9 Eylül 2014 Salı

Oslo

Güney Fransanın hani şu üstsüz film yıldızı adaylarıyla ünlü Cannes şehrinin yine en ünlü La Croisette caddesinde, yine en az bu cadde kadar ünlü Carlton isimli bir otel bulunur.

İsmini, cismini, ününü, şanını, şöhretini bilmeseniz bile, La Croisette'de yürüyüp Carlton Otel'i farketmemeniz imkansızdır. Devasa, tarihi binası, bütün azametiyle size "Hop bilader, ben buradayım, bakmadan geçme!" der.

Bu otel 1911 yılında hizmete açılmış, ünlü olduğu kadar da tarihi bir mekandır. Yine herkesin bildiği Cannes Film festivali sırasında, konaklanması en havalı ve en sosyetik oteldir.

Varlığı boyunca bu otel birçok ünlü kişiliğe ev sahipliği yapmış, otelin lobisinde ve çevresinde filimler çekilmiş, konserler düzenlenmiştir.

Örneğin benim yaşıtlarımın çok iyi hatırlayacağı Elton John'ın I'm Still Standing şarkısının klibi bu otelde çekilmiştir.

Yine başrollerini Grace Kelly ve Cary Grant'in oynadığı To Catch a Thief (Hırsızı Yakalamak) ile, Goldie Hawn'un There's a Girl in my Soup (Çorbamdan Kız Çıktı) filmleri hep bu otelde çekilmiştir.

Bu otelden nasibini almış tarihi kişiliklerden biri de bir ben şahsım olmuştur :)

Carlton'da kalmış olmasam da Güney Fransa'yı ziyaretlerimizden birinin esnasında eşim Jelena'nın (Yelena) annesi ve babasıyla birlikte, bu otelin bahçesindeki barında bir kaç kadeh içmişliğimiz vardır.

Jelena'nın babası bu jet-set, sosyetik dedikodulara, hangi ünlü kimle, ne yapıyor meselelerine fazlasıyla takılan biridir.

İşte Carlton'da, barda bir kadeh içerken, kader ağlarını örmüş, elli seneye yakın şanssız hayatımın zincirlerini kırmak üzere bütün hazırlıklarını tamamlamıştı.

İçkilerimizi söylemiş, fındık-fıstıklı girizgahı yaparken bir anda bardaki herkes ayaklandı. Ben tam "Lan n'oluyor?" derken, ellerinde bazuka kılıklı tele objektifleriyle bir gazeteci ordusu, üzerlerindeki kalite elbiseleriyle hiç uyum göstermeyen obez neferli, bir goril ordusu ile birbirine girdi.

Çat-çut flaşlar patlarken, ufak tefek bir kadın ve bir erkek başlarını önlerine eğip hızlı adımlarla otelden çıktılar ve kendilerini kapı önünde park etmiş bir limuzine attılar. Ortalık o kadar kalabalıklaşmıştı ki, limuzinin hareket etmesi imkansız hale gelmişti.

Benim kayınpeder "Aaa, bunlar bilmemkimle bilmemne!" deyip limuzine doğru doğru koştu ve kalabalığa karışıp kayboldu.

Aradan bir yarım saat geçti, gecmedi, kayınpeder mutlu bir biçimde geri dönüp bize katıldı.

Bu olay tam onun ağızının tadındaydı.

Ben de bir anda "Lan damata bak, bizi öyle bir yere götürdü ki, bilmemkimle birlikte aynı mekandaydık." mertebesine yükseldim.

Bu arada yanlış anlamaları önlemek bakımımdan bu cemiyet hadiselerinden hiç anlamadığımı belirtmek isterim. Ben uzun bir süre Brad Pitt'le Nicole Kidman'ın birlikte olduklarına inanmışken, Jelena bana Kidman'ın Pitt'le değil de Tom Cruse ile evli olduğunu ve bir iki yıl önce ayrıldıklarını, gururumu fazlaca incitmemeye çalışarak anlatmıştı.

Carlton böyle şanlı, şöhretli bir otel işte.

Biz de Jelena'yla 2015 yılbaşını, paraya kıyıp bu otelde karşılayalım istedik ve rezervasyon yapmak üzere bir fiyat aldık. Odanın bedeli biraz canımızı acıtsa da boşver anasını satayım deyip okeyledik. Bu plan başka sebeplerden dolayı yürümedi ama konumuz bu değil.

