6 Ocak 2014 Pazartesi

Helsinki

Jelena beklediğim üzere Helsinki'deki otelimizin banyosundan bağırdı.

"Bugiii, bu duş nasıl çalışıyor?"

Bu soruyu bekliyordum çünkü duşumu ondan önce almıştım ve bir on dakika butün armatürleri kurcalayıp, deneme yanılma yöntemiyle insani sıcaklıkta suyu duştan fışkırtmayı becermiştim.

Tabii ki fırsatı kaçırmayıp, "Rezervasyon yaparken niye saçlarının sarı olduğunu söylemedin? Daha basit bir oda verirlerdi..." şeklinde geleneksel tacizimi uyguladım, sonra da çok olağan birşeymiş gibi hemen bir kolu çevirip, doğru vanaları kullanarak duşu çalıştırdım.

Çünkü eğitimliyim bu konuda.

Bana inanın arkadaşlar, otellerdeki bu ilginç olma ve sanatsal duş dizayn etme tutkusu gitgide daha fazla can sıkıcı bir hal almakta.

Bu fenomen ise özellikle dünyanın gelişmiş ülkelerinde daha sıklıkla görülmekte.

Göznü sevdiğimin Fas'ı...

Solda kırmızı vana, yani sıcak su, sağda mavi vana, yani soğuk su... Su küvete akarken istediğin sıcaklığa ayarla, sonra da ortadaki kolu yukarı kaldır, "fışş", duştan su gelsin.

Yüzyıllardır çalışan bu yöntemi kim niye değiştirmek istesin bir türlü anlamadım? Kime batmış ki bu sistem? Zaten daha verimli hale gelmesi de imkansız. Bırak oynama değil mi?

Sen misin bunu diyen?

Avrupa ve yeni dünyanın tüm mimarları sanki bütün sanatsal yaratıcılıklarını sıhhi tesisat dizaynlarında kullanıyorlar.

Uzun zaman önce, ismi bende saklı bir ülkede, yine ismi bende saklı süper klasi bir otel.

Odanın ilk keşfi esnası. Hani minibarın içeriği kontrol edilir, uzaktan kumanda aleti kurcalanır, şampuanlara, losyonlara falan bakılır, dolaplar açılır kapanır ya, işte o aşama.

Gözüm duş'a takıldı. Bir kabin içerisinde, sadece bir el duşu var. Kontrol için de sadece iki vana koymuşlar. Bu vanalar su miktarını ve sıcaklığını ayarlıyorlar.

İş olsun diye duşu elime alıp suyu açtım. Tam o anda "şarrrr" diye kafamdan aşağı sular boşandı.

Ben ne olduğunu anlayana kadar su da ısınmaya başladı. Son anları kaynara yakın sıcaklıktaki sudan nasıl yandıysam can havliyle attım kendimi dışarı. Giderayak kabinin kapısına çarptım, kapı yerinden çıktı falan.

Ayakkabılarım, pantolonum, çoraplarım var üzerimde. Herşey sırıl sıklam.

Rezillik yani...

Lan nerden geldi bu su dedim. Duş elimdeydi, oradan gelmesi imkansız. Tepede ya da duvarda başka sabit bir duş yok. Eminim, çünkü önceden bakmıştım.

Sonrasında gözüm tavana takıldı. Tavanı baştan başa kaplayan metal plakanın üzerinde delikler vardı. Yani tüm kabinin üstü büyük bir duş haline getirilmiş, sizin anlayacağınız.

Singing in the Rain filminden ilham almış sanki, bu duşu dizayn eden hayvan...

Başka bir defasında, İtalya'da bir oteldeydik.

Odamızın kabinli, küvetli mükemmel görünen bir duş sistemi vardı. Kontroller duvara, fayansların üzerinde yayılmıştı. Bir dolu düğme, kol ve vana, uzay mekiğinin konsoluyla bir vapurun makine dairesi arası bir izlenim bırakıyordu.

Gelişigüzel bir iki kol ve düğmeyi kurcaladım.

Önce duştan su gelmeye başladı. Tam ben duşu kapamaya çalışırken bir homurtu ve "harrr" diye, sağdan, soldan, yukardan, her yerden su fışkırmaya başladı.

Yemin ediyorum küvetin camla çevrili arka kısmına doğru yerleştirilmiş jakuziyi farketmemişim.

