyen herkes, menüde yazdığı şekilde "Muffin" isteyecek. Bu hıyar da, hepsine, ağızını, burnunu yamultup "Ne diyor bu?" mu diyecek?

Kaotik bir süreç sonrası uçaktan inmiş, bizi terminale götürecek otobüsün içerisinde, yolcuların gelmesini bekliyorduk. Bu otobüslerin yerine elden geldiğince jetway denilen körükler kullanılsa da Avrupa'da arada bir otobüslere denk gelirsiniz.

Bizde ise biniş ve inişlerin çoğunluğu otobüslerle yapılır.

Ve bu otobüslerde yine sadece Türkiye'ye özgü bir fenomen çıkar karşınıza.

Telsiz!

Medeni ülkelerde otobüs sessizdir. İnsanlar sakince terminale yada uçağa gitmeyi beklerler.

Bizde ise o tanrının cezası telsizin sesi sonuna kadar açılır ve otobüsteki herkes zorla, cazır-cuzur o anlamsız konuşmaları dinler.

Çünkü telsiz, otobüs şoförünün kendini önemli hissetmesi için, tanrı vergisi bir araçtır.

"626 için gecikmeli yolcu kapıda. DİNG!, KKKK!"

"Ben hemen aracı gönderiyorum. Lütfen bilgilendirin. DİNG!, KKKK!"

Sesi sonuna kadar açık telsizin ufacık hoparlörü yüzünden kulaklarınız yırtılacakmış gibi olur, bu canhıraş seslerden.

Dayanamadım, İngilizce "Rehineleri kurtardık, üsse dönüyoruz. DİNG!, KKKK!" diye telsizi taklit ettim. Sonra da kendi kendimi cevapladım. "Sizi bastırma ateşiyle koruyoruz. İlerlemeye devam edin. DİNG!, KKKK!"

Bir iki yolcu güldü, bir ikisi de anonsları ve silah sesi taklitleriyle olaya müdahil oldu.

Hep beraber güldük.

İşin komiği, telsiz otobüste cayır cayır bağırırken, şoför otobüsün içinde bile değildi.

Terminale ulaştık ve Pegasus hava yollarının transfer gişesine gittik. Dubai uçuşu için biniş kartlarını alırken, gişedeki görevliye sordum.

"Kebapçı hangi terminalde?"

Adam bana baktı, baktı ve:

"Abicim, şimdi pasaportu geç, kapının önünden taksiye bin, Kurtköy'de bulursun kebapçı."

Başka birisi araya girdi.

"Boşver Kurtköy'ü, Pendik'e gitsinler. Kebap orada çok iyi."

Yine kanım tepeme çıktı.

Aslında ben Bursa'da da çok iyi bir kebapçı bilirim. Bir otobüslük uzaklık. Oraya da gidebiliriz, bir gözümüzü karartsak.

"Kardeşim, verdiğin biniş kartındaki saate baksana. Uçağa nasıl yetişiriz Kurtköy'e gidersek?"

Havaalanında kebapçı olduğuna emindim. Bir daha sordum.

"Emin misin havaalanında olmadığına?"

Şimdi kalbimi kırdın abicim bakışıyla ciddileşerek cevapladı.

"Yok beyefendi."

"N'apalım...", dedik ve kartları alıp ilerledik. Bizim konuşmamızı duyan gençten bir Pegasus görevlisi kulağıma fısıldadı.

"Abi, geliş terminalinde, Dönerci Usta'da var iskender. Bu bilmez onları.".

Gerçekten de vardı....

"Bize üç iskender!"

"Abicim İskender kalmadı."

"Nasıl kalmadı? Bu koca döner ne?"

"Abi sos bitti."

"Canım kardeşim, taa iki bin kilometreden geldik İskender yemek için."

"Abi, o zaman sen bi beş dakika bekle..."

On dakika bekledim, yine gittim.

"N'oldu bizim iskenderler?"

"Abi bir üç dakika daha..."

Böyle, böyle bir yarım saat geçti ama sonunda alabildik iskenderleri...

İskender
Bir saatlik süreye hem İskenderi, hem de abimle hasret gidermeyi sığdırabilmiştik. Biriken konuları, konu başlıklarıyla kısaca birbirimize aktardık.

Çıkış kapısına geldiğimizde, ortalık görünümü güzel de olsa ruhu itibarıyla otuz sene öncesinin Ankara otobüs terminalini andırıyordu.

Tamamen bir başıbozukluk hakimdi.

Elinde telsiz, muhtemelen bir Homo Dingilus olan kız "Münih yolcusu vaaar mı?", diye hem yürüyor, hem de yırtıyordu kendisini. Niye akıllı biri gibi anons yapmadığı yada Türkçe bilmeyenlerin bu çığırtkanı nasıl anlayacağı başka bir konu tabii ki.

Ne olduğunu anlayamamış, şaşkın şaşkın etrafa bakınan bir iki yabancı yolcuya durumu anlattım.

Başka bir görevli, hem bir tekerlekli sandalyeyi itiyor, hem de yırtınıyordu. "Oysan Örmen!, Oysan Örmen!".

