9 Ocak 2014 Perşembe

Kopenhag

Jelena tüm İskandinavya gezisi boyunca mükemmel bir plan yapmıştı. Nerede ne zaman hangi toplu taşım aracını kullanacağımız, fiyat ve çabukluk bakımından da optimize edilmiş bir halde tek tek belirlenmişti.

Otelimize doğru...

Kopenhag'a indiğimizde de herşey İsviçre saati gibi tıkır tıkır çalıştı. Hemen bir tren ile metro bağlantısı olan bir istasyona, oradan da metro ile otelimize gittik.

Tüm bunlar yirmi dakika içerisinde olmuştu.
Otelimiz İskandinavyanın en büyük oteli. İki kulesi, restoranları ve barlarıyla küçük bir şehir gibi.

Odamızı bulunca hemen bavul ve çantaları bırakıp kendimizi metroya attık ve kent merkezinin yolunu tuttuk.

Metro otelin civarında yer üstünden gidiyordu. Üst dediysem yer seviyesi değil, onun da üstü. Uzay Yolu benzeri, havadan giden bir ray. Trende ise makinist, biletçi falan yok. Bu yüzden trenin en önü, boydan boya camı ile mükemmel bir panoramik manzara sunuyor.

Şans eseri en ön sıra boştu. Hop oturduk ve sanki trenin makinisti gibi kurulup yolumuza devam ettik. Jetgiller gibi şehire tepeden baka baka gidiyorduk. Üç beş durak sonra tren bu kez yerin altına indi. Olay atari oyununa dönüşmüştü. Dehlizlerden, ışıkların arasından, büyük bir hızla zıp zıp geçiyorduk.

Metrodan çıktığımızda, etrafı kültürel binalarla dolu koca bir meydan, bu meydanın elli metre ilerisinde ise o insanın aklına bir kez kazındığında, bir daha çıkmayacak olağan üstü bir manzara çıkmıştı karşımıza.

Bir liman...

Bir ressam eline fırçasını almış, bütün o evleri ve tekneleri tek tek boyamış gibiydi.

Yeni Liman
Bir kanal düşünün arkadaşlar ve onun her iki tarafında da birer sıra kırmızı, sarı, mavi, kahverengi, her renkten bir kaç katlı yapılar. Her ev ayrı bir renk, ayrı bir şekilde yapılmış.

Kanalın sağında ve solunda, yelkenleriyle, direkleriyle onlarca tekne.

Güzel sözcüğü, anlamını bu limanda bulmuş.

Jelena Yeni Limanda
Kopenhag'ın simgesel yerlerinden biri olan bu limanın ismi Yeni Liman ama etrafındaki en yeni bina birkaç yüzyıllık. Gün boyunca buradan Kopenhag'ın kanallarını dolaşıp denize ulaşan gemi turları kalkıyor. Kopenhag'a gelince kaçırılmaması gereken bir tur.

Jelena ile kanalın her iki yakasından da sonuna kadar yürüdük, manzarayı sindirdiğimize emin olduktan sonra ise geri döndük.

Şehirde gezdikçe cazibesini daha da fazla hissediyorduk. Şehirin merkezi bir müze havasında. Yine yakınında Slotsholmen, yada İngilizce ismi ile Castle Island, yanı Kaleler Adası isimli bir adada, ard arda yapılmış kaleler, saraylar ve diğer kültür yapıları var. Bu yapıların herbiri ayrı ayrı güzel ve görülmeye değer.

Slotsholmen Civarı
Kopenhag'ın mimarisi Avrupada çok az görebileceğiniz kadar iyi korunmuş ve gezilmeye uygun hale getirilmiş.

Castle Island'ın ardından, yönümüzü Tivoli Bahçelerine çevirdik. Yolda, kentin en eski bölgelerinden biri olan Strøget'den geçtik. Bugün, bu bölge bir alış veriş mabedine dönüşmüş.

Tivoli Bahçelerinin bir ucunda bulunduğu City Hall Meydanı, yani Valilik Meydanındaki yapılar insanın soluğunu kesiyor.

