8 Aralık 2013 Pazar

Fas, Uarzazat

Bir bardağa üç çay kaşığı bal, kaynar su, bir çay poşeti, nane, tarçın, limon ve en önemlisi bolca rom koyup karıştırın. Grog derler bu içeceğe. Monkey Island oynadıysanız bilirsiniz, Guybrush Threepwood'un en favori içkisidir grog.

Mükemmel tatda bir sıcak alkol olsa da Grog'un diğer önemli bir güzelliği soğuk algınlığına karşı birebir olmasıdır. Bizim nane limon falan halt etmiş. Bir tas grog için, ertesi gün soğuk algınlığı falan kalmaz.

Kalsa kalsa akşamdan kalmalık kalır ama yine de soğuk algınlığından iyidir.

Sevgili arkadaşlar, işte Fas'da kaptığım soğuk algınlığı yüzünden size bu satırları grog içerken yazıyorum. O yüzden yazının (ve grog'un) sonuna geldiğimde zırvalamaya başlarsam nedenini bilin diye söyledim.

Neyse, dönelim konumuza...

Agadir'den ayrılırken bıraktığımız Fas gezisi yazımıza şöyle devam edebilirdik:

"Ertesi sabah havaalanına doğru yola çıktık. Biniş işlemlerinin tamamlanmasından hemen sonra uçağımız kalktı ve yirmi dakikalık kısa bir uçuştam sonra tekerleklerimiz Uarzazat havaalanına dokunmuştu..."

Ne yazık ki hayat bu kadar kolay değildi.

Agadir'den otobüse havaalanına gitmek için değil ikinci durağımız olan Uarzazat'a gitmek için bindik. İsviçrede dört saat alacak dört yüz kilometre, Fas'da duraklamalarla yedi saat'i bulacaktı.

Otobüs yolculuğunun güzelliği yol üzerinde normalde göremeyeceğiniz yerleşim merkezlerini ve doğayı görme şansınızın olması. Kötü tarafı ise saatlerce oturma zorunluluğu.

Beni gençliğimde görecektiniz. Bir kahve içmek için otobüse atlayıp Ankara'dan İstanbul'a gider, aynı gün otobüsle dönüp Ankara'daki King akşamına yetişirdim.

Hey gidi günler...

Şimdi altı saat otobüste oturacağım diye miyavlıyorum.

Dikkatli okuyucular olabileceğini düşünerek ufak bir tekzip yapalım. Agadir-Uarzazat arası önce yedi saat deyip sonra da altı saat otobüste oturmaktan şikayet etmem alzhaymırz belirtisi değil, otobüs dışında yemek falan için harcayacağımız bir saat.

Otobüs sabahın yedisinde kalkacaktı. Kahvaltı için otelden kroasanlar toplanacak, otobüste yenilecekti. Bu da normalde sabahın altısında, Jelena ile beş buçuk'ta kalkmak demekti.

Planlandığı üzere kroasanları almak için kahvaltı bölgesine gittiğimizde sadece kuru ekmek bulabildik. Gurubumuz otobüste kahvaltı edilecek talimatına uyarak kuru ekmekleri torbalara doldurmaya başladılar. On beş dakika önce yada sonranın fark etmeyeceği düşüncesiyle ben kuru ekmeğimi hemen orada yedim.

İşin güzelliği, kuru ekmeğin yanında kahve sayılabilecek sıcak içecek de vardı kahvaltı bölgesinde. Otobüste kahve bulacağımız şüpheliydi. Sonradan da göreceğimiz üzere otobüste kuru yada ıslak herhangi bir yiyecek yada içecek yoktu.

Doğru kararı vermenin şevkiyle ekmeğimi yerken kahvemi de içtim.

Aklıma 1977'de rahmetli annemle beraber gittiğimiz bir Kıbrıs tatili geldi. Tur yarım pansiyondu ve gurupta yaşlı bir amca vardı. Restoranlardan akşam odada yemek için ekmek çalar, çayın ücretsiz olduğu konaklama yerlerinde altı-yedi bardak çay içerdi.

