6 Ocak 2014 Pazartesi

Helsinki

Jelena beklediğim üzere Helsinki'deki otelimizin banyosundan bağırdı.

"Bugiii, bu duş nasıl çalışıyor?"

Bu soruyu bekliyordum çünkü duşumu ondan önce almıştım ve bir on dakika butün armatürleri kurcalayıp, deneme yanılma yöntemiyle insani sıcaklıkta suyu duştan fışkırtmayı becermiştim.

Tabii ki fırsatı kaçırmayıp, "Rezervasyon yaparken niye saçlarının sarı olduğunu söylemedin? Daha basit bir oda verirlerdi..." şeklinde geleneksel tacizimi uyguladım, sonra da çok olağan birşeymiş gibi hemen bir kolu çevirip, doğru vanaları kullanarak duşu çalıştırdım.

Çünkü eğitimliyim bu konuda.

Bana inanın arkadaşlar, otellerdeki bu ilginç olma ve sanatsal duş dizayn etme tutkusu gitgide daha fazla can sıkıcı bir hal almakta.

Bu fenomen ise özellikle dünyanın gelişmiş ülkelerinde daha sıklıkla görülmekte.

Göznü sevdiğimin Fas'ı...

Solda kırmızı vana, yani sıcak su, sağda mavi vana, yani soğuk su... Su küvete akarken istediğin sıcaklığa ayarla, sonra da ortadaki kolu yukarı kaldır, "fışş", duştan su gelsin.

Yüzyıllardır çalışan bu yöntemi kim niye değiştirmek istesin bir türlü anlamadım? Kime batmış ki bu sistem? Zaten daha verimli hale gelmesi de imkansız. Bırak oynama değil mi?

Sen misin bunu diyen?

Avrupa ve yeni dünyanın tüm mimarları sanki bütün sanatsal yaratıcılıklarını sıhhi tesisat dizaynlarında kullanıyorlar.

Uzun zaman önce, ismi bende saklı bir ülkede, yine ismi bende saklı süper klasi bir otel.

Odanın ilk keşfi esnası. Hani minibarın içeriği kontrol edilir, uzaktan kumanda aleti kurcalanır, şampuanlara, losyonlara falan bakılır, dolaplar açılır kapanır ya, işte o aşama.

Gözüm duş'a takıldı. Bir kabin içerisinde, sadece bir el duşu var. Kontrol için de sadece iki vana koymuşlar. Bu vanalar su miktarını ve sıcaklığını ayarlıyorlar.

İş olsun diye duşu elime alıp suyu açtım. Tam o anda "şarrrr" diye kafamdan aşağı sular boşandı.

Ben ne olduğunu anlayana kadar su da ısınmaya başladı. Son anları kaynara yakın sıcaklıktaki sudan nasıl yandıysam can havliyle attım kendimi dışarı. Giderayak kabinin kapısına çarptım, kapı yerinden çıktı falan.

Ayakkabılarım, pantolonum, çoraplarım var üzerimde. Herşey sırıl sıklam.

Rezillik yani...

Lan nerden geldi bu su dedim. Duş elimdeydi, oradan gelmesi imkansız. Tepede ya da duvarda başka sabit bir duş yok. Eminim, çünkü önceden bakmıştım.

Sonrasında gözüm tavana takıldı. Tavanı baştan başa kaplayan metal plakanın üzerinde delikler vardı. Yani tüm kabinin üstü büyük bir duş haline getirilmiş, sizin anlayacağınız.

Singing in the Rain filminden ilham almış sanki, bu duşu dizayn eden hayvan...

Başka bir defasında, İtalya'da bir oteldeydik.

Odamızın kabinli, küvetli mükemmel görünen bir duş sistemi vardı. Kontroller duvara, fayansların üzerinde yayılmıştı. Bir dolu düğme, kol ve vana, uzay mekiğinin konsoluyla bir vapurun makine dairesi arası bir izlenim bırakıyordu.

Gelişigüzel bir iki kol ve düğmeyi kurcaladım.

Önce duştan su gelmeye başladı. Tam ben duşu kapamaya çalışırken bir homurtu ve "harrr" diye, sağdan, soldan, yukardan, her yerden su fışkırmaya başladı.

Yemin ediyorum küvetin camla çevrili arka kısmına doğru yerleştirilmiş jakuziyi farketmemişim.

Jakuzi sadece küvetin içinde değil, küvet seviyesinin üzerinde, L şeklindeki oturacak bir yerin etrafına da yayılmıştı. Düşünün bütün bu fışkiyelerden su fışkırdığını

Tamamen olmasa da yine ıslanmıştım sizin anlayacağınız. Ancak bu son vakanın güzelliği etrafta şahit olmamasıydı. Çok fazla açıklama yapmak zorumda kalmadan, izlerimin büyük bir bölümünü kapayabilmiştim.

Herhalde anladınız sıhhi tesisat sanatına olan düşmanlığımın sebebini.

Sadece ıslanıp zarar görmek de değil derdim, zaten her zaman bu kadar görsel olarak eğlenceli de olmuyor. Asıl sorun, bu aptalca dizayn edilmiş duşların nasıl çalıştığını anlayana kadar gereksiz yere harcadığınız zaman.

İskandinavya'da ise bu devrimsel sıhhi tesisat dizaynı, oteller arasında sanatsal bir rekabete dönüşmüş durumda. Her üç otelde de bir duş serüvenimiz oldu.

Kophenag'daki otelimizin banyosunun lavabosunda bir çeşme ve duvara sabitlenmiş tek bir kol vardı. Ne çevirilebilen bir vana, ne basılabilecek bir düğme, başka hiçbir kontrol yoktu.

Kolu sağa ve sola hareket ettirdiğinizde suyun sıcaklığı, yukarı aşağı hareket ettirince de suyun miktarı ayarlanıyordu. Aynı bir coystik gibi.

Ancak bu kol fazlasıyla hassastı. Su çok sıcakken soğutayım diyorsunuz, bu sefer Niyagara şelalesi kadar su fışkırıyor çeşmeden. Çünkü kolu sağa çekerken istemeden de olsa kol biraz da aşağı doğru hareket ediyor, böylece de suyun miktarı artıyordu.

Doğru sıcaklıkta, istenen miktarda "debi" elde edebilmek için eğilip, kontrol koluna parmaklarımla yavaş yavaş vurarak, milim milim hareket ettirmek zorunda kaldım.

Kophenag'daaki otelimizin banyo bataryası
Aynı odanın duş bölümünde ise sadece bir el duşu ve bir de tavanada sabit duş vardı.

Kontrol olarak da sağa ve sola dönen büyük, silindirik bir vana ile ucunda, içinden diklemesine sanatsal bir çubuk geçen daha küçük bir silindirik vana...

Olsa olsa suyu açma vanası budur diye hemen büyük vanaya sazanladım.

Değilmiş...

Demek küçük vana açma kapama vanası deyip bu kez küçük vanaya sazanladım.

Ucundaki çubuktan tutup sola çevirdim ve el duşundan su gelmeye başladı. Anladım ki su miktarı buradan ayarlanıyormuş.

Sonrasında büyük vanayı çevirdim ve başarı ile bu vananın suyun sıcaklığını değiştirdiğini anladım.

Herşey mükemmel gidiyordu.

Son aşama ise el duşu ile sabit duş arasındaki seçimin nasıl yapılacağını bulmaktı.

Her iki vana da sırasıyla su miktarını ve sıcaklığını ayarladığından, ve etrafta da başka kontrol kalmadığından, el duşu ile sabit duş arasındaki seçim olsa olsa bu vanaları iterek yada çekerek yapılabilirdi sonucuna vardım.

Ne yazık ki ne itme, ne de çekme işe yaradı.

Ben de su boşa akmasın diye suyu kapatmak için daha önce suyu açmak için kullandığım küçük vanayı ters yöne, yani sağa çevirdim.

Sen misin çeviren?

Bir anda el duşuna gelen su kesildi ve "foşşşş" diye sabit duş çalışmaya başladı.

Islanmamak için hemen kendimi dışarı attım.

Bu vana demek ki teknolojik bir evrim geçirmiş, hem su miktarını, hem de hangi duşun kullanılacağını ayarlıyormuş.

Sola çevirdikçe el duşuna giden miktar artıyor, sağa çevirince azalıyor.

Tam orta noktada ise su akımı duruyor, yani musluk kapatılmış oluyor.

Ancak bu orta noktaya geldiğinizde bir "çıt", "tık", "klik" falan gibi, çeşmenin kapandığını hissedebileceğiniz bir işaret yok. Göz kararı ayarlayacaksınız. Eğer suyu açık mı unuttum obsesyonunuz varsa evden çıkamazsınız bu vana yüzünden.

Neyse, bu orta noktadan sonra vanayı sağa çevrilmeye devam ederseniz bu kez sabit duşa giden su miktarı artmaya başlıyor.

Gel de çıldırma...

Stokholm'deki otelde ise normalde küvete akan bir çeşme, bir de metal hortumlu el duşu vardı.

Bu tesisatı kontrol etmek için ise birbirlerinin aksi yönlerine bakan iki tane, silindir şeklinde vana, bu vanaların üzerinde ise de sağa ve sola kaydırabileceğiniz birer düğme vardı.

Sağdaki vananın üzerinde 360 dan başlayıp, 330, 300 falan diye azalan sayılar yazılıydı. Soldaki vananın üzerinde ise hiç birşey yazılmamıştı.

Soldaki vanayı çevirdim. Küvetin dibindeki çeşmeden su akmaya başladı.

Güzel, demek ki bu vana suyu açma vanasıydı.

Sağdaki vanayı çevirdim. Su ısınmaya başladı. Demek bu da suyun sıcaklığını ayarlayan vanaydı.

Her ne kadar 360'dan başlayan sayılarla sıcaklık arasında bir bağ kuramasamda üstelemedim. 360'dan başlayarak azalan sayılar derece cinsinden vananın açısını gösteriyor olabilirdi, yani vananın ne kadar döndüğünü göstermesi bakımından...

Sonuca çok yaklaşmıştık. Tek eksik suyu duşa gönderebilmekti.

Vanaların biri suyun miktarını, diğeri de ısısını ayarladığına göre, suyu çeşme yerine duşa gönderecek tek kalan kontrol vanaların üzerindeki düğmeler olmalıydı.

İki ayrı düğme, duş yada çeşme seçimi şeklimdeki tek eylemi kontrol için fazla görünse de yine üstelemedim.

Duşu elime alıp, soldaki düğmeye bastım, hiç birşey olmadı. Demek ki sağdaki düğme doğru düğmeydi.

Deductive reasoning derler bu mantık çözümlemesine. Yanlışları eleyerek doğruya ulaşırsınız.

Hemen son olasılık olarak kalan sağdaki düğmeye bastım ve elimdeki duşa bakıp suyun gelmesini beklemeye başladım.

Su falan gelmiyordu.

İşte bu noktada mantığın çöpe atıldığı noktadır arkadaşlar, çünkü artık beyninizin üretebileceği akılcı bir çözüm yöntemi kalmamıştır.

Buradan sonra kıçınız devreye girer ve başlarsınız uydurmaya.

Önce iki düğmeye de aynı anda bastım, birşey olmadı. Sonra başladım vanaları itmeye ve çekmeye. Daha da sonrasında bu hareketlerin farklı kombinasyonlarını denedim, yani sağdaki düğmeye basarken soldaki vanayı çekmeye, yada soldaki düğmeye basarken sağdaki vanayı çekmeye, çekmeler fayda etmeyince itmeye, vesaire...

Yemin ediyorum size, on dakika sonra Jelena'ya küvetin çeşmesinin altında duş almayı önermeyi ciddi olarak düşünmeye başlamıştım.

Haa, bu arada eğer aklınıza niye resepsiyonu aramadın gibi başvurulması düşünülemeyecek kadar onur kırıcı bir öneri geldiyse, bunun benim hayat süremde olamayacağını bilmenizi isterim.

"Yazık, biri Türk, biri Sırp, bunların memleketinde yoktur böyle şeyler, anlamazlar bunlar..."

No way Jose...

Tam umutsuzluk ruhumu teslim alacakken, elim çeşmenin ucundaki suyun aktığı noktada birşeye takıldı. Vanalardan, düğmelerden uzakta, tam çeşmenin sonunda bir yerde.

Hala çeşmeden su aktığı için görmek zordu. Elimle yoklayınca, bu cismin daire şeklinde bir metal olduğunu anladım. Bir yüzük gibi suyun aktığı deliğin etrafını çevreliyordu.

Baş parmağımla işaret parmağımı kullanarak önce sağa sola çevirdim.

Yine hiç birşey olmamıştı.

Ancak çevirmek yerine aşağı doğru çekince çeşmeden akan su kesildi, duşun metal hortumu şöyle bir şahlandı ve "foşşş", duştan su gelmeye başladı.

Petrol bulmuş gibi sevinmiştim...

Geyiğimizin başladığı Helsinki'deki otelde ise duş sistemi çok daha karmaşıktı.

Çünkü küvetteki çeşmeye ve el duşuna ek olarak bir de tavana sabitlenmiş, geniş çaplı ikinci bir duş daha vardı.

Kontrol olarak ise büyük silindirik bir vana, daha küçükçe bir vana, ve bir tane de çubuk.

Kontrollerin üzerlerinde hiç birşey yazmıyordu ancak renkler banyonun renkleriyle yüzde yüzlük bir uyum içerisindeydi.

Demek sadece bu toplam üç kontrolü, açma-kapama, sıcaklık ayarı ve duş seçimi olarak doğru bir biçimde dağıtmak gerekiyordu.

En kolay görünenlerden başladım. Büyük vana su miktarı olmalıydı, küçük vana da sıcaklık ayarı...

...Ve gerçekten de öyleydiler. İki de iki!

Demek geriye kalan çubuk suyun çeşme yada duşların hangisinden geleceğini belirliyordu.

Çeşmeden su akmaya devam ederken, çubukla önce bir sağ-sol, suyun gelişinde bir değişiklik olmayınca da bir yukarı-aşağı yaptım.

Çeşme yine gürül gürül akıyordu ancak duşlarda herhangi bir hareket yoktu.

Başınızı daha fazla ağrıtmayayım, bir beş dakika doğaçlamadan sonra anladım ki sıcaklık ayarı vanasını kendinize doğru çekince su duşlar bölgesine gidiyormuş.

Suyu duşlar bölgesine gönderdiğinizde ise normalde işe yaramayan çubuk işlev kazanıyor, sabit yada el duşu arasındaki seçimi yapıyormuş.

Farklı olabilmek adına insanları muslukçu gibi çalıştırmak ayıp bir şey arkadaşlar ama ne yapalım, hayat işte...

Sıhhi tesisat konusundaki zorlukları bir kenara bırakırsak, Helsinki'deki otelimiz şimdiye kadar kaldığımız en romantik otellerden biriydi.

Uçağımız çok geç bir saatte indiğinden, havaalanından son otobüsü zar zor yakalayıp şehir merkezine ulaşabilmiştik. Şehir merkezinden ise alternatifi on beş dakika yürüme olan tramvay ne yazık ki o saatte çalışmıyordu.

Bizle birlikte otobüsten inen, benden biraz daha genç, Helsinki'nin yerlisi olduğu halinden anlaşılan bir arkadaşa sordum "Hotel GLO Art ne tarafta?" diye. Sorarken de "GLO" sözcüğünü, hepsi büyük harflerle yazıldığından "Ciii", "Eel"', "Ooo" diye harf harf okudum.

