30 Eylül 2014 Salı

Dubai - Parası Neyse...

Uçakta, önümüzdeki sırada, sağlı-sollu beş kadın oturuyordu. Beşi de simsiyah çarşaf içerisinde, ayak uçlarına kadar örtülüydüler. Her nedense sadece bir tanesi peçe takmıştı. Diğer dördünün yüzleri açıktı.

Dubai'ye uçuyoruz
Toplum içerisinde bir guruba çok dikkatli bakmak ayıp sayılsa da, ister istemez bu beşliyi izlemeye başladım.

Uçak kalktıktan bir süre sonra şort ve tee-shirt'üyle evin erkeği geldi. Beşiyle de tek tek konuştu, anlayabildiğim kadarıyla şakalar yaptı, sonra da dönüp yerine oturdu.

Eşim Jelena, bu aileye benden daha fazla dikkat kesilmişti. Olasılıkla, İslam'ın bu en koyu halini ilk defa yakından görüyordu ve bu yenilik ciddi olarak ilgisini çekmişti.

Sonrasında birbiri ardına sorularını yağdırmaya başladı.

"Niye sadece biri yüzünü tamamen örtmüş?", "İslam dört eşe izin vermiyor muydu, niye beş kadın var?", "Yüzü örtülüyken kadınlar nasıl yemek yiyebiliyor?", "Kadınlar arasında bir hiyerarşi var mı, yoksa hepsi eşit mi?", "Evde yalnızken de örtünüyorlar mı?", Vesaire, vesaire..

"Bilmiyorum." dedim. Hiç bir çarşaflı, peçeli yada birden fazla eşli bir aile tanımadım hayatım boyunca. Hele ki Arap göreneklerine fazlasıyla yabancıyım. Nereden bileyim beşi birden karısı mı, yoksa biri yada birkaçı adamın çocuğu, akrabası falan mı? Evde nasıl davranırlar yada aralarımda bir rütbe farkı, kıdem farkı var mıdır?

Ancak bu peçeliyken nasıl yemek yeniyor sorusu ilginç gelmişti. Daha önce hiç düşünmemiştim açıkçası...

Yemek servisi esnasında soru yanıtını buldu. Kadın peçesini aşağıya çekip yemeğini yemeye başladı. Bu arada Ben de yüzünü görme fırsatını buldum. Belki de gizlemek istediği için daha fazla dikkatimi çekmişti, bilmiyorum...

Yüzünü örten kadınların hep yaşlı olduğunu düşünürüm nedense. Bu hanım ise zar zor yirmi yaşındaydı. Yüzü açık diğer dört kadın, koyu tenleri ile tipik birer Arap izlenimini verseler de, peçeli olan sonuncusu hiç de Arap'a benzemiyordu. Hatta neredeyse kesinlikle Avrupalıydı diyebilirim.

Tanıyanlarınız bilir, bu örtünme işini kesinlikle onaylamasam da, insanların seçimlerine duyduğum saygı bu fikrimi bastırır. Bu nedenle kendimi zorlayıp, bu aileyi gözlemlemeyi bıraktım.

Varış noktası Dubai olan bir uçakta Arap yolcu görmek normaldir diye düşünebilirsiniz, ancak uçakta bu aile dışında neredeyse başka hiç Arap yolcu yoktu.

Uçağın geri kalanına baktığınızda, Dubai'den ziyade bir Karaçi uçuşunu andırıyordu. Çünkü, uçağın çoğunluğu Pakistani, yada Hintli yolculardan oluşmuştu. Hatrı sayılır miktarda da Asyalı, yani çekik gözlü yolcular vardı.

Yolcuların bu dağılımı, aslımda Dubai'nin, yada geniş anlamıyla Birleşik Arap Emirliklerinin nüfus yapısının bir örneğiydi denilebilir. Dokuz buçuk milyona yakın nüfusun sadece bir buçuk milyonu Emirliklerin "yerlisi". Geri kalan sekiz milyon ise tümden yabancı.

Bu yabancıların çoğunluğu ise Pakistan, Hindistan yada Bangladeş gibi fakir Asya ülkelerinden.

Yabancıların çoğu inşaat sektöründe çalışmakta. Aldıkları ücret uluslar arası normlara göre düşük olsa da, geldikleri ülkelere göre bir servet sayılabilecek kadar yüksek. O yüzden hepsi BAE'de yaşayıp çalışmaktan fazlasıyla memnun.

