9 Mart 2022 Çarşamba

Kapıkule, İpsala…

Sevgili arkadaşlar, son günlerde malum, özellikle gençlerin Yurt dışında yaşama tercihleri ile ilgili çok şey yazılıp, söyleniyor. Amacım bu eğilimin nedenlerini eşelemek değil, nedenleri zaten hepimize malum. Sadece az biraz buradan nasıl görünüyor, sizlere onu aktarayım istedim.

Yirmi beş senedir kesintisiz yurt dışında yaşıyorum. Yakın zamana kadar buralarda karşılaştığım Türklerin hemen hemen tümünün ortak bir profili vardı. Bir cümle ile, Avrupa'da vasat altı işlerde çalışan, az eğitimli, şehirli yaşama alışamamış taşra insanları. Geri kalanlar da ya 12 Eylül'den sonra kaçanlar, yada Kürt oldukları için baskı gördükleri iddasıyla iltica edenlerdi.

Son günlerde ise bu profil dramatik bir değişikliğe uğradı.

Jelena ile aramızda ufak bir şakayla karışık oyunumuz vardır. Dışarıda iken birileri Sırpça konuştuğunda ona göz kırpar, "Brate'ler" derim. O da Türkçe duyduğunda beni dürtüp, "Abiler" der. Dönüp, baktığımızda da gerçekten Sırp'sa Sırp'a, Türk'se de yukarda bahsettiğim tipte Türkler'e benzeyen insanlar görürüz. Hatta bazen ben Sırp dediğimde, Jelena aksanlardan çıkarabildiği için Sırp değil, Boşnak, Hırvat, Makedon falan diye düzeltir. Çoğunlukla da yanılmayız.

Geçenlerde Saint-Moritz'e giden bir trendeydik. İki sıra önümüze kayaklarıyla pırıl pırıl iki kız oturdu. Konuşmaya başladılar. Türkçe! Ama normal Türkler gibi çığlık çığlığa bağırarak gülüp, konuşmuyor, hayli medeni bir biçimde, kimseyi rahatsız etmeden tatlı tatlı sohbet ediyorlardı.

Jelena'yı dürtüp, "Kaçırdın" dedim, "Abiler". "Yok canım" dedi. Geleneksel Türk emareleri göstermedikleri için dikkat bile etmemiş, alçak sesle muhabbet ettikleri için de Türkçe konuştuklarını idrak edememişti sevgili karım.

Kızlar belli ki Saint-Moritz'e kayak yapmaya gidiyorlardı. Sosyete diyebilirsiniz, ancak aralarındaki konuşmalardan istemeden duyduğum kadarıyla pek öyle sosyetik bir havaları yoktu, hatta zar zor para denkleştirip, gelmiş gibiydiler. Zaten Saint-Moritz yerine de otellerin çok daha ucuz olduğu yakın köylerden birinde indiler. Türkiye'den gelmedikleri de kesin bir biçimde belliydi, çünkü ufacık birer sırt çantasıyla seyahat ediyorlardı. Türkiye'den gelenler genellikle kaplumbağa gibi evlerini yanlarında getirirler, koca koca valizler, sırt çantaları, duty-free torbaları, vs.

Biletçiyle Fransızca, 🐝Mezzy🐝 ile yanlarından geçerken de İngilizce konuştular. Benim Türk olduğumu anlamamışlardı, ben de ses çıkarmadım.

Başka bir kez, Rovaniemi tren istasyonunda yine o tanıdık dil çalındı kulağıma. Bu kez iki aile, her biri karı, koca artı birer çocuk. Ergenlerin yaşları da taş çatlasa otuz beş. Biz otobüs beklerken onlar da araba kiralıyorlardı. Hertz adamı bunlara "Nerelisiniz?" diye sordu. "Türküz" dediler, "Ama Estonya'da yaşıyoruz".

Düşündüm. "Türküz ama Almanya'da yaşıyoruz" tamam da, bir de değil, iki Türk ailesinin Estonya'da ne işi olur?

Yine konuşmalardan kesin olarak ortaya çıkan, her iki çiftin de yüksek öğrenim aldığı, yani çağımızın insanları olduğuydu. Bu insanlara Hamburg, Köln, Gelsenkirchen gibi yerlerde rastlamış olsak hadi diyeceğim de Finlandiya'da, Kuzey Kutup Dairesi içinde rastlayınca gerçekten şaşırdım. Şaşkınlığım, Noel Baba Köyünde en az üç Türk aileye rastladığımda daha da arttı.

Bu yazıyı yazma amacım, Türk diasporasının eğitim ve yaşam düzeyinin arttığı sonucuna varmak değil. İkinci ve üçüncü nesil Alman-Türkler zaten tamamen batıya adapte olmuş dünya insanları. Doğup, büyüdükleri ülke itibarıyla ikiden fazla dil konuşuyor, dünyayı geziyor, hayattan zevk almayı biliyorlar.

Ama bir bile değil, iki ailenin Estonya'ya yerleşmesinin nedeni ne olabilir? Estonya, Baltıklar'da buz gibi, parmak kadar bir ülke. Kim gider oraya? Estonyalılar Avrupaya geliyor yerleşmek için.

Yukardakileri, sizlere düşüncelerimi biraz daha somutlaştırarak anlatabilmek için yazdım. Bu yeni tür Türklere her geçen gün daha sık aralıklarla rastlıyorum. Elbette, rastladıkça da kendi hesabıma mutlu oluyorum, çünkü geleneksel Türk sterotipinden çok çektim. Çoğunluk hala karımla sarışın olduğu için evlendiğime inanıyor. Kızcağız saçını siyaha boyayınca bir-iki arkadaşı "Kocan ne diyecek bu işe?" diye endişelenmişler. Jelena da onlara "Merak etmeyin, kocam istediği için siyaha boyattım" demiş - ki gerçek de bu.

Bu değişiklik beni mutlu etse de, Türkiye bu durumdan biraz endişelense iyi olur.

Ülkeyi yönetenler anlamadıkları için çok takılmıyorlar ama Türkiye kan kaybediyor. En değerli varlığı olan kaliteli insan gücünü elinden kaçırıyor. Bu insanlar olmadan bırakın ilerlemeyi, büyümeyi falan, Türkiye ayakta kalamaz.

Bu göçen insanlar da diş macunu gibidir. Bir çıkarlarsa geri tüpe sokamazsınız. Düşünün, genç bir doktor aile Avrupa'da bir ülkeye yerleşmiş olsun. Çocukları doğacak, onlar yerleştikleri ülkenin okullarına gidecek, o dili konuşmaya başlayacaklar, sadece çocukların değil, göç eden anne ve babaların da yeni çevreleri, arkadaşları olacak, o ülkenin şartlarına alışacaklar.

Bir mucize olup, Türkiye bir G7 ülkesi olsa bile artık dönmezler. Bu insanlar emekli olunca Mercedes'le köyüne dönüp, yerleşecek eski nesil gibi düşünmüyorlar.

Bu insanları en ufak bir şekilde kınamıyorum. Ben de olsam, aynısını yapardım. Soranlara da aynı tavsiyeyi ediyorum. Nedeni herhalde malum, burada uzun uzun tartışmaya gerek yok.

Cem Toker'in dediği gibi "Kapıkule, İpsala…"

Ancak diyeceğim o ki, bu kaçan, göçen insanların önceliği tarikatlarla helalleşmek falan değil. Olur da bu iktidar değişir, yerine gelenler de bu gidişe dur demek isterlerse, naçizane önerim olsun…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...