Jakuzi sadece küvetin içinde değil, küvet seviyesinin üzerinde, L şeklindeki oturacak bir yerin etrafına da yayılmıştı. Düşünün bütün bu fışkiyelerden su fışkırdığını

Tamamen olmasa da yine ıslanmıştım sizin anlayacağınız. Ancak bu son vakanın güzelliği etrafta şahit olmamasıydı. Çok fazla açıklama yapmak zorumda kalmadan, izlerimin büyük bir bölümünü kapayabilmiştim.

Herhalde anladınız sıhhi tesisat sanatına olan düşmanlığımın sebebini.

Sadece ıslanıp zarar görmek de değil derdim, zaten her zaman bu kadar görsel olarak eğlenceli de olmuyor. Asıl sorun, bu aptalca dizayn edilmiş duşların nasıl çalıştığını anlayana kadar gereksiz yere harcadığınız zaman.

İskandinavya'da ise bu devrimsel sıhhi tesisat dizaynı, oteller arasında sanatsal bir rekabete dönüşmüş durumda. Her üç otelde de bir duş serüvenimiz oldu.

Kophenag'daki otelimizin banyosunun lavabosunda bir çeşme ve duvara sabitlenmiş tek bir kol vardı. Ne çevirilebilen bir vana, ne basılabilecek bir düğme, başka hiçbir kontrol yoktu.

Kolu sağa ve sola hareket ettirdiğinizde suyun sıcaklığı, yukarı aşağı hareket ettirince de suyun miktarı ayarlanıyordu. Aynı bir coystik gibi.

Ancak bu kol fazlasıyla hassastı. Su çok sıcakken soğutayım diyorsunuz, bu sefer Niyagara şelalesi kadar su fışkırıyor çeşmeden. Çünkü kolu sağa çekerken istemeden de olsa kol biraz da aşağı doğru hareket ediyor, böylece de suyun miktarı artıyordu.

Doğru sıcaklıkta, istenen miktarda "debi" elde edebilmek için eğilip, kontrol koluna parmaklarımla yavaş yavaş vurarak, milim milim hareket ettirmek zorunda kaldım.

Kophenag'daaki otelimizin banyo bataryası
Aynı odanın duş bölümünde ise sadece bir el duşu ve bir de tavanada sabit duş vardı.

Kontrol olarak da sağa ve sola dönen büyük, silindirik bir vana ile ucunda, içinden diklemesine sanatsal bir çubuk geçen daha küçük bir silindirik vana...

Olsa olsa suyu açma vanası budur diye hemen büyük vanaya sazanladım.

Değilmiş...

Demek küçük vana açma kapama vanası deyip bu kez küçük vanaya sazanladım.

Ucundaki çubuktan tutup sola çevirdim ve el duşundan su gelmeye başladı. Anladım ki su miktarı buradan ayarlanıyormuş.

Sonrasında büyük vanayı çevirdim ve başarı ile bu vananın suyun sıcaklığını değiştirdiğini anladım.

Herşey mükemmel gidiyordu.

Son aşama ise el duşu ile sabit duş arasındaki seçimin nasıl yapılacağını bulmaktı.

Her iki vana da sırasıyla su miktarını ve sıcaklığını ayarladığından, ve etrafta da başka kontrol kalmadığından, el duşu ile sabit duş arasındaki seçim olsa olsa bu vanaları iterek yada çekerek yapılabilirdi sonucuna vardım.

Ne yazık ki ne itme, ne de çekme işe yaradı.

Ben de su boşa akmasın diye suyu kapatmak için daha önce suyu açmak için kullandığım küçük vanayı ters yöne, yani sağa çevirdim.

Sen misin çeviren?

Bir anda el duşuna gelen su kesildi ve "foşşşş" diye sabit duş çalışmaya başladı.

Islanmamak için hemen kendimi dışarı attım.

Bu vana demek ki teknolojik bir evrim geçirmiş, hem su miktarını, hem de hangi duşun kullanılacağını ayarlıyormuş.

Sola çevirdikçe el duşuna giden miktar artıyor, sağa çevirince azalıyor.

Tam orta noktada ise su akımı duruyor, yani musluk kapatılmış oluyor.

Ancak bu orta noktaya geldiğinizde bir "çıt", "tık", "klik" falan gibi, çeşmenin kapandığını hissedebileceğiniz bir işaret yok. Göz kararı ayarlayacaksınız. Eğer suyu açık mı unuttum obsesyonunuz varsa evden çıkamazsınız bu vana yüzünden.

Neyse, bu orta noktadan sonra vanayı sağa çevrilmeye devam ederseniz bu kez sabit duşa giden su miktarı artmaya başlıyor.

Gel de çıldırma...

