16 Mart 2022 Çarşamba

Berlin

Berlin'in Brandenburg havaalanına ilk inişimdi. Daha önceden hep Tegel'e iner kalkardık. Şimdilerde Tegel kapatıldı, herkes bu yeni havaalanını kullanıyor. Hoş, bu havaalanının beşinci terminali Schönhagen havaalanının eski tren istasyonu ama Schönhagen açık mı, kapalı mı, yoksa Brandenburg'a entegre mi edilmiş anlamak zor.

Berlin böyle acayip bir kent sevgili arkadaşlar. Uzun süre bölünmüş bir durumda kaldığı için her şeyden iki tane var. Üstüne bir de Sovyetlerin soğuk savaşın başında kara ulaşımını kapatmalarından sonre Amerikalıların bütün şehri hava yoluyla doyurması gerektiğinden bol bol havaalanı yapmışlar. Neyse ki bugünlerde bütün bu ıncık cıncık havaalanları Brandenbutg'da konsolide olmuş gibi.

Almanya doğası ile cennet gibi, her yeri yemyeşil dağlarla, nehirlerle bezenmiş bir ülke. Ancak şehirleri Avrupanın en sıkıcı şehirleri. İkinci Dünya Savaşı esnasında dümdüz edilmiş, sonrasında ise şimdiye kadar gördüğüm en kötü mimariyle yeniden inşa olmuş. Bütün ülkenin şehirleri çocukluğumun Karadenizli müteahhitlerin elinden çıkmış gibi. Bir de Demokratik Almanya zamanından kalma komünist tarzı binalar var ki, hapisane blokları gibiler. Üstüne modernlik olsun diye bir de her yere ütopik, çizgi filmlerden kalma birer televizyon kulesi dikmişler, böylece şahmış, şahbaz olmuş Almanya'nın büyük şehirleri.

Kısacası Almanya'yı gezecekseniz küçük kentlerini, köylerini gezin, büyük şehirlerinden uzak durun derim. 

Ancak Berline bir istisna şerhi koymak lazım. Bu Berlin'in güzel bir şehir olmasından değil, tarihte çok önemli üç dönemi birden içinde barındırmasından. Krallık Almanya'sı, Nazi Almanya'sı ve Sovyet Almanya'sı. Gerçekten bu şehirde her üçinden de bir şeyler bulmak mümkün.

Geçenlerde size Berlin'e üç kez gelmiştim diye yazmışım, düşününce iş için bir kez daha geldiğimi hatırladım. Yani bu son gelişimizle birlikte beş kere ziyaret etmişliğim var bu kenti. Bunlardan ilkinde iş için değil, gerçekten ziyaret için geldiğimizden, bol bol gezip, havasını koklama şansımız olmuştu. Bu kez ise, sadece yarım gün geçirecektik, o yüzden biraz hızlanıp, en azından 🐝Mezzy🐝'ye bir iki hatıra fotoğrafı bırakabilmek için yola koyulduk.

Berlin ziyaret etmesi zor bir şehir arkadaşlar, aynı Almanya'nın geri kalanı gibi. Sebebini sizlere şöyle arz edeyim.

Bir Alman arabası kullandıysanız, beni daha iyi anlayacaksınızdır. Yanlış anlamayın, bugün de dahil hayatımın yarısından fazlasında Alman arabaları kullanmaktayım. Dünyanın en iyi arabalarını yaparlar. Ancak bu arabaları kullanmak için okumak ve sonucunda öğrenmek, bilmek gerekir. 

Çoğu kez özellikle önceki arabalarım bir aksaklığı bildirdiğinde yolun kenarına çekip, çam ağacından süzülen bir su damlası, yada "Error 1234" nedir, ne demektir, el kitabına, veya daha yeni zamanlarda İnternet'e bakmak zorunda kalırım. Alman arabaları sizle konuşurken böyle kriptik olurlar. Örneğin yağ azaldı demek yerine bir hata numarası verir, yada anlamak için Picasso'nun danışmanlığına ihtiyaç duyacağınız ikonlarla, şekillerle dertlerini anlatmaya çalışırlar.

