30 Ocak 2014 Perşembe

DNA

Özellikle bilim kurgu filimlerinde kullanılan dramatik bir çekim tekniği vardır. Uzaktan bir gezegene bakılarak başlanır ve kamera yavaş yavaş gezegene yaklaşır. Kamera yaklaştıkça uzaktan görünmeyen ayrıntılar açığa çıkar, detaylar belirginleşir.

Şimdi aynı tekniği insan vücuduna uygulayalım. Kamera vücudun herhangi bir noktasına odaklansın, mesela burnunuzun ucuna.

Kamera burnunuza yaklaştıkça derinin ayrıntıları, minik kıllar, kıvrımlar, büyüyerek görünebilir bir hale gelir.

Yaklaşmaya devam ettikçe insan vücudunun yapı taşları olan hücreler görülmeye başlar.

Hücre duvarını aşıp, içindeki sıvıyı geçtiğinizde ise hücrenin merkezindeki çekirdeğe ulaşırsınız.

Kamera daha da yaklaştıkça, bu çekirdeğin içerisinde bir "x" harfi şekinde dizili, ikiz sayılabilecek kadar birbirine benzeyen yirmi üç çift, toplam kırk altı tane bağ görürsünüz.

Bu bağlara kromozom derler.

Bu kromozom çiftlerinden biri annenizden, diğeri babanızdan gelmiştir.

Biraz daha yaklaşıp, kromozomların içine baktığımızda ise doğanın en çarpıcı yapıtlarından birini görürüz.

Bir ip merdiven canlandırın kafanızda. Sonra bu ip merdivenin üstünü ve altını ters yönlere çevirerek burmaya başlayın.

İşte, her kromozomun içersinde, yukardaki burulmuş hayali ip merdivene benzeyen bir yapı bulunur.

Her şeyin ismi olduğu gibi, bu yapının da bir ismi vardır elbette.

"Deoksiribonükleikasit"

Yada bilinen kısa ismi ile DNA.

DNA bir moleküldür. Yani atomların bir araya gelerek oluşturduğu bir gurup.

DNA molekülü dev sayılabilecek boyutlardadır.

Bir karşılaştırma için etrafımızdaki en yaygın moleküllerden biri olan su molekülünü alalım. Bir su molekülünde iki hidrojen ve bir oksijen olmak üzere toplam üç atom vardır. DNA molekülleri bulundukları kromozomlara ve ait oldukları canlıların türüne göre farklı boylarda oluşurlar ancak orta karar bir DNA molekülünde on beş milyar kadar atom bulunur.

Üç atom nire, on beş milyar atom nire... Anlayın ne kadar büyük olduğunu.

İşte bu toplam kırk altı DNA molekülünde hem yaşamın, hem de ölümün sırları yazılıdır.

Dünyanın en verimli flaş belleğidir bu arkadaşlar. İçindeki bilgi sıfırdan bütün bir insan vücudunu oluşturabilir.

Dört rakamdan oluşan bir kodlama sistemi vardır, ancak bu dört rakam tüm kombinasyonları ile kullanılamaz. Rakamlar çiftler halinde sıralanır ve bir rakamı ancak belirli başka bir rakam takip edebilir. O yüzden bu kodlamaya kaba bir benzetme ile kısıtlı bir dörtlü sistem diyebiliriz.

Bilgiler atom seviyesinde kodlanır. Her bir rakam için ortalama otuz civarı atom kullanılır.

Ve bu muazzam bellek vücudumuzun tek bir yerinde değil bütün hücrelerde bir kopyesi ile saklanır. O yüzden bozulma korkunuz olmasın, milyarlarca yedeği vardır. Buna rağmen arada bir kazaların olduğu da olur. Bu konuya az sonra geleceğiz.

Yine bu belleğin çok büyük bir bölümü tabiri caiz ise boştur, yani kullanılmaz. Formatlanmış hazır biçimde kullanılacağı günü bekler. Birgün gelip bu boş alan kullanıldığında ise, bu DNA'nın sahibi canlıya artık insan denemeyecektir. Evrim onu başka ve daha ileri bir canlı haline getirmiş olacaktır.

İşte bilgi depolamayla görevli bu koca molekülün kullanılan bölümleri vücudun oluşumu ve fonksiyonu ile ilgili daha ziyade komutlara benzeyen bilgiler içerir. Örneğin "Saç rengi siyah olsun!" şeklinde.

Saç renginin siyah olmasını sağlayan atom kombinasyonu, örneğin sarı olmasını sağlayan kombinasyondan farklı olsa da saç renginin komutunun DNA molekülündeki yeri hep aynıdır.

Aynı bir kitabın sayfaları gibi.

Atıyorum, sayfa elli altıda saç rengi, sayfa elli yedide ayak boyu bulunur. Sayfaların içeriği farklı olsa da - ki hepimizi kendine özgü, farklı bireyler yapan bu içeriğin farklı olmasıdır, yerleri hep aynıdır.

Bu vücudumuz ile ilgili komutlar için DNA molekülünün üzerinde, rezerve edilmiş yerlere de gen adı verilir. Her gen DNA molekülünün üzerindeki bir alanı, bu alandaki atomların kombinasyonu ise genin içerdiği komutu belirler.

Bir insanın vücudunun oluşumu ile ilgili tüm bilgi vücuttaki her hücrede bulunduğundan, hücrelerin vücutta kullanıldığı yere ve vücudun yaşına göre bu genlerin bazıları kullanılır, bazıları kullanılmaz.

Anne rahmindeki çocuğun örneğin karaciğerini geliştirirken kullandığı genler, organ oluştuktan sonra bir daha kullanılmaz. Hangi genin ne zaman kullanılacağını bile yine başka genler belirler. Aynı kendi programını yazan bir bilgisayar gibi.

İnsan vücudu, anne rahminde tek bir hücrenin oluşması ile ölümüne kadar sürecek yolculuğuna başlar. İşte bu ilk hücrede, bizi biz yapan kırk altı tane DNA molekülü bulunur.

Hücreler bölünerek çoğaldıkça bu DNA molekülleri de kendilerini kopyalayarak yeni hücrelerde yerlerini alırlar.

Ben burada işi uzatıp karıştırmamak için değinmeyeceğim ancak bu kopyalama işi çok ilginçtir arkadaşlar, ilginizi çekerse nasıl olduğunu okuyun. Windows işletim sistemine taş çıkarttıracak kadar hassas ve kesin bir kopyalama sistemidir bu. Zaman zaman kopya bozulsa bile kendini tamir edebilir.

Şimdi bunca şeyi size ansiklopedik bilgi olsun diye yazmıyorum. İnternette genetik ile ilgili bir dolu bilgi var, hem de benden çok daha kalifiye kişilerce, çok daha anlaşılır biçimde yazılmış biçimde. İlginizi çekerse okumaya devam edebilirsiniz.

Benim asıl konum bu DNA moleküllerinin doğru olarak çalışmamalarının faydaları.

Yanlış okumadınız, yada ben yanlış yazmadım.

Bu kopyalama işlemi esnasında, nadir de olsa bir iki şey yanlış gider, ortaya çıkan yeni DNA molekülleri eskisinden biraz farklı olur.

DNA moleküllerinin yanlış kopyalanması aslında iyi bir şeydir. Eğer tamamen doğru kopyalansalardı, ne siz, ne ben burada bunu tartışıyor olabilirdik. Hatta insanlar, hayvanlar, bitkiler de olmazdı. Bütün gezegen tek hücreli ilkel canlılarla dolu olurdu.

Konumuza dönersek, bu orijinalinden accık farklı DNA oluşumuna mutasyon, farkların yeterince büyük olduğunda ortaya çıkan yeni canlıya mutant, mutasyona yol açan etkenlere de mutajen derler.

DNA'nın kopyalanması kimyasal bir tepkimedir. Kimyasal tepkimeler oluşmaları için öyle çok fazla enerjiye gerek duymazlar ve göreceli olarak kolayca gerçekleşirler. Bu sebeple de kolayca bozulabilirler.

Kimyasal bileşikler yada mor ötesi yani ultra-viyole radyasyonu gibi zayıf radyasyonlar bile mutasyona yol açabilir.

Mutasyon hemen her zaman kötü sonuçlara yol açar. "Kötü" sözcüğü bu sonuçları tam boyutu ile doğru olarak açıklamaya yetmez. "Facia" daha doğru bir tanımlama olacaktır. Kanser'den organ bozukluklarına, sakatlıktan ölüme kadar feci sonuçları vardır mutasyonun.

Ancak tüm mutasyonlar facia ile sonuçlanmaz. Sonu ölümle biten milyonlarca mutasyona karşılık bir mutasyon, canlıya avantaj kazandıracak bir şekilde sonuçlanabilir.

İlkel çağları düşünelim.

Maymuna benzer ilkel bir canlının, başparmak oluşumunu düzenleyen geni mutasyona uğrayıp biraz daha uzunca bir baş parmak oluşumuna yol açmış olsun. Bunun sonucunda, uzun başparmağa sahip bu yeni canlı taş sopa gibi ilkel araçları kullanma yetisine sahip olur.

Alet kullanabilen uzun başparmaklı bu canlı ve çocukları, alet kullanamayan kısa başparmaklı akrabalarına göre daha fazla hayatta kalabilme şansına sahip olduklarından eski akrabalarının zararına çoğalırlar.

İşte biz bu faydalı mutasyona evrim diyoruz.

Evrim, yani faydalı mutasyonun gerçekleşmesi için katlanmamız gereken, sonu facia ile bitecek zararlı mutasyonun da bir adı var. Genetik yük.

İşte evrimin buz gibi soğuk fiyatı arkadaşlar.

Evrimin gerçekleşmesi, yani daha başarılı yeni canlı türünün gelişmesi için, eski canlı türünün acı çekmesi ve ortadan kalkması gerekir.

Genetik yük her zaman vardı ve olmaya da devam edecektir. Kendimizi istediğimiz kadar korumaya çalışalım, kimyasal maddelerden arınmış bir ortamda yaşayalım, sadece organilk besinler tüketelim, mutasyondan kaçamayız.

Özellikle kendine has bir mutajen vardır ki, oluştuğunda genetik yük kat be kat artar.

Bu mutajenin kaynağı dünyamızda bile değildir.

Güneşi düşünün. Güneş, bildiğiniz üzere bir yıldızdır. Bir yıldızı, örneğin bir gezegen olan dünyamızdan ayıran özellik, yıldızın ısı ve ışık vermesidir.

Güneşin kütlesi dünyamızdan milyonlarca kez büyüktür. Bu sebeple de yerçekimi çok güçlüdür.

Bu muazzam yerçekimi, güneşi oluşturan ana madde olan hidrojen atomlarını sıkıştırır. Sıkışan hidrojen atomları birbirine yaklaşır, çekirdeğin etrafındaki elektronlar dejenere olur ve hidrojen çekirdeği olan bir proton, başka bir hidrojen çekirdeği protonla birleşir.

Bu birleşme sonunda ortaya helyum atomu ve aynı zamanda büyük bir enerji çıkar. Hidrojen bombasına, yani termonükleer silahlara güçlerini veren bu tepkimedir.

Güneşe dönersek, ortaya çıkan bu enerji, yerçekimi ile sıkışmaya devam eden atomları aksi yöne doğru iter ve güneş şişerek çökmekten kurtulur, bir dengeye ulaşır.

Güneş, hidrojen atomlarını helyum atomlarına çevirerek yakıtını tükettiğinde, yerçekiminin gücüne karşı koyamayacak ve maddesi sıkışıp çökerek bu günkü halinden hayli farklı bir yıldıza dönüşecektir.

Ancak, evrendeki her yıldız güneş ile aynı büyüklükte değildir.

Bazı yıldızlar güneşten kat be kat fazla madde içerirler. Bu yıldızların yakıtları bittiğindeki çöküşü ise, güneşin gelecekteki sakin sayılabilecek çöküşünün aksine, akıl almaz büyüklükte bir patlamayla son bulur.

Süpernova adı verilen bu patlama, mutajen olduklarını önceden söylediğimiz mor ötesi ışımayla aynı özellikte ancak çok daha fazla enerjik - ve mutajenik - X ışlınları ile daha bile enerjik Gamma ışınları yayar.

İş bunla da bitmez. Bu patlama henüz helyuma dönüşmemiş hidrojen ve zaten varolan helyum çekirdeklerini de evrenin her tarafına saçar. Hidrojen çekirdekleri olan aktif protonlar ve çok fazla kimyasına girmeden helyum çekirdekleri, X ve Gamma ışımasından daha da mutajeniktir.

Düşünün...

Tam aganigi esnasında bu protonlardan biri döllenmiş hücrenin DNA'sına çarpmış ve yeni genler üretmiş olsun. Alın size birinci sınıf bir X-Men yada Heroes dizisi.