Stokholm'deki otelde ise normalde küvete akan bir çeşme, bir de metal hortumlu el duşu vardı.

Bu tesisatı kontrol etmek için ise birbirlerinin aksi yönlerine bakan iki tane, silindir şeklinde vana, bu vanaların üzerinde ise de sağa ve sola kaydırabileceğiniz birer düğme vardı.

Sağdaki vananın üzerinde 360 dan başlayıp, 330, 300 falan diye azalan sayılar yazılıydı. Soldaki vananın üzerinde ise hiç birşey yazılmamıştı.

Soldaki vanayı çevirdim. Küvetin dibindeki çeşmeden su akmaya başladı.

Güzel, demek ki bu vana suyu açma vanasıydı.

Sağdaki vanayı çevirdim. Su ısınmaya başladı. Demek bu da suyun sıcaklığını ayarlayan vanaydı.

Her ne kadar 360'dan başlayan sayılarla sıcaklık arasında bir bağ kuramasamda üstelemedim. 360'dan başlayarak azalan sayılar derece cinsinden vananın açısını gösteriyor olabilirdi, yani vananın ne kadar döndüğünü göstermesi bakımından...

Sonuca çok yaklaşmıştık. Tek eksik suyu duşa gönderebilmekti.

Vanaların biri suyun miktarını, diğeri de ısısını ayarladığına göre, suyu çeşme yerine duşa gönderecek tek kalan kontrol vanaların üzerindeki düğmeler olmalıydı.

İki ayrı düğme, duş yada çeşme seçimi şeklimdeki tek eylemi kontrol için fazla görünse de yine üstelemedim.

Duşu elime alıp, soldaki düğmeye bastım, hiç birşey olmadı. Demek ki sağdaki düğme doğru düğmeydi.

Deductive reasoning derler bu mantık çözümlemesine. Yanlışları eleyerek doğruya ulaşırsınız.

Hemen son olasılık olarak kalan sağdaki düğmeye bastım ve elimdeki duşa bakıp suyun gelmesini beklemeye başladım.

Su falan gelmiyordu.

İşte bu noktada mantığın çöpe atıldığı noktadır arkadaşlar, çünkü artık beyninizin üretebileceği akılcı bir çözüm yöntemi kalmamıştır.

Buradan sonra kıçınız devreye girer ve başlarsınız uydurmaya.

Önce iki düğmeye de aynı anda bastım, birşey olmadı. Sonra başladım vanaları itmeye ve çekmeye. Daha da sonrasında bu hareketlerin farklı kombinasyonlarını denedim, yani sağdaki düğmeye basarken soldaki vanayı çekmeye, yada soldaki düğmeye basarken sağdaki vanayı çekmeye, çekmeler fayda etmeyince itmeye, vesaire...

Yemin ediyorum size, on dakika sonra Jelena'ya küvetin çeşmesinin altında duş almayı önermeyi ciddi olarak düşünmeye başlamıştım.

Haa, bu arada eğer aklınıza niye resepsiyonu aramadın gibi başvurulması düşünülemeyecek kadar onur kırıcı bir öneri geldiyse, bunun benim hayat süremde olamayacağını bilmenizi isterim.

"Yazık, biri Türk, biri Sırp, bunların memleketinde yoktur böyle şeyler, anlamazlar bunlar..."

No way Jose...

Tam umutsuzluk ruhumu teslim alacakken, elim çeşmenin ucundaki suyun aktığı noktada birşeye takıldı. Vanalardan, düğmelerden uzakta, tam çeşmenin sonunda bir yerde.

Hala çeşmeden su aktığı için görmek zordu. Elimle yoklayınca, bu cismin daire şeklinde bir metal olduğunu anladım. Bir yüzük gibi suyun aktığı deliğin etrafını çevreliyordu.

Baş parmağımla işaret parmağımı kullanarak önce sağa sola çevirdim.

Yine hiç birşey olmamıştı.

Ancak çevirmek yerine aşağı doğru çekince çeşmeden akan su kesildi, duşun metal hortumu şöyle bir şahlandı ve "foşşş", duştan su gelmeye başladı.

Petrol bulmuş gibi sevinmiştim...

Geyiğimizin başladığı Helsinki'deki otelde ise duş sistemi çok daha karmaşıktı.

Çünkü küvetteki çeşmeye ve el duşuna ek olarak bir de tavana sabitlenmiş, geniş çaplı ikinci bir duş daha vardı.

Kontrol olarak ise büyük silindirik bir vana, daha küçükçe bir vana, ve bir tane de çubuk.

