8 Eylül 2022 Perşembe

Londra Prelüd

Sevgili arkadaşlar, amacım öyle çok iddalı konuşmak değil, ancak seyahat etmeyi seven biri olarak şu yalan dünyayı iyi kötü görmüşlüğüm vardır desem herhalde çok büyük bir yanlış yapmış olmam.

Bildiğiniz gibi İsviçre'de yaşıyoruz. Bu güzel ülkenin konumu gereği, başta Avrupa, bir çok ülke bir saat ve otuz Frank uzaklıkta. Ee, kör istemiş bir göz durumları, sonuna kadar bu avantajdan faydalanıp, sevgili kızım ve karımla bol bol geziyoruz işte böyle.

Hong Kong, Kıbrıs, Kosova birer ülke midir, değil midir tartışmasına çok girmeden, şimdiye kadar kırk sekiz ülke görmüşüm. Geziye çıkmayı seven biri olarak bulunduğum ülke ve şehirleri kaydettiğim bir aplikasyon var, oradan bİliyorum.

Ancak yakın zamana kadar bu aplikasyona baktığımda, Avrupa haritasında oldukça sinir bozucu bir kırmızılık vardı.

Bu kadar dünya ülkesi tozu yutmuş ben şahsım, henüz Birleşik Krallık topraklarına adım atamamıştım!

Aslında İngiltere, özellikle Londra, yirmi beş yıldan fazladır gezi planlarım içindeydi. Ancak, özellikle eskilerde, ülkeye girerken yanınızdaki evcil hayvanlara bir karantina şartı vardı. Sevgili oğlum Yumuk'u bir köpek evine bırakmaya kalbim yetmedi. O yüzden İngiltere seyahatini hep öteledim.

Sonra canım oğlum göçtü, gitti. Bu kez de İsviçre'de yaşayanlara Schengen ülkeleri için vize zorunluluğu kalktı. O güne kadar mesela Fransa ve İtalya için ayrı ayrı vize almak zorundaydım. Tabii ben piyangodan para çıkmış gibi oldum - bu vize işinden benim kadar çekeniniz çok az vardır, bir gün anlatırım size uzun uzun. Bütün Avrupa visa-free olunca, tabii sevgili karım ve ben akşam yemeğini hadi Paris'te yiyelim olduk, vurduk kendimizi yollara.

Avrupa bu şekilde vizesiz seyahat olmuştu ama Schengen'in bir parçası olmayan Ingiltere için hala vize gerekiyordu. İngiltere vizesi de bayağı para arkadaşlar. Altı aylık 🐝Mezzy🐝 için bile vize gerekiyordu. Geldisiyle, gittisiyle yedi yüz elli Frank falan tutuyordu tüm masrafı, mülakatı, bilmem nesi de cabası. Vizesiz gidecek onca ülke varken, İngiltere, bu sebeple, habire ertelenmeye devam etti.

Yola Koyulduk
Sonrasında hayatın akışı içerisinde, Ingiltere için vize alma zorunluluğumuz kalktı. Ancak bu kez de lanet Covid vurdu. Garip Jelena İngiltere'deki Covid kısıtlamalarını İsviçre'dekilerden daha iyi öğrenmişti. Ha bire önce bilet alıyor, otel rezervasyonu yapıyor, sonra da bunları değiştirmek zorunda kalıyorduk.

Ancak hayatta hiç bir şey kalıcı değil. Covid duruldu, Boris abi Londra'da üç beş parti yaptı, maske, aşı, test falan gibi şartlar da ortadan kalktı. Şaka-maka bu kez gerçekten Ingiltere’ye gidebilecek gibiydik.

Google Map üzerinden en ince detayına kadar bir gezi planı yaptım. Londra'da dört günümüz vardı, oradan da deniz kenarına uçacaktık. Dört gün içinde Londra'yı gezmek olanaksız tabii, ancak ziyaret için şehrin havasını koklayabilecek kıvamda yerleri seçtik.

Uçağımız sabahın beşinde falan kalkacaktı. Sabahın köründe arabayla gitmektense bir gün önce trenle Basel kentine, oradan da Fransa'ya geçip, havaalanının dibinde bir otele check-in yaptık. Geceyi hayatımda kaldığım en küçük otel odasında geçirdik - bu odadan bir sonraki küçük otel odası aşaması, yatağı diklemesine duvara dayayıp, müşterileri kemerle yatağa bağlamak…

Trenle Basel'e, oradan da Fransa'ya geçtik
Resepsiyonist Türk çıktı. Biraz onla geyikledik. Bize havlu bile verdi. 🐝Mezzy🐝 için yatak var değil mi diye sordum, ne de olsa üç kişi için rezervasyon yapmıştık. Abi bi git başımdan şeklinde baktı bana, ne yatağı… Sıcaklığın güneş battıktan sonra otuz beş dereceye "düştüğü" sıcak ve kurak hava dalgası zamanları, uyuyabilmek için pencereyi sonuna kadar açtık. Ancak pencere yatağa doğru açıldığından, pencere açıkken yatakta kımıldamadan yatmak gerekiyordu. Pencereyi açan ise ancak alçak sürünme ile yatağa girebiliyordu.