Kopenhag, başlı başına müze sayılabilecek bir kent. Eğer İskandinavya'da sadece bir kenti göreceğim deseydim, bu herhalde Kopenhag olurdu.

Yeni yıl akşamı plan Hard Rock Cafe'de bir yemek ve sonra bir yerlerde birşeyler içmekti, ancak bir iki kişiyle konuşunca planları değiştirdik. Çünkü, herkesin ortak görüşü bizi Tivoli'ye yönlendiriyordu.

N'apalım, Roma'dayken Romalılar'ın yaptığını yap derler ya... Biz kim Kopenhag'ın adetlerini sorgulamak kim. Tivoli olsun anasını satayım dedik. Biletlerimizi önceden aldık, sonrasında akşam için rezervasyon yaptırmaya Hard Rock Cafe'ye yöneldik.

Hard Rock Cafe rezervasyon almıyordu. "Nasıl olacak?" diye sorduk, "Saat yedide gelin, barda beklersiniz bir saat kadar..." dediler.

N'apalım, Roma'dayken....

Sonrasında Jelena "Gel o zaman 'Küçük Denizkızı'nı görelim." dedi.

"Ha?" dedim. "Ne kızı?'

"Aaa, bilmiyor musun Küçük Denizkızını?" diye öyle bir sordu ki, utandım.

"Hatırlıyacağım sanki, rings a bell..." falan diye geveliyordum ama ilk defa duyduğuma emindim neredeyse.

"Küçük Denizkızı Kopenhag'ın simgesidir." dedi zevcem.

Nasıl dersen öyle olsun, ne diyeyim, simgesiyse simgesi. Problem, ben niye atlamışım bu simgeyi?

Aslında bu iki oluyor. Benzeri bir olayı Brüksel'de de yaşamıştım. Yanımızda Jelena'nın kardeşi de vardı.

"Atomiyum'u ne zaman göreceğiz?" diye sordu.

Ben boş boş bakınca "Aaa, Atomiyum'u bilmiyormusun?" olduk. Ben durumu geçiştirmek için "Boşverin Atomiyum'u, pozitif olalım, gelin Atoyum'a gidelim." benzeri savuşturma hamleleri yapsam da yemediler.

Meğer o da Brüksel'in simgesiymiş - haa, bu arada eğer siz de Atomiyum'u bilmiyorsanız ne olduğunu nah söylerim. Gidin kendiniz Google'layın

Benim için geç artık, ancak evlenirken dikkat edin, kayınvalide coğrafya öğretmeni olmasın...

Az önce bahsettiğim kanal turu Küçük Denizkızı'na gidiyormuş. Yürümekten de kurtarır diye düşündüm ve atladık gemiye. Burada başınızı ağrıtmayayım, o kanala gittik, çok güzeldi, bu kanala geldik, o da çok güzeldi diye. Tek söyleyeceğim, yolunuz düşerse mutlaka alın bu turu.

Neyse, turun bir noktasında, kanallardan çıkıp denize açıldık, bir süre gidip kıyıda bir noktaya yaklaştık. Ben dışarda fotoğraf çekerken, Jelena üşüyüp içeri girmişti. Bir baktım, gelmiş yanıma, "Hadi, kaçırmayalım, çek resmimizi..." dedi. Ben "Neyin resmini?" diye sorunca, "Küçük Denizkızı'nın resmini... Bak orada!" dedi.

Abicim, baktım etrafa, öyle denizkızı, menizkızı yok.

"Nerede bu?" diye sorunca, Jelena parmağıyla, şöyle yarım metre boyunda bir iki kayanın üzerinde, yine yarım metre boyunda bir heykeli gösterdi, ancak eğer işaret etmeseydi hayatta göremezdim.

Demek Küçük Denizkızı buydu...

Ben Kopenhag'ın simgesi falan deyince, öyle Özgürlük Heykeli ebatlarında birşey bekliyordum. Bu Küçük Denizkızı cidden adı gibi küçükmüş.

Biraz daha yaklaşımca heykelin önünün kıyıya baktığını gördüm. Gemiden sadece göre göre Küçük Denizkızı'nın kıçını görebilmiştik!