Her şeyi en ince noktasına kadar hesaplar, her olanağı sonuna kadar zorlar ve limon gibi sıkıp, faydasını çıkarırdı.

Kendimi bir an ona benzettim.

Neyse, lafı fazla uzatmayalım, otobüse atladık ve rotamızı Uarzazat'a çevirdik.

Uarzazat, Türkçemizde hafif komik geliyor kulağımıza. Onu bir de Fransız aksanıyla söylendiğini düşünün, iki kat komik oluyor.

Kelimenin kökü Berber dilinden, "gürültüsüz" demekmiş.

Ancak kendisi de Berber olan rehberimiz Azdin, kusursuza yakın Fransız aksanıyla "ooo-uuu-ağğ-zzazzat-te" dedikçe, bende fazlasıyla bir "gürültülü" gülme arzusu oluşmaktaydı. Ama sıktım dişimi...

Azdin'i ilk gördüğümüzde hemen lakabını tescil ettim. "The Priest", yani Rahip.

Çünkü ilk tanıştığımızda üzerinde geleneksel berber giyisisi vardı. Kapşonlu, ayak bileklerine kadar uzanan bir cüppe. Kapşon devamlı kafasında ve belinde de bir kordon. Fas'da olduğumu bilmesem, Rasputin mezarından kalkmış diyeceğim.

Bu Berber kostümünü Tunus'da birkaç kez görmüştüm ama Fas'daki kadar yaygın değildi. Renkleri de çok ilginç bu cüppelerin. Mor, yeşil, mavi, kahverengi, krem, aklınıza gelebilecek hemen her renkteler...

Berberler Fas'da, Tunus'a göre etnik kimliklerini biraz daha fazla korumuş gibiler. Gitmekte olduğumuz Uarzazat da aslında bir Berber kenti.

Bir de Fas'a bir Arap ülkesi deyince Faslılar biraz "Iııh" oluyorlar. Araplar'da tabii ki Fas'da önemli bir etnik gurup, hatta Berberlerle bayağı karışmışlar ama Berberler de "biz de varız" demek istiyorlar.

İşin aslı, bir Türk olarak bana da Arap muamelesi yapılınca ben de sinirleniyorum. Bu Avrupada nadir oluyor, ne de olsa bir sevgi olmasa da epey bir tanışıklık var Avrupa ile.

Ancak Kuzey Amerika bir felaket. Çoğu, Türkleri bir Arap kabilesi zannediyor. Müslümanız ya...

Ciddiye aldığım üç-beşine "Şimdi ben de sana her ikiniz de Hristiyansınız diye Meksikalı desem olur mu?" falan şeklinde bir gayrette bulunsam da hala bizi evlerimizin önüne deve park ettiğimizi düşünmeye devam ediyorlardı, ABD günlerimde.

Geçmiş zamandı bu, tabii. Başbakan sağolsun, artık öğrenmişlerdir aradaki farkı...

Burada bir de yanlış anlamaya meydan vermeyelim. Arap olmakta hiçbir problem yok benim gözümde.

Sadece değilken Arap denmesi, yada Türkken Türk denmemesi gıcık yapıyor o kadar.

Şu günlerde dünyanın birçok bölgesinde Arap denilince hafif ekşi yüzler oluşsa da, hattızatında bir etnik topluluk olarak Araplar, uygarlıkları, bilimleri, dilleri ve müzikleri ile Avrupadaki bir çok etnik topluluğu ve biz Türkleri'de solda sıfır bırakacak bir derinliğe sahiptirler.

Bu gün dört işlem yapabiliyorsak bunu Araplara borçluyuz. Eğer Romalılara kalsaydık, bırakın bilgisayarları ve ikili sistemdeki teraflop işlem sayılarını, dört basamaklı iki sayıyı bir ayda çarpamazdık.

