5 Ocak 2014 Pazar

Stokholm

İskandinavya gezimiz emektar bavullarımızın son gezisi. Aslında bu bavulları Fas gezisinde emekli edecektik ancak benim ısrarımla İskandinavya gezisinde de kullandık.

Yeni bavullarımızı çoktan almıştık, hem de kağıt üzerinde çok daha seksi ve havalı bavullar bunlar. Ne var ki eski bavullarımıza beslediğim duygusal bağlılığım yüzünden bir türlü onların çöpe gitmesine gönlüm razı olmadı.

Ne var diyeceksiniz bu bavullarda da ki bu kadar lafını ediyorum. Altı üstü Good Year markalı, bir petrol istasyonu zincirinin kampanyasından alnmış, siyah, orta boy, sapını uzatıp sürüklediğiniz alelade bavullar.

Onları özel yapan ise bizimle birlikte Meksika'dan Çin'e dünyayı gezmiş olmaları değil, saplarındaki cart, papağan sarısı şeritler.

Bu şeritler sayesinde bavulları yüz metreden tanımak mümkün. Uçaktan inip bandın etrafında "Hangisi benim bavulum?" koşuşturmasını tamamen ortadan kaldırıyor. Yeni bavullar ise koyu gri, üzerlerinde hiçbir özellikli işareti olmayan alelade bavullar. Akşam kendi evini zar zor bulan ben bakalım ne yapacağım bu yeni bavullarla.

Bavullar dediğime de bakmayın, aslında bavul, çünkü zevcem Jelena ikimizi de bir bavula sığdırmayı başardı. Biz de sabahın bir kör saatinde onu kapıp yola koyulduk.

Good Year bavulumuzun son tarihi görevi başlamıştı.

Normalde iki buçuk saatlik Cenevre-Stokholm uçuşu, "tail wind" denen, arkadan esen rüzgar sayesinde sadece iki saat sürdü ve saat dokuz buçuk civarı bizi otelimize götürecek treni beklemeye başlamıştık bile.

Peronumuzun sağında ve solunda iki sıra ray vardı. Jelena ile hangi yöne giden tren bizim trenimiz diye konuşurken, bizimle birlikte merdivenlerden inerken konuşmamızı duyan iki İsveçli kız yanımıza gelip gülümseyerek:

"Sizin treniniz sağdaki." dedi.

Jelena da, ben de şaşırmıştık.

Bu sahnede doğru gitmeyen birşeyler vardı.

Bir kere Avrupa'da gezinirken kimse İngilizce bilse bile, sizle İngilizce konuşmaz. Daha da önemlisi, kendisi gönüllü olarak siz sormadan size yardım etmez. En önemlisi ise gülümsemez.

Biz şaşkınlıktan kurtulup teşekkür ederiz falan dedik ve sağdaki hatta trenimizi beklemeye başladık. Kızlar da yürümeye devam etti ve elli metre ilerimizde durdular.

Bir süre sonra kızlardan biri elli metre uzaktan yürüyüp yanımıza geldi.

"Özür dilerim, bu gelecek olan tren kısa bir tren, sizin beklediğiniz noktada vagon yok, bizim tarafa gelmeniz gerekiyor." dedi.

Bu kadarı fazlaydı. Bizim için taa istasyonun önür ucundan yürüyüp yanımıza gelerek bize yardım edilmesi öyle kolay kolay anlayabileceğimiz birşey değildi.

Bu söylediklerimi hafife almayın arkadaşlar.

Örneğin Paris'te siz gidip hangi tren nereye gidiyor siye sorsanız bile birçok kişi size cevap bile vermez. Bir de İngilizce konuşursanız nefrete yakın bir tepkiyle karşılaşırsınız.

İsviçre'de ise insanlar kibardır, size günaydın, iyi günler falan derler. Ancak kimse size, siz özellikle sormadan, gönüllü olarak yardım etmez. Yanlış yöne gittiğinizi görseler bile, hiçbiri "Dur, gitme!" falan demez.

İtalya'yı, İspanya'yı sormayın bile. Yabancılardan, yani turistlerden artık bunalmış insanların umursamazlığını görürsünüz bu ülkelerde.

Avrupa'nın, hadi burada isimlerini saymayalım, başka bir iki ülkesinde ise bunlar yabancı, yol, iz bilmiyorlar diye peşinize takılıp çantanızı, cüzdanınızı kapkaçlamaya çalışırlar.