Kontrollerin üzerlerinde hiç birşey yazmıyordu ancak renkler banyonun renkleriyle yüzde yüzlük bir uyum içerisindeydi.

Demek sadece bu toplam üç kontrolü, açma-kapama, sıcaklık ayarı ve duş seçimi olarak doğru bir biçimde dağıtmak gerekiyordu.

En kolay görünenlerden başladım. Büyük vana su miktarı olmalıydı, küçük vana da sıcaklık ayarı...

...Ve gerçekten de öyleydiler. İki de iki!

Demek geriye kalan çubuk suyun çeşme yada duşların hangisinden geleceğini belirliyordu.

Çeşmeden su akmaya devam ederken, çubukla önce bir sağ-sol, suyun gelişinde bir değişiklik olmayınca da bir yukarı-aşağı yaptım.

Çeşme yine gürül gürül akıyordu ancak duşlarda herhangi bir hareket yoktu.

Başınızı daha fazla ağrıtmayayım, bir beş dakika doğaçlamadan sonra anladım ki sıcaklık ayarı vanasını kendinize doğru çekince su duşlar bölgesine gidiyormuş.

Suyu duşlar bölgesine gönderdiğinizde ise normalde işe yaramayan çubuk işlev kazanıyor, sabit yada el duşu arasındaki seçimi yapıyormuş.

Farklı olabilmek adına insanları muslukçu gibi çalıştırmak ayıp bir şey arkadaşlar ama ne yapalım, hayat işte...

Sıhhi tesisat konusundaki zorlukları bir kenara bırakırsak, Helsinki'deki otelimiz şimdiye kadar kaldığımız en romantik otellerden biriydi.

Uçağımız çok geç bir saatte indiğinden, havaalanından son otobüsü zar zor yakalayıp şehir merkezine ulaşabilmiştik. Şehir merkezinden ise alternatifi on beş dakika yürüme olan tramvay ne yazık ki o saatte çalışmıyordu.

Bizle birlikte otobüsten inen, benden biraz daha genç, Helsinki'nin yerlisi olduğu halinden anlaşılan bir arkadaşa sordum "Hotel GLO Art ne tarafta?" diye. Sorarken de "GLO" sözcüğünü, hepsi büyük harflerle yazıldığından "Ciii", "Eel"', "Ooo" diye harf harf okudum.

Adam anlamadığı için mahçup mahçup baktı. Neyse ki Jelena, tam o anda araya girip, otelin adı ve adresinin yazılı olduğu kağıdı gösterdi.

"Haa, Hotel Gılo Art!" dedi bizim arkadaş.

Ben de otelin adının doğru okunuşunu öğrenmiş oldum.

Aynı arkadaş, sonrasında İskandinavya'da artık yavaş yavaş kanıksadığımız konukseverlikle bizi otele kadar yürüyerek getirdi, hem de o buz gibi soğuk havada.

Otelin hikayesini de yolda ondan öğrendik.

Hotel GLO Art
Hotel GLO Art, otele dönüştürülmüş eski bir şato. Oldukça büyük olan bu şato, krallık günlerinden ardından Helsinki Ümiversitesinin mühendislik fakültesine bırakılmış. Fakülte ise son zamanlarda bu binayı sadece mezuniyet baloları için kullanıyormuş.

Sonrasında ise kapitalizm dişlerini göstermiş ve şato büyük bir otel zincirine satılmış. Bütün odalar ve salonlar ünlü mimarlar tarafından ayrı ayrı dekore edilmiş ve ortaya şimdiye kadar kaldığım en güzel otellerden biri çıkmış.

Kapıdan girdiğinizde sanki resepsiyona değil, kralın taht odasına giriyorsunuz. Duvarlar, mobilyalar, dekorasyon hep ortaçağ. Aydınlatmalar başarıyla gizlenmiş. Lamba, piriz, televizyon gibi modern çağın geleneksel araçlarını neredeyse hiç göremiyorsunuz.

Ancak yorgunluk her ikimizi de teslim almıştı. O yüzden barın o cazibeli ortamında birşeyler içmek yerine direkt odaya attık kendimizi.

Sabah sekiz gibi uyandığımızda heryer zifiri karanlıktı. Kahvaltı vesaire ile birlikte dışarı çıkmamız saat dokuzu buldu.

Bu saatte güneş hala doğmamıştı ancak şafağın aydınlığı sayesinde etrafımızı görebiliyorduk.

Güneş saat on civarında doğdu.