Sabah saat dörtte uyandık. Kahve benzeri içecekten bir kaç yudum ancak alabildim, sonrasında bir taksi ile havaalanına geldik.

Yıllar sonra ilk kez pasaport kontrolünden geçtim. Demek onca zamandır Avrupa'dan dışarı çıkmamışım. Jelena annesini kaybettiğinde 2019 yılında Sırbistana giderken geçmişti, bende o bile yok.

İsviçre'de bu pasaport kontrolü çok uygar, çok sessiz yapılır. Öyle kimse "Sen niye oraya gidiyon?" yada "Ne iş yapıyon orada sen?" gibi sorular sormaz, parmağını yalayıp, haşırt, huşurt pasaport sayfalarını sado-mazoşizm ile tecavüz arası bir zevkle çevirmez, ya da o "pum", "pum" şeklindeki damgalama seslerini duymazsınız. Bunları sadece bizim memleket için söylemiyorum, birçok ülkede bu pasaport kontrolü işi biraz eziyetli geçer. Neyse, pasaport kontrolü yine de pasaport kontrolü işte. Yolculuk nereye diye sordular, İngiltere'ye dedik, geçtik.

🐝Mezzy🐝, yakın zaman önce duty-free'deki parfüm tester'larını keşfetti. Her havaalanına gidişimizde garip Jelena'yı kolundan tutup, duty-free mağazalarına götürüyor, beraberce parfümleri deniyorlar. Ancak sevgili kızımın bu yaşta elinin ayarı olmadığı için döndüklerinde genellikle on farklı parfümün karışımı sayesinde kokarca gibi oluyor. Bu kez o kadar abartmıştı ki, kendimi mısır çarşısında bir baharatçı dükkanındaymış gibi hissettim. İşin en güzel tarafı, bekleme salonunda sağımızda ve solumuzda her daim boş birer sandalye kalması. Valizleri, torbaları falan koymak için mükemmel bir kolaylık, takdir edeceğiniz üzere…

La Manche
Uçağımız kalktı ve bir saatten daha az bir sürede Manş denizi üzerinden Birleşik Krallık topraklarını gördük. İngiltere ile Fransa arasındaki bu su yoluna Fransızca'daki ismi olan La Manche yani Manş Denizi demeyi daha çok seviyorum. İngilizce konuşulan yerlerde buna İngiliz Kanalı ya da sadece Kanal derler ki kulağıma her nedense çok kaba gelir. Halbuki "La Manche" nasıl melodik değil mi? Bu arada Manche, Fransızca'da ceket yada gömlek kolu demek, eskilerimiz Türkçe'de de manşet derler mesela.

Birleşik Krallık topraklarını ilk görüşüm değil bu. Kuzey Fransa'da gezinirken, kanalın öbür tarafından görmüşlüğüm vardır İngiltere'yi. Herneyse, bu tarihsel tespiti yapıp, öykümüze devam edelim.

Bu dünyada geçirdiğim elli altı yıl süresince gerçekten de çok sayıda İngiliz’le (İngiliz diyorum da, aslında Gal, İskoç, İrlandalı, hepsini kastediyorum, siz anlayın) temasım oldu, iş, arkadaş, vs… O yüzden dil bakımından ne ile karşılaşacağımı aşağı yukarı tahmin edebiliyordum. Yine de karşılaştığımı söylediğim bu kişilerle hep enternasyonel ortamlarda birlikte olmuştum. Böyle yerlerde insanlar birbirlerini dil, aksan falan bakımından çok fazla tolere ederler.

Ancak Londra gibi deplasmana geldiğinizde durum farklı olabilir. İnsanlar evlerinde özellikle dil bakımından çok rijid, intolerant bir hale dönüşebilirler. Hangisi daha kötü, kestiremiyorum, Amerikalılar da, Fransızlar da birer felakettirler bu konuda. Dillerini anadiliniz gibi konuşmadığınızı anladıkları andan itibaren daha hızlı konuşmaya, sizi anlamak için hiç bir şekilde gayret göstermeyerek daha fazla zorlamaya başlarlar.