Bizi biz yapan, atomların küçük dünyasından, dev yıldızların çöküşüne kadarki uyum arkadaşlar. Bu uyumu değiştirmeye biz fanilerin gücü yetmiyor.

İşte ölüm de bu uyumun bir parçası. Doğmamızı sağlayan güç, ölmemizi de emrediyor. Biz ölünce, yeni canlara, daha farklı ve daha başarılı türlere yol açıyoruz.

Fakiri-zengini, uzunu-kısası, genci-yaşlısı, hepimiz bu kozmik uyumun bir parçasıyız. Hep beraber, namusumuzla rolümüzü oynayalım ve sahneyi yenilere bırakalım.

Zaten kısa hayatımızı hırsla, şirretlikle, kötülükle tahammül edilemez bir hale dönüştürmeyelim.

Bu hafta bilimle başladık, felsefeyle bitirdik.

Beni bilimle anla iki gözüm, felsefeyle yargıla, haydi yorgun demokrat

Yarın ola hayrola.

19 Ocak 2014 Pazar

Hıyarlık

Bu yazının anahtar sözcüğü obnoxious arkadaşlar. Latince kökenli bir sözcük, "abnakşıs" şeklinde telaffuz ediliyor. Bir sözcükle Türkçemizdeki karşılığı 'hıyar'. Burada tabii ki salatalarda kullanılan sebzeden bahsetmiyoruz.

Sözcüğün türevleri olan obnoxiously 'hıyarca', obnoxiousness ise 'hıyarlık' demek.

Obnoxius biri sizin sinirinizi kaldırır, saldırganca konuşur, öyle şeyler söyler ki, kaka gibi kalırsınız bir anda.

Biraz medeni bir insansanız ne söyleyeceğinizi bilemez, eve gidince kafanızda kurar, "Lan keşke şöyle cevap verseydim..." dersiniz, ancak artık çok geçtir. Olayın siniri bir süre devam eder, sonrasında etkisi azalır ve kaybolur. Bu süre kişiden kişiye değişir.

Yok medeni biri değilseniz, bu hıyarın ağızının ortasına çakarsınız bir tane. Sinir falan kalmaz, gece rahat rahat uyursunuz.

Medeni olmayan seçenek obnoxious kişilere uygulanabilecek aslında en doğru ve en etkili yöntemdir, ancak yaygınca kullanılmaz.

Çünkü obnoxious kişiler obnoxious olduklarının bilincindedirler. Uzun yıllar obnoxious olmanın verdiği deneyim ile ne zaman obnoxious olmaları gerektiğini çok iyi hesaplarlar. Sizi hiç beklemediğiniz bir anda yakalarlar ve saldırılarını yaparlar.

Gafil avlandığınız için gereken tepkiyi, yani ağızlarının ortasına bir tane çakmayı, gösteremezsiniz. Olayın bilincine vardığınızda ise artık çok geçtir. Obnoxious rakibiniz saldırısını bitirmiş, amacına ulaşmıştır.

Size de eve gidip "Lan, keşke şöyle deseydim..." demek düşer.

Obnoxiousness, yani hıyarlık aslında herkesin içinde vardır. Zaman zaman hepimiz biraz obnoxious oluruz. Ancak bunun derecesi, içimizdeki obnoxiousness'ı ne kadar kontrol edebildiğimize bağlıdır. Bu yüzden, etrafımızda gördüğümüz hıyarlar, farklı bir insan modeli değil, içlerindeki hıyarlığı kontrol edemeyen siz, ben gibi sıradan kişilerdir.

İşe biraz filozofik bir açıdan bakarsak, hayat bir mahzende el yordamıyla yürümeye benzer arkadaşlar. Etrafınızdaki herşeyi bir bakışta göremezsiniz. Yürüdükçe yeni bir şeyle karşılaşır, deneyimlerinizi güncellersiniz.

İşte bu karanlık yolculuğunuzda, arada bir de obnoxious insanlara denk gelirsiniz. Yürümeye devam ettikçe, yani yaşlandıkça, rastladığınız obnoxious insanların sayısı artar, siz de hıyarlığın gün geçtikçe yaygınlaştığı izlenimine kapılırsınız.

Bu noktada paniğe kapılıp gelecek için endişelenmenize gerek yoktur, çünkü hıyarlık artarak büyüyen bir fenomen değildir. En baştan beri aynı miktarda bulunmaktaydı, sadece siz yaşayarak bunlarla daha fazla karşılaştınız, hepsi o.

Ve hayatın karanlık mahzeninde el yordamıyla yürüdükçe de obnoxious insanlarla karşılaşmaya devam edeceksiniz.

Yada edecektiniz.

Çünkü günümüzde sosyal medya bu gidişatı kökünden değiştirdi.

Sanki birisi, hayatın karanlık mahzeninde düğmeye basıp bir anda ışıkları yaktı. Gözünüz aydınlığa alıştığında, belki de önünüzdeki on sene içerisinde yavaş yavaş karşılaşacağınız hıyarların tümünü bir anda görmüş oldunuz.

Sosyal medya, etrafınızdaki obnoxious insanları ortaya çıkarmakla kalmadı, bir de bunlara obnoxiousness'larını daha da başarılı icra edebilmelerini sağlayan bir ortam yarattı. Bu kişiler artık çok daha geniş bir kitleye, çok daha kısa bir süre içinde ve çok daha etkili bir biçimde hıyarlıklarını ulaştırabilmekte.

Bu yazıyı yazmamın sebebi, eğer siz de, insanların hıyarlıklarımdan sıkıntılıysanız, size yalnız olmadığınızı hatırlatmak.

Yine tavsiyem, bu hıyarlar yüzünden hayatınızı da değiştirip, insanlığa yada sosyal medyaya küsmeyin.

Bu hıyarların tedavisi çok zordur ancak kendinize bir anti-obnoxiousness terapisi yapabilirsiniz.

Bu Pazar'lık da bu kadar. Herkese iyi haftalar...

9 Ocak 2014 Perşembe

Kopenhag

Jelena tüm İskandinavya gezisi boyunca mükemmel bir plan yapmıştı. Nerede ne zaman hangi toplu taşım aracını kullanacağımız, fiyat ve çabukluk bakımından da optimize edilmiş bir halde tek tek belirlenmişti.

Otelimize doğru...

Kopenhag'a indiğimizde de herşey İsviçre saati gibi tıkır tıkır çalıştı. Hemen bir tren ile metro bağlantısı olan bir istasyona, oradan da metro ile otelimize gittik.

Tüm bunlar yirmi dakika içerisinde olmuştu.
Otelimiz İskandinavyanın en büyük oteli. İki kulesi, restoranları ve barlarıyla küçük bir şehir gibi.

Odamızı bulunca hemen bavul ve çantaları bırakıp kendimizi metroya attık ve kent merkezinin yolunu tuttuk.

Metro otelin civarında yer üstünden gidiyordu. Üst dediysem yer seviyesi değil, onun da üstü. Uzay Yolu benzeri, havadan giden bir ray. Trende ise makinist, biletçi falan yok. Bu yüzden trenin en önü, boydan boya camı ile mükemmel bir panoramik manzara sunuyor.

Şans eseri en ön sıra boştu. Hop oturduk ve sanki trenin makinisti gibi kurulup yolumuza devam ettik. Jetgiller gibi şehire tepeden baka baka gidiyorduk. Üç beş durak sonra tren bu kez yerin altına indi. Olay atari oyununa dönüşmüştü. Dehlizlerden, ışıkların arasından, büyük bir hızla zıp zıp geçiyorduk.

Metrodan çıktığımızda, etrafı kültürel binalarla dolu koca bir meydan, bu meydanın elli metre ilerisinde ise o insanın aklına bir kez kazındığında, bir daha çıkmayacak olağan üstü bir manzara çıkmıştı karşımıza.

Bir liman...

Bir ressam eline fırçasını almış, bütün o evleri ve tekneleri tek tek boyamış gibiydi.

Yeni Liman
Bir kanal düşünün arkadaşlar ve onun her iki tarafında da birer sıra kırmızı, sarı, mavi, kahverengi, her renkten bir kaç katlı yapılar. Her ev ayrı bir renk, ayrı bir şekilde yapılmış.

Kanalın sağında ve solunda, yelkenleriyle, direkleriyle onlarca tekne.

Güzel sözcüğü, anlamını bu limanda bulmuş.

Jelena Yeni Limanda
Kopenhag'ın simgesel yerlerinden biri olan bu limanın ismi Yeni Liman ama etrafındaki en yeni bina birkaç yüzyıllık. Gün boyunca buradan Kopenhag'ın kanallarını dolaşıp denize ulaşan gemi turları kalkıyor. Kopenhag'a gelince kaçırılmaması gereken bir tur.

Jelena ile kanalın her iki yakasından da sonuna kadar yürüdük, manzarayı sindirdiğimize emin olduktan sonra ise geri döndük.

Şehirde gezdikçe cazibesini daha da fazla hissediyorduk. Şehirin merkezi bir müze havasında. Yine yakınında Slotsholmen, yada İngilizce ismi ile Castle Island, yanı Kaleler Adası isimli bir adada, ard arda yapılmış kaleler, saraylar ve diğer kültür yapıları var. Bu yapıların herbiri ayrı ayrı güzel ve görülmeye değer.

Slotsholmen Civarı
Kopenhag'ın mimarisi Avrupada çok az görebileceğiniz kadar iyi korunmuş ve gezilmeye uygun hale getirilmiş.

Castle Island'ın ardından, yönümüzü Tivoli Bahçelerine çevirdik. Yolda, kentin en eski bölgelerinden biri olan Strøget'den geçtik. Bugün, bu bölge bir alış veriş mabedine dönüşmüş.

Tivoli Bahçelerinin bir ucunda bulunduğu City Hall Meydanı, yani Valilik Meydanındaki yapılar insanın soluğunu kesiyor.

Kopenhag, başlı başına müze sayılabilecek bir kent. Eğer İskandinavya'da sadece bir kenti göreceğim deseydim, bu herhalde Kopenhag olurdu.

Yeni yıl akşamı plan Hard Rock Cafe'de bir yemek ve sonra bir yerlerde birşeyler içmekti, ancak bir iki kişiyle konuşunca planları değiştirdik. Çünkü, herkesin ortak görüşü bizi Tivoli'ye yönlendiriyordu.

N'apalım, Roma'dayken Romalılar'ın yaptığını yap derler ya... Biz kim Kopenhag'ın adetlerini sorgulamak kim. Tivoli olsun anasını satayım dedik. Biletlerimizi önceden aldık, sonrasında akşam için rezervasyon yaptırmaya Hard Rock Cafe'ye yöneldik.

Hard Rock Cafe rezervasyon almıyordu. "Nasıl olacak?" diye sorduk, "Saat yedide gelin, barda beklersiniz bir saat kadar..." dediler.

N'apalım, Roma'dayken....

Sonrasında Jelena "Gel o zaman 'Küçük Denizkızı'nı görelim." dedi.

"Ha?" dedim. "Ne kızı?'

"Aaa, bilmiyor musun Küçük Denizkızını?" diye öyle bir sordu ki, utandım.

"Hatırlıyacağım sanki, rings a bell..." falan diye geveliyordum ama ilk defa duyduğuma emindim neredeyse.

"Küçük Denizkızı Kopenhag'ın simgesidir." dedi zevcem.

Nasıl dersen öyle olsun, ne diyeyim, simgesiyse simgesi. Problem, ben niye atlamışım bu simgeyi?

Aslında bu iki oluyor. Benzeri bir olayı Brüksel'de de yaşamıştım. Yanımızda Jelena'nın kardeşi de vardı.

"Atomiyum'u ne zaman göreceğiz?" diye sordu.

Ben boş boş bakınca "Aaa, Atomiyum'u bilmiyormusun?" olduk. Ben durumu geçiştirmek için "Boşverin Atomiyum'u, pozitif olalım, gelin Atoyum'a gidelim." benzeri savuşturma hamleleri yapsam da yemediler.

Meğer o da Brüksel'in simgesiymiş - haa, bu arada eğer siz de Atomiyum'u bilmiyorsanız ne olduğunu nah söylerim. Gidin kendiniz Google'layın

Benim için geç artık, ancak evlenirken dikkat edin, kayınvalide coğrafya öğretmeni olmasın...

Az önce bahsettiğim kanal turu Küçük Denizkızı'na gidiyormuş. Yürümekten de kurtarır diye düşündüm ve atladık gemiye. Burada başınızı ağrıtmayayım, o kanala gittik, çok güzeldi, bu kanala geldik, o da çok güzeldi diye. Tek söyleyeceğim, yolunuz düşerse mutlaka alın bu turu.

Neyse, turun bir noktasında, kanallardan çıkıp denize açıldık, bir süre gidip kıyıda bir noktaya yaklaştık. Ben dışarda fotoğraf çekerken, Jelena üşüyüp içeri girmişti. Bir baktım, gelmiş yanıma, "Hadi, kaçırmayalım, çek resmimizi..." dedi. Ben "Neyin resmini?" diye sorunca, "Küçük Denizkızı'nın resmini... Bak orada!" dedi.