Adam anlamadığı için mahçup mahçup baktı. Neyse ki Jelena, tam o anda araya girip, otelin adı ve adresinin yazılı olduğu kağıdı gösterdi.

"Haa, Hotel Gılo Art!" dedi bizim arkadaş.

Ben de otelin adının doğru okunuşunu öğrenmiş oldum.

Aynı arkadaş, sonrasında İskandinavya'da artık yavaş yavaş kanıksadığımız konukseverlikle bizi otele kadar yürüyerek getirdi, hem de o buz gibi soğuk havada.

Otelin hikayesini de yolda ondan öğrendik.

Hotel GLO Art
Hotel GLO Art, otele dönüştürülmüş eski bir şato. Oldukça büyük olan bu şato, krallık günlerinden ardından Helsinki Ümiversitesinin mühendislik fakültesine bırakılmış. Fakülte ise son zamanlarda bu binayı sadece mezuniyet baloları için kullanıyormuş.

Sonrasında ise kapitalizm dişlerini göstermiş ve şato büyük bir otel zincirine satılmış. Bütün odalar ve salonlar ünlü mimarlar tarafından ayrı ayrı dekore edilmiş ve ortaya şimdiye kadar kaldığım en güzel otellerden biri çıkmış.

Kapıdan girdiğinizde sanki resepsiyona değil, kralın taht odasına giriyorsunuz. Duvarlar, mobilyalar, dekorasyon hep ortaçağ. Aydınlatmalar başarıyla gizlenmiş. Lamba, piriz, televizyon gibi modern çağın geleneksel araçlarını neredeyse hiç göremiyorsunuz.

Ancak yorgunluk her ikimizi de teslim almıştı. O yüzden barın o cazibeli ortamında birşeyler içmek yerine direkt odaya attık kendimizi.

Sabah sekiz gibi uyandığımızda heryer zifiri karanlıktı. Kahvaltı vesaire ile birlikte dışarı çıkmamız saat dokuzu buldu.

Bu saatte güneş hala doğmamıştı ancak şafağın aydınlığı sayesinde etrafımızı görebiliyorduk.

Güneş saat on civarında doğdu.

Güzel mi güzel bir hava ve pırıl pırıl bir İskandinav günü bekliyordu bizi.

Kuzey kutbunun bu kadar yakınında, kış mevsiminde güneş gökyüzünde tamamen yükselmiyor arkadaşlar. Ufuğun hemen üzerinde kısa bir yay çizip yeniden batıyor. Aroralar için ise bu pareleller hala yeteri kadar kuzeyde değil.

Güneşin batış saati ise akşam üç gibi, ancak saat dörde kadar azalan bir aydınlık var.

Bunlar, Helsinki'de yaşayanlar için normal sayılan olaylar. Ancak bizim gibi Akdeniz insanları için ilginç geliyor.

Çok fazla canınızı sıkmadan Helsinki'nın başka birkaç özelliğinden bahsedeyim biraz.

Helsinki'de resmi dil Rusça. Birçok kişi Fince de biliyor

Bu Rus istilasının önemli ve geçerli bir sebebi var. O da Helsinki ile St, Petersburg arasındaki hızlı tren bağlantısı. Eğer niye Ruslar bu bağlantıyı kullanarak akın akın Helsinki'ye geliyor diye de sorarsanız, cevap Şengen vizesi.

Finlandiya, Avrupa'da seyahat etmek isteyen milyonlarca Rus turistin vize için başvurduğu ilk ülke. Çünkü hem Rusya ve Finlandiya komşular, hem de Finlandiya Rus turistlere biraz daha hızlı ve kolay vize veriyor(muş).

Şengen'e giriş yaparken ilk olarak vizesini aldığınız ülkeyi kullanmak zorunluluğu yüzünden de Avrupaya saçılan Rus turistlerin çoğu Finlandiya'da bir duraklama yapıyor.

Hem turistik aktiviteler, hem de vize harçları söylendiğine göre Fin ekonomisine küçük sayılamayacak bir katkıda bulunuyormuş.

Neyse, işin şakasını bırakırsak, ülkenin resmi dili tabii ki Rusça değil, Fince.

Fince, İsveççe, Noveççe yada Danimarkaca gibi Jermanik yani Almanca benzeri bir dil değil. Aksine Ural dil ailesinden, Asyatik bir dil. Asyatik kökleri sebebiyle de gramer ve kelime hazinesi olarak Türkçe'ye bazı yakınlıklar gösteriyor.

İşte bu yüzden, Finlerin aslında Hristiyanlığı benimsemiş Türkler olduğuna dahil hiçbir şekilde ispatlanmamış, hatta saçma sayılabilecek teoriler ortaya atılmış.

Biraz daha ileri gidenler, ünlü Viking lideri Kızıl Erik'in de bu yakınlıktan dolayı aslenTürk olduğunu ve Greenland'dan geçerek Amerika'yı Kolomb'dan önce keşfettiğini idda etmekteler. Bu teoriye göre Amerika'nın keşfinin kredisi de Türklere gitmekte.

Tabii ki bu iddiaların hiçbir kabul edilebilir dayanağının olmaması, onları zırvalık seviyesinden ileri götürmemekte.

Biraz aklı olanlar Finlerin ırk olarak Asya'yla ilgilerinin olmadığını gördükleri anda anlayabilirler. Hemen hepsi kızıl yada sarı saçlı, beyaz tenli Nordik bir topluluk.

Neyse, doğruluğu tartışılan konuları bırakıp, doğruluğundan emin olduğumuz konulara bakalım.

İskandinavya'nın diğer ülkelerinde de gördüğümüz İngilizce konuşmanın yaygınlığı, ınsanların dostane davranışları ve konukseverlikleri Finlandiya'da da aynen daim.

Ülke büyük sayılabilecek bir yüzölçümüne sahip, yani Türkiyenin yarısından biraz küçük, ancak nüfusu sadece beş buçuk milyon, yani Ankara'dan biraz fazla. Helsinki ise altı yüz bin kişilik bir nüfusa sahip.

Sadece bu bile ülkenin bizim alıştığımızdan çok farklı bir yapısı gösteriyor. Nüfus ülkenin güney kıyılarında yoğunlaşmış. Kuzey tarafları ise çok az kimsenin yaşadığı, büyük, boş alanlar.

Helsinki, hem Jelena'nın, hem benim kuzey kutbuna en çok yaklaştığımız nokta. Önümüzdeki yıl bunu değiştirip, kutba biraz daha yaklaşacağız, ancak şimdilik rekor Helsinki'de.

Bu paralellerde ise hayat Akdeniz'dekinden çok farklı.

Günlerin kısalığı, yada mevsimine göre uzunluğu Stokholm'e göre biraz daha fazla belirgin. Bir gün geçirdiğimiz Helsinki'de güzel havaya rağmen fotoğraf çekmek ciddi bir telaşa soktu bizi. Çünkü güneş ışığı kullanabilmemiz için sadece beş saatimiz vardı. Kaçırmayalım diye, oradan oraya koştuk durduk.

Soğuk ise bizim yaşadığımız paralellere göre belki de en önemli fark.

Hava, iyi şansımızın ötesinde, neredeyse ilahi bir yardım ile, kış ortası standardlarına göre, rüyamızda bile göremeyeceğimiz kadar güzeldi.

Tarih Aralığın otuzu ve havaalanı civarımda, yol üstünde minicik bir kar parçasından başka kar görmedik.

1995 yılının Nisan yada Mayıs'ında, bir iş gezisi için yine yakınlardaki Litvanya'ya, Klaypeda şehrine gitmiştim. Onbeş gün boyunca hiç asfalt yada kaldırım göremedim desem yeridir. Karın yüksekliği yarım metre, bu karın altında ise artık uzun zaman üzerindeki karı taşımaktan evrim geçirip kompozit madde haline dönüşmüş bir buz tabakası.

Orada daha uzun süre kalmış birisi, "Bütün kışı yatay geçirdim..." diyordu, buzda kayıp düşmekten.

Klaypeda'daki otelden ilk çıktığımızda, soğuk yüzünden dışarıda yürüyememiştik. Ben her beş dakikada bir bara girip konyak içiyordum

Anladınız yani durumu...

Bir ilkbahar zamanı, daha güneyde bulunan Klaypeda'da her yer metrelerce kar ve buzken, kışın tam ortasında, daha kuzeydeki Helsinki'de pırıl pırıl pırıl bir güneşi ve karsız, buzsuz bir şehri bulunca durumu açıklamak için ister istemez ilahi mercilere başvurmak zorumda kaldım.

Şaka bir yana, benim güçlü öngörüm küresel ısınma arkadaşlar. Zaten eğer olay gerçekten küresel ısınma ise aslında şimdi ilahi mercilere başvurma zamanı gelmiştir diyorum, çünkü bunun sonuçları bizim altından kalkabileceğimiz gibi değil.

Neyse, yarım akıllı sahte peygamberlerin dedikleri gibi "The end is coming", yani sonumuz geliyor geyiğini bırakıp, zaten duşların çalışma ilkeleriyle makine mühendisliği tezi şeklinde başladığımız yazıyı bir de ekolojik facia öngörülerine dönüştürmeyelim.

Kısaca, Helsinki'de hava hayallerin ötesinde güzeldi. Sıcak mı, sıcak, neredeyse sıfır derece. Deniz kıyısında rüzgarın estiği ve soğuktan konuşma yeteneğinizi kaybettiğiniz anları saymazsanız, keyifli bile diyebilirdiniz.

Ancak biraz etrafı gözlemleyince, halkın soğukla barıştığını daha iyi anlayabiliyorsunuz. İnsanların palto, eldiven taşıma ve çıkarma refleksleri, kapalı yerlerde ısıtıcıların etkinliği ve herşeyden çok Jelena en üstteki eskimo ceketi dahil dört kat parka ve kazaklı kıyafetine karşın, mini etek ve bir hırka ile gezen kızlar...

Deniz de burada biraz farklı. Akdenizin o mavisi, o sıcaklığı yok. Yerine mavi mürekkebi bitmiş sahte bir deniz baskısı gibi bir renk var. Helsinki'nin büyük bir bölümü Baltık Denizinin bir kolu olan Finlandiya Körfezine bakıyor. Ancak ismi değişik olsada sonuçta Baltık denizi burası ve soğuk mu soğuk, renksiz mi renksiz.

Denizin soğuk olmasının bir faydası ise daha fazla oksijenin su içinde çözülmesine olanak sağlaması. İşte bu yüzden her iki kutup bölgesi de deniz yaşamı bakımından ekvatoral bölgelere göre kat be kat zengin.

Denizden babam çıksa yerim derler ya, eğer çıkabilseydi, baba muhtemelen bu denizlerden çıkardı. Ben deniz ürünü yemediğim için şahsen doğrulayamayacağım ama yiyenler Nordik'lerin balıkları için deli oluyorlar. Bir not edin derim.

Finlandiya, İsveç'le Rusya'nın etkisinde kalmış bir ülke. Uzun bir süre İsveç krallığında bir dükalık olarak varlığını sürdürmüş, sonrasında bir süre de Çarlık Rusyasına katılmış, en sonunda da bağımsızlığını ilan etmiş.

Helsinki
Helsinki'nin mimarisi de bu yüzden hem İskandinavya'yı, hem de Rusya'yı andırıyor. İlginç bir füzyon yani.

Artık bu kenti keşfetmeye başlayabilirdik.

Günün ilk saatlerinde kuzeyin zayıf güneşi altında ayaklarımız bizi ilk olarak Senato Meydanı'na götürdü.

Helsinki Katedrali
Bu meydanın hemen yanındaki bir tepenin üzerinde ise Helsinki'nin sembolu sayılabilecek en önemli yapılarından birini, Luteran Katedralini, yada diğer adıyla Helsinki Katedralini gördük. Doğan güneşle birlikte aslen beyaz olan bu yapı sarıyla karışık kırmızı, güzelliğini zor anlatabileceğim bir renk almıştı.


Bir Yunan yada Roma tapınağını andıran sütunları ve büyük bir kubbesi var bu katedralin. Çok güzel bir bina. Bu güzelliği takdir etmek için öyle mimar, sanatçı falan olmaya da gerek yok.

İçi ise diğer birçok Protestan kiliseleri gibi, görsel bakımdan dış mimarisinin tam tersi. Sade, silik ve renksiz. Reform olmuş Hristiyan inancının bu dalında gösterişli dinsel resim, heykel yada benzeri figürler pek kullanılmıyor.

Örneğin bir Katolik kilisesinde birçok resim, heykel, fresk, vitray gibi görseller bulunur. Teolojik yada sanatsal bilgimden değil ancak tamamen limitli deneyimlerimin bende bıraktığı izlenime dayanarak söylüyorum, Katolik kiliseleri çoğunlukla karanlık ve hüzünlüdür. Resimler, heykeller genelde İsa'nın çarmıha gerilmesi ve bundan duyulan acıyı ön plana çıkarır.

Bunun önemli bir istisnası olan, Vatikan'daki Papaların seçimi sırasında Kardinallerin oy vermek için toplandığı ünlü Sistin Şapeli'ne de değinmeden geçmeyelim. Katolik inancının en önemli ibadet yerlerinden biri sayılabilecek bu kilisenin tavanı ve duvarları, çoğunluğu Mikelanj tarafından tasarlanmış, aydınlık, renkli ve canlı fresklerle kaplıdır. İnancı ne olursa olsun, bu sanat harikasını görmeyi herkese tavsiye ederim.

Benim en ilginç bulduğum kiliseler ise Ortadoks kiliseleridir. İçleri o kadar renkli, o kadar canlıdır ki insan gerçekten gezmekten zevk alır. Yine örneğin Ortadoks kiliselerinde oturmak için sıralar bulunmaz. Bu hem estetik olarak içerideki görsellerin daha öne çıkmasını sağlar, hem de insanların daha fazla sosyalleştiği bir ortam yaratır (Jelena'dan bir ek not geldi, ayakta durmakta zorlananlar hasta yada yaşlılar için bazen duvar kenarında bir iki sandalye bulunabilirmiş).

Luteran Katedralinden işte bu duygularla ayrıldık.

Uspenski Kilisesi
Helsinki'deki ikinci durağımız yine bir kiliseydi ancak bu kez bir Ortadoks kilisesi. İsmi Uspenski. Mimarisi Luteran Katedraliyle karşılaştırıldığında siyahla beyaz kadar farklı. Bu kilisenin duvarları ateş rengi tuğlalarla kaplı. Etrafında da yeşil damlı kuleleri var. Yine inanılmaz güzel bir yapı. Ne yazık ki kapalıydı, içini görme şansımız olmadı.

Üçüncü durağımız, tahmin edin bakalım, yine bir kilise. Ancak bu kilisenin önemli bir özelliği var. Bir kayanın içi oyularak yapılmış. Tepesinde ise muazzam büyüklükte bakırdan bir kubbesi var.

Özellikle Avrupa'da gezdiyseniz gözünüze çarpmıştır. Kilise, saray gibi eski yapıların çatı yada kulelerinin tepeleri yeşil olur. Yakın zamana kadar bu yeşillerin boya olduğunu düşünürdüm. Bir fotoğraf gezisi esnasında mimar bir arkadaş anlattı bu yeşillenmenin sırrını. Meğer bu renk bakırın oksitlenmesinden kaynaklanıyormuş. Yani bu binalar ilk yapıldıklarında kuleleri normal kahverengi bakırla kaplanırmış. Bu renk zamanla yeşile dönermiş.