Bu anlamsız ziyaret sonucunda Jelena Küçük Denizkızı'nı doğru düzgün göremediği için üzülmüştü tabii, ama beni de bir daha zorla, bu sefer karadan götürmek istemediği için konuyu değiştirdi.

Sadece Jelena'nın üzülmesi değil, bu sefer ben de meraklanmıştım. Kara tarafında heykeli görmeye gelmiş yüzlerce turist vardı, hem de Aralığın otuz birinde. Demek bu heykelin görülmeye değecek bir şeyleri vardı.

"Sen merak etme karıcım, yarın ilk iş buraya karadan geleceğiz." dedim.

Gelecektik, gelmeliydik de...

Akşam yemeğinin ardından Tivoli'ye geçtik. Bir yirmibeş sene önce bir daha gelmişliğim vardı ancak yeni yıl gecesi tabii ki bambaşkaydı.

Girişte ağızımı açtım, bir daha da kapamadan gezdim tüm bahçeyi.

Kremlinin simgesi Aziz Bazil'den tutun Buda tapınaklarına, korsan gemilerine kadar ışıl ışıl yapmışlar koca bahçenin her köşesini. Yine çok az görmüştüm bu kadar güzelini.

Tivoli Bahçeleri
Parkın bir bölümünde ise roller coaster, uçan salıncak falan gibi Luna Park vari eğlenceler de vardı ancak sadece çarpışan arabalar çalışıyordu.

Saat oniki den bayağı önce ciddi bir havai fişek şovu başladı.

Uzun bir süre sonra ilk defa ciddi boyutta havai fişeklerle yeni yıla giriyorduk. Geçen sene Paris'te bir tane bile havai fişek atmamışlardı, sadece göz yaşartıcı gaz fişekleri vardı, kavga edenleri dağıtmak için...

Bir önceki sene Hong Kong'da "puf" diye üç beş tane atmışlardı ama dişimizin kovuğuna bile sığmadı.

Tivoli Bahçeleri
Daha önceki sene ise Brüksel'deydik. Şov güzeldi ama yine bir tane bile havai fişek yoktu.

Kopenhag'da ise sabahın dördünde bile hala havai fişek atıyorlardı.

Otelimizin penceresinden uyuyana kadar havai fişekleri izledik.

Ertesi gün metro istasyonundan çıktığımızda etrafta kimse yoktu. Ocağın biri, yani sebebi ortada tabii.

Tam yönümüzü bizi denizkızına götürecek yirmi altı numaralı otobüsün durağına çevirmişken hemen yakınımızda trampet, davul ve borazan sesleri duyduk.

Jelena geçit töreninin başında...

Biraz yürüyünce kırmızı ceketleri, uzun kürklü şapkalarıyla Danimarka kraliyet askerlerini gördük. Bir tür resmi geçit yapıyorlar, arkalarında da bir dolu insan, resim çekiyor, onlarla birlikte yürüyorlardı.

Koşmaya başladık, bütün kıtayı geçtik ve önlerinden resim çekebildik. Bahaneyle, Jelena sekiz sene boyunca ilk defa beni koşarken görmüş oldu

Sonunda geldik yirmi altı numaralı otobüsün durağına. Tarifeye göre yirmi dakika vardı gelmesine.

Biz tam ne yapalım, bekleriz moduna girmişken, 1A numaralı otobüs geldi.

Niye numara yetmemiş de sonuna bir de "A" koymuşlar diye sormayın. Büyük olasılıkla şehir planlarının kodlaması yüzünden sadece üç beş belediye çalışanının işine yaraması nedeniyle uyguladıkları bu aptalca kodlamanın otobüslerin gerçek kullanıcıları olan yolculara hiçbir faydası olmamasına rağmen yine de eminim bir yüz sene değişmeyecektir.

Daha önce de söylemiştim, aynı numaralı otobüsler her zaman aynı yere gitmiyor diye. Şansımıza yirmi altı numaralı hat denizkızını geçtikten sonra iki yöne ayrılıyormuş, o yüzden her yirmi altı numaralı otobüs işimize yarıyordu.