Abicim, baktım etrafa, öyle denizkızı, menizkızı yok.

"Nerede bu?" diye sorunca, Jelena parmağıyla, şöyle yarım metre boyunda bir iki kayanın üzerinde, yine yarım metre boyunda bir heykeli gösterdi, ancak eğer işaret etmeseydi hayatta göremezdim.

Demek Küçük Denizkızı buydu...

Ben Kopenhag'ın simgesi falan deyince, öyle Özgürlük Heykeli ebatlarında birşey bekliyordum. Bu Küçük Denizkızı cidden adı gibi küçükmüş.

Biraz daha yaklaşımca heykelin önünün kıyıya baktığını gördüm. Gemiden sadece göre göre Küçük Denizkızı'nın kıçını görebilmiştik!

Bu anlamsız ziyaret sonucunda Jelena Küçük Denizkızı'nı doğru düzgün göremediği için üzülmüştü tabii, ama beni de bir daha zorla, bu sefer karadan götürmek istemediği için konuyu değiştirdi.

Sadece Jelena'nın üzülmesi değil, bu sefer ben de meraklanmıştım. Kara tarafında heykeli görmeye gelmiş yüzlerce turist vardı, hem de Aralığın otuz birinde. Demek bu heykelin görülmeye değecek bir şeyleri vardı.

"Sen merak etme karıcım, yarın ilk iş buraya karadan geleceğiz." dedim.

Gelecektik, gelmeliydik de...

Akşam yemeğinin ardından Tivoli'ye geçtik. Bir yirmibeş sene önce bir daha gelmişliğim vardı ancak yeni yıl gecesi tabii ki bambaşkaydı.

Girişte ağızımı açtım, bir daha da kapamadan gezdim tüm bahçeyi.

Kremlinin simgesi Aziz Bazil'den tutun Buda tapınaklarına, korsan gemilerine kadar ışıl ışıl yapmışlar koca bahçenin her köşesini. Yine çok az görmüştüm bu kadar güzelini.

Tivoli Bahçeleri
Parkın bir bölümünde ise roller coaster, uçan salıncak falan gibi Luna Park vari eğlenceler de vardı ancak sadece çarpışan arabalar çalışıyordu.

Saat oniki den bayağı önce ciddi bir havai fişek şovu başladı.

Uzun bir süre sonra ilk defa ciddi boyutta havai fişeklerle yeni yıla giriyorduk. Geçen sene Paris'te bir tane bile havai fişek atmamışlardı, sadece göz yaşartıcı gaz fişekleri vardı, kavga edenleri dağıtmak için...

Bir önceki sene Hong Kong'da "puf" diye üç beş tane atmışlardı ama dişimizin kovuğuna bile sığmadı.

Tivoli Bahçeleri
Daha önceki sene ise Brüksel'deydik. Şov güzeldi ama yine bir tane bile havai fişek yoktu.

Kopenhag'da ise sabahın dördünde bile hala havai fişek atıyorlardı.

Otelimizin penceresinden uyuyana kadar havai fişekleri izledik.

Ertesi gün metro istasyonundan çıktığımızda etrafta kimse yoktu. Ocağın biri, yani sebebi ortada tabii.

Tam yönümüzü bizi denizkızına götürecek yirmi altı numaralı otobüsün durağına çevirmişken hemen yakınımızda trampet, davul ve borazan sesleri duyduk.

Jelena geçit töreninin başında...

Biraz yürüyünce kırmızı ceketleri, uzun kürklü şapkalarıyla Danimarka kraliyet askerlerini gördük. Bir tür resmi geçit yapıyorlar, arkalarında da bir dolu insan, resim çekiyor, onlarla birlikte yürüyorlardı.

Koşmaya başladık, bütün kıtayı geçtik ve önlerinden resim çekebildik. Bahaneyle, Jelena sekiz sene boyunca ilk defa beni koşarken görmüş oldu

Sonunda geldik yirmi altı numaralı otobüsün durağına. Tarifeye göre yirmi dakika vardı gelmesine.

Biz tam ne yapalım, bekleriz moduna girmişken, 1A numaralı otobüs geldi.

Niye numara yetmemiş de sonuna bir de "A" koymuşlar diye sormayın. Büyük olasılıkla şehir planlarının kodlaması yüzünden sadece üç beş belediye çalışanının işine yaraması nedeniyle uyguladıkları bu aptalca kodlamanın otobüslerin gerçek kullanıcıları olan yolculara hiçbir faydası olmamasına rağmen yine de eminim bir yüz sene değişmeyecektir.

Daha önce de söylemiştim, aynı numaralı otobüsler her zaman aynı yere gitmiyor diye. Şansımıza yirmi altı numaralı hat denizkızını geçtikten sonra iki yöne ayrılıyormuş, o yüzden her yirmi altı numaralı otobüs işimize yarıyordu.

Böyle şeyler olur Avrupada. Neyse, konumuza dönelim.

1A numaralı otobüs kapısını açınca Jelena "Soranın bir yüzü kara..." deyip, şoföre sordu.

"Bu otobüs Küçük Denizkızı'na gider mi?"

"Gider ama yirmi altı kadar yakınından geçmez. Biraz yürümeniz gerekir."

Biz binelim mi, binmeyelim mi diye vicdan muhasebesi yaparken, şoför seslendi.

"Yapmayın, gelin benle gidin. Hava güzel, biraz yürümekle birşey olmaz..." dedi.

Güzel hava eksi iki derece bu arada...

Daveti kırmadık, atladık otobüse. Otobüs dura kalka gidiyor. Bir beş dakika sonra yine durdu. Şoför el frenini çekti, kabininden çıktı, yürüyerek otobüsün ortasına, yanımıza geldi.

Şeffaf plastik bir kutudan turistik bir şehir haritası çıkardı. Üzerinde bize nerede olduğumuzu gösterdi, sonra da denizkızına nasıl gidebileceğimizi anlattı.

Anlayacağınız, koca otobüs seferini durdurdu bizim için...

Ben her an diğer yolculardan bir protesto bekliyorum. "Gitsek artık...", "İşimiz var..." şeklinde.

Yolcular ise şoför anlattıkça başlarıyla şoförü tasdik ediyorlar, arada diyaloğa katılıyorlar.

"Doğru, parkın içinden geçmeyin, etrafından dolaşın, sarayı da görürsünüz..."

"Kiliseyi de görün mutlaka..."

Başka bir dünya işte, anasını satayım, n'apalım

Bir beş dakikalık yürüyüşten sonra önce saraya gittik. Saray, asli kraliyet sarayı değil, genellikle kraliyet ailesinin gemiye binmek için kullandıkları bir "banliyö" sarayı. Günün ilerleyen saatlerinde asli kraliyet sarayını da gördük.

Her ikisi de güzeldi tabii.

Ve sonrasında, deniz kıyısında ufak bir yürüyüşten sonra "muhteşem" küçük denizkızına ulaştık.

Yakından görünce daha iyi bir fikir sahibi oldum.

Küçük Denizkızı
Allah için kız güzel bir kız, ancak pek öyle denizkızı izlenimini vermedi bana. Bu bildiğimiz alelade "kara" kızı, bana sorarsanız.

Çünkü bacakları var, yani belden aşağı pullu balık şekli yok. Ayak uçlarına doğru yüzgeçimsi uzuvları olsa da, bunlar daha ziyade kıvrılmış etek gibi duruyorlar.

Bir de fazlaca dikkatli bakarsanız pedofil diye yakanıza yapışabilirler. Ufacıcık bir kız çünkü

N'apalım, gelmişken bol bol denizkızı resimleri çektik. Ben de coğrafya bilgime de son eklememi pekiştirmiş oldum.

Denizkızından merkeze doğru yürürken, bir önceki gün de gördüğümüz iki kilisenin yakınından geçtik. Bunlardan ilki bir Rus Ortodoks Kilisesi, diğeri ise Frederik'in Kilisesi, yada popüler ismiyle Mermer Kilise.

Mermer Kilise, kiliseden çok bir Roma tapınağını andırıyor. Çok güzel bir mimarisi var, ancak içi biraz karanlık. Rus Kilisesi ise kapalıydı, gezemedik.

Rosenborg Kalesi
On dakikalık bir yürüyüş, bizi bir sonraki durağımız olan Rosenborg Kalesine getirdi. Bana ilk görüşte popüler video oyunundaki Wolfenstein'ın şatosunu çağrıştırdı.

Bu güzel yapı beni gerçekten çok etkiledi.

Girişi kısa kenarındaydı. Her iki tarafında da - zannedersem - aslanlar bulunan bir bahçe kapısı, ve bu kapının önünde de kız arkadaşının fotoğrafını henüz çekmiş bir adam duruyordu.

Fotoğraf çekmek için mükemmel bir vista noktasıydı. Çiftin işini bitirip manzarayı boşaltmalarını bekliyordum.

Kız fotoğrafa baktı, tam memnun, ayrılacakken benim elimde kamerayla beklediğimi gördü.

Ban de tam o anda acı gerçeği idrak ettim.

Aklıma gelen başıma gelmişti. Daha konuştukları bir kelimeyi bile duymadan anladım.

Bu çift Fransızdı.

Bu da demekti ki, önümüzdeki on dakika çok zor geçecekti.

Fransızlar iyi, hoş insanlardır ancak bazıları eğer birinin onların bir işi bitirmelerini beklediğini anlarlarsa, tarif etmesi imkansız bir "Ben kendimi önemli hissetmek istiyorum!" moduna girerler. O makul ergen insanlar, beş yaşında bir çocuk gibi davranmaya başlarlar ki inanamazsınız.

Ne demek istediğimi canlı bir örnekle anlatayım...

Bir hafta sonu, Annecy'de, bir park yerinde boş bir yer bulabilmek için arabayla turluyoruz.

Tam önümüzde iki kadın arabalarına doğru yürüdü ve soldaki arabaya girip motoru çalıştırdı. Sağdaki tam arabaya girerken bizim beklediğimizi gördü ve hemen binmekten vazgeçip açtığı kapıyı kapattı.

Şoför koltuğundaki ne olduğunu anlamadı ama diğerinin indiğini görünce camı açıp "Sa va?", yani "Ne iş?" diye sordu. O anda, o da bizi gördü, geri döndü, kontağı kapadı ve arabadan çıktı.

İki insan, arabalarını park edebilmek için onların park yerini boşaltmalarını bekliyordu. Bu fırsat kaçmazdı...

Biz de hemen sonrasında, iki ergen kadının çocukluğa geri evrimini izledik.

Arabalarının arkasına geçmiş, ayakta konuşuyorlardı.

"Fıs, fıs fıs...."

"Me noooo!"

"Aaaa-hahaha!"

"Fıs, fıs fıs...."

"Se ankroyabl!"

"Me uiiiiii!"

"Hahahaha!"

Bu diyalog bir beş dakika sürdü. Beş dakika uzun bir zaman arkadaşlar, saate beş dakika devamlı bakmayı deneyin bakalım...

Sonrasında, bir harita çıkarıp - sözde - gidecekleri yol üzerinde tartışmaya başladılar.

Bir beş dakika daha. "Oradan mı gidelim, buradan mı gidelim?" Geyiği yaptılar. Bu arada Annecy avuç içi kadar yerdir ha!

Gözünü sevdiğim memleketim. Olmaz böyle şeyler bizde... Erkekmiş, kadınmış, farketmez. Biri sıkıyorsa yapsın bunların yaptığını. Detaylarıma girmeden sadece sonu iyi olmaz demekle yetiniyorum

Medeniyet böyle bir şey işte. Sizi beklemeye zorluyor... Bekliyorsunuz...

Tam harita geyiği sürerken, bunların yanında başka bir araba geri geri çıkmaya başladı. Arz artmış, yeni bir park yeri açılmaya başlamıştı. Artık onları beklemek zorunda değildik.

Tam bu anda iki kadının arasındaki harita tartışması bıçak gibi kesildi. "A bon..." dediler, arabalarına atlayıp geri çıkmaya başladılar.

Bunları sizi eğlendirmek için abartarak anlattığımı düşünebilirsiniz. Bir santim abartıyorsam taş olayım!

Bir başka gün, bu kez Evian'dayız, hani şu suyu ile ünlü şehirde. Arabayla bir saatten az uzaklıkta, o yüzden fırsat buldukça gideriz. Çok güzel bir şehirdir...

Sahil yolunda gidiyoruz. Arabayı Jelena kullanıyor. Bir hafta sonu olduğu için, iki şeritli yolun her iki yönünde de bayağı bir trafik var. Yolun sağ ve sol kenarlarında da park etmiş arabalar dizili.