Kapıda bekleyen birinin önünde durup sordu. "Oysan Bey siz misiniz?". Adamın nasıl gücüne gittiyse, "Sakata benzer bir halim mi var?", diye çıkıştı. Bu arada Oysan Örmen kalabalıktan çıkıp geldi. Bey değil, bir hanımmış.

Kapı numaraları anons yapılmadan değişiyor, insanlar bir o tarafa, bir bu tarafa koşuşturuyorlardı. Her görevlinin belinde sesi sonuna kadar açık bir telsiz, cazır-cuzur bağırıyor, tam anlamıyla bir hengame yaşanıyordu.

Üzüldüm tabii bu haline ama elden ne gelir? Medeni olabilmek için ilk önce medeni olmayı istemek gerekiyor işte.

Bu iki saatlik Türkiye havası, özlem falan bırakmamıştı içimde. Bir an evvel uçağa binip gitmek geldi içimden.

Hedef, dünya turizminin yeni gözdesi Dubai kentiydi...

13 Eylül 2014 Cumartesi

Biraz da Politika...

Fiziğin babası sayılan Newton'ın (Nütın) hareketin doğasıyla ilgili üçüncü kuralı der ki:

"Her hareket için, ters tarafa aynı güçte başka bir hareket oluşur."

Tercümemdeki eksiklikleri bir kenara bırakıp lütfen yeniden okuyun ve hazmetmeye çalışın (For every action, ther is an equal and opposite reaction).

Siz yere bastığınızda ağırlığınız kadar bir güçle yere, aşağı doğru bir baskıda bulunurken, yer de sizi aynı miktardaki bir güçle yukarı iter. 

Bu kural sadece fizikte değil, başka bir çok sosyal alanda da geçerlidir.

Mesela her kahramanın bir düşmanı vardır. Superman ile Luthor, Holmes ile Moriarty, Skywalker ile Vader, Tommiks ile Binbirsurat, vs. Çünkü kahramanın yalnız kalması eşyanın doğasına aykırıdır. Kahramanı kahraman yapan, aynı güçte bir düşmanın bulunmasıdır.

Bu örnekleri genişletebiliriz. Kürtlere yapılan baskı, kürt milliyetçiliği ve PKK'yı, başörtüsüne ve dine yapılan baskı Hüloooğğ'ları yaratmıştır. Burada şu haklı, bu haksız, şunun yanında, bunun karşısındayım tartışması yapmıyorum, sadece olayların oluşum ve gelişim nedenlerini sıralıyorum. Doğru herzaman haklı, haklı da herzaman doğru değildir. Bu arada bu son söz bile Newton'ın kuralını doğruluyor.

Yine soğuk savaş ABD kadar güçlü bir SSCB yaratmıştır. İlk nükleer silahı yapan da, kullanan da ABD olmuştur. Bu gerçek, SSCB'nin de nükleer silah yapıp benzeri bir askeri doktrin edinmesini sağlamıştır.

SSCB'nin çökmesi ABD'yi tek süper güç olarak bırakmıştır. Ancak Newton'ın kuralı burada da işleyecek, tek kutup kendine eş ve denk bir karşı kutup yaratacaktır.

Netekim bu süreç başlamıştır.

Şanghay paktı mıdır, üçlüsü müdür, beşlisi midir, her ne ise Rusya ve Çin'i birleştirmiş, Hindistan ve Pakistan'ı da alarak batıya denk olmaya çalışan bir güç olmaya başlamıştır.

Eski Yunan ve Roma'yla başlayan şehir devletleri egemenliği, yerini ortaçağda Haçlılar yada Osmanlılar örneği din devletlerine bırakmış (bizim yüzde elli de işte burada videounun durdur tuşuna basıp beynini stop etmiş), Yeni Çağ'da din devletleri sınırları bugün çizili ulusal devletlere, Modern Çağ'da da ulusal devletler ABD ve AB örneği ticari topluluklara evrilmişlerdir.

İşte Hindistan ve Pakistan gibi iki düşman devleti bile Şangay topluluğu altında biraraya getirebilen motif, yani dürtü ticaret yapabilme, refahı artırabilme çabasıdır. Bu toplulukta yakın zamanda İran ve Orta Asya Türk devletlerini tamamen işlevsel biçimde katılmış olarak görmek hiç de sürpriz olmayacaktır.

Bu yeni oluşum, bugün çeplerindeki parayı birbirlerinden saklayan karı-kocalar gibi davranan Avrupa devletlerini de gerçek eşitlik tabanında biraraya gelmeye zorlayacaktır. Bunu yapabilirler mi bilinmez. Avrupa'da herkes herkes'den hoşlanmamak için bir nedene sahip. Ben bunun değişeceğini, en azından kısa dönemde beklemiyorum.

Parayı korumak herzaman güç gerektirir. Zengin olup da savunmasız olunmaz. Hem Çin, hem de Rusya bu güce sahiptir ve Ukrayna örneğinde olduğu gibi bu güçünü yavaş yavaş göstermeye başlamıştır.