Güzel mi güzel bir hava ve pırıl pırıl bir İskandinav günü bekliyordu bizi.

Kuzey kutbunun bu kadar yakınında, kış mevsiminde güneş gökyüzünde tamamen yükselmiyor arkadaşlar. Ufuğun hemen üzerinde kısa bir yay çizip yeniden batıyor. Aroralar için ise bu pareleller hala yeteri kadar kuzeyde değil.

Güneşin batış saati ise akşam üç gibi, ancak saat dörde kadar azalan bir aydınlık var.

Bunlar, Helsinki'de yaşayanlar için normal sayılan olaylar. Ancak bizim gibi Akdeniz insanları için ilginç geliyor.

Çok fazla canınızı sıkmadan Helsinki'nın başka birkaç özelliğinden bahsedeyim biraz.

Helsinki'de resmi dil Rusça. Birçok kişi Fince de biliyor

Bu Rus istilasının önemli ve geçerli bir sebebi var. O da Helsinki ile St, Petersburg arasındaki hızlı tren bağlantısı. Eğer niye Ruslar bu bağlantıyı kullanarak akın akın Helsinki'ye geliyor diye de sorarsanız, cevap Şengen vizesi.

Finlandiya, Avrupa'da seyahat etmek isteyen milyonlarca Rus turistin vize için başvurduğu ilk ülke. Çünkü hem Rusya ve Finlandiya komşular, hem de Finlandiya Rus turistlere biraz daha hızlı ve kolay vize veriyor(muş).

Şengen'e giriş yaparken ilk olarak vizesini aldığınız ülkeyi kullanmak zorunluluğu yüzünden de Avrupaya saçılan Rus turistlerin çoğu Finlandiya'da bir duraklama yapıyor.

Hem turistik aktiviteler, hem de vize harçları söylendiğine göre Fin ekonomisine küçük sayılamayacak bir katkıda bulunuyormuş.

Neyse, işin şakasını bırakırsak, ülkenin resmi dili tabii ki Rusça değil, Fince.

Fince, İsveççe, Noveççe yada Danimarkaca gibi Jermanik yani Almanca benzeri bir dil değil. Aksine Ural dil ailesinden, Asyatik bir dil. Asyatik kökleri sebebiyle de gramer ve kelime hazinesi olarak Türkçe'ye bazı yakınlıklar gösteriyor.

İşte bu yüzden, Finlerin aslında Hristiyanlığı benimsemiş Türkler olduğuna dahil hiçbir şekilde ispatlanmamış, hatta saçma sayılabilecek teoriler ortaya atılmış.

Biraz daha ileri gidenler, ünlü Viking lideri Kızıl Erik'in de bu yakınlıktan dolayı aslenTürk olduğunu ve Greenland'dan geçerek Amerika'yı Kolomb'dan önce keşfettiğini idda etmekteler. Bu teoriye göre Amerika'nın keşfinin kredisi de Türklere gitmekte.

Tabii ki bu iddiaların hiçbir kabul edilebilir dayanağının olmaması, onları zırvalık seviyesinden ileri götürmemekte.

Biraz aklı olanlar Finlerin ırk olarak Asya'yla ilgilerinin olmadığını gördükleri anda anlayabilirler. Hemen hepsi kızıl yada sarı saçlı, beyaz tenli Nordik bir topluluk.

Neyse, doğruluğu tartışılan konuları bırakıp, doğruluğundan emin olduğumuz konulara bakalım.

İskandinavya'nın diğer ülkelerinde de gördüğümüz İngilizce konuşmanın yaygınlığı, ınsanların dostane davranışları ve konukseverlikleri Finlandiya'da da aynen daim.

Ülke büyük sayılabilecek bir yüzölçümüne sahip, yani Türkiyenin yarısından biraz küçük, ancak nüfusu sadece beş buçuk milyon, yani Ankara'dan biraz fazla. Helsinki ise altı yüz bin kişilik bir nüfusa sahip.

Sadece bu bile ülkenin bizim alıştığımızdan çok farklı bir yapısı gösteriyor. Nüfus ülkenin güney kıyılarında yoğunlaşmış. Kuzey tarafları ise çok az kimsenin yaşadığı, büyük, boş alanlar.

Helsinki, hem Jelena'nın, hem benim kuzey kutbuna en çok yaklaştığımız nokta. Önümüzdeki yıl bunu değiştirip, kutba biraz daha yaklaşacağız, ancak şimdilik rekor Helsinki'de.

Bu paralellerde ise hayat Akdeniz'dekinden çok farklı.

