11 Aralık 2013 Çarşamba

Fas, Marakeş ve Essauira

Marakeş geçmiş yüzyıllarda bir süre Fas'a başkentlik yapmış bir kent. O yüzden böyle bir emperyal, yani imparatorsal bir havası var. Fas'ın günümüzdeki başkenti Rabat. Ancak Fes kenti de bir süre başkent olmuş. Zaten eski başkentleri Fes yüzünden Fas'a Dünyada Fas diyen tek millet biz Türkleriz. Normalde herkes Morok, Morokko falan der.

Yeri gelmişken Fas'ın en bütük ve ekonomisi için belki de en önemli kenti olan Kazablanka'ya dokındırmadan da geçmeyelim.

Kazablanka, İspanyolca'da beyaz ev anlamına geliyor. Biz genelde filmden hatırlarız. Aslen Mısır'da geçen filmler bile Fas'da çekilirken, ne yazık ki Fas'ta bulunan Kazablanka şehrinde geçen filmin bir karesi bile Kazablanka'da çekilmemiş. O yüzden Humpy Bogey'in canlandırdığı Rick'in barını görmeniz mümkün değil (2004'de açılmış Rick'in Kahvesi diye bir bar var ama filmdeki barla ilgisi yok, yani yalan, yemeyin, araştırdım).

Zaten biz de o yüzden gitmedik

Şaka bir kenara, birlikte çalıştığımız Faslı bir arkadaşa bahsetmiştim, Kazablanka'ya gitmek istiyorum diye.

Kız, bana acıyan gözlerle baktı, "Hiç mi başka gidecek yer bulamadın Fas'da?" dedi.

Gördüğümden değil söylediğim üzere ama birçok kaynaktan duyduğum kadarıyla, Kazablanka turistik olarak pek ilginç bir yer değil.

Biline.

Bu arada Fes için ise harika bir kent diyorlar. Bu gezide görmeyeceğiz, belki bir başka kez...

Yeni durağımız Marakeş ise tüm dünyanın turistlerini çeken bir mıknatıs sanki.

Bir gün öncesinin otobüs yolculuğu bizi Uarzazat'tan, Atlas dağlarını, inanılmaz güzellikteki manzarasıyla geçerek, gece geç saatte Marakeş'in dışındaki otelimize getirmişti. O saatten sonra Marakeş'e gidecek halimiz kalmadığından, biz de hızlı bir yemek yiyelim, telefonlarımızı edelim ve yatalım dedik.

Oda numaramız belli olunca iki bavulumuzu da sürükleyerek oda numaramızın bulunduğu işaretleri takip etmeye başladık.

Resepsiyon binasından çıktık, havuzu geçtik, etrafı ağaçlarla çevrili muhtemelen golf alanı olan bir açıklığı geçtik. Bir binaya girdik, bütün katı baştan başa geçtik. İki binanın artı şeklinde kesiştiği bir açıklıktan sola döndük, bir iki yüz metre kadar daha yürüdük, merdivenlerden bir üst kata çıktık, üç beş oda geçtik ve odamızı bulduk.

Abartmıyorum, belki bir on dakika yürümüştük.

Jelena normalde bir otel odasına ilk geldiğimizde, kendisini özel bir otomatik moda bağlar, Speedy Gonzalez gibi, zıp, zıp, bavulları açar, kozmetikleri yerleştirir, sabunların paketlerini açar, kirli torbasını çıkarır, vs...

Baktım bu kez kımıldamıyor.

"Ne iş?" diye sordum, "Yoruldum yürümekten Bugi" dedi.

"Hadi, birşeyler yiyelim, sonra uyuyalım." dedim.

Kapımızı kitleyip koyulduk yola.

Odamızdan çıktık, üç beş oda geçtik, merdivenlerden aşağı indik, iki yüz metre kadar binanın içinde yürüdük, binaların kesiştiği noktaya geldik, sağa döndük, bütün katı geçtik, binadan çıktık, golf alanını geçtik, havuzu geçtik, resepsiyonu geçtik, bar isimli, sahnesi ve dans pisti olan bölgeyi de geçtik, restoranı bulduk.