Bir başka gurup yabancı ise Batı Avrupa'dan, özellikle Birleşik Krallıktan. Bu kişiler, "beyaz yakalı" şeklinde tanımlanan, yüksek maaşlı, ofis işlerimde çalışmakta. Bu tip işler de Dubai başta, BAE'de fazlasıyla var, çünkü Emir, büyük bir başarıyla Dubai'yi, Orta Doğu'da iş yapan çok uluslu şirketlerin tartışmasız merkezi haline getirmiş.

BAE'nin başkenti, ilk akla gelenin aksine Dubai değil, Abu Dhabi. Ülkenin gelirinin büyük parçası petrolden gelmekte ve petrolün en bol olduğu yer de Abu Dhabi emirliği. O yüzden düdüğü de Abu Dhabi çalıyor. Dubai'nin zaten göreceli olarak az olan petrolü ise bitti bitecek durumda.

Aslında başkentin neresi olduğu çok da önemli değil, çünkü, mutlak bir monarşi olan yönetimde meclis, senato gibi parlementer bir organ ve bu organların toplandığı bir başkente gerek de yok.

Bu hakımdan ilginç bir yer BAE.

BAE, aslında sadece bu bakımdan değil, ilerde anlatacağım birçok bakımdan da ilginç ve kendisine özel bir yer. Üç kuruşluk gezmişliğimle söyleyebilirim ki hayatımda Dubai gezimize kadar, benzeri bir yer görmemiştim.

İşte bu yüzden dünyanın en uzun, en yüksek, en büyük, en bilmemne sözcüklerini sıkça kullanacağım bu yazıda.

Ancak BAE'yi farklı kılan sadece kırdığı rekorlar değil, onu ilginç, hatta acayip yapan birçok özelliği var. İyisi mi biraz sabredin, size yavaş yavaş anlatayım.

Haydi, ilk olarak havadan sudan konuşalım.

"Cehennem gibi!", "Yanıyor" yada "Cayır Cayır!" benzeri yüksek sıcaklığı tasvir eden tamlamaları birbirine ekleyin, sonra bunları dört ile çarpın, alın size BAE'nin havası.

Mahşeri bir sıcaklık!

Sahara çölünün ortasında bile bu kadarını görmemiştim. Hem sıcak, hem de nem, dışarda dolaşmayı pratik olarak imkansız hale getirmekte.

Ve lütfen dikkat! Size rahatınızı bozacak, keyfinizi kaçıracak bir sıcaklıktan değil, alışık değilseniz hayatınızı tehdit edebilecek kadar yüksek bir sıcaklıktan bahsediyorum.

Size bir iki rakam vereyim, daha iyi anlayacaksınız.

Uçağımız indiğinde saat sabahın üçüydü. Güneş çoktan batmış, ısınan toprak ısısını verip soğumuştu. Sıcaklık ise otuz dört dereceydi.

Abu Dhabi'den dönüşümüzde otobüsümüz Dubai'ye ulaştığımda güneş tamamen batmış, hava kararmış, sokak lambaları yanmaya başlamıştı. Sıcaklık kırk dereceydi.

Öğlen vakti metrodan bir durak erken inmiş, iki kilometre kadar yürümek zorunda kalmıştık. Böyle bir hatayı hayatım boyunca bir daha yapmayacağımdan emin olabilirsiniz ama tecrübesizlik işte, denemiş olduk.

Her yüz metrede bir insanların oturduğu apartman bloklarına girip lobilerinde soğuyorduk. Kafamdan aşağı litre litre su döktüm, yine fayda etmedi. Sıcaklık kesinlikle elli derece civarındaydı!

Rivayete göre, kışın, birkaç ay boyunca sıcaklık, dışarda yürünebilecek seviyelere düşüyormuş. İnanması güç ama "Aman ne iyi!" demekten başka yapacak bir şey de yok.

Binalar arası geçişler çoğunlukla tünellerden
Sözün kısası, BAE, sadece kapalı alanları kullanarak ziyaret edilebilecek bir ülke. Eğer biraz dişinizi sıkarsanız, dışarda on-on beş dakika kadar kalabilirsiniz, ancak fazlası zorlama olur.