İşte ben de bu sebeple Londra'nın bu konuda nasıl olabileceğini kestirmeye çalışıyordum.

Biraz daha açık olmak bakımından, yukarda zorlukla kast ettiğin Ingiliz ve Amerikan ingilizcesinin yazım ve telaffuzundaki farklar değil.

Özellikle Amerikan İngilizcesi konuştuğunu zanneden bir çok boş teneke Ingiltere’ye gittiklerinde nasıl "anlaşılamadıklarını" büyük bir şevkle, ballandıra ballandıra anlatırlar. Ancak bu tamamen zırva, salakça bir çabadır. Her iki ulus da birbirlerini kusursuzca ve problemsizce anlarlar. Bernard Shaw ne demiş, "We are the same people, seperated by a common language", yani "Bizler ortak bir dilin ayırdığı aynı halkız". Tomato, yada tomeyto demenin nasıl bir haberleşme faciasına yol açabileceğini sizlerin takdirine bırakıyorum.

Ben Ingilizceyi İngiliz yazımı ve telaffuzuyla öğrendim. Sonraları uzun süre bir Amerikan firmasında çalışma ve Hollywood'un yoğun gayretleri sonucunda Amerikan benzeri bir telaffuz ve yazımı benimsedim. İngiliz yazımı biraz abartılı. Colour yerine color demek daha kolay ve bir harf daha az yazmaktan dolayı daha bir tembel işi. Bir de "can't" 'e "kant" deyince aklım başka yerlere gidiyor!…

Bir anlaşılma faciası değil elbette ama yeri geldi diye anlatmış olayım, beraber çalıştığımız bir Ingiliz arkadaş bir break anında yanıma gelip "Do you have a 'fag' for me?" demişti. Tövbe estağfurullah, n'oluyoruz lan diye düşünürken iki parmağıyla yaptığı sigara hareketinden anladım derdini. Meğer "fag" İngilizce argosunda sigara demekmiş. Amarikanca'da ise ibne anlamına gelir, biraz 'fag-got' kelimesinden ilhamla… Ama yeminle o güne kadar fag'in sigara da demek olduğunu bilmiyordum.

Herneyse, dil konusunda Londra'da başımıza neler gelecek, nasılsa anlayacaktık.

Londra'dayız
Uçağımız Gatwick havaalanına indikten sonra hemen biletlerimizi alıp, bir trenle Londra’ya doğru yola koyulduk. London Bridge istasyonunda, bu kentte geçireceğimiz dört gün süresince kullanacağımız toplu taşım kartlarını alacaktık. Londra’yı ziyaret edeceklere çok kuvvetli tavsiyem bu kartları kullanmaları. Hem ekonomik, hem de pratik. Yoksa taksi yada her defasında bilet alarak toplu taşımdan faydalanmak neredeyse imkansız. Bir de taksiyle maksiyle ukalalığa gerek yok Tube dedikleri Londra metrosuna binmeden Lomdra’yı gezdim demek olmaz!

Bu kartları satın almak için gişedeki kadınla konuşmaya başladık. Hayatımda bu kadar anlayışlı, ana dilleri İngilizce değil, ez, çiğne onları demek yerine haberleşmeyi önceleyen, uygar, nazik birine çok az rastlamıştım.

Gerçekten de aynı derecede uygar ve kibar davranışı dört gün boyunca Londra'da karşılaştığımız hemen herkesten gördük. Üç kuruşluk dünyayı dolaşmış biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki, bir şehirli olarak Londralılar şimdiye kadar gördüğüm en uygar, en kibar, en yardımsever insanlar.

Sadece Greenwich'e 'Griinviç' demeyin, çok hassaslar bu konuda. Doğru telaffuzu 'Greniç' 😜

London Bridge İstasyonu
Hassasiyet kısmı şaka tabii, ama siz yine de 'Greniç' demeye dikkat edin. Ne de olsa doğrusu böyle.

Bizi Greenwich'e götürecek trene binmeden önce London Bridge istasyonuna bir kez daha baktım. Tertemiz, uzun yürüyen merdivenleri, modern dekorasyonu ile beklediğimden çok farklıydı. Beklediğin neydi diye sorarsanız, Michael Crichton, on sekizinci yüzyılda geçen bir tren soygununu anlattığı The Great Train Robbery kitabında bu istasyonu iki yüz yıl önceki haliyle çok canlı ve renkli biçimde tasvir eder. Haliyle o günden bu güne çok şey değişmiş.

Londra serüvenimiz başlamıştı.

Devam edeceğiz…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...