Onluk sisteme çevirmeden deneyin bakalım

MLXIV x MCLIX

Kuzey yarımkürede gözle görebildiğimiz yıldızların birçoğunun ismi hala Arapça. Örneğin, bugün Kuzey Amerikalı astronomların "Eaal-goool" diye, sanki doğma büyüme Anglo-Saxonmuş gibi telaffuz ettikleri Algol yıldızı aslında arapçadan gelme "Al Ghul" dur. Yada Türkçe-Arapçasıyla El Gul. Bu "gul" ise bizim Gulyabani'nin "gul" 'u.

Gul Arapçada şeytani bir yaratık. Algol yıldızının parlaklığının sürekli değişmesi sebebiyle, bu dengesiz doğasından ötürü yıldıza bu şeytani isim verilmiş.

İşin özünde yıldız şeytani falan değil tabii.

Tek bir yıldız zannettikleri aslında birbirinin etrafımda dönen üç yıldızlı bir sistem ve bu üç yıldız birbirlerinin önünden geçerken arkadakinin ışığını kapadığı için parlaklığı değişmekteydi, o kadar.

Ancak adı çıkacağına, canı çıksın derler ya, Algol bugün bile "Demonic", yani Şeytani bir yıldız olarak bilinir.

Eğer illa bela bir yıldız istiyorsanız size ismi Arapçada öyle şeytani olmayan, masum, sakin, "Diz Çökmüşün Başı" anlamına gelen Ras Alcati'yi önerebilirim. Bu yıldız, Herkül takımyıldızında bulunur ve şu anda bir "Kızıl Dev" aşamasındadır. Yani nükleer yakıtını bitirip normal yıldızlık durumundan çıkmıştır. Gerçek bir devdir Ras Alcati, güneşin beş yüz katı kadar büyük. Eğer Güneşin yerinde dursaydı, tüm Dünya, Mars ve Jüpiteri içine alırdı.

Bu yıldızı bela yapan şey ise arkadaşın bu Kızıl Dev aşamasından sonra bir süpernova olarak patlayacak olmasıdır. Bu süpernova da yaşamın başlangıcından bu güne, Dünyaya en yakın süpernova olacaktır.

Bu süpernovanın vereceği zararı şimdilik kestiremiyoruz ancak tüm yaşamı ciddi biçimde etkileyecek, hatta sonlandıracak kadar yıkıcı olabilir.

Arapların astronomideki bu başarıları tesadüfi değildi. Astronomi bildiğiniz üzere bir gece işidir, şarkıcılık gibi. Çünkü gün boyu gökyüzünde Güneşten başka bir gökcismi görmek imkansızdır. Ne zaman ki Güneş batar, gökyüzü binlerce yıldızla dolar.

Orta Doğu'nun çöllerinde aklı olan kimse o günlerde Güneşin altında yolculuk etmediğinden bu iş sadece geceleri yapılırmış. Ee, hattızatında geceleri yön bulmanın birincil yöntemi de yıldızlara bakmak olduğundan Arapların astronomi deneyimi günün koşullarına göre oldukça ileriymiş.

İşte böyle yani...

Hernedense bu Fas yazısı çok astronomi ağırlıklı oldu. Baştan pek bu kadarını planlamamıştım, doğaçlamayla büyüdü demek ki

Neyse, Araplara dönersek, gerçekten büyük bir uygarlık ve derin bir kültüre sahiptir bu ırk.

Kökleri Asurlulara, Babillilere kadar uzanır.

Wikipedia'ya göre Han Çinlilerinden sonra, Dünyadaki ikinci büyük etnik gurupturlar.

Orijinleri ise Orta Doğudur.

Aslında çoğunlukla da barışcı bir toplumdurlar.

Sadece İslam'ı kabul etmelerinin ardından aşka gelmiş, tüm Kuzey Afrikayı baştan aşağıya ele geçirmişler, bununla da kalmayıp Batı Avrupaya girmişler, bu günün İspanya ve Portekiz'ini de topraklarına katmışlardı. Doğuda ise sınırları Pakistanı ve Hint Okyanusuna kadar uzanmaktaydı.