Kaya kilisenin bakır kubbesi
Bu kaya kilisesinin muazzam kubbesinin dışı da işte böyle, yemyeşil. İçi ise normal bakır rengi. Diğer kiliselere pek benzemiyor, yuvarlak bir yapısı var. İçi de çok modern.

Helsinki'de onlarca müze var, söylediklerime göre hepsi de görülmeye değermiş. Müze kurtlarına hatırlatmamızı yapmış olalım ve gezimize dönelim.

Helsinki bir liman şehri. Eski liman Finlandiya körfezine bakıyor ve limandan çok bir parkı andırıyor. Bir dolu seyyar satıcı, Rus usulü şapka, ceket, kalpak gibi deri eşya satıyor. Yeni liman ise Baltık kıyılarında. Burada devasa yolcu gemilerinin yanaştığı iskeleler var. Bazı gemiler, özellikle Viking Line Stokholm'den tanıdık geldi.

Helsinki Limanı
Sahil boyu yürüyüşümüzü ise Helsinki'nin en bilinen kafelerinden Ursula'da sonlandırdık. Burada saat üç gibi birer kahveyle güneşi batırdık ve rotamızı şehir merkezine çevirip yola koyulduk.

Akşam yemeğimizi geleneksel olarak Hard Rock Cafè'de yedik, ve yine üzüntüyle artık pilsner bardaklarını satmadıklarını burada da teyid ettik.


Uzun bir günü kısa bir geceyle noktalamak zorunda olduğumuzdan kemdimizi otele attık ve sabah dörtde kalkmak üzere gözlerimizi kapadık.

Sabah saat beş'de otobüs durağına geldiğimizde hiç uyumamış gibiydim. Saat yedide kalkacak uçağımız, saat farkıyla birlikte bizi saat yedi buçukta Kophenag'a ulaştıracaktı. Uzun bir günün gecesi de yeni yıl olduğundan zorlu bir yirmidört saat vardı önümüzde.

Bütün bunları düşünürken gözüm durakta bizle birlikte otobüsü bekleyen en azından altmışbeş yaşında, beyaz uzun saçlı, beyaz bıyıklı, elinde gitar, duraktaki herkese laf atan dedeye takıldı. Kimine Fince birşeyler söylüyor, Fin olmayanlara da İngilizce "Senin adın ne?", "Helsinki'yi sevdin mi?", "İsa kraldır" falan diye takılıyordu.

"Ben bu adamı bir yerde gördüm" dedim kendi kendime. Sonra nerede olduğunu buldum. Kişi olarak bu dede olmasa da onun Sırp kopyasına, 2006 yılında Belgrad'da bir Deep Purple konserinde rastlamıştım.

Konser salonuna girmeden önce arkadaşım Duşan ile birşeyler yemek için seyyar bir büfeden ekmek içi çevapçiçi, yani bizim İnegöl Köftesi, almış bir kenarda yiyiyorduk.

Birden bu beyaz saçlı, beyaz bıyıklı adam belirdi. Yanındaki üçbeş adamdan birine hırladı, somra o hırladığı adam gitti, buna çevapçiçi aldı. Bir başkasına hırladı, o da eğilip bunun ayakkabısını bağladı. Bu arda hem yiyiyor, hem de bağırıyordu.

Duşan'a sordum, "Kim bu adam?" diye. O da "Bilmiyorum." dedi. "Peki ne diyor?" diye sorunca, "Sorma" dedi, "Ana avrat dümdüz...".

Güldük.

Neyse, salona girdik, yerimizi aldık, bir süre sonra warm-up gurubun anonsunu yaptılar. Bizim ana avrat çevapçiçi yiyen adam çıkmasın mı sahneye?

Şarkısı bile çevapçiçiyi yediği tonlarda. "Samo seks i rok en rol" yani "Sadece seks ve rakınrol"

Güle güle dinledik.

Ancak bu arkadaşın Helsinki şubesi pek öyle ana avrat dümdüz değildi. Aksine sevimli bir adam havasını verdi bana. Herkese bulaşsa da cevap vermeyene üstelemiyor, kimseyi rahatsız etmiyordu.

Otobüs geldiğinde hepimiz bindik. Bu arkadaş da gitarını çıkardı ve başladı çalmaya. Biz de tatlı tatlı müzik eşliğinde koyulduk yola...

5 Ocak 2014 Pazar

Stokholm

İskandinavya gezimiz emektar bavullarımızın son gezisi. Aslında bu bavulları Fas gezisinde emekli edecektik ancak benim ısrarımla İskandinavya gezisinde de kullandık.

Yeni bavullarımızı çoktan almıştık, hem de kağıt üzerinde çok daha seksi ve havalı bavullar bunlar. Ne var ki eski bavullarımıza beslediğim duygusal bağlılığım yüzünden bir türlü onların çöpe gitmesine gönlüm razı olmadı.

Ne var diyeceksiniz bu bavullarda da ki bu kadar lafını ediyorum. Altı üstü Good Year markalı, bir petrol istasyonu zincirinin kampanyasından alnmış, siyah, orta boy, sapını uzatıp sürüklediğiniz alelade bavullar.

Onları özel yapan ise bizimle birlikte Meksika'dan Çin'e dünyayı gezmiş olmaları değil, saplarındaki cart, papağan sarısı şeritler.

Bu şeritler sayesinde bavulları yüz metreden tanımak mümkün. Uçaktan inip bandın etrafında "Hangisi benim bavulum?" koşuşturmasını tamamen ortadan kaldırıyor. Yeni bavullar ise koyu gri, üzerlerinde hiçbir özellikli işareti olmayan alelade bavullar. Akşam kendi evini zar zor bulan ben bakalım ne yapacağım bu yeni bavullarla.

Bavullar dediğime de bakmayın, aslında bavul, çünkü zevcem Jelena ikimizi de bir bavula sığdırmayı başardı. Biz de sabahın bir kör saatinde onu kapıp yola koyulduk.

Good Year bavulumuzun son tarihi görevi başlamıştı.

Normalde iki buçuk saatlik Cenevre-Stokholm uçuşu, "tail wind" denen, arkadan esen rüzgar sayesinde sadece iki saat sürdü ve saat dokuz buçuk civarı bizi otelimize götürecek treni beklemeye başlamıştık bile.

Peronumuzun sağında ve solunda iki sıra ray vardı. Jelena ile hangi yöne giden tren bizim trenimiz diye konuşurken, bizimle birlikte merdivenlerden inerken konuşmamızı duyan iki İsveçli kız yanımıza gelip gülümseyerek:

"Sizin treniniz sağdaki." dedi.

Jelena da, ben de şaşırmıştık.

Bu sahnede doğru gitmeyen birşeyler vardı.

Bir kere Avrupa'da gezinirken kimse İngilizce bilse bile, sizle İngilizce konuşmaz. Daha da önemlisi, kendisi gönüllü olarak siz sormadan size yardım etmez. En önemlisi ise gülümsemez.

Biz şaşkınlıktan kurtulup teşekkür ederiz falan dedik ve sağdaki hatta trenimizi beklemeye başladık. Kızlar da yürümeye devam etti ve elli metre ilerimizde durdular.

Bir süre sonra kızlardan biri elli metre uzaktan yürüyüp yanımıza geldi.

"Özür dilerim, bu gelecek olan tren kısa bir tren, sizin beklediğiniz noktada vagon yok, bizim tarafa gelmeniz gerekiyor." dedi.

Bu kadarı fazlaydı. Bizim için taa istasyonun önür ucundan yürüyüp yanımıza gelerek bize yardım edilmesi öyle kolay kolay anlayabileceğimiz birşey değildi.

Bu söylediklerimi hafife almayın arkadaşlar.

Örneğin Paris'te siz gidip hangi tren nereye gidiyor siye sorsanız bile birçok kişi size cevap bile vermez. Bir de İngilizce konuşursanız nefrete yakın bir tepkiyle karşılaşırsınız.

İsviçre'de ise insanlar kibardır, size günaydın, iyi günler falan derler. Ancak kimse size, siz özellikle sormadan, gönüllü olarak yardım etmez. Yanlış yöne gittiğinizi görseler bile, hiçbiri "Dur, gitme!" falan demez.

İtalya'yı, İspanya'yı sormayın bile. Yabancılardan, yani turistlerden artık bunalmış insanların umursamazlığını görürsünüz bu ülkelerde.

Avrupa'nın, hadi burada isimlerini saymayalım, başka bir iki ülkesinde ise bunlar yabancı, yol, iz bilmiyorlar diye peşinize takılıp çantanızı, cüzdanınızı kapkaçlamaya çalışırlar.

İsveç'te ise gönüllü olarak yardım ediyorlardı.

Gezimizin ilerleyen günlerinde bu başımıza gelenin tesadüfi ve bireysel bir olay olmadığını, tüm İskandinavya'ya mahsus olduğunu kesin bir biçimde anlayacaktık.

Bir çok kez konuşmamızı duyup yardım etmek isteyen insanlar bize yön gösterecek, yemek seçmemize yardım edecek, aradığımız hediyelik eşyayı nerede bulacağımızı söyleyecek, wi-fi şifresini verecekti.

Hatta bir keresinde Kophenag'da adres sorduğumuz bir belediye otobüsü şoförü inmemiz gereken durağa geldiğimizde el frenini çekip yerinden kalkacak, yanımıza gelip otobüste turistler için bulundurulan bir harita üzerinde gideceğimiz noktayı ve yolu işaretleyecek, sonra haritayı bize verecek, diğer yolcular da söylenmek yerine, şoföre katılıp gelmişken şuraya da gidin, burayı da görün diyecekti.

Hep gülümseyerek, hep İngilizce!

Neyse, hikayenin gidişini bozmayalım ve Stokholm havaalanındaki trene dönelim.

Kızlar bizden önce inmişti. Ancak, inerken de bir daha yanımıza gelip "Sizin durağınız bir sonraki." uyarısını yapmayı da ihmal etmemişlerdi.

Metro durağımız
Otelimize bir alış veriş merkezinin içinden geçerek ulaşılabiliyordu. 7-Eleven'dan su alırken tezgahtar konuşmamızı duyup "Şu yöne yürüyün." dedi. Sabahın erken saati olmasına rağmen resepsiyonist hemen bize temizliği tamamlanmış odalardan birisini verdi ki bir duş alabilelim, eşyalarımızı bırakabilelim diye.

Alis'in Harikalar Diyarında yada Uzay Yolunun herkesin gülümsediği ve daha da iyi olabilmek için çalıştığu ütopik toplumunda olduğumuzu düşündüm bir an.

İskandinavya beni olumlu biçimde şaşırtmaya devam edecekti.

Stokholm'de zaman geçtikçe ingilizcenin yaygınlığı beni daha da fazla etkiliyordu. Sadece işaretler, menüler falan gibi yazılı ortam değil, sokakta gördüğüm herkesin İngilizce konuşması olağanüstü ilginçti.

Herhalde İskandinavya için kara Avrupasında İngilizcenin en yaygın olduğu bölge diyebilirim.

Yine Stokholm'de zaman geçirdikçe başka bir önyargım değişmeye başladı.

İsveç'de herkes sarışın değildi.

Çoğunluk, tabii ki açık tenli, renkli gözlü Nordik insanlar, ancak saç renginde sarıdan çok kızıl renkler hakimdi, hatta zaman zaman siyah.

Ve toplum fazlasıyla liberal. Kimse kimsenin ne olduğuna, ne yaptığına karışmıyor. Bu yüzden de insanlar çok rahat. Bir de üzerine rahat olmak isteyenler de gelmiş buraya. Sonuçta, rahat insanların sayısı yükselmiş yada başka yerlere kıyasla daha farkedilebilir bir hale gelmişler.

Kimleri kastettiğimi anladınız herhalde...

İlke olarak bu "hemcinsel" arkadaşlara hiçbir itirazım olmasa da önümde elele gezen iki erkek yada fazlasıyla samimi iki kadın görünce hala doğal karşılayamıyorum bunları, ne yalan söyleyeyim.

Ancak Stokholm'de bu gurubun hiçbir üyesi sizi rahatsız etmiyor. Bir süre sonra da gözünüz alışıyor zaten. Hatta heteroseksüel bir çift olarak Jelena ve ben oldukça ilgi çektik diyebilirim

Ne olursa olsun, toplumsal anlayışın, hoşgörünün bu noktaya gelebileceğini görmek çok umut verici.

Ancak bu toplumun demokratik evrimin ileri bir halkası olduğuna şu size anlatacağım olaydan sonra karar verdim.

İsveç'te "Freedom of Speech" yani kendini ifade etme özgürlüğü o kadar ön planda ki, örneğin hükümetin yada devletin her kademesinde bulunan herkes istediği bilgiyi, istediği belgeyi basına vermekte serbest. Bu belgeler açığa çıktığında ise verenin kimliğini araştırmak suç!

Size burada "Lan, bak, bu bizde olsa..." geyiği yapmayacağım. Yukarda anlattığım olay, ileri geçinen dünyanın birçok gelişmiş ülkesinde bile vatan hainliğine kadar varan suçları oluşturabilir. Alın bakın en son Rusya'ya iltica eden CIA ajanına.

İsveçte ise bu davranış neredeyse özendirilir bir hale getirilmiş.

İskandinavya'nın başka bir ilginç özelliği ise nakit paranın neredeyse tamamen kullanım dışı kalmış olması. Herşeyinizi kredi yada banka kartıyla ödüyorsunuz. Yok kardeşim, ben cebimdeki parayı bilirim diyorsanız, nakit kullanırken birçok yerde ödediğiniz ekstra bir komisyona da razı olmanız gerekiyor. Biz iki gün boyunce hiç İsveç Kronu görmedik mesela.

İsveç, biraz da tepeden bakışla kendisini İskandinav bölgesinin lideri ilan etmiş. Durum böyle olunca da Stokholm havaalanında da iner inmez "Stokholm, İskandinavya'nın başkenti" panosunu görüyorsunuz.

Gerçekten de İsveç, bölgenin en fazla endüstrileşmiş ülkesi. Norveç, bölgenin şımarık çocuğu, çünkü zibil gibi petrol ve bundan gelen paraları var. AB'ye girmeyi reddediyorlar mesela. Danimarka ise biraz bohem bir ülke. Finlandiya'ya gelince, daha ziyade diğerleri arasında küçük kardeş gibi görülüyor. Ben gerçi aralarında en çok Finlandiya'yı sıcak ve arkadaşça buldum.

Stokholm ve geniş olarak İsveç'de çoğunuzun bilmediği önemli bir fenomen var arkadaşlar.

İsveçliler kahveyle obsesifler.

İsveç, Avrupa'da, İtalya dahil kişi başına en çok kahve tüketilen ülke. Bu sebeple her yer kahve salonu dolu. Kahveleri ise çok güzel, nokta.

İsveçlilerin başka bir obsesyonları ise İnternet.

Her yerde wi-fi bağlantısı var. Ortalama bir İsveçlinin evindeki bağlantı hızı, beş sene önce Yahoo'nun tüm dünya için sağladığı bağlantı hızından yüksek. Bindiğimiz hop hop otobüsün içinde bile wi-fi bağlantısı vardı.

İsveçlilerin teknoloji tutkusu İnternetle de sınırlı değil. Teknoloji, hayatlarının her alanına girmiş. Kaldığımız otelde kahvaltı için hangi meyve suyunu içeceğinizi bir iPad yardımıyla seçiyorsunuz, "fışşş" diye çeşmeden akıyor.