Neyse ki şu anki arabamız yağ bittiğinde "Yağ koy", su bittiğinde de "Su koy" diyor.

Berlini gezmek de benzeri nedenler yüzünden çok kolay değil. Ben senin hayatını kolaylaştırmayacağım, yaşamak istiyorsan bileceksin kardeşim diyorlar kısaca.

Örneğin S-Bahn yerin üstünden, U-Bahn da yerin altından giden trenlerin adı. Berlin'de bir yerden bir yere gitmek istiyorsanız bu terminolojiyi mutlaka bir kenara not edin. 

U-Bahn

Böyle bir ayrıma neden gerek duyduklarını anlamak çok zor. Sonuçta trene binen birinin amacı bir yerden, bir yere gidebilmek. Kime ne yerin altından mı, üstünden mi gittiği? Gözünü sevdiğimin New York'unda, bir trene binersiniz, yerin altına da girer, üstüne de çıkar, binaların üzerinden geçer, denizin altına dalar. Yerin üstünden giden bir trenden inip, yerin altından gidiyor diye başka bir trene binmezsiniz. 

Alman kafası böyle çalışıyor işte. Tabii, Google Maps'ın kurbanı olmuş da olabiliriz ama çok kısa mesafeler için de olsa bir çok kez S-Bahn'dan inip, U-Bahn'a bindik ve sanki S-Bahn sadece yer üstünden, U-Bahn da sadece yer altından gider gibi bir obsesyonları olmasaydı, bu kadar tren değiştirmeden de aynı yere gidebilecektik.

Başka bir örnek. 

Her yerde olduğu gibi Berlin Metrosu'nda da (Oldu mu şimdi? Boşuna mı bu kadar yazdık? Hala "metro" diyoruz. U-Bahn! U-Bahn!) renklerle kodlanmış farklı hatlar var. Bu hatlardan ikisinin kesiştiği bir istasyondayız. Renkleri tam hatırlamıyorum ama öykümüz bakımından pembe ve kahverengi hatlar diyelim.

Yine her yerde olduğu gibi bu hatlar da aksi iki yöne gidiyorlar. Burada öyle sürpriz yok.

İstasyona girdiğimizde pembe tren vınnn diye önümüzden geçti. Biz de pembe trene bineceğiz ama aksi yöne gidenine. Hemen iki metre karşıda, parelel bir hat var. Biz de karşıya geçip, aksi yöne giden pembe trene binmek üzere beklemeye başladık. Aney! Aynı yöne bu kez kahverengi tren gelip durdu. Normalde karşıdaki hat, aynı rengin aksi yönü olur, bizimkisi başka rengin aynı yönü çıktı.

Raylar boyunca sütunlar var. Hangi tren hangi hatta olacak, bakalım dedik, her sütunda biri olmak üzere ikişer renk, ikişer yönden dört ayrı istasyon listesi var. 

Biraz debelenince anladık ki bizim karşı yöne giden pembe tren merdivenlerden çıkıp, elli metre öteye gittiğinizde başka bir ikiz hattan geçiyor.

Yani raylar şöyle sıralanmış. Pembe ileri - kahverengi ileri - 50 m - kahverengi geri - pembe geri!

Bileceksin işte… 

Ertesi sabah uçağımız sabahın köründe kalkacağı için havaalanının dibinde tipik bir business otel bulmuştuk. Oradan da Berlin'e gitmek için S-Bahn'a bindik. Bir durak sonra da bir anons. "S-Bahn hatlarında sorun var, buraya kadar" Bunu anlayacak Almanca'yı nereden biliyorsun diye sorarsanız, Almanya'da anonslar, işaretler falan mutlaka İngilizce olarak tekrar ediliyor. Ancak lokal dili, yani Türkçe'yi, konuşabildiğim için çoğu zaman İngilizce'ye bile gerek kalmıyor. Bunu demişken, Almancama da laf söyletmem hattızatında. Hochdeutsche konuşurum. "Ayn, zvay, dray, şnel"…

İndik trenden. Birine "Nasıl Berlin'e gideriz?" diye sorduk, "Otobüsle" dedi. Bu arada şapka çıkarıyorum, İngilizce konuşamayan Alman yok gibi.