Gelelim Türkiye'ye.

Bu ortamda Türkiye'nin eline önemli fırsatlar geçecektir. Jeopolitik konumu ve gücü yüzünden her iki kutup da Türkiye ile flörtü deneyecektir.

Bu fırsatları değerlendirebilmek için de yetkin ve ehliyetli bir yönetim gerekmektedir.

Gerekmektedir de.....

9 Eylül 2014 Salı

Oslo

Güney Fransanın hani şu üstsüz film yıldızı adaylarıyla ünlü Cannes şehrinin yine en ünlü La Croisette caddesinde, yine en az bu cadde kadar ünlü Carlton isimli bir otel bulunur.

İsmini, cismini, ününü, şanını, şöhretini bilmeseniz bile, La Croisette'de yürüyüp Carlton Otel'i farketmemeniz imkansızdır. Devasa, tarihi binası, bütün azametiyle size "Hop bilader, ben buradayım, bakmadan geçme!" der.

Bu otel 1911 yılında hizmete açılmış, ünlü olduğu kadar da tarihi bir mekandır. Yine herkesin bildiği Cannes Film festivali sırasında, konaklanması en havalı ve en sosyetik oteldir.

Varlığı boyunca bu otel birçok ünlü kişiliğe ev sahipliği yapmış, otelin lobisinde ve çevresinde filimler çekilmiş, konserler düzenlenmiştir.

Örneğin benim yaşıtlarımın çok iyi hatırlayacağı Elton John'ın I'm Still Standing şarkısının klibi bu otelde çekilmiştir.

Yine başrollerini Grace Kelly ve Cary Grant'in oynadığı To Catch a Thief (Hırsızı Yakalamak) ile, Goldie Hawn'un There's a Girl in my Soup (Çorbamdan Kız Çıktı) filmleri hep bu otelde çekilmiştir.

Bu otelden nasibini almış tarihi kişiliklerden biri de bir ben şahsım olmuştur :)

Carlton'da kalmış olmasam da Güney Fransa'yı ziyaretlerimizden birinin esnasında eşim Jelena'nın (Yelena) annesi ve babasıyla birlikte, bu otelin bahçesindeki barında bir kaç kadeh içmişliğimiz vardır.

Jelena'nın babası bu jet-set, sosyetik dedikodulara, hangi ünlü kimle, ne yapıyor meselelerine fazlasıyla takılan biridir.

İşte Carlton'da, barda bir kadeh içerken, kader ağlarını örmüş, elli seneye yakın şanssız hayatımın zincirlerini kırmak üzere bütün hazırlıklarını tamamlamıştı.

İçkilerimizi söylemiş, fındık-fıstıklı girizgahı yaparken bir anda bardaki herkes ayaklandı. Ben tam "Lan n'oluyor?" derken, ellerinde bazuka kılıklı tele objektifleriyle bir gazeteci ordusu, üzerlerindeki kalite elbiseleriyle hiç uyum göstermeyen obez neferli, bir goril ordusu ile birbirine girdi.

Çat-çut flaşlar patlarken, ufak tefek bir kadın ve bir erkek başlarını önlerine eğip hızlı adımlarla otelden çıktılar ve kendilerini kapı önünde park etmiş bir limuzine attılar. Ortalık o kadar kalabalıklaşmıştı ki, limuzinin hareket etmesi imkansız hale gelmişti.

Benim kayınpeder "Aaa, bunlar bilmemkimle bilmemne!" deyip limuzine doğru doğru koştu ve kalabalığa karışıp kayboldu.

Aradan bir yarım saat geçti, gecmedi, kayınpeder mutlu bir biçimde geri dönüp bize katıldı.

Bu olay tam onun ağızının tadındaydı.

Ben de bir anda "Lan damata bak, bizi öyle bir yere götürdü ki, bilmemkimle birlikte aynı mekandaydık." mertebesine yükseldim.

Bu arada yanlış anlamaları önlemek bakımımdan bu cemiyet hadiselerinden hiç anlamadığımı belirtmek isterim. Ben uzun bir süre Brad Pitt'le Nicole Kidman'ın birlikte olduklarına inanmışken, Jelena bana Kidman'ın Pitt'le değil de Tom Cruse ile evli olduğunu ve bir iki yıl önce ayrıldıklarını, gururumu fazlaca incitmemeye çalışarak anlatmıştı.

Carlton böyle şanlı, şöhretli bir otel işte.

Biz de Jelena'yla 2015 yılbaşını, paraya kıyıp bu otelde karşılayalım istedik ve rezervasyon yapmak üzere bir fiyat aldık. Odanın bedeli biraz canımızı acıtsa da boşver anasını satayım deyip okeyledik. Bu plan başka sebeplerden dolayı yürümedi ama konumuz bu değil.

Şimdi sizi Güney Fransa'nın en seksi, en trendi köşesinden alıp kuzey kutbu yakınlarına, Norveç'in başkenti Oslo'da kaldığımız otele getireyim arkadaşlar.