Ancak yol eski bir yol, o yüzden bayağı dar. Araba da büyük... Soldaki refujla sağdaki park etmiş arabalar arasından zar zor kurtarıyor kızcağız.

Jelena birden frene bastı. Yola bakmıyordum, ne olduğunu hemen anlayamadım. Kafamı kaldırınca sağda park etmiş arabalardan birisinin kapısının açık olduğunu gördüm. Kiloluca bir kadın arabasına binmeye çalışıyordu.

Kapı açıkken geçmemiz mümkün değil.

Olur tabii ki böyle şeyler. Medeniyettir. Kadının arabasına binmesini beklemeye başladık.

Bu arada arkamızda da arabalar birikmeye başlamıştı.

Endişeye gerek yoktu. Arkadaki arabalar da medeni arabalardı. Bekleyebilirlerdi.

Tam bu anda, kadının cep telefonu çaldı ki, çantasından çıkarıp kulağına götürdü.

Kapısı açık, henüz arabasına binmemişti.

"Uii, bonjuuurr..."

Bu arada dönüp arkasında kapısının kapanmasını bekleyen konvoyu gördü. O ana kadar farketmediği için kendine kızdı. Artık kendisini önemli hissedebilirdi.

"Salüü şeriii... Sa va?"

Telefonla konuşurken Arabasına binip kapısını kapasa, yada binmeyecekse de, kapısını kapayıp kaldırıma çıksa onu bekleyen onlarca araba yoluna devam edebilecekti.

O ise kapısı açık, konuşmasına devam ediyordu. Konuşurken de ortalama her otuz saniyede bir doksan derece dönüp etrafını seyrediyor, bekleyen arabaları gördüğü yüzseksen derecelik üçüncü ve dördüncü kadranda, daha da mutlu oluyordu.

Jelena, karım diye söylemiyorum, tanıdığım en iyi, en candan, en sabırlı insanlardan biridir. Öyle kolay kolay bağırıp, çağırıp mesele çıkarmaz. Ne var ki bu saygısızlık onu çileden çıkarmış, sinirden kıpkırmızı olmuştu.

Kadının önüne doğru döndüğü, yani bizi görmediği bir anı bekledi ve olanca gücüyle kornaya bastı.

"Zaaaaaaaaaart!"

Bir on saniye devamlı çaldı, sonra "Zart! Zart! Zart" şeklinde bir süre de kesik kesik çaldı kornayı. Ben iki senedir kullandığım arabanın kornasını belki de ilk defa duyuyordum.

Telefonla konuşan kadın da beklemiyordu bunu. Arkası dönük olduğu için afalladı, biraz da korktu.

Bizim kornayı duyan diğer arabalar da başladı kornalarını çalmaya. Ortalık yangın yerine dönmüştü.

Kadın hemen kendisini arabasının içine attı ve kapısını kapadı. Jelena da bastı gaza, tam kadının arabasının yanında durdu, sağ camı açıp benim üzerimden uzanarak başladı kadına Sırpça bağırmaya.

Kadın Jelena'nın ne dediğini anlamıyordu, ancak o da Fransızca başladı küfretmeye.

Gülmekten gözlerimden yaş geliyordu.

Jelena, rahatlamış bir vaziyette koltuğuna döndü ve bastı gaza. Ben kafamı camdan çıkarıp geriye baktım. Arkamızdaki arabalar da yanına geldiklerinde durup kadına bağırıyor, bazıları da küfrediyordu.

Hatırladıkça hala güleriz

Bu kendini önemli hissetme işi Lozan'da da böyledir arkadaşlar. Mesela iki (genelde) kadın asansöre binip, muhabbete başlarlar. İlkinin ineceği katta asansör durur, kapı açılır. İnecek kadın bir ayağını dışarı atar, ancak sohbet henüz bitmediğinden asansörden çıkmaz.

"Apel mua döman."

"Bien sür, me a kel ör?"

"Siz ör u set ör."

"Jö ve, ma bel."

"A tutalör."

"Kuku..."

"Çavçav..."

Asansördeki diğerleri de hıyar gibi beklerler. Medeniyet işte...

Yada yine bir park yerinde sizin beklediğinizi görür (genelde) bayan...

Arabasının kapısını açar, ceketini çıkarır, katlar, arka koltuğa koyar, üstünü başını düzeltir, arabaya biner, güneşliği indirir, aynada makyajını tazeler, güneşliği kaldırır, anahtarını arar, anahtarını bulur, anahtarını kontağa sokar, çevirir, motor çalışır ancak araba daha bir süre kımıldamaz, yavaş yavaş gaza basar, vesaire...

Siz tabii bu arada beklemeye devam edersiniz.

Herhalde anladınız, dertliyim bu işten.

Neyse, dönelim Wolfenstein'ın şatosunda, aslanların önünde resim çektiren çifte...

Benim elimde kamerayla beklediğimi gören kız tam gidecekken, oğlana "Göster bana resmi." dedi.

Oğlan kamerasını kaldırdı, arkadaki ekranda çektiği resmi gösterdi.

"Se jöli ma bel."

"Me nooo! Se pa vre!"

Bu konuşmayı iki metre kenarda yapsalar ben de fotoğrafı çekip gidebileceğim.

"Nooooooo!" dedi kız, "Ankor ün fua, sil tü ple...", yani "Bir daha..."

Kız yine döndü aslanların ortasındaki yerine. Soldaki aslana sarıldı, bir ayağını kaldırıp gülümsedi, oğlan da "Cırt!", çekti resmi.

Sonra oğlan yeniden gitti kızın yanına, yeniden baktılar resme, kız yine beğenmedi, bir daha baştan.

"Cırt!"

On dakika bu iş böyle sürdü...

Bu arada başınıza geldiyse bilirsiniz, böyle turistik yerlerde "Fotoğraf Çeken Turist Sendromu" isimli bir fenomen oluşur. Elinde bir kamera, fotoğraf çeken bir turisti gören diğer turistler "Lan demek ki burada fotoğraf çekmeye değer birşey varmış..." diyerek dururlar ve güzel, çirkin, manalı, manasız, hiç farketmez, bir fotoğraf da onlar çeker.

Bizim mizansende ise fotoğraf çeken yalnız bir turist değil, bir de fotoğraf çekmek için onların fotoğraflarını çekip gitmesini bekleyen başka bir turist, yani ben varım. İki bağımsız turist aynı bölgede beklediğine göre, bu fotoğraf demek ki hayatta kaçırılmaması gereken bir fotoğraf!

Dolayısıyla yukarda anlattığım fenomen kaçınılmaz olarak hemen oluştu.

İtalyan bir çift akbaba gibi aslanların etrafında dolanmaya başladı.

Fransızlar kendilerini yeteri kadar önemli hissettiklerine kani olunca, aslanlı bölgeyi boşalttılar.

Ben tam kamerayı kaldırdım, fotoğrafı çekeceğim ki, kadrajımda, iki aslanın ortasında altın bulmuş gibi ağızı kulaklarında bir kız.

Makineyi indirdiğimde ise benim yanımda, kızın resmini çekmeye çalışan adam...

Anger management (asabiyet kontrolu)! Gülümsedim.

"Prego!" dedim. "Ver kamerayı, ben ikinizin resmini çekeyim."

"Çok teşekkürler." dedi, çok da sevindi.

"Biz heteroseksüel çiftler birbirimizi desteklemeliyiz." dedim, İngilizce konuşuyoruz, anladı mı bilmiyorum...

Kendi kameramı Jelena'ya verdim, aldım bunların kamerasını elime...

Sonra başladım, sen sağa git, sen başını sola çevir, kafanı kaldır, vesaire şeklinde usta fotoğrafcı repliklerine. Ben de oturuyor, kalkıyor, sağa sola zıplayıp hesapta doğru açıyı bulmaya çalışıyorum. Portre fotoğrafdan bir kuruşluk anlamam işin gerçeği.

Bu arada gözüm Jelena'ya takıldı, kız gülmekten iki büklüm....

Neyse, "Cırt!", çektim fotoğrafı. Gittim yanlarına, gösterdim. "Beğenmediyseniz bir daha çekelim." deyince, sağa bak, sola bak korkusuna "Çok iyi!, Mükemmel.." falan dediler ve teşekkür edip gittiler.

Başladım sinirimden bağrınmaya...
Etraf boşalınca bende başladım sinirimden bağrınmaya, Jelena da benim resmimi çekiyor ben söylenirken

Sonunda aslanlı kapıyla şatonun fotoğrafını çekebildim. Bir de Jelena'ya poz verdirttim aslanların ortasında. Sonra bir de ben de aynı yerde...

Toplam yarım saate mal olsa da deydi.

Yağmur başlamış, sonuna kadar kullandığımız iyi hava şansımız artık bizim de enerjimizle birlikte tükenmişti.

Son bir gayret, Hard Rock Cafe'ye bir daha gittik, çünkü bir önceki gün kolleksiyonumuz için bira bardağını yeni yıl gecesinde yanımızda taşımamak için almamıştık.

Erken sayılabilecek bir saatte otelimize döndük ve yirmi bilmem kaçıncı kattaki Sky Bar'a çıktık. Jelena bir bardak çay, ben de bir bardak Malbec şarap söyledim. Yan masadaki iki lezbiyen hanıma zor da olsa bakmamaya çalışarak o güzlim manzarayı seyrettik ve yorgunluk çıkardık.

Ertesi gün İskandinavya'ya veda zamanı gelmişti. Otelden çıkıp metroya bindik. Yan sırada tek başına oturan genç bir çocuk vardı. Ya alkol, ya da daha kuvvetlisinden almış gibi başını öndeki sıranın demirine dayamış, kımıldamadan duruyordu.

Güvenlik kamerasından görmüş olacaklar ki bir sonraki durakta bir görevli bindi vagona. Çocuğun yanına geldi ve başladı onla konuşmaya. Ne söylediğini anlamadık. Ses tonu sertti, ancak bağırmıyordu.

Bir sonraki durağa kadar konuşmaya devam etti. Genç çocuk ise bir milim bile kımıldamadı, başını kaldırmadan oturmaya devam etti.

Tüm bu esnada görevli, çocuğa bir kere bile dokunmadı.

Bir sonraki durakta başka bir görevli daha geldi. Bu sefer ikisi birden iki durak boyunca, yine hiç dokunmadan çocukla konuşmaya devam ettiler. Çocuk yine hiç kımıldamadı ve cevap vermedi.

İki durak sonra artık ne dedilerse çocuk başını kaldırdı, kendi başına ayağa kalktı ve her üçü de trenden indi.

Olayın başından sonuna kadar görevlilerden hiçbiri çocuğa parmağının ucuyla bile dokunmamıştı.

Vah memleketim vah!

Bir sonraki durakta ise geldiğimizden beri ilk defa bilet kontrolü yapıldığını gördük. Vagona binen görevli biletlere bakıyordu. Biri hariç her yolcunun bileti vardı.

Yetmiş yaşından fazla yaşlı, süper iyi giyimli bir teyze biletsiz binmişti. Hiç mesele çıkarmadan cezasını ödedi.

Metrodan indik ve tren bağlantısına gittik.

Havaalanına bizi götürecek trende ilk vagondaydık. En önde kontrol kokpitinde kimse yoktu ve kapı ardına kadar açıktı. Bütün kontroller gözümün önündeydi. Hayatımda ilk defa modern bir trenin kontrol konsoluna bakıyordum.

Vagonda o kadar çocuk olmasına rağmen biri kafasını uzatıp bakmadı bile. Ne düğmelere basan, ne kolları kurcalayan kimse vardı.

Bu diyar işte böyle bir diyar arkadaşlar.

İnsanların birbirlerini din, mezhep, güç, para, renk diye öldürdükleri bu dünyada, tüm bunlar olmasaydı, nasıl olurdu diye sorarsanız kendinize, İskandinavya'da bir kaç gün geçirip kendi gözünüzle görün derim.

Çölde bir vaha da olsa, insanın istediğinde ne kadar medeni olabileceğini göstermesi bakımından önemli bu soğuk diyar.

Kalın sağlıcakla...

6 Ocak 2014 Pazartesi

Helsinki

Jelena beklediğim üzere Helsinki'deki otelimizin banyosundan bağırdı.

"Bugiii, bu duş nasıl çalışıyor?"

Bu soruyu bekliyordum çünkü duşumu ondan önce almıştım ve bir on dakika butün armatürleri kurcalayıp, deneme yanılma yöntemiyle insani sıcaklıkta suyu duştan fışkırtmayı becermiştim.

Tabii ki fırsatı kaçırmayıp, "Rezervasyon yaparken niye saçlarının sarı olduğunu söylemedin? Daha basit bir oda verirlerdi..." şeklinde geleneksel tacizimi uyguladım, sonra da çok olağan birşeymiş gibi hemen bir kolu çevirip, doğru vanaları kullanarak duşu çalıştırdım.

Çünkü eğitimliyim bu konuda.