Şimdi sizi Güney Fransa'nın en seksi, en trendi köşesinden alıp kuzey kutbu yakınlarına, Norveç'in başkenti Oslo'da kaldığımız otele getireyim arkadaşlar.

İsmi bende saklı bu otel, üç yıldızlı, temiz ve güvenli olsa da bütün cazibesiyle beş yıldızlı, içinde filmler çekilen konserler verilen Carlton Otel'e kıyasla başka bir evrende varlığını sürdürmekte.

Odasında sadece bir duş ve lavabo var. İki plastik bardak ve bir çöp tenekesi dışında hiçbir bir lüksü yok. Minibar, şampuan, pamuklu çubuk falan hak getire.

Ve, ister inanın, ister inanmayın arkadaşlar, Oslo'daki üç yıldızlı bu otelin konaklama bedeli, Cannes'daki Carlton Otel'in yeni yıldaki konaklama bedelinden daha yüksek!

İşte size Oslo'nun, ya da daha geniş olarak Norveç'in hikayesinin özeti.

İsveç, İskandinavyanın çalışan, Danimarka bohem ve Finlandiya da dışlanmış fakir çocuğu ise, Norveç, bölgenin zengin şımarığı.

Çünkü Norveç'te, diğer İskandinav ülkelerinde olmayan iki şey var.

Fiyordlar ve petrol!

Fiyordlar, estetik olarak birer doğa harikası olsalar da, petrol bu ülkeye para ve refah getiren en önemli unsur olmuş. Arap ülkelerindeki monarşiler ve diktatörlüklerin aksine petrol geliri İskandinav medeniyetinin elinde bir zümreyi değil, tüm ülkeyi zengin etmiş, yaşam bakımından tam bir "Bal dök, yala!" haline getirmiş.

Kişi başına düşen milli gelir sıralamasında Norveç dünyada dördüncü sırada olsa da, 2014 yılı gelişmişlik indeksine göre dünyanın bir numarası. Yani dünyanın en gelişmiş, en uygar ülkesi! İnanılması güç boyutlarda bir sosyal sigorta ve sağlık sistemi var. Uçsuz bucaksız bir refah.

Ee, herkesin cebinde para olunca da fiyatlar almış başını gitmiş tabii.

Norveç şimdiye kadar bulunduğum en pahalı ülkelerden biri. Sadece üç yıldızlı oteller, Carlton Cannes kadar pahalı olmakla kalmamış, sabah içtiğiniz kahveden yürürken çiğnediğiniz sakıza, öğlen yediğiniz pizzaya kadar her şey misli ile fiyatlanmış durumda.

Pahalılık bakımından en abartılısı ise alkollü içecekler. İçkilerin fiyatı zengin Norveçlileri bile bağırtacak kadar yüksek.

Her akşam Oslo limanından devasa bir gemi Danimarka'nın başkenti Kopenhag'a gitmek üzere denize açılıyor. Bu gemi bütün gece yol alıp ertesi gün Kopenhag'a ulaşıyor.

Gemi Norveç sınırları dışına çıktığında - Norveç bir AB ülkesi değil, gümrüksüz içki fiyatları makul düzeylere geliyor ve Norveçliler de bütün maaşlarını içkiye yatırmadan gece boyunca demlenebiliyorlar. Bu yüzden oldukça popüler olan bu gezinin bir de resmi olmayan adı yerleşmiş. "Booze Cruise" yani "Kafa Çekme Gezisi"!

Yüksek fiyatları bir kenara bırakırsak, Oslo'nun gerisi beni çok fazla şaşırtmadı.

İskandinavya'nın diğer şehirleri gibi Paris yada Floransa örneği, aklınızı başınızdan alacak yapıları, anıtları, tarihi ve doğası olmayan, ancak temiz, uygar, yolları, kaldırımları, otobüsleri hep özürlüleri düşünerek yapılmış, aşırı derecede liberal, demokrat, özgür, sosyal, homoseksüellerin rahat ettiği, göçmenlerin bol olduğu ışıltılı bir şehir.