Stokholm Limanındaki Viking gemisi
Stokholm çok cazibeli bir kent, ancak bazı bölgeleri 1950'lerin Avrupasını yada 1970'lerin Karadenizli müteahhit tarzı yapılarını andırıyor.

Bunun sebebi ise, endüstri devrimi sırasında modernleşmek adına bugün ağırlığı kadar altın edecek güzelim eski binaları yıkıp, yerlerine o komünist tarzı, her yeri kare olan binaları yapmış olmaları.

Mesela Kophenag, bu eskiden kalan mirası daha dikkatli koruduğundan, Stokholm'e kıyasla çok daha cazibeli, çok daha otantik ve çok daha romantik Bence İsveçliler bugün bu yaptıkları için bin pişman, ama renk vermiyorlar.

Ne olursa olsun Stokholm, dünyanın en güzel kentlerinden biri. Ondört tane adanın üzerine kurulmuş. Hangi yöne giderseniz gidin, bir deniz kıyısına yada güzelim bir kanala ulaşıyorsunuz.

Noel ve yılbaşı nedeniyle şehri o kadar güzel, o kadar zevkli süslemişler ki, yılbaşında New York, Paris, Hong Kong, Viyana gibi iddialı kentlerde bulunmuş biri olarak rahatlıkla söylüyorum, etkilendim.

Yine dünyanın en temiz ülkelerinden birinde yaşayan biri olarak söylüyorum, Stokholm tertemiz bir şehir. Tüm çöpler geri dönüştürme için caddelerde bile ayrı ayrı kutularda toplanıyor. Yollar, parklar, toplu taşım araçları hep bal dök, yala.

Toplu taşım, çok kullanışlı. Metro, otobüs ve tren ile heryere kolayca gitmek mümkün.

Ancak bence affedilmez bir hataları var ki, ülkesine göre aynı numaralı otobüs, tren yada metro her zaman aynı yere gitmiyor. Mesela Stokholm'de aynı numaralı metro hattını, Kophenag'da da aradığınız numaralı otobüsü bulsanız bile yine nereye gittiğini gösteren tabelaya bakmanız gerekiyor. Bu da numaraları tamamen işe yaramaz hale getiriyor. Çünkü numaralar olsa da, olmasa da yine otobüs yada metro nereye gidiyor diye bakmak zorundasınız.

Stokholm neredeyse bir müze kenti. Kültürel gelişmişliğin bir parçası, ziyaret etmeyi sevenler için onlarca ilginç müze var.

Ne Jelena, ne ben müze ziyaretinden haz eden tipleriz, ancak Stokholm'de bir müze var ki, ziyaret etmememiz olanaksızdı.

ABBA müzesi...

Bu müzede, bir döneme adını yazdırmış bu ikonik gurubun kuruluşundan dağılışına kadar ki öykülerini dinleyebilir, kostümlerini, müzik aletlerini, altın plaklarını görebilir, üç boyutlu hologramları ile sahnede şarkı söyleyebilirsiniz.

ABBA Müzesi
Beni tanıyanlarınız bilir, öyle sahnede şarkı söyleyip dans etmek pek bana gitmez. O yüzden Jelena'yı kandırdım sahneye çıkması için. Sıraya girdi ve beklemeye başladık. Tam sıra ona geldiğinde utanıp kaçtı.

Biz çok güzel bir iki saat geçirdik bu müzede. Eğer ABBA'ya biraz da olsa sempatiniz varsa, görülmesi kaçırılmayacak bir yer. Biletlerinizi önceden İnternet'ten almayı unutmayın yoksa yüzde otuza yakın bir nakit komisyonu ödemek zorunda kalabilirsiniz.

Stokholm'ün bir başka ikonik bölgesi ise eski kent dedikleri ada. Buradaki her bina ayrı bir güzellik. Bir açık hava müzesi gezer gibi gezdik bu gerçekten insanın belleğinde iz bırakacak kadar etkileyici olan bu bölgeyi.

Eski Kent
İsveç, kağıt üzerinde hala monarşi ile yönetilen bir ülke. Bir ülkede eğer monarşi varsa bildiğiniz üzere bir monark, yani bir kral, bir kral varsa da tahmin edeceğiniz üzere bu kralın bir sarayı bulunur. Stokholm'deki saray bir Versay olmasa da yine de görülmeye değer.

Eski ve meşhur bir otel olan Nordic Sea Hotel'in altında Ice Bar isimli bir bar var. Bu barın içi tamamen buz, ısısı ise eksi bir-iki derece. Mutlaka görülmeye değer. Biz gittiğimizde ne yazık ki açık değildi, ancak pencerelere Garfield olup içerisini görebildik. Sizin başınıza da aynı şey gelmesin, mutlaka akşam 3:45'den sonra gidin.

Yine sahilde yürürken, tiyatro binasını, bir viking teknesini ve yüzlerce kültürel yapıyı görmeniz mümkün.

Yemek doğal olarak deniz mahsulü ağırlıklı, ancak Nordik'ler biftekleriyle de meşhur. Kıta Avrupası mutfağı ile her türlü fast-food zinciri de mevcut.

Benim tavsiyem, müzeler dışında şehiri gezmek için iki gün ayırmanız.

Stokholm, İskandinavya gezimizin ilk durağıydı. Bu güzel bölge ve iyi insanlar hakkında ilk dozumuzu aldık. Good Year çantamızı ve Hard Rock Cafe mamülü, pilsner bardaklarını artık üretmedikleri için mecburen aldığımız "hurracine" bardağımızı yüklendik. Sonrasında, yönümüzü, uçağımızın hiç düz uçmayıp, sadece yükselip alçalarak tamamlayacağı kırk dakikalık Helsinki uçuşuna çevirdik.

Stokholm, anılarımıza sıcak bir iz bırakmıştı, gözlerimiz şimdi yeni durağımız olan Helsinki'ye çevrilmişti.

15 Aralık 2013 Pazar

ABBA

Waterloo'yla ilk ne zaman dinledim bilmiyorum. Geçmiş zaman. Bir de Alzhaymırz eklenince hatırlamak iyice zorlaşıyor.

Waterloo'nun melodisi kafamda kazılı olmasına rağmen, o zamanki yaşıma göre uzun sayılabilecek bir süre kimin söylediğini bilmeden dinledim.

İşte bu yüzden ABBA ile ilk tanışıklığımı Waterloo yerine SOS ile başlatırım kayıtlarımda. Çünkü SOS'i kim çalıyor, kim söylüyor, çok iyi biliyordum.

On yaşımın saflığıyla aklıma kazınmış, o zamana kadar gördüğüm en güzel yüz ve iki ön dişimin arasındaki o mistik aralık.

Mutlaka böyle bir kadınla evleneceğim demiştim kendi kendime. Ne mutlu ki çok daha güzel bir kadınla evliyim şu anda (Neyse, bu son manevrayla iyi kurtardık, çünkü konuştukça batıyordum).

Eminim ki, benimle birlikte Türkiye'de büyüyen artı-eksi beş yaş, tüm akranlarım ABBA'yı aşağıdakine benzer duygularla hatırlıyordur.

İki Viking güzeli ve diğer iki abbas...

Bu kuartet, Amerika'nın tekelindeki müziği, biz de varız deyip değiştirmiş, aradan geçen yıllara rağmen hala zevkle dinlenilen, ikonik bir gurup olarak kendilerini bize sevdirmişlerdi.

Waterloo, SOS, Ring Ring, Bang a Boomerang, Money, Money, Money, Summer Night City, Gimme, Gimme, Gimme, Eagle, Dancing Queen, So Long, Does Your Mother Know, The Winner Takes It All, Fernando, The Day Before You Came....

Daha sayayım mı? Hatırlamayanız yoktur bu şarkıları. İsimlerini unutmuş bile olsanız, ilk birkaç notasını duyunca "Bilmez miyim yaw? Tabii ki biliyorum bunu..." diyeceksinizdir.

Yine ben çocukken, ABBA ile bağlantılı, sonu gelmeyen bir tartışma vardı aramızda.

ABBA kızlarının hangisi daha güzel? Esmeri mi Sarışını mı? şeklinde (Bu arada esmer aslında tam esmer değil, kızıl saçlı, tarihsel doğruluk prensipleri açısından bir kere olsun yazalım, ve geyiğimize devam edelim).

Sonradan büyük bir mutlulukla öğrendim ki bu tartışma sadece biz Türk abbaslarına mahsus değilmiş. ABBA'nın sevildiği her ülkede benzer bir tartışma süregelmiş.

Hatta ABBA'nın kendi içinde bile.

Geçenlerde bir belgeselde, ABBA'nın esmeri dobra dobra ifşa etti.

"Evet, aramızda bir rekabet vardı."

Bu rekabetin sonucu yada kazananın kim olduğu tamamen akademik. Her iki hatun da güzel mi güzel. Artık aşmışlar olağan "Güzel mi?" kriterlerini. "Hangisi daha güzel?" sorusunun cevabı sadece cevaplayanın tercihlerini gösteriyor, yoksa birinin daha güzel olduğunu değil.

Hattızaatında, bendeniz bile hayatımın değişik dönemlerinde esmerin yada sarışının daha güzel olduğunu düşünmüşümdür. Ancak final ve ağırlıklı favorim, hem sesiyle, hem de yüzüyle sarışından yanadır.

Ne zaman tereddütte kalsam, aklıma çocukken izlediğim o klipdeki sahne gelir.

"I really tried to make it out, I wish I understood...."

Eriyip gider rekabet kafamın içinde ve o sarı saçlar, bir de iki ön dişinin aralığı kalır aklımda. Sonra hemen kesinleşmiş oyumu kullanırım.

"Sarışın!"

Bunu da her delikanlı, karısından korkmayan erkek gibi açıkça söylerim!

Yiyiyorsa siz de söyleyin fikrimizi.

Ayrıca karımın bu yazıyı okuyacak kadar Türkçe bilmemesinin, bu kadar rahat atıp tutmamla da en ufak bir bağlantısı yok, bu da böyle biline

(Bu arada olur da aranızdan biri Jelena'yla birlikte okuyorsa bu yazdıklarımı, pek öyle çevirmenize de gerek yok diyelim)

Şöyle bir geri dönüp yazıyı okuyunca farkettim. Resmen ayılık etmişim.

"Sarışın mı, esmer mi?"

Sanki birer isimleri yok bu iki hatunun...

Özür dileyerek size tanıtalım.

Sarışının...

Yine başladık. İslah olmayacağım. Özürlerimle.

Sarı saçlı bayanın adı Agnetha Fältskog. Türkçemizde "Anyeta" şeklinde okunuyor. Esmer bayanın uzun adı ise Anni-Frid Lyngstad. Bu arkadaşın "Prenses" falan gibi bir iki ünvanı daha var ancak onlara daha sonra geleceğiz. Şimdilik ona herkesin kullandığı kısa adıyla Frida diyelim. Gurubun diğer iki erkek üyesinin adları da şöyle. Gitar çalan, sarı uzun saçlı arkadaşın ismi Björn Ulvæu, yada Türkçe söylemiyle "Biyorn", piyano çalan hafif biraz daha esmerce ve sakallı olanının ismi ise Benny Andersson, yani "Beni".

Zaten bilmeyeniniz varsa, ABBA, bu sanatçılarımın isimlerinin baş harflerinden oluşmuş bir sözcük (Agnetha + Benny + Björn + Anni-Frid).

ABBA İsveçli bir gurup. Benny ve Björn ise neredeyse ABBA şarkılarının tümnü yazan gerçek birer müzisyen. İsveç'den çıktımı tam çıkıyor böyleleri. Alın Roxette"in Per Gessle'sini, yada daha da iyisi Yngwie (doğru haliyle Yngve) Malmsteen'i (İngvi Molmstin okunur). Bu adamların suyunu sıkın, müzik damlar.

Kızlara dönersek, tamam, güzeller, müzeller ama bir sesleri var ki, önlerinde şapkanızı çıkarın ve bir daha da giymeyin.

Yiyiyorsa Dancing Queen'i bir karaoke ile söylemeyi deneyin bakalım. "And when you get the chance..." 'den alın, "You can dance, you can jive..." 'a getirin, sonra da "See that girl, watch that scene, diggin' the dancing queen..." 'de bırakın.

Ayrı ayrı bir Alto, bir Soprano, iyisinden de iki oktav ses ister walla!

Gurup üyelerinin başka bir enteresanlığı da ABBA'nın tepeleri vurduğu zamanlarında erkeklerin kızlarla evli olmaları. Evet, uzunca bir süre Agnetha, Björn ile, Frida da Benny ile evliydiler. Sonradan her iki çift de boşandılar.

Gerçekten ilginç geçmişleri var gurup üyelerinin.

Agnetha 1950 yılında İsveç'de, Jönköping, Småland'da doğmuş. İlk şarkısını altı yaşında yazmış, sekiz yaşında piyano çalmayı öğrenmiş, on beş yaşında da okulu bırakıp hayata atılmış.

1970 yılına kadar değişik müzik işleriyle uğraşmış, sonrasında Björn ile beraberlikleri başlamış, sonrasında evlenmişler. Bu evlilikten iki çocukları var. 1980'de boşanmışlar, ancak ABBA bu ve diğer çiftin boşanmasıyla dağılmamış, biraz daha beraber müzik yapmaya devam etmişler.

ABBA sonrası solo çalışmaları devam etmiş Agnetha'nın. Bu arada bir doktorla, bir iki sene süren bir evlilik denemiş. Sonrasında bir Hollandalı ile beraberlikleri olmuş. Adama "Sen git artık..." deyince bu kez adam bunu tacize başlamış ve mahkeme kararı ile İsveçten atmışlar. Kararın süresi dolunca rivayete göre bu hollandalı arkadaş Agnetha'nın evinin etrafında görülmeye devam etmiş.

Karekter olarak fazlasıyla utangaç ve içine kapalı biriymiş Agnetha, o yüzden pek ortalıkta görünmemiş. Agnetha hala müzikle uğraşıyor ve yaşına rağmen güzelliği ve çekiciliği yerli yerinde duruyor.

Frida'nın hikayesi ise bence en renklisi.

Frida, ABBA'nın İsveç kökenli olmayan tek üyesi. 1945'de Norveç'de, Bjørkåsen, Ballangen'de doğmuş. Frida için İsveç kökenli sayılmaz dememin sebebi Norveç'li olması değil. Norveçlilerle İsveçlilerin arasındaki fark akademik, yani Ankara ve İstanbulluların arasındaki farktan daha az belirgin bence.

Frida'yı biraz daha farklı yapan babasının Alman olması. İkinci dünya savaşı esnasında Norveç'i işgal eden Alman ordusunda askermiş baba. Frida bu ilişkiden doğmuş. Alman ordusu çekilince baba da Almanya'ya dönmüş.

Savaşın sonunda ise işgalci Almanlarla ilişkiye giren Norveçli kadınlar pek de makbul sayılmamaya başlanmışlar. Bu konuda aslında çok ilginç hikayeler dinledim arkadaşlar. İskandinavya'da, Hollanda'da, Belçika'da birçok kadın Almanlarla işbirliği yaptılar diye kafaları kazınmış, sürülmüş, dövülmüş, hatta vurulmuş. Bazı durumlarda çocukları ellerinden alınmış. Tatsız konular yani.

Neyse, işte bu yüzden Frida'nın anne annesi onu alıp İsveçe göçmüş.

Frida uzun bir süre babasının geri çekilme esnasında Almanya yolunda gemisinin batıp öldüğüne inanmış.