İsmi bende saklı bu otel, üç yıldızlı, temiz ve güvenli olsa da bütün cazibesiyle beş yıldızlı, içinde filmler çekilen konserler verilen Carlton Otel'e kıyasla başka bir evrende varlığını sürdürmekte.

Odasında sadece bir duş ve lavabo var. İki plastik bardak ve bir çöp tenekesi dışında hiçbir bir lüksü yok. Minibar, şampuan, pamuklu çubuk falan hak getire.

Ve, ister inanın, ister inanmayın arkadaşlar, Oslo'daki üç yıldızlı bu otelin konaklama bedeli, Cannes'daki Carlton Otel'in yeni yıldaki konaklama bedelinden daha yüksek!

İşte size Oslo'nun, ya da daha geniş olarak Norveç'in hikayesinin özeti.

İsveç, İskandinavyanın çalışan, Danimarka bohem ve Finlandiya da dışlanmış fakir çocuğu ise, Norveç, bölgenin zengin şımarığı.

Çünkü Norveç'te, diğer İskandinav ülkelerinde olmayan iki şey var.

Fiyordlar ve petrol!

Fiyordlar, estetik olarak birer doğa harikası olsalar da, petrol bu ülkeye para ve refah getiren en önemli unsur olmuş. Arap ülkelerindeki monarşiler ve diktatörlüklerin aksine petrol geliri İskandinav medeniyetinin elinde bir zümreyi değil, tüm ülkeyi zengin etmiş, yaşam bakımından tam bir "Bal dök, yala!" haline getirmiş.

Kişi başına düşen milli gelir sıralamasında Norveç dünyada dördüncü sırada olsa da, 2014 yılı gelişmişlik indeksine göre dünyanın bir numarası. Yani dünyanın en gelişmiş, en uygar ülkesi! İnanılması güç boyutlarda bir sosyal sigorta ve sağlık sistemi var. Uçsuz bucaksız bir refah.

Ee, herkesin cebinde para olunca da fiyatlar almış başını gitmiş tabii.

Norveç şimdiye kadar bulunduğum en pahalı ülkelerden biri. Sadece üç yıldızlı oteller, Carlton Cannes kadar pahalı olmakla kalmamış, sabah içtiğiniz kahveden yürürken çiğnediğiniz sakıza, öğlen yediğiniz pizzaya kadar her şey misli ile fiyatlanmış durumda.

Pahalılık bakımından en abartılısı ise alkollü içecekler. İçkilerin fiyatı zengin Norveçlileri bile bağırtacak kadar yüksek.

Her akşam Oslo limanından devasa bir gemi Danimarka'nın başkenti Kopenhag'a gitmek üzere denize açılıyor. Bu gemi bütün gece yol alıp ertesi gün Kopenhag'a ulaşıyor.

Gemi Norveç sınırları dışına çıktığında - Norveç bir AB ülkesi değil, gümrüksüz içki fiyatları makul düzeylere geliyor ve Norveçliler de bütün maaşlarını içkiye yatırmadan gece boyunca demlenebiliyorlar. Bu yüzden oldukça popüler olan bu gezinin bir de resmi olmayan adı yerleşmiş. "Booze Cruise" yani "Kafa Çekme Gezisi"!

Yüksek fiyatları bir kenara bırakırsak, Oslo'nun gerisi beni çok fazla şaşırtmadı.

İskandinavya'nın diğer şehirleri gibi Paris yada Floransa örneği, aklınızı başınızdan alacak yapıları, anıtları, tarihi ve doğası olmayan, ancak temiz, uygar, yolları, kaldırımları, otobüsleri hep özürlüleri düşünerek yapılmış, aşırı derecede liberal, demokrat, özgür, sosyal, homoseksüellerin rahat ettiği, göçmenlerin bol olduğu ışıltılı bir şehir.

İskandinavya'nın bir Eyfel kulesi yada Louvre Müzesi olmasa da uygarlık, özgürlük ve liberallik bakımından ulaştıkları seviye bence en az bu anıtlar kadar önemli ve değerli. O yüzden arada bir ziyaret edip bir ülke ne kadar insanca yaşayabilir, görmek ve hatırlamakta fayda var.

Göçmenler demişlen, sıklıkla tanıdık sesler de duyuyorsunuz.

"A...a koduğumun ipneleri!"

Elele iki erkek (!) ve arkalarında gençten, biri sakallı, diğeri bıçkın, bizimkilerden iki tane numune.

Bir gülme geldi ve geçti. Türk olduğumu anlamasın diye renk vermedim ve yürümeye devam ettim.

Bizimkini bıraksan, döve döve islah edecek "ipneleri". Çünkü kendi ülkesinde yok zannediyor, buranın dejenereliğinden ürediklerine inanıyor hacı. Aslında memleketinde, Oslo'dakilerden fazla olduklarının, ama korkudan ortaya çıkmadıklarının farkında değil.

Bir de Hristiyan diye dinsiz, başı açık diye orospu, homoseksüel diye de sapık deyip aşağıladığı insanların ülkesinde niye kalıyor, o da başka bir soru tabii. Ancak soramıyorsunuz, çünkü beyin eski model, kaldıramıyor bu kadar yüklemeyi...