İskandinavya'nın bir Eyfel kulesi yada Louvre Müzesi olmasa da uygarlık, özgürlük ve liberallik bakımından ulaştıkları seviye bence en az bu anıtlar kadar önemli ve değerli. O yüzden arada bir ziyaret edip bir ülke ne kadar insanca yaşayabilir, görmek ve hatırlamakta fayda var.

Göçmenler demişlen, sıklıkla tanıdık sesler de duyuyorsunuz.

"A...a koduğumun ipneleri!"

Elele iki erkek (!) ve arkalarında gençten, biri sakallı, diğeri bıçkın, bizimkilerden iki tane numune.

Bir gülme geldi ve geçti. Türk olduğumu anlamasın diye renk vermedim ve yürümeye devam ettim.

Bizimkini bıraksan, döve döve islah edecek "ipneleri". Çünkü kendi ülkesinde yok zannediyor, buranın dejenereliğinden ürediklerine inanıyor hacı. Aslında memleketinde, Oslo'dakilerden fazla olduklarının, ama korkudan ortaya çıkmadıklarının farkında değil.

Bir de Hristiyan diye dinsiz, başı açık diye orospu, homoseksüel diye de sapık deyip aşağıladığı insanların ülkesinde niye kalıyor, o da başka bir soru tabii. Ancak soramıyorsunuz, çünkü beyin eski model, kaldıramıyor bu kadar yüklemeyi...

Konuyu kapatmak bakımımdan, ben homoları ne anlıyor, ne de yaptıklarını doğru buluyorum. Ama bana dokunmadıkları sürece ne halleri varsa görsünler, istedikleri gibi yaşasınlar diyorum.

Neyse, konumuz Türkiyenin sosyal problemleri değil, Oslo izlenimleri.

Oslo'nun nüfusu yarım milyon civarı. Etrafındaki köy ve kasabaları topladığınızda bölgenin nüfusu bir buçuk milyonu geçiyor. Zaten Norveç'in toplam nüfusu beş milyon civarı, yani İstanbul'un üçte biri kadar.

Oslo'dayız
Resmi dil Norveççe ancak diğer İskandinav dillerimden çok farklı değil. Norveççe, Almanca kökenli bir dil.

İskandinavya'yı dil bakımından benim için çok çekici bir gezi noktası yapan başka bir özellik ise hemen herkesin yüksek seviye İngilizce konuşması. Koyu kahverengi tuğlalı binaları ve her köşe başında bir 7 Eleven'ı da miksimize katınca, insan kendisini sanki Amerika'da hissediyor. Oslo'da İngilizce konuşarak yolunuzu bulmak, Miami'den daha kolay.

Arabaların çoğu Volvo, mobilyaların çoğu IKEA, biraların çoğu Tuborg ve tabii ki her köşebaşımda bir H&M mağazası. Bir de Bik-Bok isimli bir mağaza zinciri var ki sadece size ve bana ilginç gelecektir :)

Bir heykeller kenti
Şehrin gerisi ise binlerce heykel, park, bahçe ve güzelim yapılarla dolu. Heykellerin altını bir kez daha çiziyorum. Ben bu kadar heykeli Paris'te bile görmedim.

Para birimi Norveç Kronu. İsviçre Frankına çevrimi yedi olunca, fiyat etiketlerine ve özellikle bozuk paralarına alışmak biraz zaman alıyor.

Trenler dahil, hemen her yerde ücretsiz Wi-Fi bulmak mümkün. Norveçlilerin çoğu zaten evrime uğrayıp konuşmayı bırakmış, text'leyerek iletişim kuruyorlar :)

Oslo, Kophenag, Stokholm yada Helsinki'ye göre biraz daha aktif göründü gözüme. Gece hayatı kesinlikle daha hareketli. Şehir, geceleri sanki daha fazla renkli, daha fazla canlı.

Eski liman
Oslo aynı isimli bir fiyordun üzerine kurulmuş bir şehir.

Bu fiyordlar İskandinavya'da sadece Norveç'te var. Buz çağımda, buzulların kırılırken, kıyıları erozyona uğratmış ve deniz yüzlerce kilometre boyunca bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla karanın içine girmiş.

Oslo Fiyord'u göreceli olarak daha düz olsa da, kuzeye çıktıkça bu kıvrımların sağında ve solunda metrelerce yüksek, üstleri yemyeşil, dik yamaçlar bulunmakta.