Yıllar sonra ünlenmesiyle birlikte hayat hikayesini Almanya'da yayınlanam bir dergiye anlatırken babasının adını da söylemiş. Bu dergiyi okuyan Alman babanın diğer evliliğinden olan oğlu, dergiyi kapıp babasının yanına gitmiş ve ona savaş sırasında Norveç'de, Frida'nın köyünde olup olmadığını sormuş. Öldü sanılan baba da "He, o benim!" deyince iş ortaya çıkmış, baba-kız 1977 yılında ilk defa Stokholm'de bir araya gelmişler.

Hayat işte...

Frida, şarkı söylemeye onüç yaşında başlamış, 1967 yılında da İsveç'de bir yetenek yarışmasında birinci olmuş.

Onyedi yaşında da ilk evliliğini yapmış. Bu evlilik yedi sene sürmüş ve iki de cocuğu olmuş. Çocuklardan daha genç olanını 1998 yılında bir araba kazası sonunda kaybetmiş.

Müzik hayatı sürerken Benny ile nişanlanmış, sonrasında ABBA günleri ile birlikte evlilik gelmiş. Benny ile Frida, Agnetha ve Björn'den hemen sonra boşanmışlar.

Frida, ABBA dağıldıktan sonra solo çalışmalarını sürdürmüş, bu arada da İsveç'den ingiltereye taşınmış. 1986'da ise erkek arkadaşı Prens Heinrich Ruzzo Reuss'un yanında, İsviçre'nin Fribourg kentindeki aile şatosunda yaşamaya başlamış.

Hattızatında, bu şato, Jelena ile benim "aile şatomuza" yarım saatten az bir uzaklıkta olup bizi Frida'nın teorik olarak eski komşusu yapar, kayıtlara düşelim.

Frida, 1992 yılında bu prensle evlenmiş ve prenses ünvanını almış. Kocası ise sonrasında, 1999 yılında kanserden ölmüş.

Frida, şu anda İsviçre'nin Zermatt kazasında yaşamaktadır. Zermatt da bize iki saat mesafede olup, bizi yine Frida'nın uzaktan komşusu yapar.

Kader bizi defalarca boşu boşuna bu kadar yakınlaştırmadı tabii. Bir gün kapısını çalıp "Merhaba komşu!" diyeceğim

Björn abiye gelirsek, 1945 yılında İsveç'de, Gothenburg kentinde doğmuş. İşletme ve hukuk eğitimi almış. 1966 yılında Benny ile tanışıp şarkı yazmaya başlamışlar. Björn'un bundan sonraki tüm hayatı müzik olmuş. Agnetha ile tanışmalarını, ABBA günlerini ve boşanmalarını biliyorsunuz zaten.

ABBA sonrası ise Björn bir süre Benny ile çalışmaya devam etmiş. Bir ara bilgisayar işine bulaşsa da müzik ve sanat hiç durmamış anlayacağınız.

Björn, Agnetha'dan sonra yeniden evlenmiş ve bu evlilikten de iki çocuğu daha olmuş. Karısı ile şu an Stokholm'de yaşamakta.

Son olarak Benny ile biyografileri tamamlayalım.

Benny'nin babası da, dedesi de çok iyi akordiyon çalarmış. Benny de kendi akordiyonuna altı yaşında kavuşmuş, piyanosuna ise on yaşında. On altı yaşımda ise kız arkadaşını hamile bırakmış. Altı senelik birlikteliklerinden iki çocukları olmuş. Sonrasında Frida ile dokuz yıl beraber olmuşlar ancak evlendikten iki yıl sonra boşanmışlar. Benny, aynı yıl şu anki karısı ile evlenmiş, bir çocuğu daha olmuş.

Bu süre içinde müzik hiç durmamış. Film müzikleri, müzikaller ve kendi gurubunu oluşturması dahil bu tutkusu devam etmiş.

Bu fazlasıyla ilginç yaşam öykülerine sahip kuartetin birleştikleri nokta da doğal olarak ABBA olmuş.

Beraberlikleri ve evlilikleri sırasında dünyanın hep birlikte mırıldandıkları ikonik şarkılar yapmışlar. Kendi adlarıyla bir moda yaratıp, yediden yetmişe herkesi peşlerinden koşturmuşlar.

İlişkilerinin kötüye gitmesi ve sonunda boşanmalarının sürecinde, yine müzikal olarak önemli ABBA şarkılarını vücuda getirmiş olsalar da, ben her nedense bu iç karartan dönemlerini pek zevk alarak dinlemem.

Kafayı yiyip "Chiquitita tell me what's wrong..." dedikleri, yada "I crossed the street, I had a dream..." türü anlam seviyesi fazlasıyla yüksek, iç bayan şarkıları, o güzelim "Bang A Boomerang" yada "Ring Ring" gibi neşe dolu, müzik dolu şarkılarıyla karşılaştırın bir.

Müzik olarak mükemmel bir şarkı da olsa ben şahsen "The Winner Takes It All" dan da hiç haz etmem. Aynı şekilde ABBA kariyerlerine noktayı koyan "The Day Before You Came" de Marilyn French okuyan modern iş kadınının saat saat hayatını anlatması, sadece beni değil herkesi baymıştı. Ancak denk gelirse sesi kısıp bu şarkının video klipini seyredebilir, Agnetha'nın güzelliğini bir kez daha takdir edebilirsiniz.

ABBA, dağıldıktan sonra bir daha müzik yapmak üzere bir araya gelmedi. Gurup, bir reunion ve dünya turnesi için kendilerine önerilen bir milyar dolarlık teklifi de geri çevirdi.

Bir milyar dolar... Ayyy!

Gerekçelerini Björn bir röportajda açıklamış.

"Hayranlarımızın bizi eski halimizle hatırlamalarını istiyoruz."

Walla, ben şahsen iki yüz elli milyon dolar için yeni halimle de hatırlanmayı tercih edebilirdim

Materyalist dünya, ne yapacaksınız?

Müzik yapmak için olmasa da, bu kuartet 1986'dan sonra ilk kez 2004 yılında bir video için, ve ikinci kez aynı yılda, Mamma Mia! müzikalinin galasında bir araya geldi. Hep beraber balkondan bir resim verdiler.

İşte ABBA'nın hikayesi böyle arkadaşlar. İlgilenenleriniz için Stokholm'de bir ABBA müzesi var. Duyduğuma göre renkli bir müzeymiş.

Çocukluğumu dinleyerek geçirdiğim bu guruba veda edip yazımızı bitirelim.

Goodbye ABBA, and thanks for all the music.

11 Aralık 2013 Çarşamba

Fas, Marakeş ve Essauira

Marakeş geçmiş yüzyıllarda bir süre Fas'a başkentlik yapmış bir kent. O yüzden böyle bir emperyal, yani imparatorsal bir havası var. Fas'ın günümüzdeki başkenti Rabat. Ancak Fes kenti de bir süre başkent olmuş. Zaten eski başkentleri Fes yüzünden Fas'a Dünyada Fas diyen tek millet biz Türkleriz. Normalde herkes Morok, Morokko falan der.

Yeri gelmişken Fas'ın en bütük ve ekonomisi için belki de en önemli kenti olan Kazablanka'ya dokındırmadan da geçmeyelim.

Kazablanka, İspanyolca'da beyaz ev anlamına geliyor. Biz genelde filmden hatırlarız. Aslen Mısır'da geçen filmler bile Fas'da çekilirken, ne yazık ki Fas'ta bulunan Kazablanka şehrinde geçen filmin bir karesi bile Kazablanka'da çekilmemiş. O yüzden Humpy Bogey'in canlandırdığı Rick'in barını görmeniz mümkün değil (2004'de açılmış Rick'in Kahvesi diye bir bar var ama filmdeki barla ilgisi yok, yani yalan, yemeyin, araştırdım).

Zaten biz de o yüzden gitmedik

Şaka bir kenara, birlikte çalıştığımız Faslı bir arkadaşa bahsetmiştim, Kazablanka'ya gitmek istiyorum diye.

Kız, bana acıyan gözlerle baktı, "Hiç mi başka gidecek yer bulamadın Fas'da?" dedi.

Gördüğümden değil söylediğim üzere ama birçok kaynaktan duyduğum kadarıyla, Kazablanka turistik olarak pek ilginç bir yer değil.

Biline.

Bu arada Fes için ise harika bir kent diyorlar. Bu gezide görmeyeceğiz, belki bir başka kez...

Yeni durağımız Marakeş ise tüm dünyanın turistlerini çeken bir mıknatıs sanki.

Bir gün öncesinin otobüs yolculuğu bizi Uarzazat'tan, Atlas dağlarını, inanılmaz güzellikteki manzarasıyla geçerek, gece geç saatte Marakeş'in dışındaki otelimize getirmişti. O saatten sonra Marakeş'e gidecek halimiz kalmadığından, biz de hızlı bir yemek yiyelim, telefonlarımızı edelim ve yatalım dedik.

Oda numaramız belli olunca iki bavulumuzu da sürükleyerek oda numaramızın bulunduğu işaretleri takip etmeye başladık.

Resepsiyon binasından çıktık, havuzu geçtik, etrafı ağaçlarla çevrili muhtemelen golf alanı olan bir açıklığı geçtik. Bir binaya girdik, bütün katı baştan başa geçtik. İki binanın artı şeklinde kesiştiği bir açıklıktan sola döndük, bir iki yüz metre kadar daha yürüdük, merdivenlerden bir üst kata çıktık, üç beş oda geçtik ve odamızı bulduk.

Abartmıyorum, belki bir on dakika yürümüştük.

Jelena normalde bir otel odasına ilk geldiğimizde, kendisini özel bir otomatik moda bağlar, Speedy Gonzalez gibi, zıp, zıp, bavulları açar, kozmetikleri yerleştirir, sabunların paketlerini açar, kirli torbasını çıkarır, vs...

Baktım bu kez kımıldamıyor.

"Ne iş?" diye sordum, "Yoruldum yürümekten Bugi" dedi.

"Hadi, birşeyler yiyelim, sonra uyuyalım." dedim.

Kapımızı kitleyip koyulduk yola.

Odamızdan çıktık, üç beş oda geçtik, merdivenlerden aşağı indik, iki yüz metre kadar binanın içinde yürüdük, binaların kesiştiği noktaya geldik, sağa döndük, bütün katı geçtik, binadan çıktık, golf alanını geçtik, havuzu geçtik, resepsiyonu geçtik, bar isimli, sahnesi ve dans pisti olan bölgeyi de geçtik, restoranı bulduk.

Masaya oturduk ama sanki askerde eğitimden gelmiş gibiydim. Bir süre dinlendik ve sonrasında yemeğimizi yedik.

Sonra başladık bu adı otel olan ancak daha ziyade bir tatil köyü, ya da başka bir bakış açısıyla toplama kampı olan bu kompleksi anlamaya çalışmaya.

Marakeş, deniz kıyısına iki yüz kilometre uzakta. Hangi akıllı buraya, belki de şimdiye kadar gördüğüm en büyük tatil kompleksini yapar?

Bu mesela Konya'ya Antalya'daki Hillside otelini yapmaya benziyor.

Hem de Agadir, Esauira gibi gerçekten güzel deniz kıyıları olan bir ülkede, kim niye Marakeş'e gelsin havuz tatili için demi?

İster inanın, ister inanmayın otel ful! Hem de Aralığın başındayız. Tamam, güneşli bir hava var ama öyle havuz havası falan değil. Yine düşünmeden edemedim, çünkü taa Fransa'dan uçakla gelmiş, sadece Marakeş'de, bu tatil köyünde on gün geçirip geri dönecek adamlar var.

Niye anlamadım. Çok da zorlamadım. Öncelikli hedef yemek ve uykuydu.

Yemekten sonra ismi bar olan, dans pistli ve sahneli bölgeye geldik.

Çünkü Wi-Fi donanımlı tek bölge buraydı.

Ancak sahne geldiğimiz anki gibi boş değildi. Sahnede siyahi birkaç kişi, hayal gücümü sonuna kadar zorlayarak zillere ve davullara benzetebileceğim, enstrüman desem olmayacak, daha ziyade bir hurdalıktan alınmış eski araba parçalarına benzeyen aletlerle, canhıraş sesler çıkarıyordu.

Jelena'ya "Ne oluyor burada?" diye sordum, iki işaret parmağıyla duymuyorum anlamında kulaklarını gösterdi. Sonra, o bana birşeyler söyledi ama duymak mümkün değildi. Sonra beni paçamdan çekiştire çekiştire sahnenin en uzağındaki noktaya sürükledi.

Bu alanda hala ancak bir uçak kazasında yada topçu ateşi altındaki Stalingrad'da duyabileceğiniz o sesler beynimizi tırmalamaya devam ediyordu, ne var ki bu kez eğer bağırırsak birbirimizi duyabiliyorduk.

Hemen, e-mail, Skype, vs. işlerimizi hallettik ve kendimizi dışarı, resepsiyon bölgesine attık.

Resepsiyon binasından çıktık, havuzu geçtik, etrafı ağaçları ve golf alanını geçtik. İlk binaya girdik, bütün katı baştan başa geçtik. İkinci binanın kesiştiği açıklıktan sola döndük, bir iki yüz metre kadar daha yürüdük, merdivenlerden bir üst kata çıktık, üç beş oda geçtik ve odamıza girdik.

Ben kendimi odadaki kanepenin üzerine attım, hiç konuşmadan bir süre öylece uzandım.

Ta ki Jelena'nın sesini duyana kadar.

"Bugi, odadaki kasa çalışmıyor."

Kadınlar affetsin ama tipik bir kadın refleksi. Ne ben bir kasa tamircisiyim, ne de ona zaten bilmediği birşey söyleyeceğim.

Ne yapalım, "the world is a stage and each must play a part", yani dünya bir sahne, herkes de kendi rolünü oynamalı.

"Call the reception babe."

"Ok"

Resepsiyonla yapılan bir telefon görüşmesinden sonra anladım ki birileri kasayı tamir etmeye gelecek.

On dakika sonra kapı vuruldu. Açtık. Genç bir çocuk. Bonsuar'laştık, içeri girdi, kasayı biraz kurcaladı ve bize dönüp:

"Bu kasa bozuk" dedi.

Sinirlenecek kadar bile enerjim kalmamıştı, sadece uyumak istiyordum. Çocuk ise kasanın bozuk olduğunun tesbitiyle görevinin bittiğine inanmış, gitmek için hazırlanıyordu.

"Yarın teknisyenler gelip tamir edecek." dedi.

Hala akşamın bir saatinde onu çağırmamızın nedeninin, kasanın bize YARIN gerektiğini anlamıyor yada anlamak istemiyordu. Jelena girdi araya:

"Ama kasa bize yarın lazım."

Çocuk, "Haaa." dedi, başladı düşünmeye. Jelena, bir kez daha denedi:

"Belki bizim odamızı değiştirebilirsiniz."

Eureka! Dünyayı yerinden oynatacak, sadece destek noktasını bulmaya kaldı iş.

Hemen telefonu kaptı, bir numarayı çevirdi, "Yaa, yallaa, ayvaa!", telefonu kapadı, bize döndü.

"Arkadaşım yardım etmeyi kabul etti (sanki burada bize lütuf gösteriyor şabalak), valizlerinizi alın, resepsiyona gidiyoruz!"

"Yok yaa?" dedik ikimiz de.

"Yeni odamızın numarası kaç?"

"Bilmiyorum!"