Konuyu kapatmak bakımımdan, ben homoları ne anlıyor, ne de yaptıklarını doğru buluyorum. Ama bana dokunmadıkları sürece ne halleri varsa görsünler, istedikleri gibi yaşasınlar diyorum.

Neyse, konumuz Türkiyenin sosyal problemleri değil, Oslo izlenimleri.

Oslo'nun nüfusu yarım milyon civarı. Etrafındaki köy ve kasabaları topladığınızda bölgenin nüfusu bir buçuk milyonu geçiyor. Zaten Norveç'in toplam nüfusu beş milyon civarı, yani İstanbul'un üçte biri kadar.

Oslo'dayız
Resmi dil Norveççe ancak diğer İskandinav dillerimden çok farklı değil. Norveççe, Almanca kökenli bir dil.

İskandinavya'yı dil bakımından benim için çok çekici bir gezi noktası yapan başka bir özellik ise hemen herkesin yüksek seviye İngilizce konuşması. Koyu kahverengi tuğlalı binaları ve her köşe başında bir 7 Eleven'ı da miksimize katınca, insan kendisini sanki Amerika'da hissediyor. Oslo'da İngilizce konuşarak yolunuzu bulmak, Miami'den daha kolay.

Arabaların çoğu Volvo, mobilyaların çoğu IKEA, biraların çoğu Tuborg ve tabii ki her köşebaşımda bir H&M mağazası. Bir de Bik-Bok isimli bir mağaza zinciri var ki sadece size ve bana ilginç gelecektir :)

Bir heykeller kenti
Şehrin gerisi ise binlerce heykel, park, bahçe ve güzelim yapılarla dolu. Heykellerin altını bir kez daha çiziyorum. Ben bu kadar heykeli Paris'te bile görmedim.

Para birimi Norveç Kronu. İsviçre Frankına çevrimi yedi olunca, fiyat etiketlerine ve özellikle bozuk paralarına alışmak biraz zaman alıyor.

Trenler dahil, hemen her yerde ücretsiz Wi-Fi bulmak mümkün. Norveçlilerin çoğu zaten evrime uğrayıp konuşmayı bırakmış, text'leyerek iletişim kuruyorlar :)

Oslo, Kophenag, Stokholm yada Helsinki'ye göre biraz daha aktif göründü gözüme. Gece hayatı kesinlikle daha hareketli. Şehir, geceleri sanki daha fazla renkli, daha fazla canlı.

Eski liman
Oslo aynı isimli bir fiyordun üzerine kurulmuş bir şehir.

Bu fiyordlar İskandinavya'da sadece Norveç'te var. Buz çağımda, buzulların kırılırken, kıyıları erozyona uğratmış ve deniz yüzlerce kilometre boyunca bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla karanın içine girmiş.

Oslo Fiyord'u göreceli olarak daha düz olsa da, kuzeye çıktıkça bu kıvrımların sağında ve solunda metrelerce yüksek, üstleri yemyeşil, dik yamaçlar bulunmakta.

Fiyordlar birer dünya ve doğa harikası arkadaşlar. Gelecek yaz bir gezi gemisi ile sekiz gün boyunca kuzeye çıkıp birçoğunu görme şansımız olacak.

Ancak dik yamaçlı olmasa da gelmişken Oslo Fiyordu'nu görmemek olmazdı. Ufak bir tur teknesi ile iki saatlik bir fiyord gezisi yaptık. Normalde Oslo Fiyordu'nun uzunluğu yüz kilometreden fazla, ancak biz bu kez içlerde kaldık.

Oslo Fiyordu
Fiyord boyunca herbiri yemyeşil birçok ada var. Bu adaların bazıları yerleşime açık. Yemyeşil ormanların içerisinde beyaz, kırmızı, sarı, mavi renklerde küçük, ahşap görünümlü, Norveç tarzı evler yapmışlar.

Adaların karayla bağlantısı ise genelde motor yada yelkenli teknelerle, fiyord donduğunda ise buzda yürüyerek yada kızaklarla sağlanıyormuş.

Fiyord boyunca kıyıda ve adalarda birçok marina ve deniz feneri var. Siyaha yakın renkteki kayaları, yemyeşil bitki örtüsünü ve masmavi denizi de ekleyince manzara düşlenmesi zor bir güzelliğe bürünüyor.

Oslo Fiyordu
Biz, bu tur boyunca çok güzel zaman geçirdik. Yolunuz düşerse mutlaka alın derim, ancak beklentileri belirlemekte fayda var. Eğer anıtsal yapıları ve ünlü yerleri seviyorsanız hayal kırıklığı yaşayıp bana kızmayın. Bu turda ne Viktorya şelalelerini, ne İskenderiye fenerini, ne de Kolosus'u göreceksiniz.

Oslo'da, hayatımda ilk kez bir trafik fenomenine rastladım. Yayalar için kullanılan trafik ışıklarında iki tane kırmızı var, üçüncüsü ise yeşil. İki kırmızı da beraber yanıyor, beraber sönüyor. Nedendir, çok düşündüm ama hala anlayamadım.