Fiyordlar birer dünya ve doğa harikası arkadaşlar. Gelecek yaz bir gezi gemisi ile sekiz gün boyunca kuzeye çıkıp birçoğunu görme şansımız olacak.

Ancak dik yamaçlı olmasa da gelmişken Oslo Fiyordu'nu görmemek olmazdı. Ufak bir tur teknesi ile iki saatlik bir fiyord gezisi yaptık. Normalde Oslo Fiyordu'nun uzunluğu yüz kilometreden fazla, ancak biz bu kez içlerde kaldık.

Oslo Fiyordu
Fiyord boyunca herbiri yemyeşil birçok ada var. Bu adaların bazıları yerleşime açık. Yemyeşil ormanların içerisinde beyaz, kırmızı, sarı, mavi renklerde küçük, ahşap görünümlü, Norveç tarzı evler yapmışlar.

Adaların karayla bağlantısı ise genelde motor yada yelkenli teknelerle, fiyord donduğunda ise buzda yürüyerek yada kızaklarla sağlanıyormuş.

Fiyord boyunca kıyıda ve adalarda birçok marina ve deniz feneri var. Siyaha yakın renkteki kayaları, yemyeşil bitki örtüsünü ve masmavi denizi de ekleyince manzara düşlenmesi zor bir güzelliğe bürünüyor.

Oslo Fiyordu
Biz, bu tur boyunca çok güzel zaman geçirdik. Yolunuz düşerse mutlaka alın derim, ancak beklentileri belirlemekte fayda var. Eğer anıtsal yapıları ve ünlü yerleri seviyorsanız hayal kırıklığı yaşayıp bana kızmayın. Bu turda ne Viktorya şelalelerini, ne İskenderiye fenerini, ne de Kolosus'u göreceksiniz.

Oslo'da, hayatımda ilk kez bir trafik fenomenine rastladım. Yayalar için kullanılan trafik ışıklarında iki tane kırmızı var, üçüncüsü ise yeşil. İki kırmızı da beraber yanıyor, beraber sönüyor. Nedendir, çok düşündüm ama hala anlayamadım.

Sahil boyunca adımlarımız bizi şehrin neredeyse amblemi sayılabilecek Akershus kalesine götürdü.

Akershus, devasa bir Ortaçağ kalesi. Bir ucu deniz kenarında, diğer ucu da şehrin ortasında. Bu kale bir aralar hapisane olarak bile kullanılmış.

Akershus Kalesi
Sınırları içerisinde birçok bina, park, bahçe ve yolları var. Eski toplar, modern toplar, havanlar, obüsler, hatta bir M-48 Patton tankı bile görülebilir. Çok iyi bakılmış ve çok etkileyici bir yer.

Tek sorun, gezip bitirdikten sonra nasıl çıkılacağını bulmakta. Eğer birisi çıkış kapısına bir parça peynir koymazsa kale sınırlarını terketmek çok güç. Biz Jelena ile her yolun sonundaki kapıdan geçtiğimizde, "Tamam, şimdi çıktık." dedik ama yine kendimizi çitlerin, parmaklıkların arasında bulduk.

Yine kaleye yürüyüş uzaklığında, denizin kelimenin tam anlamıyla "üstünde", bembeyaz ve neredeyse bir stadyum kadar büyük, modern bir yapı bulunmakta. Burası Oslo'nun opera salonu. Onbinlerce izleyiciyi alacak kadar büyük ve gerçek anlamda mimarının sanatını konuşturduğu kaliteli bir yapı. Sonradan öğrendik, meğer bir Aysbergi, yani buz dağını sembolize ediyormuş.

Opera binası
Opera binasının üzerinden Oslo'nun mükemmel panoramik bir manzarasını görebiliyorsunuz. Ancak giderseniz mutlaka yanınıza bir güneş gözlüğü alın. Heryeri bembeyaz olan bu muazzam yapı bütün güneş ışığını yansıtıyor ve gözlerinizi açamıyorsunuz.

Opera salonundan çıkarken yine geleneksel olarak, "Vay anasını, adamların sanata verdiği değere bak, koca bina yapmışlar opera için. Bizde olsa..." geyiğine başladım kafamda ama, benim barbar beynime bile bu kadar da olmaz dedirtti.