Masaya oturduk ama sanki askerde eğitimden gelmiş gibiydim. Bir süre dinlendik ve sonrasında yemeğimizi yedik.

Sonra başladık bu adı otel olan ancak daha ziyade bir tatil köyü, ya da başka bir bakış açısıyla toplama kampı olan bu kompleksi anlamaya çalışmaya.

Marakeş, deniz kıyısına iki yüz kilometre uzakta. Hangi akıllı buraya, belki de şimdiye kadar gördüğüm en büyük tatil kompleksini yapar?

Bu mesela Konya'ya Antalya'daki Hillside otelini yapmaya benziyor.

Hem de Agadir, Esauira gibi gerçekten güzel deniz kıyıları olan bir ülkede, kim niye Marakeş'e gelsin havuz tatili için demi?

İster inanın, ister inanmayın otel ful! Hem de Aralığın başındayız. Tamam, güneşli bir hava var ama öyle havuz havası falan değil. Yine düşünmeden edemedim, çünkü taa Fransa'dan uçakla gelmiş, sadece Marakeş'de, bu tatil köyünde on gün geçirip geri dönecek adamlar var.

Niye anlamadım. Çok da zorlamadım. Öncelikli hedef yemek ve uykuydu.

Yemekten sonra ismi bar olan, dans pistli ve sahneli bölgeye geldik.

Çünkü Wi-Fi donanımlı tek bölge buraydı.

Ancak sahne geldiğimiz anki gibi boş değildi. Sahnede siyahi birkaç kişi, hayal gücümü sonuna kadar zorlayarak zillere ve davullara benzetebileceğim, enstrüman desem olmayacak, daha ziyade bir hurdalıktan alınmış eski araba parçalarına benzeyen aletlerle, canhıraş sesler çıkarıyordu.

Jelena'ya "Ne oluyor burada?" diye sordum, iki işaret parmağıyla duymuyorum anlamında kulaklarını gösterdi. Sonra, o bana birşeyler söyledi ama duymak mümkün değildi. Sonra beni paçamdan çekiştire çekiştire sahnenin en uzağındaki noktaya sürükledi.

Bu alanda hala ancak bir uçak kazasında yada topçu ateşi altındaki Stalingrad'da duyabileceğiniz o sesler beynimizi tırmalamaya devam ediyordu, ne var ki bu kez eğer bağırırsak birbirimizi duyabiliyorduk.

Hemen, e-mail, Skype, vs. işlerimizi hallettik ve kendimizi dışarı, resepsiyon bölgesine attık.

Resepsiyon binasından çıktık, havuzu geçtik, etrafı ağaçları ve golf alanını geçtik. İlk binaya girdik, bütün katı baştan başa geçtik. İkinci binanın kesiştiği açıklıktan sola döndük, bir iki yüz metre kadar daha yürüdük, merdivenlerden bir üst kata çıktık, üç beş oda geçtik ve odamıza girdik.

Ben kendimi odadaki kanepenin üzerine attım, hiç konuşmadan bir süre öylece uzandım.

Ta ki Jelena'nın sesini duyana kadar.

"Bugi, odadaki kasa çalışmıyor."

Kadınlar affetsin ama tipik bir kadın refleksi. Ne ben bir kasa tamircisiyim, ne de ona zaten bilmediği birşey söyleyeceğim.

Ne yapalım, "the world is a stage and each must play a part", yani dünya bir sahne, herkes de kendi rolünü oynamalı.

"Call the reception babe."

"Ok"

Resepsiyonla yapılan bir telefon görüşmesinden sonra anladım ki birileri kasayı tamir etmeye gelecek.

On dakika sonra kapı vuruldu. Açtık. Genç bir çocuk. Bonsuar'laştık, içeri girdi, kasayı biraz kurcaladı ve bize dönüp:

"Bu kasa bozuk" dedi.

Sinirlenecek kadar bile enerjim kalmamıştı, sadece uyumak istiyordum. Çocuk ise kasanın bozuk olduğunun tesbitiyle görevinin bittiğine inanmış, gitmek için hazırlanıyordu.

"Yarın teknisyenler gelip tamir edecek." dedi.