Toprakları Osmanlı İmparatorluğunun en geniş halinden üç kat daha geniş hale gelmişti.

Sonrasında ise kimsenin tam olarak anlayamadığı sebeplerden dolayı yeter bu kadar deyip ilerlemelerini durdurmuşlardı.

Asıl konumuz Berberler ise Kuzey Afrikanın yerlileriydiler. Sahara Çölünün üstünde, Atlas Okyanusu kıyılarından Mısıra kadarki bölgede yerleşmişlerdi.

Yani tam bu Arap hareketinin yolu üzerinde.

Kuzey Afrikanın fethi ile birlikte Berberler İslam'ı kabul etti/ettirildi ve Araplar da bu bölgeye yerleştiler. Sonrasında, günümüz Kuzey Afrika'sının demografik yapısı oluştu.

Berberlerin dilleri, müzikleri, yemekleri hep kendilerine özgü, Araplardan farklı. Ancak Arap kültürüyle bir uyum içerisinde kaynaşmışlar. Bir opresyon, küçümseme, çözüm süreci, kısaca bir "Berber Sorunu" yok Fas'da, tabii ki benim hissettiğim kadarıyla.

Yine de işin raconu Berber'e Berber, Arap'a da Arap demek.

Bir Berber kenti olan Uarzazat, göreceli olarak yeni bir yerleşim merkezi olsa da bölge Berber tarihi olarak çok eskilere gidiyor. Bu tarihin günümüze ulaşmış en renkli kalıntıları da "Kazba" adı verilen kaleler.

Bu kaleler, amaçları toprak sahibinin korunması olan Avrupa şatolarının aksine ticaretin güvenliğini sağlamak için yapılmışlardı.

Sahara çölünün güneyinde çıkarılan başlıca altın olmak üzere diğer değerli taşların önce Orta Doğuya, sonrasında Hindistan'a kadar ki yolu Uarzazat bölgesinden geçmekteydi. Bu kervanların koruma ve konaklamaları da bu Kazba'larda yapılmaktaymış.

Mimari olarak da birer harika bu Kazbalar. Bölgedeki hemen tüm yapılar gibi kırmızıya çalan bir çok güzel kahverengi renkleri var. Yüksek duvarları, mazgalları ve köşeli burçlarıyla ilkokul günlerimizde çizdiğimiz kale resimleri gibiler.

Tarodant
Yolumuz bizi bir mola için Kazba'ların en büyüklerinden birinin olduğu Tarodant kentine götürdü. Kısa molamızın elverdiği kadarıyla kalenin muazzam duvarları altında dolandık, Agadir'den sonra lolipop olmayan ilk Fas deneyimimizi edindik.

Tarodant, Agadir'e göre tabii ki daha az ışıltılı. İnsanlar daha fakir, yollar daha bakımsız.

Ancak yanlış izlenime kapılmayın. İnsanlar fakir olsa da saygılı, yollar bakımsız olsa da işler, şehir ışıltısız olsa da tertemiz.

Jelena nasıl bulduysa buldu ve otobüs yeniden hareket etmeden hemen önce ikimize de birer take-away kahve getirdi. Kuru ekmeklerin hala hazım mücadelesi verdiği midem için bir şölen oldu bu kahve.

Otobüsümüz hareket etti. Sıra Küçük Atlas Dağlarını geçmeğe gelmişti.

İsminin öyle "Küçük" olduğuna bakmayın, bu dağ sırası yeteri kadar heybetli. Manzarası ise tadından yenmiyor. İlk başlarda yeşil sayılabilecek bir bitki örtüsü, Uarzazat'a yaklaştıkça yerini kahverengi ağırlıklı, taşlık bir manzaraya bırakıyor.