Başımdan dedik zaten İskandinavlar modern, gelişmiş, evrimleşmiş insanlar diye ancak bu binanın boyutları gerçekten biraz abartılı. Neredeyse tüm Oslo halkına haftada üç gün opera dinletebilecek kadar büyük. Hani, biraz da "Biz moderniz, sanata değer veririz." diyebilmek için yapılmış gibi. Ben zannetmiyorum ki tüm Norveçliler sabah akşam opera dinliyor olsunlar. Arada Abba falan da çalıyorlardır değil mi?

Navigasyon yapıyoruz
Opera salonunun yine yürüyüş uzaklığında Oslo'nun Şehir Konağı var (City Hall'un Fransızcası olan Hotel De Ville'den uydurarak çeviriyorum, anlamı bizdeki Vali Konağı ve Belediye Sarayı karışımı yönetim binası).

Ancak bu Şehir Konağı, güzelim şehrin belki de en kötü yapısı. Çocuğunuza "Bak yaramazlık yaparsan seni buraya hapsederler." diyerek korkutabileceğiniz kadar kara, nemrut bir bina. Trip Advisor'da ziyaret edilmesi gerekli bir yer diye geçiyor ama nesi ziyaret edilir ben anlamadım.

Ancak bu kötü yapının hemen önündeki park bir harika. Önünüz deniz, liman ve Akershus kalesi, arkanız ise yine heykellerle, çeşmelerle, havuzlarla bezenmiş bir park. Jelena ile beraber burada bir güneş batımı yaptık. Öyle romantik yani...

Burada, limandaki metalik renkte modern bir dalgıç heykeli de görülebilecek ilginç kalemlerden biri.

Parkın sahil boyunca ilerisinde büyük bir meydan ve meydanın diğer ucunda ise Nobel Barış Ödülü Merkezi var.

Nobel Barış Ödülü Merkezi
Bilim dallarına verilen Nobel ödüllerine fazlasıyla saygı duyarım ama bu Nobel Barış Ödülü, ABD, Almanya, Fransa gibi güçlü devletlerin oyuncağı haline geldiği için en ufak bir şekilde ilgimi çekmedi. Obama ile Avrupa Birliğine bile verdiler bu ödülü.

Düşünün, Avrupa Birliğine Nobel Barış ödülü....

İnsanın anlayış sınırlarını zorlayan bir seçim. Avrupanın ortasında eski Yugoslavya birbirinin gırtlağına sarıldığında, binlerce insan ölürken bu "barışseverler" yıllarca oturup seyretti, askerlerinin burnunun dibinde katliamlar yapıldı ve hala birşey yapamadıkları için bütün sorunları Sırplara ihale edip yalvar yakar Amerikalıları yardıma çağırdılar.

Daha dün Avrupa Topluluğuna alacağız dedikleri dost, müttefik ve dindaşları Ukrayna parça parça olmuş, yavaş yavaş Rusya'nın eline geçiyor, yine insanlar birbirlerini gırtlaklıyor, ancak Avrupa Topluluğu Rusya'ya uygulamayı kararlaştırdığı komik yaptırımları bile hayata geçiremeyip, habire erteliyor.

Çok başınızı ağrıtmayayım. Avrupanın fazlasıyla seçici bir biçimde uyguladığı eşitlik, insan hakları, demokrasi anlayışlarının benzeri bir barışseverlik anlayışı vardır. Örneğin, "Bütün insanlar eşittir" derken, "Benim ülkemin, bana benzeyen bütün insanları eşittir" kastedilir.

Barışseverlik de aynı böyle sizin anlayacağınız.

Avrupa'nın barışseverlikten anladığı kendi ülkelerinin savaşmamasıdır, yoksa dünya barışına Nobel alacak kadar nasıl bir katkı sağlamışlardır, bilinmez.

Obama'ya verilen Nobel Barış Ödülünü tartışmaya bile değer bulmuyorum. Bu ödülü eğer hayatta olsaydı Cengiz Han'a vermek gibi birşey, bana sorarsanız.

Şimdi gel de Nobel Barış Ödülünü ciddiye al... Kayıtlarımız için bir-iki fotoğraf çekip yürümeye devam ettik.

Kısa bir yürüyüş bizi Oslo Katedraline getirdi. Boyutları çok büyük olmasa da, içi aydınlık ve oldukça renkli.