Hala akşamın bir saatinde onu çağırmamızın nedeninin, kasanın bize YARIN gerektiğini anlamıyor yada anlamak istemiyordu. Jelena girdi araya:

"Ama kasa bize yarın lazım."

Çocuk, "Haaa." dedi, başladı düşünmeye. Jelena, bir kez daha denedi:

"Belki bizim odamızı değiştirebilirsiniz."

Eureka! Dünyayı yerinden oynatacak, sadece destek noktasını bulmaya kaldı iş.

Hemen telefonu kaptı, bir numarayı çevirdi, "Yaa, yallaa, ayvaa!", telefonu kapadı, bize döndü.

"Arkadaşım yardım etmeyi kabul etti (sanki burada bize lütuf gösteriyor şabalak), valizlerinizi alın, resepsiyona gidiyoruz!"

"Yok yaa?" dedik ikimiz de.

"Yeni odamızın numarası kaç?"

"Bilmiyorum!"

"Ya bu yakınlardaysa? Niye yirmi dakka valizleri önce resepsiyona, sonra da geri buraya taşıyoruz?"

"Haaaa." dedi çocuk, aklına yatmıştı savunmamız. Yine Jelena araya girdi.

"Sen istersen önce yeni odamızı öğren, biz sonra taşınırız."

Telefonu kullanmayı reddetti ve fırladı, koşmaya başladı Speedy Seyfullah!

On dakika sonra yine kapı vuruldu.

"Yeni odanız burada değil, köyün diğer tarafında."

Herhalde bir önceki hayatımın günahlarını ödüyordum. Aldık valizleri, düştük yola.

Odadan çıktık, üç beş oda geçtik, merdivenlerden aşağı indik, iki yüz metre kadar binanın içinde yürüdük, binaların kesiştiği noktaya geldik, sağa döndük, bütün katı geçtik, binadan çıktık, golf alanını geçtik, havuzu geçtik, resepsiyona geldik.

Yeni key-card'ımızı aldık. Yola devam ettik.

Detaylarına girmiyorum, bir on dakika daha yürüdük.

Giysilerimi çıkarmadan yatıp uyumuşum...

Bir sonraki gün kahvaltıda yarım kilo mergez yedikten sonra yola koyulduk.

İlk durağımız, dağlardan gelen nehirlerin beslediği, Marakeş'e içme suyu sağlayan bir rezervuardı. Guruptan kimse niye buraya geldiğimizi anlamadı. Bir benzetme yaparsak, İstanbul'u ziyarete gelip Terkos gölüne gitmek gibi oldu bu.

Neyse, ayıp olmasın diye, "Se joli!" falan deyip, üç beş resim çektik. Yola devam ettik.

Ve sonunda Marakeş'in içlerini görme şansımız oldu.

Gerçek Fas'ı sonunda görmüştük. Uarzazat ne kadar bir Berber kenti ise, Marakeş de o kadar bir Arap kenti. Alçak, kahverengi binaları, pazarları, camileri ile Arap mimarisini hissediyor insan.

Dikkat çekici bir özelliği ise bu mimaride minarelerin kübik, yani köşeli olmaları. Merkezdeki dev caminin minaresi, Empire State Building gibi.

Ara sokaklarda yürürken, rehberimiz Azdin'in tavsiyesini tutup, soldan tek sıra gidiyoruz. Çünkü, trafik tam bir keşmekeş. Mobiletler her yerde. Göbeğim sığmadığından yan dönüp geçebildiğim daracık sokaklara bile vızır vızır dalıyorlar. Her ikiyüz metrede bir mobilet kazası. Demek ki bundan her yer mobilet dolmuyor - zayıflar elimine oldukları için.

Bir kasap dükkanının önünden geçerken ne kadar pil ömrü kaldı diye fotoğraf makinesini kaldırdım, göz hizama getirdim. Tam o anda kasap başladı bağırmaya. Sakallı, cüppeli, sarıklı bir kasap. Resmini çektiğimi zannetti. Elimle "yok, çekmedim" gibi bir işaret yaptım.

Tezgahın üzerinden atlayıp bana doğru koşmaya başladı. "Show me, show me (göster)!" diye bağırıyor bir taraftan.