İsveç'te ise gönüllü olarak yardım ediyorlardı.

Gezimizin ilerleyen günlerinde bu başımıza gelenin tesadüfi ve bireysel bir olay olmadığını, tüm İskandinavya'ya mahsus olduğunu kesin bir biçimde anlayacaktık.

Bir çok kez konuşmamızı duyup yardım etmek isteyen insanlar bize yön gösterecek, yemek seçmemize yardım edecek, aradığımız hediyelik eşyayı nerede bulacağımızı söyleyecek, wi-fi şifresini verecekti.

Hatta bir keresinde Kophenag'da adres sorduğumuz bir belediye otobüsü şoförü inmemiz gereken durağa geldiğimizde el frenini çekip yerinden kalkacak, yanımıza gelip otobüste turistler için bulundurulan bir harita üzerinde gideceğimiz noktayı ve yolu işaretleyecek, sonra haritayı bize verecek, diğer yolcular da söylenmek yerine, şoföre katılıp gelmişken şuraya da gidin, burayı da görün diyecekti.

Hep gülümseyerek, hep İngilizce!

Neyse, hikayenin gidişini bozmayalım ve Stokholm havaalanındaki trene dönelim.

Kızlar bizden önce inmişti. Ancak, inerken de bir daha yanımıza gelip "Sizin durağınız bir sonraki." uyarısını yapmayı da ihmal etmemişlerdi.

Metro durağımız
Otelimize bir alış veriş merkezinin içinden geçerek ulaşılabiliyordu. 7-Eleven'dan su alırken tezgahtar konuşmamızı duyup "Şu yöne yürüyün." dedi. Sabahın erken saati olmasına rağmen resepsiyonist hemen bize temizliği tamamlanmış odalardan birisini verdi ki bir duş alabilelim, eşyalarımızı bırakabilelim diye.

Alis'in Harikalar Diyarında yada Uzay Yolunun herkesin gülümsediği ve daha da iyi olabilmek için çalıştığu ütopik toplumunda olduğumuzu düşündüm bir an.

İskandinavya beni olumlu biçimde şaşırtmaya devam edecekti.

Stokholm'de zaman geçtikçe ingilizcenin yaygınlığı beni daha da fazla etkiliyordu. Sadece işaretler, menüler falan gibi yazılı ortam değil, sokakta gördüğüm herkesin İngilizce konuşması olağanüstü ilginçti.

Herhalde İskandinavya için kara Avrupasında İngilizcenin en yaygın olduğu bölge diyebilirim.

Yine Stokholm'de zaman geçirdikçe başka bir önyargım değişmeye başladı.

İsveç'de herkes sarışın değildi.

Çoğunluk, tabii ki açık tenli, renkli gözlü Nordik insanlar, ancak saç renginde sarıdan çok kızıl renkler hakimdi, hatta zaman zaman siyah.

Ve toplum fazlasıyla liberal. Kimse kimsenin ne olduğuna, ne yaptığına karışmıyor. Bu yüzden de insanlar çok rahat. Bir de üzerine rahat olmak isteyenler de gelmiş buraya. Sonuçta, rahat insanların sayısı yükselmiş yada başka yerlere kıyasla daha farkedilebilir bir hale gelmişler.

Kimleri kastettiğimi anladınız herhalde...

İlke olarak bu "hemcinsel" arkadaşlara hiçbir itirazım olmasa da önümde elele gezen iki erkek yada fazlasıyla samimi iki kadın görünce hala doğal karşılayamıyorum bunları, ne yalan söyleyeyim.

Ancak Stokholm'de bu gurubun hiçbir üyesi sizi rahatsız etmiyor. Bir süre sonra da gözünüz alışıyor zaten. Hatta heteroseksüel bir çift olarak Jelena ve ben oldukça ilgi çektik diyebilirim

Ne olursa olsun, toplumsal anlayışın, hoşgörünün bu noktaya gelebileceğini görmek çok umut verici.

Ancak bu toplumun demokratik evrimin ileri bir halkası olduğuna şu size anlatacağım olaydan sonra karar verdim.

İsveç'te "Freedom of Speech" yani kendini ifade etme özgürlüğü o kadar ön planda ki, örneğin hükümetin yada devletin her kademesinde bulunan herkes istediği bilgiyi, istediği belgeyi basına vermekte serbest. Bu belgeler açığa çıktığında ise verenin kimliğini araştırmak suç!