Böyle şeyler olur Avrupada. Neyse, konumuza dönelim.

1A numaralı otobüs kapısını açınca Jelena "Soranın bir yüzü kara..." deyip, şoföre sordu.

"Bu otobüs Küçük Denizkızı'na gider mi?"

"Gider ama yirmi altı kadar yakınından geçmez. Biraz yürümeniz gerekir."

Biz binelim mi, binmeyelim mi diye vicdan muhasebesi yaparken, şoför seslendi.

"Yapmayın, gelin benle gidin. Hava güzel, biraz yürümekle birşey olmaz..." dedi.

Güzel hava eksi iki derece bu arada...

Daveti kırmadık, atladık otobüse. Otobüs dura kalka gidiyor. Bir beş dakika sonra yine durdu. Şoför el frenini çekti, kabininden çıktı, yürüyerek otobüsün ortasına, yanımıza geldi.

Şeffaf plastik bir kutudan turistik bir şehir haritası çıkardı. Üzerinde bize nerede olduğumuzu gösterdi, sonra da denizkızına nasıl gidebileceğimizi anlattı.

Anlayacağınız, koca otobüs seferini durdurdu bizim için...

Ben her an diğer yolculardan bir protesto bekliyorum. "Gitsek artık...", "İşimiz var..." şeklinde.

Yolcular ise şoför anlattıkça başlarıyla şoförü tasdik ediyorlar, arada diyaloğa katılıyorlar.

"Doğru, parkın içinden geçmeyin, etrafından dolaşın, sarayı da görürsünüz..."

"Kiliseyi de görün mutlaka..."

Başka bir dünya işte, anasını satayım, n'apalım

Bir beş dakikalık yürüyüşten sonra önce saraya gittik. Saray, asli kraliyet sarayı değil, genellikle kraliyet ailesinin gemiye binmek için kullandıkları bir "banliyö" sarayı. Günün ilerleyen saatlerinde asli kraliyet sarayını da gördük.

Her ikisi de güzeldi tabii.

Ve sonrasında, deniz kıyısında ufak bir yürüyüşten sonra "muhteşem" küçük denizkızına ulaştık.

Yakından görünce daha iyi bir fikir sahibi oldum.

Küçük Denizkızı
Allah için kız güzel bir kız, ancak pek öyle denizkızı izlenimini vermedi bana. Bu bildiğimiz alelade "kara" kızı, bana sorarsanız.

Çünkü bacakları var, yani belden aşağı pullu balık şekli yok. Ayak uçlarına doğru yüzgeçimsi uzuvları olsa da, bunlar daha ziyade kıvrılmış etek gibi duruyorlar.

Bir de fazlaca dikkatli bakarsanız pedofil diye yakanıza yapışabilirler. Ufacıcık bir kız çünkü

N'apalım, gelmişken bol bol denizkızı resimleri çektik. Ben de coğrafya bilgime de son eklememi pekiştirmiş oldum.

Denizkızından merkeze doğru yürürken, bir önceki gün de gördüğümüz iki kilisenin yakınından geçtik. Bunlardan ilki bir Rus Ortodoks Kilisesi, diğeri ise Frederik'in Kilisesi, yada popüler ismiyle Mermer Kilise.

Mermer Kilise, kiliseden çok bir Roma tapınağını andırıyor. Çok güzel bir mimarisi var, ancak içi biraz karanlık. Rus Kilisesi ise kapalıydı, gezemedik.

Rosenborg Kalesi
On dakikalık bir yürüyüş, bizi bir sonraki durağımız olan Rosenborg Kalesine getirdi. Bana ilk görüşte popüler video oyunundaki Wolfenstein'ın şatosunu çağrıştırdı.

Bu güzel yapı beni gerçekten çok etkiledi.

Girişi kısa kenarındaydı. Her iki tarafında da - zannedersem - aslanlar bulunan bir bahçe kapısı, ve bu kapının önünde de kız arkadaşının fotoğrafını henüz çekmiş bir adam duruyordu.