İçimden çok ciddi olarak o kamerayı alıp, o hayvanın ağızının içine sokmak geçti, hadi yabancı yer, ne olacağı bilinmez dedim, Jelena'yı düşündüm. Önce dirseğimi burnunun hizasına kaldırdım. Durdu, yaklaşmaktan vaz geçti. Sonra uzaktan son kareyi gösterdim.

Hayvan, kendisinin karede olmadığına kani oldu, "Tamam o zaman..." gibisinden birşeyler söylemeye başladı. Elimle kenara ittim, yürümeye devam ettik.

Aynı şey gurupta başka bir çiftin de başına gelmiş az önce. Yine bir hayvan fırlamış, koşmuş peşlerinden, "Niye resmimi çekiyorsun?" diye.

Rehber açıklık getirmişti daha önceden. Resmini çektiğiniz Faslılar genelde para istemek için yanınıza gelir diye, ancak bu sonuncusu bana daha ziyada "günah" bazlı bir tepki gibi geldi.

Konuya biraz açıklık getirirsek, ben de kimsenin özel hayatına karışma taraftarı değilim. Ne ben özel olarak gidip insanların resmini çekerim, ne de kendi resmim çekilsin isterim.

Ancak umumi alanlarda fotoğraf çekilmesi dünyanın heryerinde serbesttir. Eğer özel hayata saygı diye kimsenin fotoğrafını çekmeseydik, Antalya, Marmaris yada Kapalı Çarşı'nın hiç fotoğrafı olmazdı. Çünkü her daim birileri vardır buralarda.

Marakeş gibi turistik bir yerde de insanlar fotoğraf çeker abi. Bu arada anlamış olduk ki Marakeş, öyle Agadir kadar arkadaş canlısı bir yer değil.

Neyse, bu tatsız olayı kısa zamanda unuttuk, yolumuza devam ettik.

Saaddin Türbeleri
Bir sonraki durağımız Saaddin Türbeleriydi. Bir aile toptan, askerleri, uşakları dahil, burada gömülmüş. Kare biçiminde bir iç avlu var, etrafı da dört bina ile çevrili. Bahçeler dahil her yer mezar dolu. Mezarlar mavi, beyaz, yeşil mozaiklerle kaplı. Daha yüksek rütbeli aile üyeleri kapalı bölümlerde gömülü. Bu salonlar renkleriyle, mimarileriyle birer harika.

Türbeden çıkıp bu kez Bahia Sarayına yürüdük. Bu saray da gerçekten görülmeye değer. Her odası birbirinden ilginç, çok büyük bir alan. Yazıyla anlatılması zor, insanın güzelliğini takdir edebilmesi için gerçekten görmesi gerekiyor.

Bahia Sarayı
Gurupla birlikte herkes kendi canını kurtarsın aşamasına gelebilmemiz için son bir öğlen yemeyi kalmıştı. Yemeğimizi yedik, yine Fransızca kelime oyunlarıyla yapılan şakaları geride bıraktık. Herkeze "atutalör", yani sonra görüşürüz dedik, sonrasında dağıldık.

Artık özgürdük!

Ve sıra Marakeş deyince akla ilk gelen yeri, yani Madina'yı görmeye gelmişti.

Madina, Arap şehirlerinin merkezi. Genelde büyük bir meydan, binlerce dükkan, mağaza ve kahve, restoran gibi fasiliteleri var. Google'da Marrakesh deyip image'lerı seçerseniz karşınıza ilk çıkan resimler Madina'nın resimleri, yani Marakeşin Madinası çok meşhur.

Ancak Madina'da daha iki dakika geçiremeden kendimizi Suk dedikleri, bir nevi kapalı çarşının içinde bulduk. geri dönmek istedikçe kaybolduk, daha da içlerine girdik dükkanların.

Jelena Suk'da Arap Prensesi oldu
Muazzam bir yer. Sonsuz sayıda dükkan var. Uzay-zaman burada bükülmüş, bir kara delik olmuş, çekim gücünden kurtulmak, geri çıkmak mümkün değil. Binlerce halıcı, fenerci, kılıççı, semaverci, tavlacı, kumaşçı, boyacı, elbiseci, baharatçı, ipekçi, peştemalcı, eşekci, ayakkabıcı, ıvır-zıvırcı (hatıra eşyacı - eğer Jelena yanınızda ve tercüme ederseniz taş olun), portakal sucu, turşucu, aklınıza ne gelirse var.