Bana inanın arkadaşlar, otellerdeki bu ilginç olma ve sanatsal duş dizayn etme tutkusu gitgide daha fazla can sıkıcı bir hal almakta.

Bu fenomen ise özellikle dünyanın gelişmiş ülkelerinde daha sıklıkla görülmekte.

Göznü sevdiğimin Fas'ı...

Solda kırmızı vana, yani sıcak su, sağda mavi vana, yani soğuk su... Su küvete akarken istediğin sıcaklığa ayarla, sonra da ortadaki kolu yukarı kaldır, "fışş", duştan su gelsin.

Yüzyıllardır çalışan bu yöntemi kim niye değiştirmek istesin bir türlü anlamadım? Kime batmış ki bu sistem? Zaten daha verimli hale gelmesi de imkansız. Bırak oynama değil mi?

Sen misin bunu diyen?

Avrupa ve yeni dünyanın tüm mimarları sanki bütün sanatsal yaratıcılıklarını sıhhi tesisat dizaynlarında kullanıyorlar.

Uzun zaman önce, ismi bende saklı bir ülkede, yine ismi bende saklı süper klasi bir otel.

Odanın ilk keşfi esnası. Hani minibarın içeriği kontrol edilir, uzaktan kumanda aleti kurcalanır, şampuanlara, losyonlara falan bakılır, dolaplar açılır kapanır ya, işte o aşama.

Gözüm duş'a takıldı. Bir kabin içerisinde, sadece bir el duşu var. Kontrol için de sadece iki vana koymuşlar. Bu vanalar su miktarını ve sıcaklığını ayarlıyorlar.

İş olsun diye duşu elime alıp suyu açtım. Tam o anda "şarrrr" diye kafamdan aşağı sular boşandı.

Ben ne olduğunu anlayana kadar su da ısınmaya başladı. Son anları kaynara yakın sıcaklıktaki sudan nasıl yandıysam can havliyle attım kendimi dışarı. Giderayak kabinin kapısına çarptım, kapı yerinden çıktı falan.

Ayakkabılarım, pantolonum, çoraplarım var üzerimde. Herşey sırıl sıklam.

Rezillik yani...

Lan nerden geldi bu su dedim. Duş elimdeydi, oradan gelmesi imkansız. Tepede ya da duvarda başka sabit bir duş yok. Eminim, çünkü önceden bakmıştım.

Sonrasında gözüm tavana takıldı. Tavanı baştan başa kaplayan metal plakanın üzerinde delikler vardı. Yani tüm kabinin üstü büyük bir duş haline getirilmiş, sizin anlayacağınız.

Singing in the Rain filminden ilham almış sanki, bu duşu dizayn eden hayvan...

Başka bir defasında, İtalya'da bir oteldeydik.

Odamızın kabinli, küvetli mükemmel görünen bir duş sistemi vardı. Kontroller duvara, fayansların üzerinde yayılmıştı. Bir dolu düğme, kol ve vana, uzay mekiğinin konsoluyla bir vapurun makine dairesi arası bir izlenim bırakıyordu.

Gelişigüzel bir iki kol ve düğmeyi kurcaladım.

Önce duştan su gelmeye başladı. Tam ben duşu kapamaya çalışırken bir homurtu ve "harrr" diye, sağdan, soldan, yukardan, her yerden su fışkırmaya başladı.

Yemin ediyorum küvetin camla çevrili arka kısmına doğru yerleştirilmiş jakuziyi farketmemişim.

Jakuzi sadece küvetin içinde değil, küvet seviyesinin üzerinde, L şeklindeki oturacak bir yerin etrafına da yayılmıştı. Düşünün bütün bu fışkiyelerden su fışkırdığını

Tamamen olmasa da yine ıslanmıştım sizin anlayacağınız. Ancak bu son vakanın güzelliği etrafta şahit olmamasıydı. Çok fazla açıklama yapmak zorumda kalmadan, izlerimin büyük bir bölümünü kapayabilmiştim.

Herhalde anladınız sıhhi tesisat sanatına olan düşmanlığımın sebebini.

Sadece ıslanıp zarar görmek de değil derdim, zaten her zaman bu kadar görsel olarak eğlenceli de olmuyor. Asıl sorun, bu aptalca dizayn edilmiş duşların nasıl çalıştığını anlayana kadar gereksiz yere harcadığınız zaman.

İskandinavya'da ise bu devrimsel sıhhi tesisat dizaynı, oteller arasında sanatsal bir rekabete dönüşmüş durumda. Her üç otelde de bir duş serüvenimiz oldu.

Kophenag'daki otelimizin banyosunun lavabosunda bir çeşme ve duvara sabitlenmiş tek bir kol vardı. Ne çevirilebilen bir vana, ne basılabilecek bir düğme, başka hiçbir kontrol yoktu.

Kolu sağa ve sola hareket ettirdiğinizde suyun sıcaklığı, yukarı aşağı hareket ettirince de suyun miktarı ayarlanıyordu. Aynı bir coystik gibi.

Ancak bu kol fazlasıyla hassastı. Su çok sıcakken soğutayım diyorsunuz, bu sefer Niyagara şelalesi kadar su fışkırıyor çeşmeden. Çünkü kolu sağa çekerken istemeden de olsa kol biraz da aşağı doğru hareket ediyor, böylece de suyun miktarı artıyordu.

Doğru sıcaklıkta, istenen miktarda "debi" elde edebilmek için eğilip, kontrol koluna parmaklarımla yavaş yavaş vurarak, milim milim hareket ettirmek zorunda kaldım.

Kophenag'daaki otelimizin banyo bataryası
Aynı odanın duş bölümünde ise sadece bir el duşu ve bir de tavanada sabit duş vardı.

Kontrol olarak da sağa ve sola dönen büyük, silindirik bir vana ile ucunda, içinden diklemesine sanatsal bir çubuk geçen daha küçük bir silindirik vana...

Olsa olsa suyu açma vanası budur diye hemen büyük vanaya sazanladım.

Değilmiş...

Demek küçük vana açma kapama vanası deyip bu kez küçük vanaya sazanladım.

Ucundaki çubuktan tutup sola çevirdim ve el duşundan su gelmeye başladı. Anladım ki su miktarı buradan ayarlanıyormuş.

Sonrasında büyük vanayı çevirdim ve başarı ile bu vananın suyun sıcaklığını değiştirdiğini anladım.

Herşey mükemmel gidiyordu.

Son aşama ise el duşu ile sabit duş arasındaki seçimin nasıl yapılacağını bulmaktı.

Her iki vana da sırasıyla su miktarını ve sıcaklığını ayarladığından, ve etrafta da başka kontrol kalmadığından, el duşu ile sabit duş arasındaki seçim olsa olsa bu vanaları iterek yada çekerek yapılabilirdi sonucuna vardım.

Ne yazık ki ne itme, ne de çekme işe yaradı.

Ben de su boşa akmasın diye suyu kapatmak için daha önce suyu açmak için kullandığım küçük vanayı ters yöne, yani sağa çevirdim.

Sen misin çeviren?

Bir anda el duşuna gelen su kesildi ve "foşşşş" diye sabit duş çalışmaya başladı.

Islanmamak için hemen kendimi dışarı attım.

Bu vana demek ki teknolojik bir evrim geçirmiş, hem su miktarını, hem de hangi duşun kullanılacağını ayarlıyormuş.

Sola çevirdikçe el duşuna giden miktar artıyor, sağa çevirince azalıyor.

Tam orta noktada ise su akımı duruyor, yani musluk kapatılmış oluyor.

Ancak bu orta noktaya geldiğinizde bir "çıt", "tık", "klik" falan gibi, çeşmenin kapandığını hissedebileceğiniz bir işaret yok. Göz kararı ayarlayacaksınız. Eğer suyu açık mı unuttum obsesyonunuz varsa evden çıkamazsınız bu vana yüzünden.

Neyse, bu orta noktadan sonra vanayı sağa çevrilmeye devam ederseniz bu kez sabit duşa giden su miktarı artmaya başlıyor.

Gel de çıldırma...

Stokholm'deki otelde ise normalde küvete akan bir çeşme, bir de metal hortumlu el duşu vardı.

Bu tesisatı kontrol etmek için ise birbirlerinin aksi yönlerine bakan iki tane, silindir şeklinde vana, bu vanaların üzerinde ise de sağa ve sola kaydırabileceğiniz birer düğme vardı.

Sağdaki vananın üzerinde 360 dan başlayıp, 330, 300 falan diye azalan sayılar yazılıydı. Soldaki vananın üzerinde ise hiç birşey yazılmamıştı.

Soldaki vanayı çevirdim. Küvetin dibindeki çeşmeden su akmaya başladı.

Güzel, demek ki bu vana suyu açma vanasıydı.

Sağdaki vanayı çevirdim. Su ısınmaya başladı. Demek bu da suyun sıcaklığını ayarlayan vanaydı.

Her ne kadar 360'dan başlayan sayılarla sıcaklık arasında bir bağ kuramasamda üstelemedim. 360'dan başlayarak azalan sayılar derece cinsinden vananın açısını gösteriyor olabilirdi, yani vananın ne kadar döndüğünü göstermesi bakımından...

Sonuca çok yaklaşmıştık. Tek eksik suyu duşa gönderebilmekti.

Vanaların biri suyun miktarını, diğeri de ısısını ayarladığına göre, suyu çeşme yerine duşa gönderecek tek kalan kontrol vanaların üzerindeki düğmeler olmalıydı.

İki ayrı düğme, duş yada çeşme seçimi şeklimdeki tek eylemi kontrol için fazla görünse de yine üstelemedim.

Duşu elime alıp, soldaki düğmeye bastım, hiç birşey olmadı. Demek ki sağdaki düğme doğru düğmeydi.

Deductive reasoning derler bu mantık çözümlemesine. Yanlışları eleyerek doğruya ulaşırsınız.

Hemen son olasılık olarak kalan sağdaki düğmeye bastım ve elimdeki duşa bakıp suyun gelmesini beklemeye başladım.

Su falan gelmiyordu.

İşte bu noktada mantığın çöpe atıldığı noktadır arkadaşlar, çünkü artık beyninizin üretebileceği akılcı bir çözüm yöntemi kalmamıştır.

Buradan sonra kıçınız devreye girer ve başlarsınız uydurmaya.

Önce iki düğmeye de aynı anda bastım, birşey olmadı. Sonra başladım vanaları itmeye ve çekmeye. Daha da sonrasında bu hareketlerin farklı kombinasyonlarını denedim, yani sağdaki düğmeye basarken soldaki vanayı çekmeye, yada soldaki düğmeye basarken sağdaki vanayı çekmeye, çekmeler fayda etmeyince itmeye, vesaire...

Yemin ediyorum size, on dakika sonra Jelena'ya küvetin çeşmesinin altında duş almayı önermeyi ciddi olarak düşünmeye başlamıştım.

Haa, bu arada eğer aklınıza niye resepsiyonu aramadın gibi başvurulması düşünülemeyecek kadar onur kırıcı bir öneri geldiyse, bunun benim hayat süremde olamayacağını bilmenizi isterim.

"Yazık, biri Türk, biri Sırp, bunların memleketinde yoktur böyle şeyler, anlamazlar bunlar..."

No way Jose...

Tam umutsuzluk ruhumu teslim alacakken, elim çeşmenin ucundaki suyun aktığı noktada birşeye takıldı. Vanalardan, düğmelerden uzakta, tam çeşmenin sonunda bir yerde.

Hala çeşmeden su aktığı için görmek zordu. Elimle yoklayınca, bu cismin daire şeklinde bir metal olduğunu anladım. Bir yüzük gibi suyun aktığı deliğin etrafını çevreliyordu.

Baş parmağımla işaret parmağımı kullanarak önce sağa sola çevirdim.

Yine hiç birşey olmamıştı.

Ancak çevirmek yerine aşağı doğru çekince çeşmeden akan su kesildi, duşun metal hortumu şöyle bir şahlandı ve "foşşş", duştan su gelmeye başladı.

Petrol bulmuş gibi sevinmiştim...

Geyiğimizin başladığı Helsinki'deki otelde ise duş sistemi çok daha karmaşıktı.

Çünkü küvetteki çeşmeye ve el duşuna ek olarak bir de tavana sabitlenmiş, geniş çaplı ikinci bir duş daha vardı.

Kontrol olarak ise büyük silindirik bir vana, daha küçükçe bir vana, ve bir tane de çubuk.

Kontrollerin üzerlerinde hiç birşey yazmıyordu ancak renkler banyonun renkleriyle yüzde yüzlük bir uyum içerisindeydi.

Demek sadece bu toplam üç kontrolü, açma-kapama, sıcaklık ayarı ve duş seçimi olarak doğru bir biçimde dağıtmak gerekiyordu.

En kolay görünenlerden başladım. Büyük vana su miktarı olmalıydı, küçük vana da sıcaklık ayarı...

...Ve gerçekten de öyleydiler. İki de iki!