Size burada "Lan, bak, bu bizde olsa..." geyiği yapmayacağım. Yukarda anlattığım olay, ileri geçinen dünyanın birçok gelişmiş ülkesinde bile vatan hainliğine kadar varan suçları oluşturabilir. Alın bakın en son Rusya'ya iltica eden CIA ajanına.

İsveçte ise bu davranış neredeyse özendirilir bir hale getirilmiş.

İskandinavya'nın başka bir ilginç özelliği ise nakit paranın neredeyse tamamen kullanım dışı kalmış olması. Herşeyinizi kredi yada banka kartıyla ödüyorsunuz. Yok kardeşim, ben cebimdeki parayı bilirim diyorsanız, nakit kullanırken birçok yerde ödediğiniz ekstra bir komisyona da razı olmanız gerekiyor. Biz iki gün boyunce hiç İsveç Kronu görmedik mesela.

İsveç, biraz da tepeden bakışla kendisini İskandinav bölgesinin lideri ilan etmiş. Durum böyle olunca da Stokholm havaalanında da iner inmez "Stokholm, İskandinavya'nın başkenti" panosunu görüyorsunuz.

Gerçekten de İsveç, bölgenin en fazla endüstrileşmiş ülkesi. Norveç, bölgenin şımarık çocuğu, çünkü zibil gibi petrol ve bundan gelen paraları var. AB'ye girmeyi reddediyorlar mesela. Danimarka ise biraz bohem bir ülke. Finlandiya'ya gelince, daha ziyade diğerleri arasında küçük kardeş gibi görülüyor. Ben gerçi aralarında en çok Finlandiya'yı sıcak ve arkadaşça buldum.

Stokholm ve geniş olarak İsveç'de çoğunuzun bilmediği önemli bir fenomen var arkadaşlar.

İsveçliler kahveyle obsesifler.

İsveç, Avrupa'da, İtalya dahil kişi başına en çok kahve tüketilen ülke. Bu sebeple her yer kahve salonu dolu. Kahveleri ise çok güzel, nokta.

İsveçlilerin başka bir obsesyonları ise İnternet.

Her yerde wi-fi bağlantısı var. Ortalama bir İsveçlinin evindeki bağlantı hızı, beş sene önce Yahoo'nun tüm dünya için sağladığı bağlantı hızından yüksek. Bindiğimiz hop hop otobüsün içinde bile wi-fi bağlantısı vardı.

İsveçlilerin teknoloji tutkusu İnternetle de sınırlı değil. Teknoloji, hayatlarının her alanına girmiş. Kaldığımız otelde kahvaltı için hangi meyve suyunu içeceğinizi bir iPad yardımıyla seçiyorsunuz, "fışşş" diye çeşmeden akıyor.

Stokholm Limanındaki Viking gemisi
Stokholm çok cazibeli bir kent, ancak bazı bölgeleri 1950'lerin Avrupasını yada 1970'lerin Karadenizli müteahhit tarzı yapılarını andırıyor.

Bunun sebebi ise, endüstri devrimi sırasında modernleşmek adına bugün ağırlığı kadar altın edecek güzelim eski binaları yıkıp, yerlerine o komünist tarzı, her yeri kare olan binaları yapmış olmaları.

Mesela Kophenag, bu eskiden kalan mirası daha dikkatli koruduğundan, Stokholm'e kıyasla çok daha cazibeli, çok daha otantik ve çok daha romantik Bence İsveçliler bugün bu yaptıkları için bin pişman, ama renk vermiyorlar.

Ne olursa olsun Stokholm, dünyanın en güzel kentlerinden biri. Ondört tane adanın üzerine kurulmuş. Hangi yöne giderseniz gidin, bir deniz kıyısına yada güzelim bir kanala ulaşıyorsunuz.

Noel ve yılbaşı nedeniyle şehri o kadar güzel, o kadar zevkli süslemişler ki, yılbaşında New York, Paris, Hong Kong, Viyana gibi iddialı kentlerde bulunmuş biri olarak rahatlıkla söylüyorum, etkilendim.

Yine dünyanın en temiz ülkelerinden birinde yaşayan biri olarak söylüyorum, Stokholm tertemiz bir şehir. Tüm çöpler geri dönüştürme için caddelerde bile ayrı ayrı kutularda toplanıyor. Yollar, parklar, toplu taşım araçları hep bal dök, yala.