Yollar öyle grid değil yani kare biçiminde sağa, sola, öne ve geriye gitmiyorlar. Karşıyakanın arka sokakları gibiler, denize arkanızı dönüp içlere doğru yürümeye başlayınca, hiç sağa sola sapmadan sonunda denizi karşınızda bulursunuz ya, aynen öyle

Satıcılar hevesli ama yapışkan değiller. Yürürken "Köböy" yani, Jelena'nın şapkası yüzünden Kovboy, "Gazel" falan diye laf atıyorlar ama rahatsız etmiyorlar. Jelena fener almaya burada da devam etti. Ev bir tapınağa benzeyecek, ondan endişeliyim.

Aşağı yukarı iki saat geçirdik bu üstü kapalı çarşı biçimli labirentte. Jelena "bile" artık çıkalım buradan dedi.

Çıkalım da nasıl çıkalım? Ne soralım? O kadar içerilerdeyiz ki çıkış diye merkezin uzağında abuk sabuk biyerde bulursak kendimizi, olay biraz karışabilir.

Son bir fenercide, Jelena yeni fenerlerin peşindeyken, dükkan sahibiyle "Nerelisin-Türküm" muhabbeti yaptık. Biraz da Galatasaray ve Amrabad ekleyince adam bayağı sevdi beni. İngilizcesi de fena değildi.

Ben çıkış yolunu sordum ama cami, minare falan diye Madina'yı anlatmaya çalışıyorum. Adam "Haaa sen 'Big Square' demek istiyorsun." dedi. "Big Square", yani Büyük Meydan, gayet uygun, kısa ve anlaşılır bir tarif.

Teşekkür ettik, ayrıldık.

Dükkanların önünden geçerken "Big Square" diyorum, ya elleriyle, ya başlarıyla, ya kaşlarıyla bize bir yönü işaret ediyorlar. Biz de koşuyoruz.

Tam hangi noktada bilmiyorum, genç bir çocuk bizle yürümeye başladı. İngilizce sohbete başladık. Hadi ben sizi götüreyim Madina'ya dedi. Tamam, dedik. Bir yüz metre yürüdük, bir dükkanın önünde durduk. "Bu benim amcam, ipek dükkanı var." dedi, ben daha şarlamadan "Hiçbirşey almaya gerek yok, istersen girmeyiz bile." dedi. Böyle deyince tabii biz "Bakalım bi" dedik, girdik içeri. Çırak masmavi bir şal ile Jelena'ya bir peçe yaptı, "Böyle güzel mavi gözlere, böyle güzel mavi ipek yakışır" gibisinden biraz da cila geçti. Sonra mor bir ipekle bu sefer bana peçe yaptı.

Fiyatları sorduk ve sonrasında kozmik rollerimizi oynadık.

"Üç yüz yuro."

Jelena:

"On yuro veririm."

"Yüz elli yuro"

"On yuro"

"Son fiyatın ne?"

"On yuro"

"Yirmi ver?"

"Olmaz..."

Dükkandan çıktık, bizi getiren çocuğa iki yuro verdik, sağol diye. Çocuk, ben para istemiyorum, falan dedi ama sonumda attı parayı cebine.

Bizi yeni bir çocuğa transfer etti. Bu yeni rehber baharatçıymış. Jelena da Agadir'den sonra biraz baharat almak istiyordu. Peşinen söyledik, öyle uçuk fiyat isteyeceksen hiç başlamayalım diye. O da merak etmeyin dedi.

Bir on dakika daha yürüdük. Çıkışa yakın olduğumuz belliydi. Pasaj genişlemiş, bende de sanki burayı daha önce görmüştüm izlenimi oluşmuştu.

Çocuk, dükkanından içeri girerken, Jelena ile vakit kaybetmeden üç torba baharat alıp hemen çıkalım diye konuştuk.

Çocuk bizi içeri aldı, arkasından gittik ve kendimizi o oditoryum benzeri baharat sunum salonlarından birinde bulduk. Bu raflardan kavanozları, kremleri indirmeye başlayınca Jelena parladı:

"Biz hepsini biliyoruz, Agadir'de anlattılar."