Demek geriye kalan çubuk suyun çeşme yada duşların hangisinden geleceğini belirliyordu.

Çeşmeden su akmaya devam ederken, çubukla önce bir sağ-sol, suyun gelişinde bir değişiklik olmayınca da bir yukarı-aşağı yaptım.

Çeşme yine gürül gürül akıyordu ancak duşlarda herhangi bir hareket yoktu.

Başınızı daha fazla ağrıtmayayım, bir beş dakika doğaçlamadan sonra anladım ki sıcaklık ayarı vanasını kendinize doğru çekince su duşlar bölgesine gidiyormuş.

Suyu duşlar bölgesine gönderdiğinizde ise normalde işe yaramayan çubuk işlev kazanıyor, sabit yada el duşu arasındaki seçimi yapıyormuş.

Farklı olabilmek adına insanları muslukçu gibi çalıştırmak ayıp bir şey arkadaşlar ama ne yapalım, hayat işte...

Sıhhi tesisat konusundaki zorlukları bir kenara bırakırsak, Helsinki'deki otelimiz şimdiye kadar kaldığımız en romantik otellerden biriydi.

Uçağımız çok geç bir saatte indiğinden, havaalanından son otobüsü zar zor yakalayıp şehir merkezine ulaşabilmiştik. Şehir merkezinden ise alternatifi on beş dakika yürüme olan tramvay ne yazık ki o saatte çalışmıyordu.

Bizle birlikte otobüsten inen, benden biraz daha genç, Helsinki'nin yerlisi olduğu halinden anlaşılan bir arkadaşa sordum "Hotel GLO Art ne tarafta?" diye. Sorarken de "GLO" sözcüğünü, hepsi büyük harflerle yazıldığından "Ciii", "Eel"', "Ooo" diye harf harf okudum.

Adam anlamadığı için mahçup mahçup baktı. Neyse ki Jelena, tam o anda araya girip, otelin adı ve adresinin yazılı olduğu kağıdı gösterdi.

"Haa, Hotel Gılo Art!" dedi bizim arkadaş.

Ben de otelin adının doğru okunuşunu öğrenmiş oldum.

Aynı arkadaş, sonrasında İskandinavya'da artık yavaş yavaş kanıksadığımız konukseverlikle bizi otele kadar yürüyerek getirdi, hem de o buz gibi soğuk havada.

Otelin hikayesini de yolda ondan öğrendik.

Hotel GLO Art
Hotel GLO Art, otele dönüştürülmüş eski bir şato. Oldukça büyük olan bu şato, krallık günlerinden ardından Helsinki Ümiversitesinin mühendislik fakültesine bırakılmış. Fakülte ise son zamanlarda bu binayı sadece mezuniyet baloları için kullanıyormuş.

Sonrasında ise kapitalizm dişlerini göstermiş ve şato büyük bir otel zincirine satılmış. Bütün odalar ve salonlar ünlü mimarlar tarafından ayrı ayrı dekore edilmiş ve ortaya şimdiye kadar kaldığım en güzel otellerden biri çıkmış.

Kapıdan girdiğinizde sanki resepsiyona değil, kralın taht odasına giriyorsunuz. Duvarlar, mobilyalar, dekorasyon hep ortaçağ. Aydınlatmalar başarıyla gizlenmiş. Lamba, piriz, televizyon gibi modern çağın geleneksel araçlarını neredeyse hiç göremiyorsunuz.

Ancak yorgunluk her ikimizi de teslim almıştı. O yüzden barın o cazibeli ortamında birşeyler içmek yerine direkt odaya attık kendimizi.

Sabah sekiz gibi uyandığımızda heryer zifiri karanlıktı. Kahvaltı vesaire ile birlikte dışarı çıkmamız saat dokuzu buldu.

Bu saatte güneş hala doğmamıştı ancak şafağın aydınlığı sayesinde etrafımızı görebiliyorduk.

Güneş saat on civarında doğdu.

Güzel mi güzel bir hava ve pırıl pırıl bir İskandinav günü bekliyordu bizi.

Kuzey kutbunun bu kadar yakınında, kış mevsiminde güneş gökyüzünde tamamen yükselmiyor arkadaşlar. Ufuğun hemen üzerinde kısa bir yay çizip yeniden batıyor. Aroralar için ise bu pareleller hala yeteri kadar kuzeyde değil.

Güneşin batış saati ise akşam üç gibi, ancak saat dörde kadar azalan bir aydınlık var.

Bunlar, Helsinki'de yaşayanlar için normal sayılan olaylar. Ancak bizim gibi Akdeniz insanları için ilginç geliyor.

Çok fazla canınızı sıkmadan Helsinki'nın başka birkaç özelliğinden bahsedeyim biraz.

Helsinki'de resmi dil Rusça. Birçok kişi Fince de biliyor

Bu Rus istilasının önemli ve geçerli bir sebebi var. O da Helsinki ile St, Petersburg arasındaki hızlı tren bağlantısı. Eğer niye Ruslar bu bağlantıyı kullanarak akın akın Helsinki'ye geliyor diye de sorarsanız, cevap Şengen vizesi.

Finlandiya, Avrupa'da seyahat etmek isteyen milyonlarca Rus turistin vize için başvurduğu ilk ülke. Çünkü hem Rusya ve Finlandiya komşular, hem de Finlandiya Rus turistlere biraz daha hızlı ve kolay vize veriyor(muş).

Şengen'e giriş yaparken ilk olarak vizesini aldığınız ülkeyi kullanmak zorunluluğu yüzünden de Avrupaya saçılan Rus turistlerin çoğu Finlandiya'da bir duraklama yapıyor.

Hem turistik aktiviteler, hem de vize harçları söylendiğine göre Fin ekonomisine küçük sayılamayacak bir katkıda bulunuyormuş.

Neyse, işin şakasını bırakırsak, ülkenin resmi dili tabii ki Rusça değil, Fince.

Fince, İsveççe, Noveççe yada Danimarkaca gibi Jermanik yani Almanca benzeri bir dil değil. Aksine Ural dil ailesinden, Asyatik bir dil. Asyatik kökleri sebebiyle de gramer ve kelime hazinesi olarak Türkçe'ye bazı yakınlıklar gösteriyor.

İşte bu yüzden, Finlerin aslında Hristiyanlığı benimsemiş Türkler olduğuna dahil hiçbir şekilde ispatlanmamış, hatta saçma sayılabilecek teoriler ortaya atılmış.

Biraz daha ileri gidenler, ünlü Viking lideri Kızıl Erik'in de bu yakınlıktan dolayı aslenTürk olduğunu ve Greenland'dan geçerek Amerika'yı Kolomb'dan önce keşfettiğini idda etmekteler. Bu teoriye göre Amerika'nın keşfinin kredisi de Türklere gitmekte.

Tabii ki bu iddiaların hiçbir kabul edilebilir dayanağının olmaması, onları zırvalık seviyesinden ileri götürmemekte.

Biraz aklı olanlar Finlerin ırk olarak Asya'yla ilgilerinin olmadığını gördükleri anda anlayabilirler. Hemen hepsi kızıl yada sarı saçlı, beyaz tenli Nordik bir topluluk.

Neyse, doğruluğu tartışılan konuları bırakıp, doğruluğundan emin olduğumuz konulara bakalım.

İskandinavya'nın diğer ülkelerinde de gördüğümüz İngilizce konuşmanın yaygınlığı, ınsanların dostane davranışları ve konukseverlikleri Finlandiya'da da aynen daim.

Ülke büyük sayılabilecek bir yüzölçümüne sahip, yani Türkiyenin yarısından biraz küçük, ancak nüfusu sadece beş buçuk milyon, yani Ankara'dan biraz fazla. Helsinki ise altı yüz bin kişilik bir nüfusa sahip.

Sadece bu bile ülkenin bizim alıştığımızdan çok farklı bir yapısı gösteriyor. Nüfus ülkenin güney kıyılarında yoğunlaşmış. Kuzey tarafları ise çok az kimsenin yaşadığı, büyük, boş alanlar.

Helsinki, hem Jelena'nın, hem benim kuzey kutbuna en çok yaklaştığımız nokta. Önümüzdeki yıl bunu değiştirip, kutba biraz daha yaklaşacağız, ancak şimdilik rekor Helsinki'de.

Bu paralellerde ise hayat Akdeniz'dekinden çok farklı.

Günlerin kısalığı, yada mevsimine göre uzunluğu Stokholm'e göre biraz daha fazla belirgin. Bir gün geçirdiğimiz Helsinki'de güzel havaya rağmen fotoğraf çekmek ciddi bir telaşa soktu bizi. Çünkü güneş ışığı kullanabilmemiz için sadece beş saatimiz vardı. Kaçırmayalım diye, oradan oraya koştuk durduk.

Soğuk ise bizim yaşadığımız paralellere göre belki de en önemli fark.

Hava, iyi şansımızın ötesinde, neredeyse ilahi bir yardım ile, kış ortası standardlarına göre, rüyamızda bile göremeyeceğimiz kadar güzeldi.

Tarih Aralığın otuzu ve havaalanı civarımda, yol üstünde minicik bir kar parçasından başka kar görmedik.

1995 yılının Nisan yada Mayıs'ında, bir iş gezisi için yine yakınlardaki Litvanya'ya, Klaypeda şehrine gitmiştim. Onbeş gün boyunca hiç asfalt yada kaldırım göremedim desem yeridir. Karın yüksekliği yarım metre, bu karın altında ise artık uzun zaman üzerindeki karı taşımaktan evrim geçirip kompozit madde haline dönüşmüş bir buz tabakası.

Orada daha uzun süre kalmış birisi, "Bütün kışı yatay geçirdim..." diyordu, buzda kayıp düşmekten.

Klaypeda'daki otelden ilk çıktığımızda, soğuk yüzünden dışarıda yürüyememiştik. Ben her beş dakikada bir bara girip konyak içiyordum

Anladınız yani durumu...

Bir ilkbahar zamanı, daha güneyde bulunan Klaypeda'da her yer metrelerce kar ve buzken, kışın tam ortasında, daha kuzeydeki Helsinki'de pırıl pırıl pırıl bir güneşi ve karsız, buzsuz bir şehri bulunca durumu açıklamak için ister istemez ilahi mercilere başvurmak zorumda kaldım.

Şaka bir yana, benim güçlü öngörüm küresel ısınma arkadaşlar. Zaten eğer olay gerçekten küresel ısınma ise aslında şimdi ilahi mercilere başvurma zamanı gelmiştir diyorum, çünkü bunun sonuçları bizim altından kalkabileceğimiz gibi değil.

Neyse, yarım akıllı sahte peygamberlerin dedikleri gibi "The end is coming", yani sonumuz geliyor geyiğini bırakıp, zaten duşların çalışma ilkeleriyle makine mühendisliği tezi şeklinde başladığımız yazıyı bir de ekolojik facia öngörülerine dönüştürmeyelim.

Kısaca, Helsinki'de hava hayallerin ötesinde güzeldi. Sıcak mı, sıcak, neredeyse sıfır derece. Deniz kıyısında rüzgarın estiği ve soğuktan konuşma yeteneğinizi kaybettiğiniz anları saymazsanız, keyifli bile diyebilirdiniz.

Ancak biraz etrafı gözlemleyince, halkın soğukla barıştığını daha iyi anlayabiliyorsunuz. İnsanların palto, eldiven taşıma ve çıkarma refleksleri, kapalı yerlerde ısıtıcıların etkinliği ve herşeyden çok Jelena en üstteki eskimo ceketi dahil dört kat parka ve kazaklı kıyafetine karşın, mini etek ve bir hırka ile gezen kızlar...

Deniz de burada biraz farklı. Akdenizin o mavisi, o sıcaklığı yok. Yerine mavi mürekkebi bitmiş sahte bir deniz baskısı gibi bir renk var. Helsinki'nin büyük bir bölümü Baltık Denizinin bir kolu olan Finlandiya Körfezine bakıyor. Ancak ismi değişik olsada sonuçta Baltık denizi burası ve soğuk mu soğuk, renksiz mi renksiz.

Denizin soğuk olmasının bir faydası ise daha fazla oksijenin su içinde çözülmesine olanak sağlaması. İşte bu yüzden her iki kutup bölgesi de deniz yaşamı bakımından ekvatoral bölgelere göre kat be kat zengin.

Denizden babam çıksa yerim derler ya, eğer çıkabilseydi, baba muhtemelen bu denizlerden çıkardı. Ben deniz ürünü yemediğim için şahsen doğrulayamayacağım ama yiyenler Nordik'lerin balıkları için deli oluyorlar. Bir not edin derim.

Finlandiya, İsveç'le Rusya'nın etkisinde kalmış bir ülke. Uzun bir süre İsveç krallığında bir dükalık olarak varlığını sürdürmüş, sonrasında bir süre de Çarlık Rusyasına katılmış, en sonunda da bağımsızlığını ilan etmiş.