Hayat da bu yüksek ısıya uyum sağlamış. Örneğin, her binanın önünde bir parça bulunsa da, kimse dışarda yürümediği için kaldırımlar önemlerini yitirmiş durumdalar. Gelişigüzel, binaların arasına serpiştirilmişler ve devamlılık göstermiyorlar. Her elli metrede bir kaldırım bitiyor, ve kendinizi bir yolun ya da inşaatın ortasında buluyorsunuz.

Bazı binaların önünden geçerken ise, eğer şanslıysanız, "Foşşş" diye başınızdan aşağı klima sıkıyorlar :)

Kullanılmadığı için kaldırımlar pek yok
Taksiler, Avrupa'daki belediye otobüslerinden ucuz, ve söylemeye gerek bile yok, hepsi klimalı. İnsanlar, dışarda, sadece koşup, bir taksiye binene kadar kalıyor.

Metrolardan indiğinizde, üzeri kapalı, klimalı, saydam tüneller içinde, kilometreler boyunca yürüyen platformlara binip, güneşin altında kavrulmadan, bir yerden bir yere gidebiliyorsunuz. Şehrin kendisini de ancak bu tünellerde görme şansınız oluyor, çünkü binalar o kadar yüksek ki, takside yada metroda tamamını görmek imkansız.

Bu dayanılmaz sıcaklık yüzünden, ben, gezi boyunca, kendimi, bir akvaryum içine hapsolmuş balık gibi hissettim.

Sıcak havayı bir kenara koyalım ve başka taraflara bakalım.

Dubai'nin başka ilginç bir özelliği ise inşaatların çokluğu.

Herhangi bir pencereden dışarıya baktığınızda, bir inşaat manzarası görmemek imkansız. Her yer inşaat!

Ancak bu inşaat bolluğu, ilk bakışta tahmin edebileceğinizden çok daha az rahatsız ediyor insanı, çünkü, sıcak yüzünden zaten dışarda dolanma ve bu tatsız inşaat manzaralarını görme şansınız olmuyor.

Dubai, inşaatlarla büyüyen bir kent
Dubai, inşaatlarla büyüyen bir kent. talep o kadar yüksek ki, dünyada, hiçbir yerde göremeyeceğiniz kadar lüks daireler ve binalar, yine inanılmaz fiyatlara satılıyor.

Herkesin korkusu da bu balonun patlaması.

Yapılan binaların çoğu gökdelen tabir edilen yüksek binalar. Dubai, Hong-Kong ve New York'un ardından dünyanın üçüncü gökdelen-yoğun şehri olarak sıralamaya katılmış. Bilgi olarak, İstanbul, aynı listede 29 numara.

Bu inşaat furyası, biraz da bol parayla ve modern olma hevesiyle birleşince, dünyada eşi-benzeri olmayan ilginçlikte yapılar ortaya çıkarmış.

Burj Khalifa
Bunlardan biri, dünyanın en yüksek binası ünvanına sahip Burj Khalifa. Anlamı Halife Kulesi. Yüksekliği ise, sıkı durun, 830 metre, yani neredeyse bir kilometre.

Akla zarar bir yükseklik bu, arkadaşlar.

New York'daki The Empire State Building'in iki katına yakın bir yükseklik. Çocukluğumun önemli bir bölümünde, Empire State Building, dünyanın en yüksek yapısıydı.

Burj Khalifa'nın 163 katı var! Biz 124'üncü katındaki bir gözlem platformuna kadar çıktık. Bindiğimiz asansör de dünyanın en hızlı asansörlerinden biriymiş, onu da ekleyelim.

Burj Khalifa'nın başka bir çok "en" 'leri var.

Örneğin su tesisatı.

Şimdi su tesisatının nesi özel diye sorabilirsiniz. Hemen söyleyeyim. Öncelikle bu binada günde tam tamına bir milyon litre su kullanılıyor. Bu bir milyon litre su, toplam uzunluğu yüz kilometre olan borularla taşınıyor. Bu yüz kilometreye, yangın söndürme ve klima için kullanılan borular dahil değil.

Burj Khalifa'nın tepesinden manzara
Suyu 830 metreye pompalamak da mümkün değil. O yüzden bina boyunca muhtelif katlarda rezervuarlar, yani depolar yapılmış. Su, taksit, taksit bir rezervuardan, diğer rezervuara pompalanıyor ve binanın en tepesine ulaşıyor. Buradan da yerçekimi sayesinde musluklara iniyor.