Toplu taşım, çok kullanışlı. Metro, otobüs ve tren ile heryere kolayca gitmek mümkün.

Ancak bence affedilmez bir hataları var ki, ülkesine göre aynı numaralı otobüs, tren yada metro her zaman aynı yere gitmiyor. Mesela Stokholm'de aynı numaralı metro hattını, Kophenag'da da aradığınız numaralı otobüsü bulsanız bile yine nereye gittiğini gösteren tabelaya bakmanız gerekiyor. Bu da numaraları tamamen işe yaramaz hale getiriyor. Çünkü numaralar olsa da, olmasa da yine otobüs yada metro nereye gidiyor diye bakmak zorundasınız.

Stokholm neredeyse bir müze kenti. Kültürel gelişmişliğin bir parçası, ziyaret etmeyi sevenler için onlarca ilginç müze var.

Ne Jelena, ne ben müze ziyaretinden haz eden tipleriz, ancak Stokholm'de bir müze var ki, ziyaret etmememiz olanaksızdı.

ABBA müzesi...

Bu müzede, bir döneme adını yazdırmış bu ikonik gurubun kuruluşundan dağılışına kadar ki öykülerini dinleyebilir, kostümlerini, müzik aletlerini, altın plaklarını görebilir, üç boyutlu hologramları ile sahnede şarkı söyleyebilirsiniz.

ABBA Müzesi
Beni tanıyanlarınız bilir, öyle sahnede şarkı söyleyip dans etmek pek bana gitmez. O yüzden Jelena'yı kandırdım sahneye çıkması için. Sıraya girdi ve beklemeye başladık. Tam sıra ona geldiğinde utanıp kaçtı.

Biz çok güzel bir iki saat geçirdik bu müzede. Eğer ABBA'ya biraz da olsa sempatiniz varsa, görülmesi kaçırılmayacak bir yer. Biletlerinizi önceden İnternet'ten almayı unutmayın yoksa yüzde otuza yakın bir nakit komisyonu ödemek zorunda kalabilirsiniz.

Stokholm'ün bir başka ikonik bölgesi ise eski kent dedikleri ada. Buradaki her bina ayrı bir güzellik. Bir açık hava müzesi gezer gibi gezdik bu gerçekten insanın belleğinde iz bırakacak kadar etkileyici olan bu bölgeyi.

Eski Kent
İsveç, kağıt üzerinde hala monarşi ile yönetilen bir ülke. Bir ülkede eğer monarşi varsa bildiğiniz üzere bir monark, yani bir kral, bir kral varsa da tahmin edeceğiniz üzere bu kralın bir sarayı bulunur. Stokholm'deki saray bir Versay olmasa da yine de görülmeye değer.

Eski ve meşhur bir otel olan Nordic Sea Hotel'in altında Ice Bar isimli bir bar var. Bu barın içi tamamen buz, ısısı ise eksi bir-iki derece. Mutlaka görülmeye değer. Biz gittiğimizde ne yazık ki açık değildi, ancak pencerelere Garfield olup içerisini görebildik. Sizin başınıza da aynı şey gelmesin, mutlaka akşam 3:45'den sonra gidin.

Yine sahilde yürürken, tiyatro binasını, bir viking teknesini ve yüzlerce kültürel yapıyı görmeniz mümkün.

Yemek doğal olarak deniz mahsulü ağırlıklı, ancak Nordik'ler biftekleriyle de meşhur. Kıta Avrupası mutfağı ile her türlü fast-food zinciri de mevcut.

Benim tavsiyem, müzeler dışında şehiri gezmek için iki gün ayırmanız.

Stokholm, İskandinavya gezimizin ilk durağıydı. Bu güzel bölge ve iyi insanlar hakkında ilk dozumuzu aldık. Good Year çantamızı ve Hard Rock Cafe mamülü, pilsner bardaklarını artık üretmedikleri için mecburen aldığımız "hurracine" bardağımızı yüklendik. Sonrasında, yönümüzü, uçağımızın hiç düz uçmayıp, sadece yükselip alçalarak tamamlayacağı kırk dakikalık Helsinki uçuşuna çevirdik.

Stokholm, anılarımıza sıcak bir iz bırakmıştı, gözlerimiz şimdi yeni durağımız olan Helsinki'ye çevrilmişti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...