Helsinki
Helsinki'nin mimarisi de bu yüzden hem İskandinavya'yı, hem de Rusya'yı andırıyor. İlginç bir füzyon yani.

Artık bu kenti keşfetmeye başlayabilirdik.

Günün ilk saatlerinde kuzeyin zayıf güneşi altında ayaklarımız bizi ilk olarak Senato Meydanı'na götürdü.

Helsinki Katedrali
Bu meydanın hemen yanındaki bir tepenin üzerinde ise Helsinki'nin sembolu sayılabilecek en önemli yapılarından birini, Luteran Katedralini, yada diğer adıyla Helsinki Katedralini gördük. Doğan güneşle birlikte aslen beyaz olan bu yapı sarıyla karışık kırmızı, güzelliğini zor anlatabileceğim bir renk almıştı.


Bir Yunan yada Roma tapınağını andıran sütunları ve büyük bir kubbesi var bu katedralin. Çok güzel bir bina. Bu güzelliği takdir etmek için öyle mimar, sanatçı falan olmaya da gerek yok.

İçi ise diğer birçok Protestan kiliseleri gibi, görsel bakımdan dış mimarisinin tam tersi. Sade, silik ve renksiz. Reform olmuş Hristiyan inancının bu dalında gösterişli dinsel resim, heykel yada benzeri figürler pek kullanılmıyor.

Örneğin bir Katolik kilisesinde birçok resim, heykel, fresk, vitray gibi görseller bulunur. Teolojik yada sanatsal bilgimden değil ancak tamamen limitli deneyimlerimin bende bıraktığı izlenime dayanarak söylüyorum, Katolik kiliseleri çoğunlukla karanlık ve hüzünlüdür. Resimler, heykeller genelde İsa'nın çarmıha gerilmesi ve bundan duyulan acıyı ön plana çıkarır.

Bunun önemli bir istisnası olan, Vatikan'daki Papaların seçimi sırasında Kardinallerin oy vermek için toplandığı ünlü Sistin Şapeli'ne de değinmeden geçmeyelim. Katolik inancının en önemli ibadet yerlerinden biri sayılabilecek bu kilisenin tavanı ve duvarları, çoğunluğu Mikelanj tarafından tasarlanmış, aydınlık, renkli ve canlı fresklerle kaplıdır. İnancı ne olursa olsun, bu sanat harikasını görmeyi herkese tavsiye ederim.

Benim en ilginç bulduğum kiliseler ise Ortadoks kiliseleridir. İçleri o kadar renkli, o kadar canlıdır ki insan gerçekten gezmekten zevk alır. Yine örneğin Ortadoks kiliselerinde oturmak için sıralar bulunmaz. Bu hem estetik olarak içerideki görsellerin daha öne çıkmasını sağlar, hem de insanların daha fazla sosyalleştiği bir ortam yaratır (Jelena'dan bir ek not geldi, ayakta durmakta zorlananlar hasta yada yaşlılar için bazen duvar kenarında bir iki sandalye bulunabilirmiş).

Luteran Katedralinden işte bu duygularla ayrıldık.

Uspenski Kilisesi
Helsinki'deki ikinci durağımız yine bir kiliseydi ancak bu kez bir Ortadoks kilisesi. İsmi Uspenski. Mimarisi Luteran Katedraliyle karşılaştırıldığında siyahla beyaz kadar farklı. Bu kilisenin duvarları ateş rengi tuğlalarla kaplı. Etrafında da yeşil damlı kuleleri var. Yine inanılmaz güzel bir yapı. Ne yazık ki kapalıydı, içini görme şansımız olmadı.

Üçüncü durağımız, tahmin edin bakalım, yine bir kilise. Ancak bu kilisenin önemli bir özelliği var. Bir kayanın içi oyularak yapılmış. Tepesinde ise muazzam büyüklükte bakırdan bir kubbesi var.

Özellikle Avrupa'da gezdiyseniz gözünüze çarpmıştır. Kilise, saray gibi eski yapıların çatı yada kulelerinin tepeleri yeşil olur. Yakın zamana kadar bu yeşillerin boya olduğunu düşünürdüm. Bir fotoğraf gezisi esnasında mimar bir arkadaş anlattı bu yeşillenmenin sırrını. Meğer bu renk bakırın oksitlenmesinden kaynaklanıyormuş. Yani bu binalar ilk yapıldıklarında kuleleri normal kahverengi bakırla kaplanırmış. Bu renk zamanla yeşile dönermiş.

Kaya kilisenin bakır kubbesi
Bu kaya kilisesinin muazzam kubbesinin dışı da işte böyle, yemyeşil. İçi ise normal bakır rengi. Diğer kiliselere pek benzemiyor, yuvarlak bir yapısı var. İçi de çok modern.

Helsinki'de onlarca müze var, söylediklerime göre hepsi de görülmeye değermiş. Müze kurtlarına hatırlatmamızı yapmış olalım ve gezimize dönelim.

Helsinki bir liman şehri. Eski liman Finlandiya körfezine bakıyor ve limandan çok bir parkı andırıyor. Bir dolu seyyar satıcı, Rus usulü şapka, ceket, kalpak gibi deri eşya satıyor. Yeni liman ise Baltık kıyılarında. Burada devasa yolcu gemilerinin yanaştığı iskeleler var. Bazı gemiler, özellikle Viking Line Stokholm'den tanıdık geldi.

Helsinki Limanı
Sahil boyu yürüyüşümüzü ise Helsinki'nin en bilinen kafelerinden Ursula'da sonlandırdık. Burada saat üç gibi birer kahveyle güneşi batırdık ve rotamızı şehir merkezine çevirip yola koyulduk.

Akşam yemeğimizi geleneksel olarak Hard Rock Cafè'de yedik, ve yine üzüntüyle artık pilsner bardaklarını satmadıklarını burada da teyid ettik.


Uzun bir günü kısa bir geceyle noktalamak zorunda olduğumuzdan kemdimizi otele attık ve sabah dörtde kalkmak üzere gözlerimizi kapadık.

Sabah saat beş'de otobüs durağına geldiğimizde hiç uyumamış gibiydim. Saat yedide kalkacak uçağımız, saat farkıyla birlikte bizi saat yedi buçukta Kophenag'a ulaştıracaktı. Uzun bir günün gecesi de yeni yıl olduğundan zorlu bir yirmidört saat vardı önümüzde.

Bütün bunları düşünürken gözüm durakta bizle birlikte otobüsü bekleyen en azından altmışbeş yaşında, beyaz uzun saçlı, beyaz bıyıklı, elinde gitar, duraktaki herkese laf atan dedeye takıldı. Kimine Fince birşeyler söylüyor, Fin olmayanlara da İngilizce "Senin adın ne?", "Helsinki'yi sevdin mi?", "İsa kraldır" falan diye takılıyordu.

"Ben bu adamı bir yerde gördüm" dedim kendi kendime. Sonra nerede olduğunu buldum. Kişi olarak bu dede olmasa da onun Sırp kopyasına, 2006 yılında Belgrad'da bir Deep Purple konserinde rastlamıştım.

Konser salonuna girmeden önce arkadaşım Duşan ile birşeyler yemek için seyyar bir büfeden ekmek içi çevapçiçi, yani bizim İnegöl Köftesi, almış bir kenarda yiyiyorduk.

Birden bu beyaz saçlı, beyaz bıyıklı adam belirdi. Yanındaki üçbeş adamdan birine hırladı, somra o hırladığı adam gitti, buna çevapçiçi aldı. Bir başkasına hırladı, o da eğilip bunun ayakkabısını bağladı. Bu arda hem yiyiyor, hem de bağırıyordu.

Duşan'a sordum, "Kim bu adam?" diye. O da "Bilmiyorum." dedi. "Peki ne diyor?" diye sorunca, "Sorma" dedi, "Ana avrat dümdüz...".

Güldük.

Neyse, salona girdik, yerimizi aldık, bir süre sonra warm-up gurubun anonsunu yaptılar. Bizim ana avrat çevapçiçi yiyen adam çıkmasın mı sahneye?

Şarkısı bile çevapçiçiyi yediği tonlarda. "Samo seks i rok en rol" yani "Sadece seks ve rakınrol"

Güle güle dinledik.

Ancak bu arkadaşın Helsinki şubesi pek öyle ana avrat dümdüz değildi. Aksine sevimli bir adam havasını verdi bana. Herkese bulaşsa da cevap vermeyene üstelemiyor, kimseyi rahatsız etmiyordu.

Otobüs geldiğinde hepimiz bindik. Bu arkadaş da gitarını çıkardı ve başladı çalmaya. Biz de tatlı tatlı müzik eşliğinde koyulduk yola...

5 Ocak 2014 Pazar

Stokholm

İskandinavya gezimiz emektar bavullarımızın son gezisi. Aslında bu bavulları Fas gezisinde emekli edecektik ancak benim ısrarımla İskandinavya gezisinde de kullandık.

Yeni bavullarımızı çoktan almıştık, hem de kağıt üzerinde çok daha seksi ve havalı bavullar bunlar. Ne var ki eski bavullarımıza beslediğim duygusal bağlılığım yüzünden bir türlü onların çöpe gitmesine gönlüm razı olmadı.

Ne var diyeceksiniz bu bavullarda da ki bu kadar lafını ediyorum. Altı üstü Good Year markalı, bir petrol istasyonu zincirinin kampanyasından alnmış, siyah, orta boy, sapını uzatıp sürüklediğiniz alelade bavullar.

Onları özel yapan ise bizimle birlikte Meksika'dan Çin'e dünyayı gezmiş olmaları değil, saplarındaki cart, papağan sarısı şeritler.

Bu şeritler sayesinde bavulları yüz metreden tanımak mümkün. Uçaktan inip bandın etrafında "Hangisi benim bavulum?" koşuşturmasını tamamen ortadan kaldırıyor. Yeni bavullar ise koyu gri, üzerlerinde hiçbir özellikli işareti olmayan alelade bavullar. Akşam kendi evini zar zor bulan ben bakalım ne yapacağım bu yeni bavullarla.

Bavullar dediğime de bakmayın, aslında bavul, çünkü zevcem Jelena ikimizi de bir bavula sığdırmayı başardı. Biz de sabahın bir kör saatinde onu kapıp yola koyulduk.

Good Year bavulumuzun son tarihi görevi başlamıştı.

Normalde iki buçuk saatlik Cenevre-Stokholm uçuşu, "tail wind" denen, arkadan esen rüzgar sayesinde sadece iki saat sürdü ve saat dokuz buçuk civarı bizi otelimize götürecek treni beklemeye başlamıştık bile.

Peronumuzun sağında ve solunda iki sıra ray vardı. Jelena ile hangi yöne giden tren bizim trenimiz diye konuşurken, bizimle birlikte merdivenlerden inerken konuşmamızı duyan iki İsveçli kız yanımıza gelip gülümseyerek:

"Sizin treniniz sağdaki." dedi.

Jelena da, ben de şaşırmıştık.

Bu sahnede doğru gitmeyen birşeyler vardı.

Bir kere Avrupa'da gezinirken kimse İngilizce bilse bile, sizle İngilizce konuşmaz. Daha da önemlisi, kendisi gönüllü olarak siz sormadan size yardım etmez. En önemlisi ise gülümsemez.

Biz şaşkınlıktan kurtulup teşekkür ederiz falan dedik ve sağdaki hatta trenimizi beklemeye başladık. Kızlar da yürümeye devam etti ve elli metre ilerimizde durdular.

Bir süre sonra kızlardan biri elli metre uzaktan yürüyüp yanımıza geldi.

"Özür dilerim, bu gelecek olan tren kısa bir tren, sizin beklediğiniz noktada vagon yok, bizim tarafa gelmeniz gerekiyor." dedi.

Bu kadarı fazlaydı. Bizim için taa istasyonun önür ucundan yürüyüp yanımıza gelerek bize yardım edilmesi öyle kolay kolay anlayabileceğimiz birşey değildi.

Bu söylediklerimi hafife almayın arkadaşlar.

Örneğin Paris'te siz gidip hangi tren nereye gidiyor siye sorsanız bile birçok kişi size cevap bile vermez. Bir de İngilizce konuşursanız nefrete yakın bir tepkiyle karşılaşırsınız.

İsviçre'de ise insanlar kibardır, size günaydın, iyi günler falan derler. Ancak kimse size, siz özellikle sormadan, gönüllü olarak yardım etmez. Yanlış yöne gittiğinizi görseler bile, hiçbiri "Dur, gitme!" falan demez.

İtalya'yı, İspanya'yı sormayın bile. Yabancılardan, yani turistlerden artık bunalmış insanların umursamazlığını görürsünüz bu ülkelerde.

Avrupa'nın, hadi burada isimlerini saymayalım, başka bir iki ülkesinde ise bunlar yabancı, yol, iz bilmiyorlar diye peşinize takılıp çantanızı, cüzdanınızı kapkaçlamaya çalışırlar.