Binada 24 binden fazla pencere var. Otuz kişilik bir ekip, ancak dört ay boyunca durmadan çalışarak bütün pencereleri temizleyebiliyor.

Binanın en tepe noktası, rüzgar yada deprem esnasında bir buçuk metre kadar sallanabiliyor.

Binanın yerleşikleri ise Armani Otel, ofisler ve özel daireler.

Burj Khalifa'nin tek bir varolma nedeni var, o da "Dünyanın en yüksek binası bizde olsun", arzusu. Eh, dünyanın en çok parası da onlarda olunca, demek böyle arzular gerçekleşebiliyor.

Ancak, rivayete göre Suudi'ler bu işe çok bozulmuşlar ve yüksekliği bir kilometreyi geçecek bir bina üzerinde çalışmaya başlamışlar bile. Bakalım, hangisininki daha uzun olacak...

Bana göre fazlaca ruhu olmayan bir yapı, ancak gelin, hakkını teslim edelim. Dört bin yıl önce Piramitler ne ise, Burj Khalifa da günümüzde o. Azameti ile sizi küçültüyor, küçültüyor, öylece minicik bırakıyor. Yolunuz düşerse görmeden geçmeyin tabii ki.

Oceans Eleven filmini izlemeyeniniz yoktur herhalde. Filmin sonunda, çete üyelerinin bir araya geldiği ve sonrasında tek tek dağıldıkları ikonik bir sahne vardır. Bu sahnenin geri planında ise devasa bir Otelin havuzunda fıskiyelerle muhteşem bir su şovu görüntülenir.

Bu otel, Las Vegas'daki Bellagio Resort'dur ve her akşam bu muhteşem su şovu, mükemmel müzikler eşliğinde tekrarlanır. Çocuk gibi her gece izlerim, nadir de olsa Las Vegas'a yolum düştüğünde.

Burj Khalifa'nın havuzundaki su şovu
Neyse, işte bu bizim BAE'li arkadaşlar parayı bastırmış ve benzeri bir su şovunu Burj Khalifa'nın dibindeki bir havuza yaptırmışlar. Tabii ki sular Bellagio'ya göre daha yükseğe fışkırıyor, ses sistemi bilmem kaç kilowat daha yüksek falan ama...

Olmuyor abi işte. Parayla satın alınmıyor bazı şeyler. Müziklerin hafif oryantal olması biraz gıdıkladı ama, hepsi o. Yine de görmek isterseniz ismi Dubai Çeşmeleri, akşam sekizde şovları başlıyor.

Dubai'nin gerçek anlamda fenomenal, başka bir yapısı var ki, önünde şapka çıkarıp pes diyorsunuz.

Palmiye Adaları isimli üç tane insan yapısı adadan bahsediyorum. Bu adalar gerçekten palmiye ağacı şeklinde tasarlanmış. Her adanın bir gövdesi, sağa sola açılan dalları ve etrafında da yarım ay biçimli bir şapkası var. Bu adalardan ikisi hala yapım aşamasında, ancak biri tamamlanıp oturuma açılmış.

Palmiye Adaları
Devasa boyutlarda olan bu adalar yapımları tamamlandığında, Dubai'ye beş yüz kilometre sahil şeridi ekleyecekler. Bu adalar uzaydan görülebilecek kadar büyükler.

Ancak adalar bitmeden sorunlar başlamış. Tabiat ana kendisinden habersiz, deniz kumlarını araklayıp yığarak yapılan bu adalara oldukça içerlemiş ve yavaş yavaş erozyonla kumları geri almaya başlamış.

İnsanoğlu da erozyonu durdurabilmek için denizin başka bir köşesinden, tonlarca mercan kayalıklarını, içlerine dev matkaplarla delikler açıp, mercanları öldürmemesi için organik tutkalla doldurarak kaldırmış, bu kayaları erozyona uğrayan sahillere yamayarak arazi kaybını kontrol altına alabilmiş.

Kıssadan hisse, eğer paran yoksa Maldivler gibi doğal adalar bile batıp kaybolurken, paran varsa, Palmiye Adaları gibi suni adaları bile yüzdürebilirsin :)

Tamamlanmış tek Palmiye Adası Palm Jumeirah bu yüzden öncelikli ziyaret noktalarımız arasında ilk sıralardaydı.