"Ama bu krem kırışıklara iyi gelir..."

"İstemiyoruz. Sadece baharat. Ne var sende?"

Garip cocuğun prezentasyonunu alt üst etmişti Jelena. Haklıydı da. Kremler en az yarım saat alıyordu. Olay bir de masaja gelirse bu iş ebediyete uzayacaktı.

Çocuk bu kez baharatları anlatmaya başladı:

"Fas safranı sarı değil kırmızıdır. Sarı safran kötü, kırmızı safran iyidir."

Jelena yine atladı:

"Biliyoruz. Uzatma. Safran kaç para?"

"Üç yuro ama üç torba altı yuro."

"Tamam, bir safran, bir kimyon, bir de otuz beş baharat harmanı."

"Hepsi bu mu?"

"Bu. Al altı yuro,"

"Bir torba daha alırsanız dokuz yuroya anlaşırız"

"Bir torba zaten üç yuro dedin başta, neresine anlaşalım?"

"Yedi yuro."

"Tamam. Bir torba da tarçın ver, biz de gidelim artık."

Çocuk baharatları paketlerken bana döndü:

"Mister" dedi,

"Senin hayatın cidden zor!"

"Senin hayatın cidden zor!"
Jelena da ben de gülmek için dükkandan çıkmayı bekledik.

Üzeri kapalı, pasaj benzeri yol biraz genişlemiş, tavan yükselmişti. Demek çıkışa yaklaşıyorduk. Hala mobiletler, el arabaları ve eşek arabaları insanların arasına son hız dalıp zig-zag'larla çarpışmayı zar zor önlüyorlardı.

Ben tam "Ne biçim iş bu?" derken, finali koca bir kamyonet kornasını çala çala gelirken yaptı. Kamyonetin sağında ve solunda zar zor bir karış mesafe kalmıştı. İnsanların bir bölümü dükkanlara attı kendilerini. Vakti olmayanlar sırtlarını duvara yapıştırıp gözlerini kapadı.

Biz de duvarlara yapışan guruptaydık. Kamyonetin aynası "vızzzz" diye burnumun ucunu sıyırdı geçti. Araplar bile sinirlenmişti bu olaya.

Toparlandık, yürümeye devam ettik. Artık temiz havayı hissedebiliyordum. Biraz ilerleyince gün ışığını da gördük.

İşte arkadaşlar, Suk'dan dışarı çıktığımızda ne yorgunluk kaldı aklımızda, ne baharatçı, ne de kamyonet.

İnsanın belleğine kazınıp bir daha unutamayacağı manzaralardan biri vardı önümüzde.

Bem diyeyim Indiana Jones, siz deyin Binbir Gece Masalları.

Devasa bir meydanda, kendi çadır ve şemsiyeleri altında yüzlerce satıcı, et kızartmalarının yoğun dumanları sütunlar halinde gökyüzüne yükseliyor. Kesik kesik zurna sesleri eşliğinde kobralar, pitonlar kıvrıla kıvrıla dans ediyor, bir Berber maymunu ile yürüyor.

Renk renk kumaşlar yere serili halıların üzerinde alıcılarını bekliyor. At arabaları çocukları gezdiriyor. Meydanın etrafındaki üç camiden Kuran okunuyor.

Bu mistik havayı uzun uzun kokladık. Fas gezisinin bir dönümünü daha geçmiştik. Önce meydanda dolandık biraz, sonra da yorgunluk atmak için Medina'yı yukardan gören bir teras-cafe'ye çıltık.

Bir süre konuşmadan izledik meydanı, sonra da bol bol resim çektik.

Yılancı
Bir yarım saat sonra, gün batımında geri dönmek üzere cafe'den çıktık. İlk iş bir yılancı bulmak oldu. Güneşe göre doğru yerde konuşlanmış birinin yanına gittim. "Kaç para fotoğraf çekmek?" diye sordum. Yılancı, "Önemli değil abi..." dedi.