Günlerin kısalığı, yada mevsimine göre uzunluğu Stokholm'e göre biraz daha fazla belirgin. Bir gün geçirdiğimiz Helsinki'de güzel havaya rağmen fotoğraf çekmek ciddi bir telaşa soktu bizi. Çünkü güneş ışığı kullanabilmemiz için sadece beş saatimiz vardı. Kaçırmayalım diye, oradan oraya koştuk durduk.

Soğuk ise bizim yaşadığımız paralellere göre belki de en önemli fark.

Hava, iyi şansımızın ötesinde, neredeyse ilahi bir yardım ile, kış ortası standardlarına göre, rüyamızda bile göremeyeceğimiz kadar güzeldi.

Tarih Aralığın otuzu ve havaalanı civarımda, yol üstünde minicik bir kar parçasından başka kar görmedik.

1995 yılının Nisan yada Mayıs'ında, bir iş gezisi için yine yakınlardaki Litvanya'ya, Klaypeda şehrine gitmiştim. Onbeş gün boyunca hiç asfalt yada kaldırım göremedim desem yeridir. Karın yüksekliği yarım metre, bu karın altında ise artık uzun zaman üzerindeki karı taşımaktan evrim geçirip kompozit madde haline dönüşmüş bir buz tabakası.

Orada daha uzun süre kalmış birisi, "Bütün kışı yatay geçirdim..." diyordu, buzda kayıp düşmekten.

Klaypeda'daki otelden ilk çıktığımızda, soğuk yüzünden dışarıda yürüyememiştik. Ben her beş dakikada bir bara girip konyak içiyordum

Anladınız yani durumu...

Bir ilkbahar zamanı, daha güneyde bulunan Klaypeda'da her yer metrelerce kar ve buzken, kışın tam ortasında, daha kuzeydeki Helsinki'de pırıl pırıl pırıl bir güneşi ve karsız, buzsuz bir şehri bulunca durumu açıklamak için ister istemez ilahi mercilere başvurmak zorumda kaldım.

Şaka bir yana, benim güçlü öngörüm küresel ısınma arkadaşlar. Zaten eğer olay gerçekten küresel ısınma ise aslında şimdi ilahi mercilere başvurma zamanı gelmiştir diyorum, çünkü bunun sonuçları bizim altından kalkabileceğimiz gibi değil.

Neyse, yarım akıllı sahte peygamberlerin dedikleri gibi "The end is coming", yani sonumuz geliyor geyiğini bırakıp, zaten duşların çalışma ilkeleriyle makine mühendisliği tezi şeklinde başladığımız yazıyı bir de ekolojik facia öngörülerine dönüştürmeyelim.

Kısaca, Helsinki'de hava hayallerin ötesinde güzeldi. Sıcak mı, sıcak, neredeyse sıfır derece. Deniz kıyısında rüzgarın estiği ve soğuktan konuşma yeteneğinizi kaybettiğiniz anları saymazsanız, keyifli bile diyebilirdiniz.

Ancak biraz etrafı gözlemleyince, halkın soğukla barıştığını daha iyi anlayabiliyorsunuz. İnsanların palto, eldiven taşıma ve çıkarma refleksleri, kapalı yerlerde ısıtıcıların etkinliği ve herşeyden çok Jelena en üstteki eskimo ceketi dahil dört kat parka ve kazaklı kıyafetine karşın, mini etek ve bir hırka ile gezen kızlar...

Deniz de burada biraz farklı. Akdenizin o mavisi, o sıcaklığı yok. Yerine mavi mürekkebi bitmiş sahte bir deniz baskısı gibi bir renk var. Helsinki'nin büyük bir bölümü Baltık Denizinin bir kolu olan Finlandiya Körfezine bakıyor. Ancak ismi değişik olsada sonuçta Baltık denizi burası ve soğuk mu soğuk, renksiz mi renksiz.

Denizin soğuk olmasının bir faydası ise daha fazla oksijenin su içinde çözülmesine olanak sağlaması. İşte bu yüzden her iki kutup bölgesi de deniz yaşamı bakımından ekvatoral bölgelere göre kat be kat zengin.

Denizden babam çıksa yerim derler ya, eğer çıkabilseydi, baba muhtemelen bu denizlerden çıkardı. Ben deniz ürünü yemediğim için şahsen doğrulayamayacağım ama yiyenler Nordik'lerin balıkları için deli oluyorlar. Bir not edin derim.