Fotoğraf çekmek için mükemmel bir vista noktasıydı. Çiftin işini bitirip manzarayı boşaltmalarını bekliyordum.

Kız fotoğrafa baktı, tam memnun, ayrılacakken benim elimde kamerayla beklediğimi gördü.

Ban de tam o anda acı gerçeği idrak ettim.

Aklıma gelen başıma gelmişti. Daha konuştukları bir kelimeyi bile duymadan anladım.

Bu çift Fransızdı.

Bu da demekti ki, önümüzdeki on dakika çok zor geçecekti.

Fransızlar iyi, hoş insanlardır ancak bazıları eğer birinin onların bir işi bitirmelerini beklediğini anlarlarsa, tarif etmesi imkansız bir "Ben kendimi önemli hissetmek istiyorum!" moduna girerler. O makul ergen insanlar, beş yaşında bir çocuk gibi davranmaya başlarlar ki inanamazsınız.

Ne demek istediğimi canlı bir örnekle anlatayım...

Bir hafta sonu, Annecy'de, bir park yerinde boş bir yer bulabilmek için arabayla turluyoruz.

Tam önümüzde iki kadın arabalarına doğru yürüdü ve soldaki arabaya girip motoru çalıştırdı. Sağdaki tam arabaya girerken bizim beklediğimizi gördü ve hemen binmekten vazgeçip açtığı kapıyı kapattı.

Şoför koltuğundaki ne olduğunu anlamadı ama diğerinin indiğini görünce camı açıp "Sa va?", yani "Ne iş?" diye sordu. O anda, o da bizi gördü, geri döndü, kontağı kapadı ve arabadan çıktı.

İki insan, arabalarını park edebilmek için onların park yerini boşaltmalarını bekliyordu. Bu fırsat kaçmazdı...

Biz de hemen sonrasında, iki ergen kadının çocukluğa geri evrimini izledik.

Arabalarının arkasına geçmiş, ayakta konuşuyorlardı.

"Fıs, fıs fıs...."

"Me noooo!"

"Aaaa-hahaha!"

"Fıs, fıs fıs...."

"Se ankroyabl!"

"Me uiiiiii!"

"Hahahaha!"

Bu diyalog bir beş dakika sürdü. Beş dakika uzun bir zaman arkadaşlar, saate beş dakika devamlı bakmayı deneyin bakalım...

Sonrasında, bir harita çıkarıp - sözde - gidecekleri yol üzerinde tartışmaya başladılar.

Bir beş dakika daha. "Oradan mı gidelim, buradan mı gidelim?" Geyiği yaptılar. Bu arada Annecy avuç içi kadar yerdir ha!

Gözünü sevdiğim memleketim. Olmaz böyle şeyler bizde... Erkekmiş, kadınmış, farketmez. Biri sıkıyorsa yapsın bunların yaptığını. Detaylarıma girmeden sadece sonu iyi olmaz demekle yetiniyorum

Medeniyet böyle bir şey işte. Sizi beklemeye zorluyor... Bekliyorsunuz...

Tam harita geyiği sürerken, bunların yanında başka bir araba geri geri çıkmaya başladı. Arz artmış, yeni bir park yeri açılmaya başlamıştı. Artık onları beklemek zorunda değildik.

Tam bu anda iki kadının arasındaki harita tartışması bıçak gibi kesildi. "A bon..." dediler, arabalarına atlayıp geri çıkmaya başladılar.

Bunları sizi eğlendirmek için abartarak anlattığımı düşünebilirsiniz. Bir santim abartıyorsam taş olayım!

Bir başka gün, bu kez Evian'dayız, hani şu suyu ile ünlü şehirde. Arabayla bir saatten az uzaklıkta, o yüzden fırsat buldukça gideriz. Çok güzel bir şehirdir...

Sahil yolunda gidiyoruz. Arabayı Jelena kullanıyor. Bir hafta sonu olduğu için, iki şeritli yolun her iki yönünde de bayağı bir trafik var. Yolun sağ ve sol kenarlarında da park etmiş arabalar dizili.

Ancak yol eski bir yol, o yüzden bayağı dar. Araba da büyük... Soldaki refujla sağdaki park etmiş arabalar arasından zar zor kurtarıyor kızcağız.