Ben doğru pozisyon almak için sağa sola kayıp, oturup kalkmaya başlamam yılancının hoşuna gitti. Eeee zanaatın kıymeti ortaya çıkıyor tabii. Bir kobrayı aldı eline. Kobra "tıssss" diye atıldı üzerine. Bu hemen başını çekti geriye.

Baktım arkadaş da hevesli, "Al birini eline, kaldır şöyle havaya." dedim. Yılancının bir hoşuna gitti bu iş ki sormayın. Bir on dakika fotoğrafçılık oynadık. Yılancı kobra'ya dilini çıkartıp kızdırıyor, kobra da "Hıssss" diye atlıyordu üstüne.

Bir ara oturmuş, yerdeki kobraları çekerken bir tanesi beni sevdi, zıp diye atladı bana doğru. Ben "Hoooo!" diye bağırıp hemen kalktım ayağa. Yılancı güldü, kobrayı kuyruğundan tutup salladı attı başka tarafa.

Cesur yürek zevcem Jelena bir elli metre kadar uzaktan "Haydi Bugi!" diye bağırınıyordu. "Kaç para?" diye sordum yılancıya, "Yirmi yuro." dedi, iki yuro'ya anlaştık sonunda

Meydanda dolaşmaya devam ettik. Marakeş'in bir de filim festivali varmış. Meydanın bir köşesinde koca bir ekran, bir dolu da sandalye vardı. Bir "Köböy" filmi gösteriyorlardı. Faslılar hernedense bu Western işine çok sarmışlardı.

Kutubia Camii
Yüzlerce faytonun sıralandığı geniş bir "yaya" yolu, bizi Kutubia Camiinine getirdi. Bu devasa camii, köşeli minaresiyle özellikle yuvarlak minarelere alışmış ben şahsıma çok ilginç geldi.

Geri meydana döndüğümüzde Güneş batmaktaydı. Jelena, kendisini bir paşmina bulmaya adadı. Sonunda da buldu istediği gibi birini.

Tekrar teras-cafe'ye çıktık ve günün geceye dönüşmesini büyük bir keyif ile izledik.

Medina
Geceyi bitirip odamıza döndüğümüzde Marakeş'i bir daha gelinebilecek yerler listemize yazdık ve fazlasıyla hakettiğimiz uzun bir gece uykusuna bıraktık kendimizi.

Ertesi sabah bu sefer gurupla bir yarım saat geçirdik Medina ve Suk'da. Yeniden camiye gidip üç palmiye ile minarenin karede olduğu geleneksel fotoğrafını çektik. Sonrasında ise otobüse binip son durağımız olan Esauira'ya çevirdik rotamızı.

Marakeş unutulmayacak bir deneyim olarak kayıtlarımıza geçmişti.

Essauira, yine Atlas Okyanusu kıyısında, turistik bir kent. Hatta Agadir'den bile turistik diyebilirim.

Essauira
Şehirdeki tüm binalar beyaz. Kapı ve pencereler ise mavi. Yine bir ressamın elinden çıkmış düşsel bir kent Esauira.

Çok fazla büyük bir yer sayılmaz ancak yine resimsel bir limanı ve hayli turistik bir Madina'sı var.

Önce sahilde dolaştık bir süre, sonra da kale duvarlarının altındaki resim ve heykel atelyelerini ziyaret ettik. Buralarda daha ziyade Afrika tarzı heykeller ve tablolar var. Çok sanatsal, çok romantik bir yer. Biraz bizim Ortaköy'e benziyor.

Yine bir dükkanın yanından geçerken öyle bir resim çektim.

Ve hemen arkamda ağızından yağ damlayan bir sülüğün sesi geldi.

"Maaay firend!"

"Ha canım söyle."

"Sen şimdi resim çektin."

"Eee?"

"Bana sordun mu önce?"

"Sen kimsin?"

"Buranın sahibi."

Yalan. İtoğluit on sekiz yaşında bile değil.

"Ben fotoğraf çekerken kimse yoktu burada."

"Öyle bile olsa çekmemen gerekir."

"Burası umumi yer, istediğim gibi çekerim."

"Bak arkadaşım, eğer sorsaydın, hiç problem yoktu, istediğin kadar çekerdin."

Dedi ve ona "Peki o zaman çekebilir miyim?" diye sormamı bekledi, ağızı kulaklarında.