Başka bir kızı durdurduk, "Otobüs durağı nerede?" diye sorduk. Biraz dikkat edince anlamamak mümkün değil, kızımız lezbiyen! Burun halkası, tatue, piercing, dayı stili konuşma, vs. 

Karı Jelena'yla canım cicim, benim yüzüme bile bakmıyor. Bir şey soruyorum, cevap bile vermiyor. Neyse, sağ, sol, elli metre falan, otobüs durağını tarif etti bize. 

Kırılan erkeklik gururumu, durakta bekleyen, bu kez heteroseksüel bir kıza "Berlin'e gitmek için hangi otobüse binelim?" şeklinde sorarak ve bir gülümseme eşliğinde cevap alarak tamir ettikten sonra Berline'e doğru yola koyulduk.

Öyle yerlerden geçtik ki, sanki Berlin’de değil de Moskova'nın banliyölerinde geziyor gibiydik. Yukarda yakındığım Karadenizli müteahhit eseri mimariyi bile mumla arıyorduk. Her yer kare, dikdörtgen, binalar, kapılar, pencereler hep aynı. Sanki beş yaşındaki bir çocuk, eline bir cetvel alıp, çizmiş bunları. Tatsız, zevksiz, renksiz, tam anlamıyla bir komünist tarzı.

Berlin'i eskiden beri Doğu ve Batı Berlin diye bilir, duvarın bu iki kesimi cart diye ortadan ayırdığını düşünürüz. Gerçekte Berlin tamamen eski Doğu Almanya sınırları içindeydi ve duvar Doğu/Batı Berlin'i ayırmak yerine, bütün Batı Berlin'i çevreliyordu. Kısacası merkezden dışarı doğru ilerlediğinizde her yer eski komünist toprağıydı. Düşününce bu eski Sovyet tarzı mimariyi görmek çok da fazla sürpriz sayılmazdı.

Berlin'de gezerken farklı bir fenomenle karşılaştım. Eskiden trende, otobüste, sokakta genellikle bizim abbaslar çıkıntılık yaparlardı. Bağırırlar, çağırırlar, itişirler, kısaca göze batarlardı. Görünüşe göre bu günlerde nöbeti Polonyalılar devralmış. Her yerde Polonyaca duyuyordum. İyisi, kibarı, işadamı, öğrencisi, köylüsü, her yer Polonyalı dolu.

Otobüsten indikten sonra başka bir S-Bahn ile şehir merkezine giderken, yanımıza iki Polonyalı abbas oturdu. Bir tanesinin elinde bir bira şişesi, yarın yokmuş gibi içiyor. İçmesine de gerek yok aslında, ayakta duramayacak kadar sarhoş, "Kurva, kurva!" diye bağrınıyor. Diğeri biraz daha sakin, bu bağırdığında sus falan diyor.

Sarhoş olanı uzanıp, Jelena'nın çizmesine dokundu. Tamam dedim, papaz oluyoruz bunla. Adamla itişmek önemli değil, o kadar sarhoş ki, bir Osmanlı'ya bakıyor. Derdim, elli beş yaşından sonra kızımın önünde maymun olup, yerlerde yuvarlanacağız.

Polonyaca buna "Uwaga/Abartma" dedim.  Bana "Polınyaca konuşuyor musun?" diye sordu, "Hayır" dedim. Herhalde anladı ciddi olduğumu, bu kez alttan almaya başladı. Bu arada yanındaki arkadaşı polis falan gelecek diye düşündü ki, ilk durakta inip, başka vagona gitti.