Tek sorun, uzaydan görülebilecek kadar büyük bu adanın, Dubai'den görülebilecek bir izleme noktası olmamasıydı.

Eğer isterseniz bu adaların üzerine gidip yürüyebilirsiniz ama o palmiye şeklini görmek mümkün değil.

Asyalı bir hop-hop otobüs görevlisi kıza sorduk.

"Palmiye Adasını nasıl görebiliriz?"

"Göremezsiniz."

"Madem görülemiyor, o zaman niye yapmışlar?"

"Uzaydan görülebiliyor. Bir de helikopter turu alırsanız görebilirsiniz. Ben öyle gördüm."

Şimdi taa uzaya gitmek biraz masraflı olacak. O sıcakta da helikopter, neyin de hiç çekilmez. Başka bir çözüm bulmaya karar verdik.

İşin şakası bir kenara, bu derece önemli ve turistik bir yapıyı izleyemeyecek olmak aklıma hiç yatmamıştı.

Bir taksiye atladık ve adanın en sonundaki, Atlantis Oteline gittik. Yine devasa, bilmem kaç katlı, bir şehir kapısını andıran biçimiyle yüksek bir gökdelen.

Ada, bu binanın tepesinden mükemmel görülebilir.

Kapıdaki generale sorduk.

"Bir gözlem platformu var mı otelde?"

"Yok. Ama isterseniz akvaryum var, çok güzel."

Bana ne akvaryumdan. Biz Palmiye Adasını görmeye çalışıyoruz, sen akvaryum diyorsun...

"Peki otelde bir bar yada restoran var mı?"

"Var tabii."

"Kaçıncı katta?"

"İkinci..."

Olmayınca olmuyormuş, demek ki.

Ulvi Monorail!
Kapıdaki taksicilerden biri "Monorail'e binin, adayı görebilirsiniz." dedi. Monorail dediği de şu karnı yarılıp, içinden tek bir beton blok geçen tren.

Aklım kesmemişti ama ne yapalım, vardır bir bildiği deyip aldık biletlerimizi.

Yukarda, rayların kenarında tren ne zaman gelecek diye sorduğumuzda, görevli sanki anasına küfür etmişiz gibi baktı bize.

"O tren değil, MONORAIL!"

Demek Monorail kısmı önemliymiş.

Bütün Dubai bildiğimiz 'Stereorail' tren sistemini kullanırken, niye bu adaya Monorail yapmışlar, onu da anlamak mümkün değil zaten. Gittiği de üç beş kilometre, hepsi o. Anlaşılan, "bir de Monorail'imiz olsun anasını satayım, parasıyla değil mi.", deyip yaptırmışlar.

Monorail'in gülü
Manasız bir 'Monorail' yolculuğundan sonra, bizi adaya getiren taksiye bindiğimiz yerde indik. Tabii ki, ne adanın palmiye biçimini, ne de başka işe yarar birşey görebildik.

Ancak yılmamıştık.

Adanın tam karşısında, Dubai Marinası isimli bir semt vardı ve buradaki binalar o kadar yüksekdi ki, bırakın Palmiye Adasını, Basra Körfezi üzerinden Tahran'ı görebilirdiniz.

Bu binaların birinde bir gözlem noktası, bar yada restoran olmalıydı. Biz de başladık bir binadan diğerine koşmaya,

Bir saat boyunca gittiğimiz her bina ya apartman bloğu, ya da şirket bürosu çıkmıştı.

Son durağımız olan Prenses Kuleleri'nin görevlisi bizi Mariott Otel'e gönderdi. Otele ulaştığımızda ben Vietnam'dan kaçmış Rambo gibiydim. Beş dakika önce yarım litre suyu kafamdan aşağı dökmüştüm. Sonrasında çöl kumlu rüzgar ve inşaatların tozu da karışınca, yüzümden siyah renkli damlalar akmaya başlamıştı.

Jelena, "Bizi kesinlikle otele almayacaklar." dedi.

Haklı olabilirdi ama denemeden pes etmek de bir Türk'e yakışmazdı.

Şortumla, yarısı sırıl sıklam tee-shirt'ümle, fermuarları açık, içinden kablolar çıkmış, sallanan sırt çantamla hiç bozmadan kapıda bekleyen üç görevlinin tam üzerlerine yürüdüm. Geçerken de sanki smokinle yürüyormuş gibi hiç bozmadan "How ya doin' folks?" diye selamladım. Kapıcı da "Good afternoon sir." dedi.