Jelena birden frene bastı. Yola bakmıyordum, ne olduğunu hemen anlayamadım. Kafamı kaldırınca sağda park etmiş arabalardan birisinin kapısının açık olduğunu gördüm. Kiloluca bir kadın arabasına binmeye çalışıyordu.

Kapı açıkken geçmemiz mümkün değil.

Olur tabii ki böyle şeyler. Medeniyettir. Kadının arabasına binmesini beklemeye başladık.

Bu arada arkamızda da arabalar birikmeye başlamıştı.

Endişeye gerek yoktu. Arkadaki arabalar da medeni arabalardı. Bekleyebilirlerdi.

Tam bu anda, kadının cep telefonu çaldı ki, çantasından çıkarıp kulağına götürdü.

Kapısı açık, henüz arabasına binmemişti.

"Uii, bonjuuurr..."

Bu arada dönüp arkasında kapısının kapanmasını bekleyen konvoyu gördü. O ana kadar farketmediği için kendine kızdı. Artık kendisini önemli hissedebilirdi.

"Salüü şeriii... Sa va?"

Telefonla konuşurken Arabasına binip kapısını kapasa, yada binmeyecekse de, kapısını kapayıp kaldırıma çıksa onu bekleyen onlarca araba yoluna devam edebilecekti.

O ise kapısı açık, konuşmasına devam ediyordu. Konuşurken de ortalama her otuz saniyede bir doksan derece dönüp etrafını seyrediyor, bekleyen arabaları gördüğü yüzseksen derecelik üçüncü ve dördüncü kadranda, daha da mutlu oluyordu.

Jelena, karım diye söylemiyorum, tanıdığım en iyi, en candan, en sabırlı insanlardan biridir. Öyle kolay kolay bağırıp, çağırıp mesele çıkarmaz. Ne var ki bu saygısızlık onu çileden çıkarmış, sinirden kıpkırmızı olmuştu.

Kadının önüne doğru döndüğü, yani bizi görmediği bir anı bekledi ve olanca gücüyle kornaya bastı.

"Zaaaaaaaaaart!"

Bir on saniye devamlı çaldı, sonra "Zart! Zart! Zart" şeklinde bir süre de kesik kesik çaldı kornayı. Ben iki senedir kullandığım arabanın kornasını belki de ilk defa duyuyordum.

Telefonla konuşan kadın da beklemiyordu bunu. Arkası dönük olduğu için afalladı, biraz da korktu.

Bizim kornayı duyan diğer arabalar da başladı kornalarını çalmaya. Ortalık yangın yerine dönmüştü.

Kadın hemen kendisini arabasının içine attı ve kapısını kapadı. Jelena da bastı gaza, tam kadının arabasının yanında durdu, sağ camı açıp benim üzerimden uzanarak başladı kadına Sırpça bağırmaya.

Kadın Jelena'nın ne dediğini anlamıyordu, ancak o da Fransızca başladı küfretmeye.

Gülmekten gözlerimden yaş geliyordu.

Jelena, rahatlamış bir vaziyette koltuğuna döndü ve bastı gaza. Ben kafamı camdan çıkarıp geriye baktım. Arkamızdaki arabalar da yanına geldiklerinde durup kadına bağırıyor, bazıları da küfrediyordu.

Hatırladıkça hala güleriz

Bu kendini önemli hissetme işi Lozan'da da böyledir arkadaşlar. Mesela iki (genelde) kadın asansöre binip, muhabbete başlarlar. İlkinin ineceği katta asansör durur, kapı açılır. İnecek kadın bir ayağını dışarı atar, ancak sohbet henüz bitmediğinden asansörden çıkmaz.

"Apel mua döman."

"Bien sür, me a kel ör?"

"Siz ör u set ör."

"Jö ve, ma bel."

"A tutalör."

"Kuku..."

"Çavçav..."

Asansördeki diğerleri de hıyar gibi beklerler. Medeniyet işte...

Yada yine bir park yerinde sizin beklediğinizi görür (genelde) bayan...