Sahil boyunca adımlarımız bizi şehrin neredeyse amblemi sayılabilecek Akershus kalesine götürdü.

Akershus, devasa bir Ortaçağ kalesi. Bir ucu deniz kenarında, diğer ucu da şehrin ortasında. Bu kale bir aralar hapisane olarak bile kullanılmış.

Akershus Kalesi
Sınırları içerisinde birçok bina, park, bahçe ve yolları var. Eski toplar, modern toplar, havanlar, obüsler, hatta bir M-48 Patton tankı bile görülebilir. Çok iyi bakılmış ve çok etkileyici bir yer.

Tek sorun, gezip bitirdikten sonra nasıl çıkılacağını bulmakta. Eğer birisi çıkış kapısına bir parça peynir koymazsa kale sınırlarını terketmek çok güç. Biz Jelena ile her yolun sonundaki kapıdan geçtiğimizde, "Tamam, şimdi çıktık." dedik ama yine kendimizi çitlerin, parmaklıkların arasında bulduk.

Yine kaleye yürüyüş uzaklığında, denizin kelimenin tam anlamıyla "üstünde", bembeyaz ve neredeyse bir stadyum kadar büyük, modern bir yapı bulunmakta. Burası Oslo'nun opera salonu. Onbinlerce izleyiciyi alacak kadar büyük ve gerçek anlamda mimarının sanatını konuşturduğu kaliteli bir yapı. Sonradan öğrendik, meğer bir Aysbergi, yani buz dağını sembolize ediyormuş.

Opera binası
Opera binasının üzerinden Oslo'nun mükemmel panoramik bir manzarasını görebiliyorsunuz. Ancak giderseniz mutlaka yanınıza bir güneş gözlüğü alın. Heryeri bembeyaz olan bu muazzam yapı bütün güneş ışığını yansıtıyor ve gözlerinizi açamıyorsunuz.

Opera salonundan çıkarken yine geleneksel olarak, "Vay anasını, adamların sanata verdiği değere bak, koca bina yapmışlar opera için. Bizde olsa..." geyiğine başladım kafamda ama, benim barbar beynime bile bu kadar da olmaz dedirtti.

Başımdan dedik zaten İskandinavlar modern, gelişmiş, evrimleşmiş insanlar diye ancak bu binanın boyutları gerçekten biraz abartılı. Neredeyse tüm Oslo halkına haftada üç gün opera dinletebilecek kadar büyük. Hani, biraz da "Biz moderniz, sanata değer veririz." diyebilmek için yapılmış gibi. Ben zannetmiyorum ki tüm Norveçliler sabah akşam opera dinliyor olsunlar. Arada Abba falan da çalıyorlardır değil mi?

Navigasyon yapıyoruz
Opera salonunun yine yürüyüş uzaklığında Oslo'nun Şehir Konağı var (City Hall'un Fransızcası olan Hotel De Ville'den uydurarak çeviriyorum, anlamı bizdeki Vali Konağı ve Belediye Sarayı karışımı yönetim binası).

Ancak bu Şehir Konağı, güzelim şehrin belki de en kötü yapısı. Çocuğunuza "Bak yaramazlık yaparsan seni buraya hapsederler." diyerek korkutabileceğiniz kadar kara, nemrut bir bina. Trip Advisor'da ziyaret edilmesi gerekli bir yer diye geçiyor ama nesi ziyaret edilir ben anlamadım.

Ancak bu kötü yapının hemen önündeki park bir harika. Önünüz deniz, liman ve Akershus kalesi, arkanız ise yine heykellerle, çeşmelerle, havuzlarla bezenmiş bir park. Jelena ile beraber burada bir güneş batımı yaptık. Öyle romantik yani...

Burada, limandaki metalik renkte modern bir dalgıç heykeli de görülebilecek ilginç kalemlerden biri.

Parkın sahil boyunca ilerisinde büyük bir meydan ve meydanın diğer ucunda ise Nobel Barış Ödülü Merkezi var.

Nobel Barış Ödülü Merkezi
Bilim dallarına verilen Nobel ödüllerine fazlasıyla saygı duyarım ama bu Nobel Barış Ödülü, ABD, Almanya, Fransa gibi güçlü devletlerin oyuncağı haline geldiği için en ufak bir şekilde ilgimi çekmedi. Obama ile Avrupa Birliğine bile verdiler bu ödülü.

Düşünün, Avrupa Birliğine Nobel Barış ödülü....

İnsanın anlayış sınırlarını zorlayan bir seçim. Avrupanın ortasında eski Yugoslavya birbirinin gırtlağına sarıldığında, binlerce insan ölürken bu "barışseverler" yıllarca oturup seyretti, askerlerinin burnunun dibinde katliamlar yapıldı ve hala birşey yapamadıkları için bütün sorunları Sırplara ihale edip yalvar yakar Amerikalıları yardıma çağırdılar.