Ve bir noktaya gelince insan artık hayranlığını gizleyemiyor. Otobüsten "Oooo!", "Aaaaa!"', "Se Magnifik!", "Se tre joli!" sesleri yükseliyor. Etrafını sarı'dan kahverengiye birçok farklı renklerden oluşmuş tepelerin çevirdiği yeşil, ağaçlık bir düzlük ve tam ortasında yükselen bir tepenin üzerindeki kızıl'a yakın kahverengi kale ve eteklerinde yüzlerce yıllık aynı kızıl-kahverengi evler.

Bir insan hayatında bu kadar güzel, bu kadar büyüleyici bir manzarayı çok az görür.

Rehberimiz "Aid Benhadu" dedi, bu yerin ismi için. Hemen Jelena'yla bir sonraki günün programına aldık bu güzelliği.

Birkaç kilometre ileride, başka bir düzlükte, duvarlarla çevrili, etrafında muazzam boyutlarda firavun heykellerinin bulunduğu bir yapı kompleksinin yanında durduk. Burası Atlas Stüdyolarının Kleopatra kampüsüymüş.

Atlas Stüdyolarının Kleopatra kampüsü
Parmaklıklardan içeri baktığımızda bir askeri cip, bir de gerçek boyutuna yakın bir F-16 maketi gördük. Jelena uçağı görür görmez tanıdı "Aaa, bu The Jewel Of The Nile'dan".

The Jewel of the Nile, Jelena'nın favorisi bir filim. Ben bir kere seyrettim ancak sorsanız zar zor konuyu hatırlarım, ancak o belki de elli kere seyrettiği için her sahneyi hatırlıyor tabii.

Uarzazat'ın bu renkli, çöllü, vadili, kaleli, köylü manzarası, bölgenin güvenliğine eklenince, onu birçok Orta Doğu filmi için ideal bir set haline getirmiş.

Gladiator, The Jewel Of The Nile, Cleopatra, Babel, Prince Of Persia, Charazad, Lawrence Of Arabia, Ali Baba And The Fourty Thieves, Jesus Of Nazareth, Bible, The Last Cavalier, Young Indiana Jones ve başka bir dolu filmin önemli sahneleri hep Uarzazat'ta çekilmiş.

Taurit
Şehir dışındaki tipik bir Fas restoranında yediğimiz öğle yemeyi ardından şehir merkezini ilk defa görmüş olduk. Uarzazat'daki her bina aynı renk, o kızılımsı kahve rengi. Geniş caddeleri ile bir anda Kızıl Meydan'ı hatırlattı bana.

Tertemiz bir kent.

Kentin tam ortasında ise yine harika bir Kazba var. İsmi Taurit. Eski olmasına rağmen çok iyi durumda. Uarzazat'ın turla birlikte yaptığımız son planlı ziyareti oldu bu Kazba. Kalenin son dönemlerdeki sahibi paşanın hareminden kilerine kadar her yeri gezdik.

Şehir içinde geçirdiğimiz akşamın ardından kendimizi otelin barına attık, birer kadeh Porto şarabından sonra ilk iş ertesi günkü Aid Benhadu gezisinin lojistiğini ayarlamak oldu.

Resepsiyonun yardımı ile bizi götürecek bir taksi bulduk.

Akşam yemekteki bir şaraptan sonra daha da güzel bir hale büründü. Masa etrafında Fransızca yapılan kelime oyunları şakalarını dinliyor gibi yaparken günün fotoğraflarını gözden geçirdim ve akşamı kapadık.

Ertesi gün saat sekizde taksimiz bizi bekliyordu. Şoförle bonjurlaşıp atladık arabaya. İsimlerimizi söyleyince bana "Sen nerelisin?" Diye sordu. Türküm deyince "Vay Anam Babam" olduk. Fas'da Türkleri seviyorlar.

Biraz geyikten sonra şoförümüz Omar, ünvan değiştirdi ve rehberimiz oldu. İlk şl bizi Uarzazat'ı tepeden gören eski bir Fransız Lejyonunun garnizonuna götürdü. Mükemmel panorama fotoğrafları çektik.