Sarhoş olanı İngilizce bir şeyler diyecek, çıkmıyor ağızından. Tarzanca üç beş kelime ettik. Sonraki durağa geldiğimizde "Fucking shit, I go" dedi ve koşup, kayboldu. Hollywood'un zararı bu işte. Adam İngilizce iyi günler diyemiyor, ama fucking shit demeyi biliyor. Cool oldum falan zannediyor herhalde böyle saçma sapan, hatta çocukça, beşinci sınıf argo kullanınca.

Neyse, yolu açık olsun, bizi bırakıp, gitti baba. Biz de istasyonumuzda inip, 🐝Mezzy🐝'ye bir burger aldıktan sonra, Berlin’deki ilk ziyaret noktamıza doğru yola koyulduk.

Brandenburg kapısı

Berlin'in en bilinen yeri herhalde Brandenburg kapısıdır. Aslen krallık Almanya'sından, yani Prusya Krallığı'ndan kalma olsa da, ben bu güzel anıtı nedense hep bir gece Nazi askerlerinin meşaleler ile altından geçtiği bir fotoğrafla hatırlarım. Kapının sağımda ve solunda ise yine DDR zamanından kalma Duma benzeri komünist binalar bulunur. Kapı eski Doğu Berlin'de kalmış olsa da sınıra, dolayısıyla da duvara çok yakın bir yerdeymiş.

Yeri gelmişken bir tekzip yapalım. Derdim komünistlerle değil, komünist mimariyle. İşin aslı komünistleri fazlasıyla severim, yeter ki inşaat işine girmesinler…

Brandenburg kapısının hemen yakınında çitlerin üzerinde bir sıra haç görebilirsiniz. Bu haçlar duvardan atlayıp, Batı'ya kaçmaya çalışırken hayatlarını kaybedenler için tasarlanmış, anıt demek istemiyorum çünkü üzücü bir ortam, bir yas noktası diyelim.

Bir sonraki durağımız yine Almanya'nın üç hatta bugünkü haliyle dört dönemine de iz bırakmış, hibrid bir anıt. 

Reichstag binası. 

Bu bina da Prusya günlerinden kalma. Krallığın parlemento kılıklı bir biriminin toplanma yeri olarak yapılmış. Ancak Reichstag, Hitler'in iktidarını perçinlediği bir olaya konu olması bakımından önemlidir.

Reichstag

Hitler Şansölye olarak yemin ettikten çok kısa bir süre sonra birileri Reichstag binasını kundaklar, bina da cayır cayır yanar. Hitler, Marinus van der Lubbe isimli, Hollandalı bir komünisti bu kundaklama ile suçlar ve gomonistlerin Almanya'ya komplo kurdukları propagandasını yapmaya başlar. Bir nevi dış güçler mevzuu sizin anlayacağınız. 

Garip Van der Lubbe gencecik yaşında mahkum olur ve cırt diye kafasını giyotinle keserler. Sonrası olağanüstü hal, Gestapo ve Üçüncü Reich falan, malumunuz. Bunlar o kadar klişe işler ki başka örneklerini duyduğumda artık uykum geliyor. 

Neyse. 

Reichstag binası, İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda Kızıl Ordu Berlin'e girdiğinde Ruslar'la Almanlar'ın göğüs göğüse epik bir mücadelesine sahne olmuş. Birçok kişi Hitler'in bir gün önce intahar etmesine rağmen, Berlin'in düştüğü an olarak Sovyet bayrağının Reichstag binasına dikilmesini gösterir. 

Reichstag binasını Ruslar almış olsa da savaş bittikten sonra Batı Berlin sınırları içinde kalmış. Büyük olasılıkla bu yüzden etrafında Duma kılıklı komünist yapılar yok.