"Ya bu yakınlardaysa? Niye yirmi dakka valizleri önce resepsiyona, sonra da geri buraya taşıyoruz?"

"Haaaa." dedi çocuk, aklına yatmıştı savunmamız. Yine Jelena araya girdi.

"Sen istersen önce yeni odamızı öğren, biz sonra taşınırız."

Telefonu kullanmayı reddetti ve fırladı, koşmaya başladı Speedy Seyfullah!

On dakika sonra yine kapı vuruldu.

"Yeni odanız burada değil, köyün diğer tarafında."

Herhalde bir önceki hayatımın günahlarını ödüyordum. Aldık valizleri, düştük yola.

Odadan çıktık, üç beş oda geçtik, merdivenlerden aşağı indik, iki yüz metre kadar binanın içinde yürüdük, binaların kesiştiği noktaya geldik, sağa döndük, bütün katı geçtik, binadan çıktık, golf alanını geçtik, havuzu geçtik, resepsiyona geldik.

Yeni key-card'ımızı aldık. Yola devam ettik.

Detaylarına girmiyorum, bir on dakika daha yürüdük.

Giysilerimi çıkarmadan yatıp uyumuşum...

Bir sonraki gün kahvaltıda yarım kilo mergez yedikten sonra yola koyulduk.

İlk durağımız, dağlardan gelen nehirlerin beslediği, Marakeş'e içme suyu sağlayan bir rezervuardı. Guruptan kimse niye buraya geldiğimizi anlamadı. Bir benzetme yaparsak, İstanbul'u ziyarete gelip Terkos gölüne gitmek gibi oldu bu.

Neyse, ayıp olmasın diye, "Se joli!" falan deyip, üç beş resim çektik. Yola devam ettik.

Ve sonunda Marakeş'in içlerini görme şansımız oldu.

Gerçek Fas'ı sonunda görmüştük. Uarzazat ne kadar bir Berber kenti ise, Marakeş de o kadar bir Arap kenti. Alçak, kahverengi binaları, pazarları, camileri ile Arap mimarisini hissediyor insan.

Dikkat çekici bir özelliği ise bu mimaride minarelerin kübik, yani köşeli olmaları. Merkezdeki dev caminin minaresi, Empire State Building gibi.

Ara sokaklarda yürürken, rehberimiz Azdin'in tavsiyesini tutup, soldan tek sıra gidiyoruz. Çünkü, trafik tam bir keşmekeş. Mobiletler her yerde. Göbeğim sığmadığından yan dönüp geçebildiğim daracık sokaklara bile vızır vızır dalıyorlar. Her ikiyüz metrede bir mobilet kazası. Demek ki bundan her yer mobilet dolmuyor - zayıflar elimine oldukları için.

Bir kasap dükkanının önünden geçerken ne kadar pil ömrü kaldı diye fotoğraf makinesini kaldırdım, göz hizama getirdim. Tam o anda kasap başladı bağırmaya. Sakallı, cüppeli, sarıklı bir kasap. Resmini çektiğimi zannetti. Elimle "yok, çekmedim" gibi bir işaret yaptım.

Tezgahın üzerinden atlayıp bana doğru koşmaya başladı. "Show me, show me (göster)!" diye bağırıyor bir taraftan.

İçimden çok ciddi olarak o kamerayı alıp, o hayvanın ağızının içine sokmak geçti, hadi yabancı yer, ne olacağı bilinmez dedim, Jelena'yı düşündüm. Önce dirseğimi burnunun hizasına kaldırdım. Durdu, yaklaşmaktan vaz geçti. Sonra uzaktan son kareyi gösterdim.

Hayvan, kendisinin karede olmadığına kani oldu, "Tamam o zaman..." gibisinden birşeyler söylemeye başladı. Elimle kenara ittim, yürümeye devam ettik.

Aynı şey gurupta başka bir çiftin de başına gelmiş az önce. Yine bir hayvan fırlamış, koşmuş peşlerinden, "Niye resmimi çekiyorsun?" diye.

Rehber açıklık getirmişti daha önceden. Resmini çektiğiniz Faslılar genelde para istemek için yanınıza gelir diye, ancak bu sonuncusu bana daha ziyada "günah" bazlı bir tepki gibi geldi.

Konuya biraz açıklık getirirsek, ben de kimsenin özel hayatına karışma taraftarı değilim. Ne ben özel olarak gidip insanların resmini çekerim, ne de kendi resmim çekilsin isterim.

Ancak umumi alanlarda fotoğraf çekilmesi dünyanın heryerinde serbesttir. Eğer özel hayata saygı diye kimsenin fotoğrafını çekmeseydik, Antalya, Marmaris yada Kapalı Çarşı'nın hiç fotoğrafı olmazdı. Çünkü her daim birileri vardır buralarda.

Marakeş gibi turistik bir yerde de insanlar fotoğraf çeker abi. Bu arada anlamış olduk ki Marakeş, öyle Agadir kadar arkadaş canlısı bir yer değil.

Neyse, bu tatsız olayı kısa zamanda unuttuk, yolumuza devam ettik.

Saaddin Türbeleri
Bir sonraki durağımız Saaddin Türbeleriydi. Bir aile toptan, askerleri, uşakları dahil, burada gömülmüş. Kare biçiminde bir iç avlu var, etrafı da dört bina ile çevrili. Bahçeler dahil her yer mezar dolu. Mezarlar mavi, beyaz, yeşil mozaiklerle kaplı. Daha yüksek rütbeli aile üyeleri kapalı bölümlerde gömülü. Bu salonlar renkleriyle, mimarileriyle birer harika.

Türbeden çıkıp bu kez Bahia Sarayına yürüdük. Bu saray da gerçekten görülmeye değer. Her odası birbirinden ilginç, çok büyük bir alan. Yazıyla anlatılması zor, insanın güzelliğini takdir edebilmesi için gerçekten görmesi gerekiyor.

Bahia Sarayı
Gurupla birlikte herkes kendi canını kurtarsın aşamasına gelebilmemiz için son bir öğlen yemeyi kalmıştı. Yemeğimizi yedik, yine Fransızca kelime oyunlarıyla yapılan şakaları geride bıraktık. Herkeze "atutalör", yani sonra görüşürüz dedik, sonrasında dağıldık.

Artık özgürdük!

Ve sıra Marakeş deyince akla ilk gelen yeri, yani Madina'yı görmeye gelmişti.

Madina, Arap şehirlerinin merkezi. Genelde büyük bir meydan, binlerce dükkan, mağaza ve kahve, restoran gibi fasiliteleri var. Google'da Marrakesh deyip image'lerı seçerseniz karşınıza ilk çıkan resimler Madina'nın resimleri, yani Marakeşin Madinası çok meşhur.

Ancak Madina'da daha iki dakika geçiremeden kendimizi Suk dedikleri, bir nevi kapalı çarşının içinde bulduk. geri dönmek istedikçe kaybolduk, daha da içlerine girdik dükkanların.

Jelena Suk'da Arap Prensesi oldu
Muazzam bir yer. Sonsuz sayıda dükkan var. Uzay-zaman burada bükülmüş, bir kara delik olmuş, çekim gücünden kurtulmak, geri çıkmak mümkün değil. Binlerce halıcı, fenerci, kılıççı, semaverci, tavlacı, kumaşçı, boyacı, elbiseci, baharatçı, ipekçi, peştemalcı, eşekci, ayakkabıcı, ıvır-zıvırcı (hatıra eşyacı - eğer Jelena yanınızda ve tercüme ederseniz taş olun), portakal sucu, turşucu, aklınıza ne gelirse var.

Yollar öyle grid değil yani kare biçiminde sağa, sola, öne ve geriye gitmiyorlar. Karşıyakanın arka sokakları gibiler, denize arkanızı dönüp içlere doğru yürümeye başlayınca, hiç sağa sola sapmadan sonunda denizi karşınızda bulursunuz ya, aynen öyle

Satıcılar hevesli ama yapışkan değiller. Yürürken "Köböy" yani, Jelena'nın şapkası yüzünden Kovboy, "Gazel" falan diye laf atıyorlar ama rahatsız etmiyorlar. Jelena fener almaya burada da devam etti. Ev bir tapınağa benzeyecek, ondan endişeliyim.

Aşağı yukarı iki saat geçirdik bu üstü kapalı çarşı biçimli labirentte. Jelena "bile" artık çıkalım buradan dedi.

Çıkalım da nasıl çıkalım? Ne soralım? O kadar içerilerdeyiz ki çıkış diye merkezin uzağında abuk sabuk biyerde bulursak kendimizi, olay biraz karışabilir.

Son bir fenercide, Jelena yeni fenerlerin peşindeyken, dükkan sahibiyle "Nerelisin-Türküm" muhabbeti yaptık. Biraz da Galatasaray ve Amrabad ekleyince adam bayağı sevdi beni. İngilizcesi de fena değildi.

Ben çıkış yolunu sordum ama cami, minare falan diye Madina'yı anlatmaya çalışıyorum. Adam "Haaa sen 'Big Square' demek istiyorsun." dedi. "Big Square", yani Büyük Meydan, gayet uygun, kısa ve anlaşılır bir tarif.

Teşekkür ettik, ayrıldık.

Dükkanların önünden geçerken "Big Square" diyorum, ya elleriyle, ya başlarıyla, ya kaşlarıyla bize bir yönü işaret ediyorlar. Biz de koşuyoruz.

Tam hangi noktada bilmiyorum, genç bir çocuk bizle yürümeye başladı. İngilizce sohbete başladık. Hadi ben sizi götüreyim Madina'ya dedi. Tamam, dedik. Bir yüz metre yürüdük, bir dükkanın önünde durduk. "Bu benim amcam, ipek dükkanı var." dedi, ben daha şarlamadan "Hiçbirşey almaya gerek yok, istersen girmeyiz bile." dedi. Böyle deyince tabii biz "Bakalım bi" dedik, girdik içeri. Çırak masmavi bir şal ile Jelena'ya bir peçe yaptı, "Böyle güzel mavi gözlere, böyle güzel mavi ipek yakışır" gibisinden biraz da cila geçti. Sonra mor bir ipekle bu sefer bana peçe yaptı.

Fiyatları sorduk ve sonrasında kozmik rollerimizi oynadık.

"Üç yüz yuro."

Jelena:

"On yuro veririm."

"Yüz elli yuro"

"On yuro"

"Son fiyatın ne?"

"On yuro"

"Yirmi ver?"

"Olmaz..."

Dükkandan çıktık, bizi getiren çocuğa iki yuro verdik, sağol diye. Çocuk, ben para istemiyorum, falan dedi ama sonumda attı parayı cebine.

Bizi yeni bir çocuğa transfer etti. Bu yeni rehber baharatçıymış. Jelena da Agadir'den sonra biraz baharat almak istiyordu. Peşinen söyledik, öyle uçuk fiyat isteyeceksen hiç başlamayalım diye. O da merak etmeyin dedi.

Bir on dakika daha yürüdük. Çıkışa yakın olduğumuz belliydi. Pasaj genişlemiş, bende de sanki burayı daha önce görmüştüm izlenimi oluşmuştu.

Çocuk, dükkanından içeri girerken, Jelena ile vakit kaybetmeden üç torba baharat alıp hemen çıkalım diye konuştuk.

Çocuk bizi içeri aldı, arkasından gittik ve kendimizi o oditoryum benzeri baharat sunum salonlarından birinde bulduk. Bu raflardan kavanozları, kremleri indirmeye başlayınca Jelena parladı:

"Biz hepsini biliyoruz, Agadir'de anlattılar."

"Ama bu krem kırışıklara iyi gelir..."

"İstemiyoruz. Sadece baharat. Ne var sende?"

Garip cocuğun prezentasyonunu alt üst etmişti Jelena. Haklıydı da. Kremler en az yarım saat alıyordu. Olay bir de masaja gelirse bu iş ebediyete uzayacaktı.

Çocuk bu kez baharatları anlatmaya başladı:

"Fas safranı sarı değil kırmızıdır. Sarı safran kötü, kırmızı safran iyidir."

Jelena yine atladı:

"Biliyoruz. Uzatma. Safran kaç para?"

"Üç yuro ama üç torba altı yuro."

"Tamam, bir safran, bir kimyon, bir de otuz beş baharat harmanı."

"Hepsi bu mu?"

"Bu. Al altı yuro,"

"Bir torba daha alırsanız dokuz yuroya anlaşırız"

"Bir torba zaten üç yuro dedin başta, neresine anlaşalım?"

"Yedi yuro."

"Tamam. Bir torba da tarçın ver, biz de gidelim artık."

Çocuk baharatları paketlerken bana döndü:

"Mister" dedi,

"Senin hayatın cidden zor!"

"Senin hayatın cidden zor!"
Jelena da ben de gülmek için dükkandan çıkmayı bekledik.

Üzeri kapalı, pasaj benzeri yol biraz genişlemiş, tavan yükselmişti. Demek çıkışa yaklaşıyorduk. Hala mobiletler, el arabaları ve eşek arabaları insanların arasına son hız dalıp zig-zag'larla çarpışmayı zar zor önlüyorlardı.

Ben tam "Ne biçim iş bu?" derken, finali koca bir kamyonet kornasını çala çala gelirken yaptı. Kamyonetin sağında ve solunda zar zor bir karış mesafe kalmıştı. İnsanların bir bölümü dükkanlara attı kendilerini. Vakti olmayanlar sırtlarını duvara yapıştırıp gözlerini kapadı.

Biz de duvarlara yapışan guruptaydık. Kamyonetin aynası "vızzzz" diye burnumun ucunu sıyırdı geçti. Araplar bile sinirlenmişti bu olaya.

Toparlandık, yürümeye devam ettik. Artık temiz havayı hissedebiliyordum. Biraz ilerleyince gün ışığını da gördük.

İşte arkadaşlar, Suk'dan dışarı çıktığımızda ne yorgunluk kaldı aklımızda, ne baharatçı, ne de kamyonet.

İnsanın belleğine kazınıp bir daha unutamayacağı manzaralardan biri vardı önümüzde.

Bem diyeyim Indiana Jones, siz deyin Binbir Gece Masalları.

Devasa bir meydanda, kendi çadır ve şemsiyeleri altında yüzlerce satıcı, et kızartmalarının yoğun dumanları sütunlar halinde gökyüzüne yükseliyor. Kesik kesik zurna sesleri eşliğinde kobralar, pitonlar kıvrıla kıvrıla dans ediyor, bir Berber maymunu ile yürüyor.

Renk renk kumaşlar yere serili halıların üzerinde alıcılarını bekliyor. At arabaları çocukları gezdiriyor. Meydanın etrafındaki üç camiden Kuran okunuyor.

Bu mistik havayı uzun uzun kokladık. Fas gezisinin bir dönümünü daha geçmiştik. Önce meydanda dolandık biraz, sonra da yorgunluk atmak için Medina'yı yukardan gören bir teras-cafe'ye çıltık.

Bir süre konuşmadan izledik meydanı, sonra da bol bol resim çektik.

Yılancı
Bir yarım saat sonra, gün batımında geri dönmek üzere cafe'den çıktık. İlk iş bir yılancı bulmak oldu. Güneşe göre doğru yerde konuşlanmış birinin yanına gittim. "Kaç para fotoğraf çekmek?" diye sordum. Yılancı, "Önemli değil abi..." dedi.

Ben doğru pozisyon almak için sağa sola kayıp, oturup kalkmaya başlamam yılancının hoşuna gitti. Eeee zanaatın kıymeti ortaya çıkıyor tabii. Bir kobrayı aldı eline. Kobra "tıssss" diye atıldı üzerine. Bu hemen başını çekti geriye.