Kan kırmızı kayalarla kaplı dik yamaçlar
Sonrasında şehirden çıkıp, yönümüzü Atlas stüdyolarına çevirdik. Bir noktada Omar yoldan çıktı ve bizi içerilerde bir yamaça götürdü. Kleopatra filmininde savaş sahnesinin birinin çekildiği bir düzlüğe bakan kan kırmızı kayalarla kaplı dik yamaçlar arasımda inanılmaz bir manzara.

Foroğraf makinesinin bozulabileceğini düşünüp korktum. Garanti olsun diye iPhone ile de bol bol resim çektim. Jelena da son hız Paparazzi modunda resim çekiyordu.

Bir sonraki gizli vista noktasında ise kendimi bir an Kapadokya'da zannettim. Farklı renklerde kayaların oluşturduğu konik tepeler ve vadinin ucunda ise Aid Benhadu. Hiç konuşmadan sadece fotoğraf çekiyorduk.

Tekrar arabaya binip Aid Benhadu'nun hemen yanıbaşındaki köye ulaştık. Girişi gösteren işaretleri dikkate almadan bizi yan sokaklardan geçirdi Omar. "Eğer normal yoldan gidersek satıcılar yüzünden yarım saatte çıkamayız." dedi.

Aid Benhadu
Aid Benhadu UNESCO'nun kültür mirasına dahil ettiği bir alan, ancak bana sorarsanız, yanıbaşındaki köy bile bir kültür mirası. Dünyanın hiçbir yerinde benzerini görmediğim güzellikte, kızıl kahverengi tek katlı binaları ile köy sanki binbir gece masallarından fırlamış, gelmiş.

Köyü geçip kalenin ve etrafındaki tarihi evlerin bulunduğu tepeye doğru yürürken Jelena bir anda bir çığlık attı.

"Aaa, Jewel Of The Nile'da, uçağın geçtiği kapı..."

Gerçekten de ileride, üst bölümünde dikdörtgen şeklinde bir açıklığın bulunduğu kıpkırmızı tuğlalardan yapılma, devasa bir kapı.

Omar biraz ilerde, girişin hemen sağındaki bir alanı işaret etti.

"Gladyatör filmindeki arena..."

Önce evleri yürüyerek geçtik, sonrasında da tepenin zirvesindeki kaleye ulaştık. Burada kendimi ne kadar parçalasam boşuna. Kendi gözlerinizle görmeden bu güzelliği anlamak imkansız. Eğer Fas gezimiz o an bitip eve dönseydik, tüm çilesine değmiş olacaktı.

Köye dönerken Jelena kendisine deve derisinden bir kovboy şapkası aldı.

İşte bu hareket kısmetimizi bağlamıştı. Önümüzdeki birkaç gün, bütün Fas arkamızdan "köboy", "köboy" diye bağıracaktı.

Otele döndük, yeniden otobüsümüze bindik. Öğlen yemeyini başka bir Kazba'da yedik ve Uarzazat'a veda ettik.

Uarzazat, mutlaka görülmesi gereken bir yer arkadaşlar. Aid Binhadu da aynı şekilde. Uarzazat'ı görmenin başka bir alternatifi ise Uarzazat gezisini bir Sahara turu ile birleştirmek.

Çevrede aynı zamanda Fint Vahası diye başka ilginç bir gezi bölgesi var. Oasis Fint isimli bu turda ilginç doğası olan bir vahayı ve orada yerleşik bir siyahi Afrika topluluğunu görebilirsiniz. Bizim guruptan bir kaç çift bu turu aldı ve çok memnun kaldılar.

Kısaca Uarzazat, unutulmaz bir gezi olarak aile tarihimizde yerini aldı.

Sonrasında otobüse binip, rotamızı Marakeş'e çevirdik.

Devam edeceğiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...