"Defol git lan." dedim, yürüdüm gittim.

Güneş batımını limanda yakalamaya çalışıyorduk. Jelena bir ara bişey almak için ayrıldı, ben de bir duvara çıktım, güneşi batarken kale duvarınım arasında yakalamaya çalışıyorum. Arkamda yine bir ses:

"Maay fireeend!"

Bir döndüm baktım ve gülmemek için dilimi ısırdım.

Karşımda Karayiplerin Korsanları filminden kaçmış bir gemici duruyordu. Uzun kıvırcık ve bembeyaz saçlar, güneşin köseleye çevirdiği bir yüz, elinde yapma bir sigara ve ağızında tek bir diş.

"Hello may firend. Vat ken ay du for yu?"

"Sen İngilizsin, ben de Almanyada çalıştım."

İngilizce de fena deği ha...

"Yok babacım, ben Türküm."

"Ben Almanya'da çok Türk tanıyorum."

"İyi ediyorsun da bak burada resim çekiyorum, bana gün batımını kaçırtacaksın."

"Tamam çek ama günbatımı ilerde, iskelenin orda daha güzel."

"Tamam amcacım, oraya da gideriz. Sağol."

"Gel ben götüreyim."

"Hayır, ben kendim giderim."

"Tamam, iyi tatiller."

Sallana sallana gitti. Ya alkol, ya da daha tesirlisi, ama adam uçmuş...

Neyse, fotoğrafları çektim, bu arada Jelena da geldi. Ben hala duvarın üstünde yürüyorum, Jelena da aşağıdan.

Karşıdan bizim amca yine geldi.

"Gel iskeleye gidelim."

Jelena da Fransızca cevap verdi.

"İstemiyoruz, sağol. Biz kendimiz gideriz."

Amca nasıl bozuldu. "Ama o Türk." dedi, beni gösterip, sana ne oluyor gibisinden. Sonra dönüp Jelena'ya şöyle ağız dolusu bir küfür edip kaçtı gitti.

Güldük n'apacaksın?...

Esauira'nın asıl turist cazibesi "Kite-Surfing" dedikleri, uçurtmayla yapılan sörf. Rüzgar ve dalgalar çok uygunmuş. O yüzden şehir Kuzey Afrika'dan çok Avusturalya sahilleri gibi, herkesin elinde surf-board'lar var.

Esauira'ya kısa ziyaretimizi bitirip otele dönmek için bir taksiye bindik, ancak ağızımız daha önceden yandığı için otelimizi söyleyip, fiyatı sorduk. Şoför Fransızca "huit", yani sekiz dedi. Sekiz yuro makul geldi. Atladık taksiye, geldik otele. Jelena sekiz yuro karşılığı seksen dirhem çıkardı. Şoför "Yok" falan dedi, on dirhemi alıp bize para üstü iki dirhem vermeye kalktı. Meğer sekiz yuro değil, sekiz dirhemmiş, taksi ücreti. Üstü kalsın dedik ve restorana attık kendimizi.

Bu tempo ne yazık ki bedelini almaya başlamıştı. Baş ağrısı, ateş, terleme, öksürük, yarım saatte bir paket peçete bitirmiştim.

Neyse ki son günümüzdü. Ertesi gün bir geceliğine Agadir ve sonrasında üç saat ve iki paket selpak boyunca bir Boeing 737-800 içinde eve dönüş.

Normalde eğlendiğimiz bir seyahat sonrası ülkeden ayrılırken bir iç burukluğu gelir. Fas'ı unutmak mümkün olmadığı halde bu Afrika gribi iç burukluğunu, miç burukluğunu bir tarafa bıraktırdı.

Aradan bir haftadan fazla zaman geçmesine rağmen hala yıkık durumdayım.

Ama değdi arkadaşlar.

Fas gezimizin detayları böyle. Umarım çok uzatıp canınızı sıkmadım.

Eğer bana sorarsanız, durmayın, hemen gidin. Yılın tüm ayları güneşli Fas. O yüzden özellikle kışın gidilmesi çok cazip oluyor. Vize mize de gerekmiyor.

Sağlıcakla kalın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...