Arabasının kapısını açar, ceketini çıkarır, katlar, arka koltuğa koyar, üstünü başını düzeltir, arabaya biner, güneşliği indirir, aynada makyajını tazeler, güneşliği kaldırır, anahtarını arar, anahtarını bulur, anahtarını kontağa sokar, çevirir, motor çalışır ancak araba daha bir süre kımıldamaz, yavaş yavaş gaza basar, vesaire...

Siz tabii bu arada beklemeye devam edersiniz.

Herhalde anladınız, dertliyim bu işten.

Neyse, dönelim Wolfenstein'ın şatosunda, aslanların önünde resim çektiren çifte...

Benim elimde kamerayla beklediğimi gören kız tam gidecekken, oğlana "Göster bana resmi." dedi.

Oğlan kamerasını kaldırdı, arkadaki ekranda çektiği resmi gösterdi.

"Se jöli ma bel."

"Me nooo! Se pa vre!"

Bu konuşmayı iki metre kenarda yapsalar ben de fotoğrafı çekip gidebileceğim.

"Nooooooo!" dedi kız, "Ankor ün fua, sil tü ple...", yani "Bir daha..."

Kız yine döndü aslanların ortasındaki yerine. Soldaki aslana sarıldı, bir ayağını kaldırıp gülümsedi, oğlan da "Cırt!", çekti resmi.

Sonra oğlan yeniden gitti kızın yanına, yeniden baktılar resme, kız yine beğenmedi, bir daha baştan.

"Cırt!"

On dakika bu iş böyle sürdü...

Bu arada başınıza geldiyse bilirsiniz, böyle turistik yerlerde "Fotoğraf Çeken Turist Sendromu" isimli bir fenomen oluşur. Elinde bir kamera, fotoğraf çeken bir turisti gören diğer turistler "Lan demek ki burada fotoğraf çekmeye değer birşey varmış..." diyerek dururlar ve güzel, çirkin, manalı, manasız, hiç farketmez, bir fotoğraf da onlar çeker.

Bizim mizansende ise fotoğraf çeken yalnız bir turist değil, bir de fotoğraf çekmek için onların fotoğraflarını çekip gitmesini bekleyen başka bir turist, yani ben varım. İki bağımsız turist aynı bölgede beklediğine göre, bu fotoğraf demek ki hayatta kaçırılmaması gereken bir fotoğraf!

Dolayısıyla yukarda anlattığım fenomen kaçınılmaz olarak hemen oluştu.

İtalyan bir çift akbaba gibi aslanların etrafında dolanmaya başladı.

Fransızlar kendilerini yeteri kadar önemli hissettiklerine kani olunca, aslanlı bölgeyi boşalttılar.

Ben tam kamerayı kaldırdım, fotoğrafı çekeceğim ki, kadrajımda, iki aslanın ortasında altın bulmuş gibi ağızı kulaklarında bir kız.

Makineyi indirdiğimde ise benim yanımda, kızın resmini çekmeye çalışan adam...

Anger management (asabiyet kontrolu)! Gülümsedim.

"Prego!" dedim. "Ver kamerayı, ben ikinizin resmini çekeyim."

"Çok teşekkürler." dedi, çok da sevindi.

"Biz heteroseksüel çiftler birbirimizi desteklemeliyiz." dedim, İngilizce konuşuyoruz, anladı mı bilmiyorum...

Kendi kameramı Jelena'ya verdim, aldım bunların kamerasını elime...

Sonra başladım, sen sağa git, sen başını sola çevir, kafanı kaldır, vesaire şeklinde usta fotoğrafcı repliklerine. Ben de oturuyor, kalkıyor, sağa sola zıplayıp hesapta doğru açıyı bulmaya çalışıyorum. Portre fotoğrafdan bir kuruşluk anlamam işin gerçeği.

Bu arada gözüm Jelena'ya takıldı, kız gülmekten iki büklüm....

Neyse, "Cırt!", çektim fotoğrafı. Gittim yanlarına, gösterdim. "Beğenmediyseniz bir daha çekelim." deyince, sağa bak, sola bak korkusuna "Çok iyi!, Mükemmel.." falan dediler ve teşekkür edip gittiler.