Baktım arkadaş da hevesli, "Al birini eline, kaldır şöyle havaya." dedim. Yılancının bir hoşuna gitti bu iş ki sormayın. Bir on dakika fotoğrafçılık oynadık. Yılancı kobra'ya dilini çıkartıp kızdırıyor, kobra da "Hıssss" diye atlıyordu üstüne.

Bir ara oturmuş, yerdeki kobraları çekerken bir tanesi beni sevdi, zıp diye atladı bana doğru. Ben "Hoooo!" diye bağırıp hemen kalktım ayağa. Yılancı güldü, kobrayı kuyruğundan tutup salladı attı başka tarafa.

Cesur yürek zevcem Jelena bir elli metre kadar uzaktan "Haydi Bugi!" diye bağırınıyordu. "Kaç para?" diye sordum yılancıya, "Yirmi yuro." dedi, iki yuro'ya anlaştık sonunda

Meydanda dolaşmaya devam ettik. Marakeş'in bir de filim festivali varmış. Meydanın bir köşesinde koca bir ekran, bir dolu da sandalye vardı. Bir "Köböy" filmi gösteriyorlardı. Faslılar hernedense bu Western işine çok sarmışlardı.

Kutubia Camii
Yüzlerce faytonun sıralandığı geniş bir "yaya" yolu, bizi Kutubia Camiinine getirdi. Bu devasa camii, köşeli minaresiyle özellikle yuvarlak minarelere alışmış ben şahsıma çok ilginç geldi.

Geri meydana döndüğümüzde Güneş batmaktaydı. Jelena, kendisini bir paşmina bulmaya adadı. Sonunda da buldu istediği gibi birini.

Tekrar teras-cafe'ye çıktık ve günün geceye dönüşmesini büyük bir keyif ile izledik.

Medina
Geceyi bitirip odamıza döndüğümüzde Marakeş'i bir daha gelinebilecek yerler listemize yazdık ve fazlasıyla hakettiğimiz uzun bir gece uykusuna bıraktık kendimizi.

Ertesi sabah bu sefer gurupla bir yarım saat geçirdik Medina ve Suk'da. Yeniden camiye gidip üç palmiye ile minarenin karede olduğu geleneksel fotoğrafını çektik. Sonrasında ise otobüse binip son durağımız olan Esauira'ya çevirdik rotamızı.

Marakeş unutulmayacak bir deneyim olarak kayıtlarımıza geçmişti.

Essauira, yine Atlas Okyanusu kıyısında, turistik bir kent. Hatta Agadir'den bile turistik diyebilirim.

Essauira
Şehirdeki tüm binalar beyaz. Kapı ve pencereler ise mavi. Yine bir ressamın elinden çıkmış düşsel bir kent Esauira.

Çok fazla büyük bir yer sayılmaz ancak yine resimsel bir limanı ve hayli turistik bir Madina'sı var.

Önce sahilde dolaştık bir süre, sonra da kale duvarlarının altındaki resim ve heykel atelyelerini ziyaret ettik. Buralarda daha ziyade Afrika tarzı heykeller ve tablolar var. Çok sanatsal, çok romantik bir yer. Biraz bizim Ortaköy'e benziyor.

Yine bir dükkanın yanından geçerken öyle bir resim çektim.

Ve hemen arkamda ağızından yağ damlayan bir sülüğün sesi geldi.

"Maaay firend!"

"Ha canım söyle."

"Sen şimdi resim çektin."

"Eee?"

"Bana sordun mu önce?"

"Sen kimsin?"

"Buranın sahibi."

Yalan. İtoğluit on sekiz yaşında bile değil.

"Ben fotoğraf çekerken kimse yoktu burada."

"Öyle bile olsa çekmemen gerekir."

"Burası umumi yer, istediğim gibi çekerim."

"Bak arkadaşım, eğer sorsaydın, hiç problem yoktu, istediğin kadar çekerdin."

Dedi ve ona "Peki o zaman çekebilir miyim?" diye sormamı bekledi, ağızı kulaklarında.

"Defol git lan." dedim, yürüdüm gittim.

Güneş batımını limanda yakalamaya çalışıyorduk. Jelena bir ara bişey almak için ayrıldı, ben de bir duvara çıktım, güneşi batarken kale duvarınım arasında yakalamaya çalışıyorum. Arkamda yine bir ses:

"Maay fireeend!"

Bir döndüm baktım ve gülmemek için dilimi ısırdım.

Karşımda Karayiplerin Korsanları filminden kaçmış bir gemici duruyordu. Uzun kıvırcık ve bembeyaz saçlar, güneşin köseleye çevirdiği bir yüz, elinde yapma bir sigara ve ağızında tek bir diş.

"Hello may firend. Vat ken ay du for yu?"

"Sen İngilizsin, ben de Almanyada çalıştım."

İngilizce de fena deği ha...

"Yok babacım, ben Türküm."

"Ben Almanya'da çok Türk tanıyorum."

"İyi ediyorsun da bak burada resim çekiyorum, bana gün batımını kaçırtacaksın."

"Tamam çek ama günbatımı ilerde, iskelenin orda daha güzel."

"Tamam amcacım, oraya da gideriz. Sağol."

"Gel ben götüreyim."

"Hayır, ben kendim giderim."

"Tamam, iyi tatiller."

Sallana sallana gitti. Ya alkol, ya da daha tesirlisi, ama adam uçmuş...

Neyse, fotoğrafları çektim, bu arada Jelena da geldi. Ben hala duvarın üstünde yürüyorum, Jelena da aşağıdan.

Karşıdan bizim amca yine geldi.

"Gel iskeleye gidelim."

Jelena da Fransızca cevap verdi.

"İstemiyoruz, sağol. Biz kendimiz gideriz."

Amca nasıl bozuldu. "Ama o Türk." dedi, beni gösterip, sana ne oluyor gibisinden. Sonra dönüp Jelena'ya şöyle ağız dolusu bir küfür edip kaçtı gitti.

Güldük n'apacaksın?...

Esauira'nın asıl turist cazibesi "Kite-Surfing" dedikleri, uçurtmayla yapılan sörf. Rüzgar ve dalgalar çok uygunmuş. O yüzden şehir Kuzey Afrika'dan çok Avusturalya sahilleri gibi, herkesin elinde surf-board'lar var.

Esauira'ya kısa ziyaretimizi bitirip otele dönmek için bir taksiye bindik, ancak ağızımız daha önceden yandığı için otelimizi söyleyip, fiyatı sorduk. Şoför Fransızca "huit", yani sekiz dedi. Sekiz yuro makul geldi. Atladık taksiye, geldik otele. Jelena sekiz yuro karşılığı seksen dirhem çıkardı. Şoför "Yok" falan dedi, on dirhemi alıp bize para üstü iki dirhem vermeye kalktı. Meğer sekiz yuro değil, sekiz dirhemmiş, taksi ücreti. Üstü kalsın dedik ve restorana attık kendimizi.

Bu tempo ne yazık ki bedelini almaya başlamıştı. Baş ağrısı, ateş, terleme, öksürük, yarım saatte bir paket peçete bitirmiştim.

Neyse ki son günümüzdü. Ertesi gün bir geceliğine Agadir ve sonrasında üç saat ve iki paket selpak boyunca bir Boeing 737-800 içinde eve dönüş.

Normalde eğlendiğimiz bir seyahat sonrası ülkeden ayrılırken bir iç burukluğu gelir. Fas'ı unutmak mümkün olmadığı halde bu Afrika gribi iç burukluğunu, miç burukluğunu bir tarafa bıraktırdı.

Aradan bir haftadan fazla zaman geçmesine rağmen hala yıkık durumdayım.

Ama değdi arkadaşlar.

Fas gezimizin detayları böyle. Umarım çok uzatıp canınızı sıkmadım.

Eğer bana sorarsanız, durmayın, hemen gidin. Yılın tüm ayları güneşli Fas. O yüzden özellikle kışın gidilmesi çok cazip oluyor. Vize mize de gerekmiyor.

Sağlıcakla kalın.

8 Aralık 2013 Pazar

Fas, Uarzazat

Bir bardağa üç çay kaşığı bal, kaynar su, bir çay poşeti, nane, tarçın, limon ve en önemlisi bolca rom koyup karıştırın. Grog derler bu içeceğe. Monkey Island oynadıysanız bilirsiniz, Guybrush Threepwood'un en favori içkisidir grog.

Mükemmel tatda bir sıcak alkol olsa da Grog'un diğer önemli bir güzelliği soğuk algınlığına karşı birebir olmasıdır. Bizim nane limon falan halt etmiş. Bir tas grog için, ertesi gün soğuk algınlığı falan kalmaz.

Kalsa kalsa akşamdan kalmalık kalır ama yine de soğuk algınlığından iyidir.

Sevgili arkadaşlar, işte Fas'da kaptığım soğuk algınlığı yüzünden size bu satırları grog içerken yazıyorum. O yüzden yazının (ve grog'un) sonuna geldiğimde zırvalamaya başlarsam nedenini bilin diye söyledim.

Neyse, dönelim konumuza...

Agadir'den ayrılırken bıraktığımız Fas gezisi yazımıza şöyle devam edebilirdik:

"Ertesi sabah havaalanına doğru yola çıktık. Biniş işlemlerinin tamamlanmasından hemen sonra uçağımız kalktı ve yirmi dakikalık kısa bir uçuştam sonra tekerleklerimiz Uarzazat havaalanına dokunmuştu..."

Ne yazık ki hayat bu kadar kolay değildi.

Agadir'den otobüse havaalanına gitmek için değil ikinci durağımız olan Uarzazat'a gitmek için bindik. İsviçrede dört saat alacak dört yüz kilometre, Fas'da duraklamalarla yedi saat'i bulacaktı.

Otobüs yolculuğunun güzelliği yol üzerinde normalde göremeyeceğiniz yerleşim merkezlerini ve doğayı görme şansınızın olması. Kötü tarafı ise saatlerce oturma zorunluluğu.

Beni gençliğimde görecektiniz. Bir kahve içmek için otobüse atlayıp Ankara'dan İstanbul'a gider, aynı gün otobüsle dönüp Ankara'daki King akşamına yetişirdim.

Hey gidi günler...

Şimdi altı saat otobüste oturacağım diye miyavlıyorum.

Dikkatli okuyucular olabileceğini düşünerek ufak bir tekzip yapalım. Agadir-Uarzazat arası önce yedi saat deyip sonra da altı saat otobüste oturmaktan şikayet etmem alzhaymırz belirtisi değil, otobüs dışında yemek falan için harcayacağımız bir saat.

Otobüs sabahın yedisinde kalkacaktı. Kahvaltı için otelden kroasanlar toplanacak, otobüste yenilecekti. Bu da normalde sabahın altısında, Jelena ile beş buçuk'ta kalkmak demekti.

Planlandığı üzere kroasanları almak için kahvaltı bölgesine gittiğimizde sadece kuru ekmek bulabildik. Gurubumuz otobüste kahvaltı edilecek talimatına uyarak kuru ekmekleri torbalara doldurmaya başladılar. On beş dakika önce yada sonranın fark etmeyeceği düşüncesiyle ben kuru ekmeğimi hemen orada yedim.

İşin güzelliği, kuru ekmeğin yanında kahve sayılabilecek sıcak içecek de vardı kahvaltı bölgesinde. Otobüste kahve bulacağımız şüpheliydi. Sonradan da göreceğimiz üzere otobüste kuru yada ıslak herhangi bir yiyecek yada içecek yoktu.

Doğru kararı vermenin şevkiyle ekmeğimi yerken kahvemi de içtim.

Aklıma 1977'de rahmetli annemle beraber gittiğimiz bir Kıbrıs tatili geldi. Tur yarım pansiyondu ve gurupta yaşlı bir amca vardı. Restoranlardan akşam odada yemek için ekmek çalar, çayın ücretsiz olduğu konaklama yerlerinde altı-yedi bardak çay içerdi.

Her şeyi en ince noktasına kadar hesaplar, her olanağı sonuna kadar zorlar ve limon gibi sıkıp, faydasını çıkarırdı.

Kendimi bir an ona benzettim.

Neyse, lafı fazla uzatmayalım, otobüse atladık ve rotamızı Uarzazat'a çevirdik.

Uarzazat, Türkçemizde hafif komik geliyor kulağımıza. Onu bir de Fransız aksanıyla söylendiğini düşünün, iki kat komik oluyor.

Kelimenin kökü Berber dilinden, "gürültüsüz" demekmiş.

Ancak kendisi de Berber olan rehberimiz Azdin, kusursuza yakın Fransız aksanıyla "ooo-uuu-ağğ-zzazzat-te" dedikçe, bende fazlasıyla bir "gürültülü" gülme arzusu oluşmaktaydı. Ama sıktım dişimi...

Azdin'i ilk gördüğümüzde hemen lakabını tescil ettim. "The Priest", yani Rahip.

Çünkü ilk tanıştığımızda üzerinde geleneksel berber giyisisi vardı. Kapşonlu, ayak bileklerine kadar uzanan bir cüppe. Kapşon devamlı kafasında ve belinde de bir kordon. Fas'da olduğumu bilmesem, Rasputin mezarından kalkmış diyeceğim.

Bu Berber kostümünü Tunus'da birkaç kez görmüştüm ama Fas'daki kadar yaygın değildi. Renkleri de çok ilginç bu cüppelerin. Mor, yeşil, mavi, kahverengi, krem, aklınıza gelebilecek hemen her renkteler...

Berberler Fas'da, Tunus'a göre etnik kimliklerini biraz daha fazla korumuş gibiler. Gitmekte olduğumuz Uarzazat da aslında bir Berber kenti.

Bir de Fas'a bir Arap ülkesi deyince Faslılar biraz "Iııh" oluyorlar. Araplar'da tabii ki Fas'da önemli bir etnik gurup, hatta Berberlerle bayağı karışmışlar ama Berberler de "biz de varız" demek istiyorlar.

İşin aslı, bir Türk olarak bana da Arap muamelesi yapılınca ben de sinirleniyorum. Bu Avrupada nadir oluyor, ne de olsa bir sevgi olmasa da epey bir tanışıklık var Avrupa ile.

Ancak Kuzey Amerika bir felaket. Çoğu, Türkleri bir Arap kabilesi zannediyor. Müslümanız ya...

Ciddiye aldığım üç-beşine "Şimdi ben de sana her ikiniz de Hristiyansınız diye Meksikalı desem olur mu?" falan şeklinde bir gayrette bulunsam da hala bizi evlerimizin önüne deve park ettiğimizi düşünmeye devam ediyorlardı, ABD günlerimde.

Geçmiş zamandı bu, tabii. Başbakan sağolsun, artık öğrenmişlerdir aradaki farkı...

Burada bir de yanlış anlamaya meydan vermeyelim. Arap olmakta hiçbir problem yok benim gözümde.

Sadece değilken Arap denmesi, yada Türkken Türk denmemesi gıcık yapıyor o kadar.

Şu günlerde dünyanın birçok bölgesinde Arap denilince hafif ekşi yüzler oluşsa da, hattızatında bir etnik topluluk olarak Araplar, uygarlıkları, bilimleri, dilleri ve müzikleri ile Avrupadaki bir çok etnik topluluğu ve biz Türkleri'de solda sıfır bırakacak bir derinliğe sahiptirler.