Daha dün Avrupa Topluluğuna alacağız dedikleri dost, müttefik ve dindaşları Ukrayna parça parça olmuş, yavaş yavaş Rusya'nın eline geçiyor, yine insanlar birbirlerini gırtlaklıyor, ancak Avrupa Topluluğu Rusya'ya uygulamayı kararlaştırdığı komik yaptırımları bile hayata geçiremeyip, habire erteliyor.

Çok başınızı ağrıtmayayım. Avrupanın fazlasıyla seçici bir biçimde uyguladığı eşitlik, insan hakları, demokrasi anlayışlarının benzeri bir barışseverlik anlayışı vardır. Örneğin, "Bütün insanlar eşittir" derken, "Benim ülkemin, bana benzeyen bütün insanları eşittir" kastedilir.

Barışseverlik de aynı böyle sizin anlayacağınız.

Avrupa'nın barışseverlikten anladığı kendi ülkelerinin savaşmamasıdır, yoksa dünya barışına Nobel alacak kadar nasıl bir katkı sağlamışlardır, bilinmez.

Obama'ya verilen Nobel Barış Ödülünü tartışmaya bile değer bulmuyorum. Bu ödülü eğer hayatta olsaydı Cengiz Han'a vermek gibi birşey, bana sorarsanız.

Şimdi gel de Nobel Barış Ödülünü ciddiye al... Kayıtlarımız için bir-iki fotoğraf çekip yürümeye devam ettik.

Kısa bir yürüyüş bizi Oslo Katedraline getirdi. Boyutları çok büyük olmasa da, içi aydınlık ve oldukça renkli.

Parlemento Binası
Bizi Oslo Katedralinden, Karl Johansgate caddesine götüren yürüyüşümüz sırasında Noveç'in parlemento binasını ve bir Yunan tapınağını andıran Oslo Üniversitesini görme fırsatımız oldu.

Karl Johansgate caddesi bizim gördüğümüz kadarıyla Oslo'nun en renkli caddesi. Bir sıra Cafe ve Restoranın karşısında havuzlarıyla, "fışkiyeleriyle" ve tabii ki heykelleriyle yine bir cennet köşesi park, bu cadde boyunca dizilmiş.

Parkta çok ilginç bir şeytan heykeli var. "Nü" tarzı sanata duyarlıysanız geçerken gözünüzü kapatın. Yeteri kadar liberalseniz mutlaka görün.

Karl Johansgate'in bitiminde ise Norveç'in kraliyet sarayı var. Ancak o kadar mütevazi bir bina ki bizimkinin yeni Cumhurbaşkanlığı binası bile bundan beş kat daha azametli.

Etrafı heykellerle çevrili "fışkiyeli" havuz
Sarayın birkaç kilometre ilerisinde ise, belki de Oslo'nun en fazla görmeye değer yeri olan Heykel Parkı bulunmakta.

Adından da anlaşılacağı üzere bu park heykellerle dolmuş ve taşmış durumda.

Bir dolu heykel, özenli bir harmoniyle uzun bir yol boyunca dizilmiş. Yolun sonunda bir meydan ve onun ortasında da etrafı yine heykellerle çevrili "fışkiyeli" bir havuz var. Meydanın ilersinde ise yükseltilmiş bir platform ve üzerinde de bir obelisk, yani dikilitaş bulunmakta. Dikilitaşın üzerinde ve platforma çıkan merdivenlerin yanlarında ise bilin bakalım neler var? Tabii ki heykeller.

Dikilitaş
Heykel ve heykel sanatı ile uzaktan yakından hiçbir ilgim, bilgim ve anlayışım yoktur, ancak bu parktaki heykeller, benim gibi bir sanat yoksununu bile etkileyecek kadar güzeller. Yolunuz düşerse görmeden geçmeyin.

Ve geldik bana göre Oslo'nun en ilginç ziyaret noktasına.

İzin verirseniz size bu ziyaretimizi anlatmadan önce, olayı kısaca tarihi kontekstine oturtayım.

Geçmişteki Avrupa devletlerinin güçleri ve konumları bugünkü Avrupaya pek benzemiyordu.

Avrupanın ileri, aydın, uygar ve müreffeh devletleri Avrupanın güneyinde yer alıyordu. Eski çağlarda Yunanlılar, Miladın kısa önce ve sonrası Romalılar, Rönesansın İtalyası, keşifler çağının İspanya ve Portekizi Avrupanın seçkin topluluklarıydı.

Avrupanın kuzeyindeki bugünün "yıldızları" olan Cermanik yani Almanya başta, İskandinavya, Belçika ve Hollanda gibi Alman kökenli ülkeleri ise geçmişin barbarlarıydı.

Barbarlar, dillerinin, zamanın uygarları Roma'lıların kulaklarına anlaşılmaz bir şekilde "Bar-Bar" gibi geldikleri için bu ismi almışlardı.

Bu barbarların arasında Vizigotlar, Ostrogotlar, Saksonlar, Vandallar, Lombardalar ve tabii ki Hunlar vardı, ancak Avrupa kültüründe belki de en derin iz bırakan barbar topluluk Vikinglerdi.