Parlemento Binası
Bizi Oslo Katedralinden, Karl Johansgate caddesine götüren yürüyüşümüz sırasında Noveç'in parlemento binasını ve bir Yunan tapınağını andıran Oslo Üniversitesini görme fırsatımız oldu.

Karl Johansgate caddesi bizim gördüğümüz kadarıyla Oslo'nun en renkli caddesi. Bir sıra Cafe ve Restoranın karşısında havuzlarıyla, "fışkiyeleriyle" ve tabii ki heykelleriyle yine bir cennet köşesi park, bu cadde boyunca dizilmiş.

Parkta çok ilginç bir şeytan heykeli var. "Nü" tarzı sanata duyarlıysanız geçerken gözünüzü kapatın. Yeteri kadar liberalseniz mutlaka görün.

Karl Johansgate'in bitiminde ise Norveç'in kraliyet sarayı var. Ancak o kadar mütevazi bir bina ki bizimkinin yeni Cumhurbaşkanlığı binası bile bundan beş kat daha azametli.

Etrafı heykellerle çevrili "fışkiyeli" havuz
Sarayın birkaç kilometre ilerisinde ise, belki de Oslo'nun en fazla görmeye değer yeri olan Heykel Parkı bulunmakta.

Adından da anlaşılacağı üzere bu park heykellerle dolmuş ve taşmış durumda.

Bir dolu heykel, özenli bir harmoniyle uzun bir yol boyunca dizilmiş. Yolun sonunda bir meydan ve onun ortasında da etrafı yine heykellerle çevrili "fışkiyeli" bir havuz var. Meydanın ilersinde ise yükseltilmiş bir platform ve üzerinde de bir obelisk, yani dikilitaş bulunmakta. Dikilitaşın üzerinde ve platforma çıkan merdivenlerin yanlarında ise bilin bakalım neler var? Tabii ki heykeller.

Dikilitaş
Heykel ve heykel sanatı ile uzaktan yakından hiçbir ilgim, bilgim ve anlayışım yoktur, ancak bu parktaki heykeller, benim gibi bir sanat yoksununu bile etkileyecek kadar güzeller. Yolunuz düşerse görmeden geçmeyin.

Ve geldik bana göre Oslo'nun en ilginç ziyaret noktasına.

İzin verirseniz size bu ziyaretimizi anlatmadan önce, olayı kısaca tarihi kontekstine oturtayım.

Geçmişteki Avrupa devletlerinin güçleri ve konumları bugünkü Avrupaya pek benzemiyordu.

Avrupanın ileri, aydın, uygar ve müreffeh devletleri Avrupanın güneyinde yer alıyordu. Eski çağlarda Yunanlılar, Miladın kısa önce ve sonrası Romalılar, Rönesansın İtalyası, keşifler çağının İspanya ve Portekizi Avrupanın seçkin topluluklarıydı.

Avrupanın kuzeyindeki bugünün "yıldızları" olan Cermanik yani Almanya başta, İskandinavya, Belçika ve Hollanda gibi Alman kökenli ülkeleri ise geçmişin barbarlarıydı.

Barbarlar, dillerinin, zamanın uygarları Roma'lıların kulaklarına anlaşılmaz bir şekilde "Bar-Bar" gibi geldikleri için bu ismi almışlardı.

Bu barbarların arasında Vizigotlar, Ostrogotlar, Saksonlar, Vandallar, Lombardalar ve tabii ki Hunlar vardı, ancak Avrupa kültüründe belki de en derin iz bırakan barbar topluluk Vikinglerdi.

Ben Vikingleri ilk defa Sezgin Burak'ın hayata geçirdiği Tarkan çizgi-romanının Viking Kanı macerasında tanımıştım. Rahmetli dayım toplardı Tarkan'ları, sonrasında bana vermişti.

Sezgin Burak Vikingleri kızıl saçlı, sakallı bıyıklı, miğferlerinde boynuzlar olan ve renkli kalkanlarınını ejder başlı teknelerin yanlarına sıra sıra dizen savaşçı bir ulus şeklinde tasvir etmişti.

Kadınlar ise sarı saçlı, mavi gözlü, dünya güzelleri, yani yeme de yanında yat şeklindeydi. Kadınlar konusunu daha fazla iğrençleşmeden burada bırakalım isterseniz.