Yemişlerdi.

İçerdeki bell-boy'a da yüzüne bakmadan "Observation Deck?" (Gözlem Platformu) diye sordum. O da arkamdan otuz beş mi kırk beş mi artık neyse, kat numarasını söyledi.

Mariott Oteli;nin barı
Mekan, bir Gözlem Platformundan ziyade bir Gözlem Bar'ı şeklinde tasarlanmıştı. Geniş pencereler mükemmel bir görüntü, bar da mükemmel içecekler sağlıyordu.

Palmiye Adası ise, uzaydan görüldüğü kadar net bir daire şeklinde olmasa da, bizim gibi fani terestrialler için yeterli sayılabilecek bir palmiye görüntüsü veriyordu. Hemen fotoğrafları çektik ve uzun bir süredir bağlanamadığımız İnternet üzerinden kendimizi güncelledik.

Haa, bir de gezinin ilk kırmızı şarabı bu manzaraya karşı tüketildi, onu da kayıtlarımıza geçelim.

Bu isteğe göre imalat adaların hikayesi bu kadarla kalmıyor.

Palmiye adalarının dışında World Islands (Dünya Adaları) isimli, başka bir akla zarar yapay ada gurubu daha var. Bu adalar da yine sahilden toplama kumları yığmak suretiyle yapılmış.

İlk kırmızı şarap
Özellikleri ise her bir adanın dünya haritası üzerindeki bir ülkenin biçiminde olması. Yani Almanya, İngiltere isimli ve biçimli adalar var. Türkiye adası var mı, bilmiyorum. Dünyanın bu bölümünde, (aslında birçok bölümünde olduğu gibi) bizi pek sevmiyorlar. Türkiye adasını yapmamışlarsa şaşırmam :)

Her ada beş-on villa yapılacak kadar büyük göründü gözüme, ama mesafe çok uzaktı, yanlış değerlendirmiş olabilirim.

Bu adalara yerleşim tam olarak başlamamış, ancak yakında bitirirler hayırlısıyla.

Neyse ki, bu kez uzaya gitmeye gerek kalmadan, Burj Khalifa'nın tepesinden bu adaları görmek mümkün oldu. Ben bir tele-objektifle resimlerini bile çekebildim.

Gelin size başka bir yapay adadan bahsedeyim.

Yine mi diyenleriniz için bütün sempatimle sizi anladığımı söyleyebilirim. Niye kafayı yapay adalarla bozmuşlar, ben de anlayamadım. Geçerli bir nedeni vardır muhakkak, ancak, bana henüz malum olamadı.

Burj Al Arab
Neyse, bu kez yapay adanın kendisinden çok, üzerindeki yapı önem kazanıyor. Bu bina bir otel, ismi ise Burj Al Arab, yani Arap Kulesi. Birkaç kaynak bu oteli dünyanın tek yedi yıldızlı oteli diye gösteriyor. Ben Antalya'da en azından yedi yıldızlı Rixos'u biliyorum, ancak hangi bilgi doğru, zamanın yargısına bırakalım.

Bu otelin dış görünüşü bir yelkenli gemiyi andırıyor. Eminim birçoğunuz biliyorsunuzdur, Dubai'nin simgesi olan, çok özel bir yapı. Dışında, yelkene benzer estetik bir iskelet, koca binayı ayakta tutuyor.

Otelin bir gecelik konaklama ücreti on iki bin dolar'a kadar çıkabiliyor. Müşteriler hariç, kimseyi içeri almıyorlar. Biz kapıya kadar gidip bir fotoğraf çekebildik. Ben en azından bir barına gidip birşeyler içebilmeyi umuyordum, ancak nafile...

Dubai'nin ikonik yapıları işte böyle. İnşaat sektörünün kentin önemli bir yaşam kaynağı derken ne kastettiğimi anlatmış olduğumu umuyorum.

Ancak Dubai ve BAE, tabii ki sadece dev yapılar ve yapay adalar değil. Bu kenti ilginç kılan diğer özellikleri bir sonraki yazıda, dilim döndüğünce anlatmaya çalışacağım.

Kalın sağlıcakla.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...