Başladım sinirimden bağrınmaya...
Etraf boşalınca bende başladım sinirimden bağrınmaya, Jelena da benim resmimi çekiyor ben söylenirken

Sonunda aslanlı kapıyla şatonun fotoğrafını çekebildim. Bir de Jelena'ya poz verdirttim aslanların ortasında. Sonra bir de ben de aynı yerde...

Toplam yarım saate mal olsa da deydi.

Yağmur başlamış, sonuna kadar kullandığımız iyi hava şansımız artık bizim de enerjimizle birlikte tükenmişti.

Son bir gayret, Hard Rock Cafe'ye bir daha gittik, çünkü bir önceki gün kolleksiyonumuz için bira bardağını yeni yıl gecesinde yanımızda taşımamak için almamıştık.

Erken sayılabilecek bir saatte otelimize döndük ve yirmi bilmem kaçıncı kattaki Sky Bar'a çıktık. Jelena bir bardak çay, ben de bir bardak Malbec şarap söyledim. Yan masadaki iki lezbiyen hanıma zor da olsa bakmamaya çalışarak o güzlim manzarayı seyrettik ve yorgunluk çıkardık.

Ertesi gün İskandinavya'ya veda zamanı gelmişti. Otelden çıkıp metroya bindik. Yan sırada tek başına oturan genç bir çocuk vardı. Ya alkol, ya da daha kuvvetlisinden almış gibi başını öndeki sıranın demirine dayamış, kımıldamadan duruyordu.

Güvenlik kamerasından görmüş olacaklar ki bir sonraki durakta bir görevli bindi vagona. Çocuğun yanına geldi ve başladı onla konuşmaya. Ne söylediğini anlamadık. Ses tonu sertti, ancak bağırmıyordu.

Bir sonraki durağa kadar konuşmaya devam etti. Genç çocuk ise bir milim bile kımıldamadı, başını kaldırmadan oturmaya devam etti.

Tüm bu esnada görevli, çocuğa bir kere bile dokunmadı.

Bir sonraki durakta başka bir görevli daha geldi. Bu sefer ikisi birden iki durak boyunca, yine hiç dokunmadan çocukla konuşmaya devam ettiler. Çocuk yine hiç kımıldamadı ve cevap vermedi.

İki durak sonra artık ne dedilerse çocuk başını kaldırdı, kendi başına ayağa kalktı ve her üçü de trenden indi.

Olayın başından sonuna kadar görevlilerden hiçbiri çocuğa parmağının ucuyla bile dokunmamıştı.

Vah memleketim vah!

Bir sonraki durakta ise geldiğimizden beri ilk defa bilet kontrolü yapıldığını gördük. Vagona binen görevli biletlere bakıyordu. Biri hariç her yolcunun bileti vardı.

Yetmiş yaşından fazla yaşlı, süper iyi giyimli bir teyze biletsiz binmişti. Hiç mesele çıkarmadan cezasını ödedi.

Metrodan indik ve tren bağlantısına gittik.

Havaalanına bizi götürecek trende ilk vagondaydık. En önde kontrol kokpitinde kimse yoktu ve kapı ardına kadar açıktı. Bütün kontroller gözümün önündeydi. Hayatımda ilk defa modern bir trenin kontrol konsoluna bakıyordum.

Vagonda o kadar çocuk olmasına rağmen biri kafasını uzatıp bakmadı bile. Ne düğmelere basan, ne kolları kurcalayan kimse vardı.

Bu diyar işte böyle bir diyar arkadaşlar.

İnsanların birbirlerini din, mezhep, güç, para, renk diye öldürdükleri bu dünyada, tüm bunlar olmasaydı, nasıl olurdu diye sorarsanız kendinize, İskandinavya'da bir kaç gün geçirip kendi gözünüzle görün derim.

Çölde bir vaha da olsa, insanın istediğinde ne kadar medeni olabileceğini göstermesi bakımından önemli bu soğuk diyar.

Kalın sağlıcakla...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...