Finlandiya, İsveç'le Rusya'nın etkisinde kalmış bir ülke. Uzun bir süre İsveç krallığında bir dükalık olarak varlığını sürdürmüş, sonrasında bir süre de Çarlık Rusyasına katılmış, en sonunda da bağımsızlığını ilan etmiş.

Helsinki
Helsinki'nin mimarisi de bu yüzden hem İskandinavya'yı, hem de Rusya'yı andırıyor. İlginç bir füzyon yani.

Artık bu kenti keşfetmeye başlayabilirdik.

Günün ilk saatlerinde kuzeyin zayıf güneşi altında ayaklarımız bizi ilk olarak Senato Meydanı'na götürdü.

Helsinki Katedrali
Bu meydanın hemen yanındaki bir tepenin üzerinde ise Helsinki'nin sembolu sayılabilecek en önemli yapılarından birini, Luteran Katedralini, yada diğer adıyla Helsinki Katedralini gördük. Doğan güneşle birlikte aslen beyaz olan bu yapı sarıyla karışık kırmızı, güzelliğini zor anlatabileceğim bir renk almıştı.


Bir Yunan yada Roma tapınağını andıran sütunları ve büyük bir kubbesi var bu katedralin. Çok güzel bir bina. Bu güzelliği takdir etmek için öyle mimar, sanatçı falan olmaya da gerek yok.

İçi ise diğer birçok Protestan kiliseleri gibi, görsel bakımdan dış mimarisinin tam tersi. Sade, silik ve renksiz. Reform olmuş Hristiyan inancının bu dalında gösterişli dinsel resim, heykel yada benzeri figürler pek kullanılmıyor.

Örneğin bir Katolik kilisesinde birçok resim, heykel, fresk, vitray gibi görseller bulunur. Teolojik yada sanatsal bilgimden değil ancak tamamen limitli deneyimlerimin bende bıraktığı izlenime dayanarak söylüyorum, Katolik kiliseleri çoğunlukla karanlık ve hüzünlüdür. Resimler, heykeller genelde İsa'nın çarmıha gerilmesi ve bundan duyulan acıyı ön plana çıkarır.

Bunun önemli bir istisnası olan, Vatikan'daki Papaların seçimi sırasında Kardinallerin oy vermek için toplandığı ünlü Sistin Şapeli'ne de değinmeden geçmeyelim. Katolik inancının en önemli ibadet yerlerinden biri sayılabilecek bu kilisenin tavanı ve duvarları, çoğunluğu Mikelanj tarafından tasarlanmış, aydınlık, renkli ve canlı fresklerle kaplıdır. İnancı ne olursa olsun, bu sanat harikasını görmeyi herkese tavsiye ederim.

Benim en ilginç bulduğum kiliseler ise Ortadoks kiliseleridir. İçleri o kadar renkli, o kadar canlıdır ki insan gerçekten gezmekten zevk alır. Yine örneğin Ortadoks kiliselerinde oturmak için sıralar bulunmaz. Bu hem estetik olarak içerideki görsellerin daha öne çıkmasını sağlar, hem de insanların daha fazla sosyalleştiği bir ortam yaratır (Jelena'dan bir ek not geldi, ayakta durmakta zorlananlar hasta yada yaşlılar için bazen duvar kenarında bir iki sandalye bulunabilirmiş).

Luteran Katedralinden işte bu duygularla ayrıldık.

Uspenski Kilisesi
Helsinki'deki ikinci durağımız yine bir kiliseydi ancak bu kez bir Ortadoks kilisesi. İsmi Uspenski. Mimarisi Luteran Katedraliyle karşılaştırıldığında siyahla beyaz kadar farklı. Bu kilisenin duvarları ateş rengi tuğlalarla kaplı. Etrafında da yeşil damlı kuleleri var. Yine inanılmaz güzel bir yapı. Ne yazık ki kapalıydı, içini görme şansımız olmadı.

Üçüncü durağımız, tahmin edin bakalım, yine bir kilise. Ancak bu kilisenin önemli bir özelliği var. Bir kayanın içi oyularak yapılmış. Tepesinde ise muazzam büyüklükte bakırdan bir kubbesi var.

Özellikle Avrupa'da gezdiyseniz gözünüze çarpmıştır. Kilise, saray gibi eski yapıların çatı yada kulelerinin tepeleri yeşil olur. Yakın zamana kadar bu yeşillerin boya olduğunu düşünürdüm. Bir fotoğraf gezisi esnasında mimar bir arkadaş anlattı bu yeşillenmenin sırrını. Meğer bu renk bakırın oksitlenmesinden kaynaklanıyormuş. Yani bu binalar ilk yapıldıklarında kuleleri normal kahverengi bakırla kaplanırmış. Bu renk zamanla yeşile dönermiş.