Bu gün dört işlem yapabiliyorsak bunu Araplara borçluyuz. Eğer Romalılara kalsaydık, bırakın bilgisayarları ve ikili sistemdeki teraflop işlem sayılarını, dört basamaklı iki sayıyı bir ayda çarpamazdık.

Onluk sisteme çevirmeden deneyin bakalım

MLXIV x MCLIX

Kuzey yarımkürede gözle görebildiğimiz yıldızların birçoğunun ismi hala Arapça. Örneğin, bugün Kuzey Amerikalı astronomların "Eaal-goool" diye, sanki doğma büyüme Anglo-Saxonmuş gibi telaffuz ettikleri Algol yıldızı aslında arapçadan gelme "Al Ghul" dur. Yada Türkçe-Arapçasıyla El Gul. Bu "gul" ise bizim Gulyabani'nin "gul" 'u.

Gul Arapçada şeytani bir yaratık. Algol yıldızının parlaklığının sürekli değişmesi sebebiyle, bu dengesiz doğasından ötürü yıldıza bu şeytani isim verilmiş.

İşin özünde yıldız şeytani falan değil tabii.

Tek bir yıldız zannettikleri aslında birbirinin etrafımda dönen üç yıldızlı bir sistem ve bu üç yıldız birbirlerinin önünden geçerken arkadakinin ışığını kapadığı için parlaklığı değişmekteydi, o kadar.

Ancak adı çıkacağına, canı çıksın derler ya, Algol bugün bile "Demonic", yani Şeytani bir yıldız olarak bilinir.

Eğer illa bela bir yıldız istiyorsanız size ismi Arapçada öyle şeytani olmayan, masum, sakin, "Diz Çökmüşün Başı" anlamına gelen Ras Alcati'yi önerebilirim. Bu yıldız, Herkül takımyıldızında bulunur ve şu anda bir "Kızıl Dev" aşamasındadır. Yani nükleer yakıtını bitirip normal yıldızlık durumundan çıkmıştır. Gerçek bir devdir Ras Alcati, güneşin beş yüz katı kadar büyük. Eğer Güneşin yerinde dursaydı, tüm Dünya, Mars ve Jüpiteri içine alırdı.

Bu yıldızı bela yapan şey ise arkadaşın bu Kızıl Dev aşamasından sonra bir süpernova olarak patlayacak olmasıdır. Bu süpernova da yaşamın başlangıcından bu güne, Dünyaya en yakın süpernova olacaktır.

Bu süpernovanın vereceği zararı şimdilik kestiremiyoruz ancak tüm yaşamı ciddi biçimde etkileyecek, hatta sonlandıracak kadar yıkıcı olabilir.

Arapların astronomideki bu başarıları tesadüfi değildi. Astronomi bildiğiniz üzere bir gece işidir, şarkıcılık gibi. Çünkü gün boyu gökyüzünde Güneşten başka bir gökcismi görmek imkansızdır. Ne zaman ki Güneş batar, gökyüzü binlerce yıldızla dolar.

Orta Doğu'nun çöllerinde aklı olan kimse o günlerde Güneşin altında yolculuk etmediğinden bu iş sadece geceleri yapılırmış. Ee, hattızatında geceleri yön bulmanın birincil yöntemi de yıldızlara bakmak olduğundan Arapların astronomi deneyimi günün koşullarına göre oldukça ileriymiş.

İşte böyle yani...

Hernedense bu Fas yazısı çok astronomi ağırlıklı oldu. Baştan pek bu kadarını planlamamıştım, doğaçlamayla büyüdü demek ki

Neyse, Araplara dönersek, gerçekten büyük bir uygarlık ve derin bir kültüre sahiptir bu ırk.

Kökleri Asurlulara, Babillilere kadar uzanır.

Wikipedia'ya göre Han Çinlilerinden sonra, Dünyadaki ikinci büyük etnik gurupturlar.

Orijinleri ise Orta Doğudur.

Aslında çoğunlukla da barışcı bir toplumdurlar.

Sadece İslam'ı kabul etmelerinin ardından aşka gelmiş, tüm Kuzey Afrikayı baştan aşağıya ele geçirmişler, bununla da kalmayıp Batı Avrupaya girmişler, bu günün İspanya ve Portekiz'ini de topraklarına katmışlardı. Doğuda ise sınırları Pakistanı ve Hint Okyanusuna kadar uzanmaktaydı.

Toprakları Osmanlı İmparatorluğunun en geniş halinden üç kat daha geniş hale gelmişti.

Sonrasında ise kimsenin tam olarak anlayamadığı sebeplerden dolayı yeter bu kadar deyip ilerlemelerini durdurmuşlardı.

Asıl konumuz Berberler ise Kuzey Afrikanın yerlileriydiler. Sahara Çölünün üstünde, Atlas Okyanusu kıyılarından Mısıra kadarki bölgede yerleşmişlerdi.

Yani tam bu Arap hareketinin yolu üzerinde.

Kuzey Afrikanın fethi ile birlikte Berberler İslam'ı kabul etti/ettirildi ve Araplar da bu bölgeye yerleştiler. Sonrasında, günümüz Kuzey Afrika'sının demografik yapısı oluştu.

Berberlerin dilleri, müzikleri, yemekleri hep kendilerine özgü, Araplardan farklı. Ancak Arap kültürüyle bir uyum içerisinde kaynaşmışlar. Bir opresyon, küçümseme, çözüm süreci, kısaca bir "Berber Sorunu" yok Fas'da, tabii ki benim hissettiğim kadarıyla.

Yine de işin raconu Berber'e Berber, Arap'a da Arap demek.

Bir Berber kenti olan Uarzazat, göreceli olarak yeni bir yerleşim merkezi olsa da bölge Berber tarihi olarak çok eskilere gidiyor. Bu tarihin günümüze ulaşmış en renkli kalıntıları da "Kazba" adı verilen kaleler.

Bu kaleler, amaçları toprak sahibinin korunması olan Avrupa şatolarının aksine ticaretin güvenliğini sağlamak için yapılmışlardı.

Sahara çölünün güneyinde çıkarılan başlıca altın olmak üzere diğer değerli taşların önce Orta Doğuya, sonrasında Hindistan'a kadar ki yolu Uarzazat bölgesinden geçmekteydi. Bu kervanların koruma ve konaklamaları da bu Kazba'larda yapılmaktaymış.

Mimari olarak da birer harika bu Kazbalar. Bölgedeki hemen tüm yapılar gibi kırmızıya çalan bir çok güzel kahverengi renkleri var. Yüksek duvarları, mazgalları ve köşeli burçlarıyla ilkokul günlerimizde çizdiğimiz kale resimleri gibiler.

Tarodant
Yolumuz bizi bir mola için Kazba'ların en büyüklerinden birinin olduğu Tarodant kentine götürdü. Kısa molamızın elverdiği kadarıyla kalenin muazzam duvarları altında dolandık, Agadir'den sonra lolipop olmayan ilk Fas deneyimimizi edindik.

Tarodant, Agadir'e göre tabii ki daha az ışıltılı. İnsanlar daha fakir, yollar daha bakımsız.

Ancak yanlış izlenime kapılmayın. İnsanlar fakir olsa da saygılı, yollar bakımsız olsa da işler, şehir ışıltısız olsa da tertemiz.

Jelena nasıl bulduysa buldu ve otobüs yeniden hareket etmeden hemen önce ikimize de birer take-away kahve getirdi. Kuru ekmeklerin hala hazım mücadelesi verdiği midem için bir şölen oldu bu kahve.

Otobüsümüz hareket etti. Sıra Küçük Atlas Dağlarını geçmeğe gelmişti.

İsminin öyle "Küçük" olduğuna bakmayın, bu dağ sırası yeteri kadar heybetli. Manzarası ise tadından yenmiyor. İlk başlarda yeşil sayılabilecek bir bitki örtüsü, Uarzazat'a yaklaştıkça yerini kahverengi ağırlıklı, taşlık bir manzaraya bırakıyor.

Ve bir noktaya gelince insan artık hayranlığını gizleyemiyor. Otobüsten "Oooo!", "Aaaaa!"', "Se Magnifik!", "Se tre joli!" sesleri yükseliyor. Etrafını sarı'dan kahverengiye birçok farklı renklerden oluşmuş tepelerin çevirdiği yeşil, ağaçlık bir düzlük ve tam ortasında yükselen bir tepenin üzerindeki kızıl'a yakın kahverengi kale ve eteklerinde yüzlerce yıllık aynı kızıl-kahverengi evler.

Bir insan hayatında bu kadar güzel, bu kadar büyüleyici bir manzarayı çok az görür.

Rehberimiz "Aid Benhadu" dedi, bu yerin ismi için. Hemen Jelena'yla bir sonraki günün programına aldık bu güzelliği.

Birkaç kilometre ileride, başka bir düzlükte, duvarlarla çevrili, etrafında muazzam boyutlarda firavun heykellerinin bulunduğu bir yapı kompleksinin yanında durduk. Burası Atlas Stüdyolarının Kleopatra kampüsüymüş.

Atlas Stüdyolarının Kleopatra kampüsü
Parmaklıklardan içeri baktığımızda bir askeri cip, bir de gerçek boyutuna yakın bir F-16 maketi gördük. Jelena uçağı görür görmez tanıdı "Aaa, bu The Jewel Of The Nile'dan".

The Jewel of the Nile, Jelena'nın favorisi bir filim. Ben bir kere seyrettim ancak sorsanız zar zor konuyu hatırlarım, ancak o belki de elli kere seyrettiği için her sahneyi hatırlıyor tabii.

Uarzazat'ın bu renkli, çöllü, vadili, kaleli, köylü manzarası, bölgenin güvenliğine eklenince, onu birçok Orta Doğu filmi için ideal bir set haline getirmiş.

Gladiator, The Jewel Of The Nile, Cleopatra, Babel, Prince Of Persia, Charazad, Lawrence Of Arabia, Ali Baba And The Fourty Thieves, Jesus Of Nazareth, Bible, The Last Cavalier, Young Indiana Jones ve başka bir dolu filmin önemli sahneleri hep Uarzazat'ta çekilmiş.

Taurit
Şehir dışındaki tipik bir Fas restoranında yediğimiz öğle yemeyi ardından şehir merkezini ilk defa görmüş olduk. Uarzazat'daki her bina aynı renk, o kızılımsı kahve rengi. Geniş caddeleri ile bir anda Kızıl Meydan'ı hatırlattı bana.

Tertemiz bir kent.

Kentin tam ortasında ise yine harika bir Kazba var. İsmi Taurit. Eski olmasına rağmen çok iyi durumda. Uarzazat'ın turla birlikte yaptığımız son planlı ziyareti oldu bu Kazba. Kalenin son dönemlerdeki sahibi paşanın hareminden kilerine kadar her yeri gezdik.

Şehir içinde geçirdiğimiz akşamın ardından kendimizi otelin barına attık, birer kadeh Porto şarabından sonra ilk iş ertesi günkü Aid Benhadu gezisinin lojistiğini ayarlamak oldu.

Resepsiyonun yardımı ile bizi götürecek bir taksi bulduk.

Akşam yemekteki bir şaraptan sonra daha da güzel bir hale büründü. Masa etrafında Fransızca yapılan kelime oyunları şakalarını dinliyor gibi yaparken günün fotoğraflarını gözden geçirdim ve akşamı kapadık.

Ertesi gün saat sekizde taksimiz bizi bekliyordu. Şoförle bonjurlaşıp atladık arabaya. İsimlerimizi söyleyince bana "Sen nerelisin?" Diye sordu. Türküm deyince "Vay Anam Babam" olduk. Fas'da Türkleri seviyorlar.

Biraz geyikten sonra şoförümüz Omar, ünvan değiştirdi ve rehberimiz oldu. İlk şl bizi Uarzazat'ı tepeden gören eski bir Fransız Lejyonunun garnizonuna götürdü. Mükemmel panorama fotoğrafları çektik.

Kan kırmızı kayalarla kaplı dik yamaçlar
Sonrasında şehirden çıkıp, yönümüzü Atlas stüdyolarına çevirdik. Bir noktada Omar yoldan çıktı ve bizi içerilerde bir yamaça götürdü. Kleopatra filmininde savaş sahnesinin birinin çekildiği bir düzlüğe bakan kan kırmızı kayalarla kaplı dik yamaçlar arasımda inanılmaz bir manzara.

Foroğraf makinesinin bozulabileceğini düşünüp korktum. Garanti olsun diye iPhone ile de bol bol resim çektim. Jelena da son hız Paparazzi modunda resim çekiyordu.

Bir sonraki gizli vista noktasında ise kendimi bir an Kapadokya'da zannettim. Farklı renklerde kayaların oluşturduğu konik tepeler ve vadinin ucunda ise Aid Benhadu. Hiç konuşmadan sadece fotoğraf çekiyorduk.

Tekrar arabaya binip Aid Benhadu'nun hemen yanıbaşındaki köye ulaştık. Girişi gösteren işaretleri dikkate almadan bizi yan sokaklardan geçirdi Omar. "Eğer normal yoldan gidersek satıcılar yüzünden yarım saatte çıkamayız." dedi.

Aid Benhadu
Aid Benhadu UNESCO'nun kültür mirasına dahil ettiği bir alan, ancak bana sorarsanız, yanıbaşındaki köy bile bir kültür mirası. Dünyanın hiçbir yerinde benzerini görmediğim güzellikte, kızıl kahverengi tek katlı binaları ile köy sanki binbir gece masallarından fırlamış, gelmiş.

Köyü geçip kalenin ve etrafındaki tarihi evlerin bulunduğu tepeye doğru yürürken Jelena bir anda bir çığlık attı.

"Aaa, Jewel Of The Nile'da, uçağın geçtiği kapı..."

Gerçekten de ileride, üst bölümünde dikdörtgen şeklinde bir açıklığın bulunduğu kıpkırmızı tuğlalardan yapılma, devasa bir kapı.

Omar biraz ilerde, girişin hemen sağındaki bir alanı işaret etti.

"Gladyatör filmindeki arena..."

Önce evleri yürüyerek geçtik, sonrasında da tepenin zirvesindeki kaleye ulaştık. Burada kendimi ne kadar parçalasam boşuna. Kendi gözlerinizle görmeden bu güzelliği anlamak imkansız. Eğer Fas gezimiz o an bitip eve dönseydik, tüm çilesine değmiş olacaktı.

Köye dönerken Jelena kendisine deve derisinden bir kovboy şapkası aldı.

İşte bu hareket kısmetimizi bağlamıştı. Önümüzdeki birkaç gün, bütün Fas arkamızdan "köboy", "köboy" diye bağıracaktı.

Otele döndük, yeniden otobüsümüze bindik. Öğlen yemeyini başka bir Kazba'da yedik ve Uarzazat'a veda ettik.

Uarzazat, mutlaka görülmesi gereken bir yer arkadaşlar. Aid Binhadu da aynı şekilde. Uarzazat'ı görmenin başka bir alternatifi ise Uarzazat gezisini bir Sahara turu ile birleştirmek.

Çevrede aynı zamanda Fint Vahası diye başka ilginç bir gezi bölgesi var. Oasis Fint isimli bu turda ilginç doğası olan bir vahayı ve orada yerleşik bir siyahi Afrika topluluğunu görebilirsiniz. Bizim guruptan bir kaç çift bu turu aldı ve çok memnun kaldılar.

Kısaca Uarzazat, unutulmaz bir gezi olarak aile tarihimizde yerini aldı.

Sonrasında otobüse binip, rotamızı Marakeş'e çevirdik.

Devam edeceğiz.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...