İsveç'te ise gönüllü olarak yardım ediyorlardı.

Gezimizin ilerleyen günlerinde bu başımıza gelenin tesadüfi ve bireysel bir olay olmadığını, tüm İskandinavya'ya mahsus olduğunu kesin bir biçimde anlayacaktık.

Bir çok kez konuşmamızı duyup yardım etmek isteyen insanlar bize yön gösterecek, yemek seçmemize yardım edecek, aradığımız hediyelik eşyayı nerede bulacağımızı söyleyecek, wi-fi şifresini verecekti.

Hatta bir keresinde Kophenag'da adres sorduğumuz bir belediye otobüsü şoförü inmemiz gereken durağa geldiğimizde el frenini çekip yerinden kalkacak, yanımıza gelip otobüste turistler için bulundurulan bir harita üzerinde gideceğimiz noktayı ve yolu işaretleyecek, sonra haritayı bize verecek, diğer yolcular da söylenmek yerine, şoföre katılıp gelmişken şuraya da gidin, burayı da görün diyecekti.

Hep gülümseyerek, hep İngilizce!

Neyse, hikayenin gidişini bozmayalım ve Stokholm havaalanındaki trene dönelim.

Kızlar bizden önce inmişti. Ancak, inerken de bir daha yanımıza gelip "Sizin durağınız bir sonraki." uyarısını yapmayı da ihmal etmemişlerdi.

Metro durağımız
Otelimize bir alış veriş merkezinin içinden geçerek ulaşılabiliyordu. 7-Eleven'dan su alırken tezgahtar konuşmamızı duyup "Şu yöne yürüyün." dedi. Sabahın erken saati olmasına rağmen resepsiyonist hemen bize temizliği tamamlanmış odalardan birisini verdi ki bir duş alabilelim, eşyalarımızı bırakabilelim diye.

Alis'in Harikalar Diyarında yada Uzay Yolunun herkesin gülümsediği ve daha da iyi olabilmek için çalıştığu ütopik toplumunda olduğumuzu düşündüm bir an.

İskandinavya beni olumlu biçimde şaşırtmaya devam edecekti.

Stokholm'de zaman geçtikçe ingilizcenin yaygınlığı beni daha da fazla etkiliyordu. Sadece işaretler, menüler falan gibi yazılı ortam değil, sokakta gördüğüm herkesin İngilizce konuşması olağanüstü ilginçti.

Herhalde İskandinavya için kara Avrupasında İngilizcenin en yaygın olduğu bölge diyebilirim.

Yine Stokholm'de zaman geçirdikçe başka bir önyargım değişmeye başladı.

İsveç'de herkes sarışın değildi.

Çoğunluk, tabii ki açık tenli, renkli gözlü Nordik insanlar, ancak saç renginde sarıdan çok kızıl renkler hakimdi, hatta zaman zaman siyah.

Ve toplum fazlasıyla liberal. Kimse kimsenin ne olduğuna, ne yaptığına karışmıyor. Bu yüzden de insanlar çok rahat. Bir de üzerine rahat olmak isteyenler de gelmiş buraya. Sonuçta, rahat insanların sayısı yükselmiş yada başka yerlere kıyasla daha farkedilebilir bir hale gelmişler.

Kimleri kastettiğimi anladınız herhalde...

İlke olarak bu "hemcinsel" arkadaşlara hiçbir itirazım olmasa da önümde elele gezen iki erkek yada fazlasıyla samimi iki kadın görünce hala doğal karşılayamıyorum bunları, ne yalan söyleyeyim.

Ancak Stokholm'de bu gurubun hiçbir üyesi sizi rahatsız etmiyor. Bir süre sonra da gözünüz alışıyor zaten. Hatta heteroseksüel bir çift olarak Jelena ve ben oldukça ilgi çektik diyebilirim

Ne olursa olsun, toplumsal anlayışın, hoşgörünün bu noktaya gelebileceğini görmek çok umut verici.

Ancak bu toplumun demokratik evrimin ileri bir halkası olduğuna şu size anlatacağım olaydan sonra karar verdim.

İsveç'te "Freedom of Speech" yani kendini ifade etme özgürlüğü o kadar ön planda ki, örneğin hükümetin yada devletin her kademesinde bulunan herkes istediği bilgiyi, istediği belgeyi basına vermekte serbest. Bu belgeler açığa çıktığında ise verenin kimliğini araştırmak suç!

Size burada "Lan, bak, bu bizde olsa..." geyiği yapmayacağım. Yukarda anlattığım olay, ileri geçinen dünyanın birçok gelişmiş ülkesinde bile vatan hainliğine kadar varan suçları oluşturabilir. Alın bakın en son Rusya'ya iltica eden CIA ajanına.

İsveçte ise bu davranış neredeyse özendirilir bir hale getirilmiş.

İskandinavya'nın başka bir ilginç özelliği ise nakit paranın neredeyse tamamen kullanım dışı kalmış olması. Herşeyinizi kredi yada banka kartıyla ödüyorsunuz. Yok kardeşim, ben cebimdeki parayı bilirim diyorsanız, nakit kullanırken birçok yerde ödediğiniz ekstra bir komisyona da razı olmanız gerekiyor. Biz iki gün boyunce hiç İsveç Kronu görmedik mesela.

İsveç, biraz da tepeden bakışla kendisini İskandinav bölgesinin lideri ilan etmiş. Durum böyle olunca da Stokholm havaalanında da iner inmez "Stokholm, İskandinavya'nın başkenti" panosunu görüyorsunuz.

Gerçekten de İsveç, bölgenin en fazla endüstrileşmiş ülkesi. Norveç, bölgenin şımarık çocuğu, çünkü zibil gibi petrol ve bundan gelen paraları var. AB'ye girmeyi reddediyorlar mesela. Danimarka ise biraz bohem bir ülke. Finlandiya'ya gelince, daha ziyade diğerleri arasında küçük kardeş gibi görülüyor. Ben gerçi aralarında en çok Finlandiya'yı sıcak ve arkadaşça buldum.

Stokholm ve geniş olarak İsveç'de çoğunuzun bilmediği önemli bir fenomen var arkadaşlar.

İsveçliler kahveyle obsesifler.

İsveç, Avrupa'da, İtalya dahil kişi başına en çok kahve tüketilen ülke. Bu sebeple her yer kahve salonu dolu. Kahveleri ise çok güzel, nokta.

İsveçlilerin başka bir obsesyonları ise İnternet.

Her yerde wi-fi bağlantısı var. Ortalama bir İsveçlinin evindeki bağlantı hızı, beş sene önce Yahoo'nun tüm dünya için sağladığı bağlantı hızından yüksek. Bindiğimiz hop hop otobüsün içinde bile wi-fi bağlantısı vardı.

İsveçlilerin teknoloji tutkusu İnternetle de sınırlı değil. Teknoloji, hayatlarının her alanına girmiş. Kaldığımız otelde kahvaltı için hangi meyve suyunu içeceğinizi bir iPad yardımıyla seçiyorsunuz, "fışşş" diye çeşmeden akıyor.

Stokholm Limanındaki Viking gemisi
Stokholm çok cazibeli bir kent, ancak bazı bölgeleri 1950'lerin Avrupasını yada 1970'lerin Karadenizli müteahhit tarzı yapılarını andırıyor.

Bunun sebebi ise, endüstri devrimi sırasında modernleşmek adına bugün ağırlığı kadar altın edecek güzelim eski binaları yıkıp, yerlerine o komünist tarzı, her yeri kare olan binaları yapmış olmaları.

Mesela Kophenag, bu eskiden kalan mirası daha dikkatli koruduğundan, Stokholm'e kıyasla çok daha cazibeli, çok daha otantik ve çok daha romantik Bence İsveçliler bugün bu yaptıkları için bin pişman, ama renk vermiyorlar.

Ne olursa olsun Stokholm, dünyanın en güzel kentlerinden biri. Ondört tane adanın üzerine kurulmuş. Hangi yöne giderseniz gidin, bir deniz kıyısına yada güzelim bir kanala ulaşıyorsunuz.

Noel ve yılbaşı nedeniyle şehri o kadar güzel, o kadar zevkli süslemişler ki, yılbaşında New York, Paris, Hong Kong, Viyana gibi iddialı kentlerde bulunmuş biri olarak rahatlıkla söylüyorum, etkilendim.

Yine dünyanın en temiz ülkelerinden birinde yaşayan biri olarak söylüyorum, Stokholm tertemiz bir şehir. Tüm çöpler geri dönüştürme için caddelerde bile ayrı ayrı kutularda toplanıyor. Yollar, parklar, toplu taşım araçları hep bal dök, yala.

Toplu taşım, çok kullanışlı. Metro, otobüs ve tren ile heryere kolayca gitmek mümkün.

Ancak bence affedilmez bir hataları var ki, ülkesine göre aynı numaralı otobüs, tren yada metro her zaman aynı yere gitmiyor. Mesela Stokholm'de aynı numaralı metro hattını, Kophenag'da da aradığınız numaralı otobüsü bulsanız bile yine nereye gittiğini gösteren tabelaya bakmanız gerekiyor. Bu da numaraları tamamen işe yaramaz hale getiriyor. Çünkü numaralar olsa da, olmasa da yine otobüs yada metro nereye gidiyor diye bakmak zorundasınız.

Stokholm neredeyse bir müze kenti. Kültürel gelişmişliğin bir parçası, ziyaret etmeyi sevenler için onlarca ilginç müze var.

Ne Jelena, ne ben müze ziyaretinden haz eden tipleriz, ancak Stokholm'de bir müze var ki, ziyaret etmememiz olanaksızdı.

ABBA müzesi...

Bu müzede, bir döneme adını yazdırmış bu ikonik gurubun kuruluşundan dağılışına kadar ki öykülerini dinleyebilir, kostümlerini, müzik aletlerini, altın plaklarını görebilir, üç boyutlu hologramları ile sahnede şarkı söyleyebilirsiniz.

ABBA Müzesi
Beni tanıyanlarınız bilir, öyle sahnede şarkı söyleyip dans etmek pek bana gitmez. O yüzden Jelena'yı kandırdım sahneye çıkması için. Sıraya girdi ve beklemeye başladık. Tam sıra ona geldiğinde utanıp kaçtı.

Biz çok güzel bir iki saat geçirdik bu müzede. Eğer ABBA'ya biraz da olsa sempatiniz varsa, görülmesi kaçırılmayacak bir yer. Biletlerinizi önceden İnternet'ten almayı unutmayın yoksa yüzde otuza yakın bir nakit komisyonu ödemek zorunda kalabilirsiniz.

Stokholm'ün bir başka ikonik bölgesi ise eski kent dedikleri ada. Buradaki her bina ayrı bir güzellik. Bir açık hava müzesi gezer gibi gezdik bu gerçekten insanın belleğinde iz bırakacak kadar etkileyici olan bu bölgeyi.

Eski Kent
İsveç, kağıt üzerinde hala monarşi ile yönetilen bir ülke. Bir ülkede eğer monarşi varsa bildiğiniz üzere bir monark, yani bir kral, bir kral varsa da tahmin edeceğiniz üzere bu kralın bir sarayı bulunur. Stokholm'deki saray bir Versay olmasa da yine de görülmeye değer.

Eski ve meşhur bir otel olan Nordic Sea Hotel'in altında Ice Bar isimli bir bar var. Bu barın içi tamamen buz, ısısı ise eksi bir-iki derece. Mutlaka görülmeye değer. Biz gittiğimizde ne yazık ki açık değildi, ancak pencerelere Garfield olup içerisini görebildik. Sizin başınıza da aynı şey gelmesin, mutlaka akşam 3:45'den sonra gidin.

Yine sahilde yürürken, tiyatro binasını, bir viking teknesini ve yüzlerce kültürel yapıyı görmeniz mümkün.

Yemek doğal olarak deniz mahsulü ağırlıklı, ancak Nordik'ler biftekleriyle de meşhur. Kıta Avrupası mutfağı ile her türlü fast-food zinciri de mevcut.

Benim tavsiyem, müzeler dışında şehiri gezmek için iki gün ayırmanız.

Stokholm, İskandinavya gezimizin ilk durağıydı. Bu güzel bölge ve iyi insanlar hakkında ilk dozumuzu aldık. Good Year çantamızı ve Hard Rock Cafe mamülü, pilsner bardaklarını artık üretmedikleri için mecburen aldığımız "hurracine" bardağımızı yüklendik. Sonrasında, yönümüzü, uçağımızın hiç düz uçmayıp, sadece yükselip alçalarak tamamlayacağı kırk dakikalık Helsinki uçuşuna çevirdik.

Stokholm, anılarımıza sıcak bir iz bırakmıştı, gözlerimiz şimdi yeni durağımız olan Helsinki'ye çevrilmişti.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...