Tarkan, o kendine has Viking gemileri içerisinde, fiyordlarda gezer, yamaçlara tırmanır, kötü adamları döver, Ursula ablaya masal anlatırdı.

O günlerden kalmış bir heves vardı Vikinglere sizin anlayacağınız.

Gerçek hayatta Vikingler yaman ve savaşçı bir topluluk idiler. Danimarka ve İsveç'te bulunsalar da asıl merkez üsleri Batı Norveç'in fiyordlarıydı.

Milattan sonra birinci yüzyılda bütün Avrupayı titretmişlerdi.

En çok İngilizleri öttürmüşlerdi. Britanya adası Batı Norveç'e çok yakın olduğundan İngiltere'ye ve İskoçya'ya yüzlerce gemiyle çıkmışlar, başta manastırlar, birçok yerleşim merkezini talan etmişler ve adaya yerleşmişlerdi.

Bugün Britanya Adasında sonu -by ile biten yer isimleri yada İngilizce'ye "kapı" şeklinde çevrildiği için yabancı bir kelime gibi durmayan, ancak İskandinav dillerinde "cadde" anlamına gelen sonu -gate ile biten sokak isimleri çoğunlukla Viking döneminden kalmadır.

Vikingler söylemeye bile gerek yok, denizci birer kavimdiler. Tekneleri çok özel bir şekle sahipti. Aynı tekne modelini değişik ölçeklerde yaparak açık denizlerde, fiyordlarda ve nehirlerde büyük bir başarıyla ilerliyorlardı.

Dünyanın en çok nehrine sahip kıtası olan Avrupa"ya Sen nehrinden başlayıp, içlerine kadar girmiş, Paris dahil birçok şehri yakıp yıkıp yağmalamışlardı.

Kızıl Erik isimli bir Viking şefi, bu mühendislik harikası teknelerle Britanya'dan İzlanda'ya, İzlanda'dan Grönland'a, Grönland'dan da Kuzey Amerikaya kadar ulaşabilmişti. Yani Vikingler, Amerika'yı Kristof Kolomb'dan beş yüz yıl önce keşfetmişlerdi.

Viking gemisi
Vikingler pagan bir inanca sahiptiler. O yüzden ölülerini, onları öbür dünyaya taşıyacak bir geminin içerisine, ihtiyaçları olabileceğini düşündükleri eşyaları ile birlikte gömüyorlardı.

Yakın sayılabilecek bir zamanda da Oslo yakınlarında dört tane böyle mezar gemi bulunmuştu. Bu dört gemiden üçü Oslo yakınlarındaki bir müzede sergileniyordu. Bu üç gemiden ikisi de oldukça iyi durumdaydı.

Bu ziyareti düşünerek yanımda ultra geniş açılı bir objektif de getirmiştim. Dar alanda mucizeler yaratıyor bu tarz objektifler. Biletlerimizi alıp müzeye daldık. Çocuklar gibi sevinmiştim. Unutulmaz bir iki saat geçirdik müzede, bol bol da resim çektik. Gemiler gerçekten çok iyi durumdaydılar. Dümenleri ve direklerine kadar zamana dayanabilmişlerdi. Çaktırmadan gerçek bir Viking gemisine elimle bile dokundum!

Akşamında Hard Rock Cafe Oslo'da geleneksel yemeğimizi yedik ve geleneksel Hard Rock bardağımızı aldık.

Biz Oslo'da çok güzel zaman geçirdik. İskandinavya zaten genelde çok zevkle gezdiğimiz bir bölge.

Size Osloyu tavsiye etmeden bir iki uyarı yeniden yapayım, sonra da mutlaka görün diyeyim.

Bir, Oslo ÇOK PAHALI bir şehir. İki, İskandinavya'nın gerisi benzeri, çocukluktan bu yana duyup görmeyi isteyebileceğiniz bir çekim noktası olabilecek anıtı yada yapısı yok. Yani Oslo'da bir Eyfel Kulesi yada Kolezyum bulamayacaksınız. Ancak şehir bir bütün olarak çok güzel ve cazibeli.

En doğrusu, Oslo'yu bir Stokholm, Kopenhag ve Helsinki ziyareti ile birleştirmek.

Sağlıcakla kalın...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...