Ben Vikingleri ilk defa Sezgin Burak'ın hayata geçirdiği Tarkan çizgi-romanının Viking Kanı macerasında tanımıştım. Rahmetli dayım toplardı Tarkan'ları, sonrasında bana vermişti.

Sezgin Burak Vikingleri kızıl saçlı, sakallı bıyıklı, miğferlerinde boynuzlar olan ve renkli kalkanlarınını ejder başlı teknelerin yanlarına sıra sıra dizen savaşçı bir ulus şeklinde tasvir etmişti.

Kadınlar ise sarı saçlı, mavi gözlü, dünya güzelleri, yani yeme de yanında yat şeklindeydi. Kadınlar konusunu daha fazla iğrençleşmeden burada bırakalım isterseniz.

Tarkan, o kendine has Viking gemileri içerisinde, fiyordlarda gezer, yamaçlara tırmanır, kötü adamları döver, Ursula ablaya masal anlatırdı.

O günlerden kalmış bir heves vardı Vikinglere sizin anlayacağınız.

Gerçek hayatta Vikingler yaman ve savaşçı bir topluluk idiler. Danimarka ve İsveç'te bulunsalar da asıl merkez üsleri Batı Norveç'in fiyordlarıydı.

Milattan sonra birinci yüzyılda bütün Avrupayı titretmişlerdi.

En çok İngilizleri öttürmüşlerdi. Britanya adası Batı Norveç'e çok yakın olduğundan İngiltere'ye ve İskoçya'ya yüzlerce gemiyle çıkmışlar, başta manastırlar, birçok yerleşim merkezini talan etmişler ve adaya yerleşmişlerdi.

Bugün Britanya Adasında sonu -by ile biten yer isimleri yada İngilizce'ye "kapı" şeklinde çevrildiği için yabancı bir kelime gibi durmayan, ancak İskandinav dillerinde "cadde" anlamına gelen sonu -gate ile biten sokak isimleri çoğunlukla Viking döneminden kalmadır.

Vikingler söylemeye bile gerek yok, denizci birer kavimdiler. Tekneleri çok özel bir şekle sahipti. Aynı tekne modelini değişik ölçeklerde yaparak açık denizlerde, fiyordlarda ve nehirlerde büyük bir başarıyla ilerliyorlardı.

Dünyanın en çok nehrine sahip kıtası olan Avrupa"ya Sen nehrinden başlayıp, içlerine kadar girmiş, Paris dahil birçok şehri yakıp yıkıp yağmalamışlardı.

Kızıl Erik isimli bir Viking şefi, bu mühendislik harikası teknelerle Britanya'dan İzlanda'ya, İzlanda'dan Grönland'a, Grönland'dan da Kuzey Amerikaya kadar ulaşabilmişti. Yani Vikingler, Amerika'yı Kristof Kolomb'dan beş yüz yıl önce keşfetmişlerdi.

Viking gemisi
Vikingler pagan bir inanca sahiptiler. O yüzden ölülerini, onları öbür dünyaya taşıyacak bir geminin içerisine, ihtiyaçları olabileceğini düşündükleri eşyaları ile birlikte gömüyorlardı.

Yakın sayılabilecek bir zamanda da Oslo yakınlarında dört tane böyle mezar gemi bulunmuştu. Bu dört gemiden üçü Oslo yakınlarındaki bir müzede sergileniyordu. Bu üç gemiden ikisi de oldukça iyi durumdaydı.

Bu ziyareti düşünerek yanımda ultra geniş açılı bir objektif de getirmiştim. Dar alanda mucizeler yaratıyor bu tarz objektifler. Biletlerimizi alıp müzeye daldık. Çocuklar gibi sevinmiştim. Unutulmaz bir iki saat geçirdik müzede, bol bol da resim çektik. Gemiler gerçekten çok iyi durumdaydılar. Dümenleri ve direklerine kadar zamana dayanabilmişlerdi. Çaktırmadan gerçek bir Viking gemisine elimle bile dokundum!

Akşamında Hard Rock Cafe Oslo'da geleneksel yemeğimizi yedik ve geleneksel Hard Rock bardağımızı aldık.

Biz Oslo'da çok güzel zaman geçirdik. İskandinavya zaten genelde çok zevkle gezdiğimiz bir bölge.

Size Osloyu tavsiye etmeden bir iki uyarı yeniden yapayım, sonra da mutlaka görün diyeyim.

Bir, Oslo ÇOK PAHALI bir şehir. İki, İskandinavya'nın gerisi benzeri, çocukluktan bu yana duyup görmeyi isteyebileceğiniz bir çekim noktası olabilecek anıtı yada yapısı yok. Yani Oslo'da bir Eyfel Kulesi yada Kolezyum bulamayacaksınız. Ancak şehir bir bütün olarak çok güzel ve cazibeli.

En doğrusu, Oslo'yu bir Stokholm, Kopenhag ve Helsinki ziyareti ile birleştirmek.

Sağlıcakla kalın...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...