Kaya kilisenin bakır kubbesi
Bu kaya kilisesinin muazzam kubbesinin dışı da işte böyle, yemyeşil. İçi ise normal bakır rengi. Diğer kiliselere pek benzemiyor, yuvarlak bir yapısı var. İçi de çok modern.

Helsinki'de onlarca müze var, söylediklerime göre hepsi de görülmeye değermiş. Müze kurtlarına hatırlatmamızı yapmış olalım ve gezimize dönelim.

Helsinki bir liman şehri. Eski liman Finlandiya körfezine bakıyor ve limandan çok bir parkı andırıyor. Bir dolu seyyar satıcı, Rus usulü şapka, ceket, kalpak gibi deri eşya satıyor. Yeni liman ise Baltık kıyılarında. Burada devasa yolcu gemilerinin yanaştığı iskeleler var. Bazı gemiler, özellikle Viking Line Stokholm'den tanıdık geldi.

Helsinki Limanı
Sahil boyu yürüyüşümüzü ise Helsinki'nin en bilinen kafelerinden Ursula'da sonlandırdık. Burada saat üç gibi birer kahveyle güneşi batırdık ve rotamızı şehir merkezine çevirip yola koyulduk.

Akşam yemeğimizi geleneksel olarak Hard Rock Cafè'de yedik, ve yine üzüntüyle artık pilsner bardaklarını satmadıklarını burada da teyid ettik.


Uzun bir günü kısa bir geceyle noktalamak zorunda olduğumuzdan kemdimizi otele attık ve sabah dörtde kalkmak üzere gözlerimizi kapadık.

Sabah saat beş'de otobüs durağına geldiğimizde hiç uyumamış gibiydim. Saat yedide kalkacak uçağımız, saat farkıyla birlikte bizi saat yedi buçukta Kophenag'a ulaştıracaktı. Uzun bir günün gecesi de yeni yıl olduğundan zorlu bir yirmidört saat vardı önümüzde.

Bütün bunları düşünürken gözüm durakta bizle birlikte otobüsü bekleyen en azından altmışbeş yaşında, beyaz uzun saçlı, beyaz bıyıklı, elinde gitar, duraktaki herkese laf atan dedeye takıldı. Kimine Fince birşeyler söylüyor, Fin olmayanlara da İngilizce "Senin adın ne?", "Helsinki'yi sevdin mi?", "İsa kraldır" falan diye takılıyordu.

"Ben bu adamı bir yerde gördüm" dedim kendi kendime. Sonra nerede olduğunu buldum. Kişi olarak bu dede olmasa da onun Sırp kopyasına, 2006 yılında Belgrad'da bir Deep Purple konserinde rastlamıştım.

Konser salonuna girmeden önce arkadaşım Duşan ile birşeyler yemek için seyyar bir büfeden ekmek içi çevapçiçi, yani bizim İnegöl Köftesi, almış bir kenarda yiyiyorduk.

Birden bu beyaz saçlı, beyaz bıyıklı adam belirdi. Yanındaki üçbeş adamdan birine hırladı, somra o hırladığı adam gitti, buna çevapçiçi aldı. Bir başkasına hırladı, o da eğilip bunun ayakkabısını bağladı. Bu arda hem yiyiyor, hem de bağırıyordu.

Duşan'a sordum, "Kim bu adam?" diye. O da "Bilmiyorum." dedi. "Peki ne diyor?" diye sorunca, "Sorma" dedi, "Ana avrat dümdüz...".

Güldük.

Neyse, salona girdik, yerimizi aldık, bir süre sonra warm-up gurubun anonsunu yaptılar. Bizim ana avrat çevapçiçi yiyen adam çıkmasın mı sahneye?

Şarkısı bile çevapçiçiyi yediği tonlarda. "Samo seks i rok en rol" yani "Sadece seks ve rakınrol"

Güle güle dinledik.

Ancak bu arkadaşın Helsinki şubesi pek öyle ana avrat dümdüz değildi. Aksine sevimli bir adam havasını verdi bana. Herkese bulaşsa da cevap vermeyene üstelemiyor, kimseyi rahatsız etmiyordu.

Otobüs geldiğinde hepimiz bindik. Bu arkadaş da gitarını çıkardı ve başladı çalmaya. Biz de tatlı tatlı müzik eşliğinde koyulduk yola...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...