Reichstag Almanya'ların birleşmesine kadar boş boş beklemiş - unutmayalım, Federal Almanya'nın Parlementosu o zamanki başkentleri Bonn'daydı, sonra da birleşik Alman Parlementosu'na ev sahipliği yapmaya başlamış. Bu esnada sivri akıllı biri bu güzelim binanın tepesine manasız koca bir cam kubbe dikmiş. Modernlik adına o güzelim tarihi binaların ırzına geçilme işine çok sinirleniyorum sevgili arkadaşlar. Benzeri bir sakillik Louvre müzesinde var. Başka bir sivri akıllı müzenin bahçesinin tam ortasına camdan koca bir piramit yapmış. Yazık…

Reichstag'a kadar giderseniz, hemen ilerisinde de yeni, siz Türkler nasıl diyor, yeni Şansölyelik (Chancellery), ez cümle Başbakanlık binası var, orayı da görün. Çok sade ama çok modern, havadar bir bina yapmışlar. İlk gördüğümde içinde Angie teyze vardı. Hey gidi günler…

Holocaust Anıtı

Reichstag'ın biraz ilerisinde İkinci Dünya Savaşında hayatlarını kaybeden Yahudiler için geniş bir alan üzerine beton bloklarla bir memorial yapmışlar. On iki sene önce içini de gezmiştim, yolunuz düşerse dilinizi, dininizi bir kenara bırakıp, sadece insanlığınızı yanınıza alıp gezmenizi öneririm. Holocaust, insanlık tarihinin en karanlık sayfalarından biridir. Biz çoğunlukla Hitler Yahudilerden sabun yapmış gibi çocukça, ciddiyetsiz bir iki basmakalıp cümleyle geçiştiririz bu olan biteni. Halbuki o on senelik zamanda çekilen acıların, annelerini, babalarını kaybeden çocukların, çocuklarını kaybeden ailelerin, neredeyse yeryüzünden silinen bir neslin dramının tanımı çok güçtür. 

Bu üzücü alanı hızlıca geçtik çünkü 🐝Mezzy🐝 çok fazla soru sormaya başlamıştı. Anıtın öbür ucuna ulaştığımızda "Bu insanları öldüren kötü adama ne oldu sonunda?" diye sordu. "Şimdi o adamın öyküsünün bittiği yere gidiyoruz, orada anlatırım"dedim.

Sıradaki durağımızın günümüzde bir tabeladan başka görecek  bir şeyin yoktu, ama insanlık tarihinin şekillendiği çok önemli bir noktaya gelmiştik sevgili arkadaşlar.

Biliyorsunuz Hitler önce Şansölye, yani Başbakan seçilmişti. Bu esnada krallığın, yada bilinen ismiyle Reich'ın bir başkanı, parlementosu falan vardı. Hitler devlet işlerini diğer Şansölyeler gibi Wilhelmstraße 77'deki Şansölyelik binasından idare etmekteydi. 

Sonra Führer, yani tek adam oldu, parlementoya falan da gerek kalmadı haliyle. Sonrasında Şansölyeliği kendi özel rezidansı haline getirdi.  

Şansölyeliğin bahçesinde de hava akınlarına karşı ufak bir sığmak vardı. Bu sığınak büyütülüp, koca bir yeraltı kompleksi haline getirildi. Hitler burada evlendi, burada öldü. Yine aynı sığmakta tarifi zor trajediler yaşandı. Burayla ilgili sayısız kitap yazıldı, film yapıldı.

Hitler'in sığınağı,

Şansölyelik, yani Reich Chancellery binası savaş esnasında yerle bir olmuş. Sığmak ise 1980'li yılların sonuna kadar varolmaya devam etmiş, sonrasında da şehir planlamasının bir parçası olarak neredeyse tamamen yıkılmış. Ama öyle bir hallaç pamuğu gibi atmışlar ki, bir arsaya bakıp, Şansölyelik binası yada sığınak buradaymış diyemiyorsunuz. Yeni yapılan binalar Şansölyeliğin ve sığınağın alanını parça parça örtmüş. 

Söylene göre bir iki koridor hala ayaktaymış ama tabii ki kimse giremiyor. Neo Naziler burayı bir mabede döndürmesinler diye yakın zamana kadar sığınağın yerini işaretleyen bir tabela bile yokmuş, iki binli yılların başında uyduruk bir tabela koymuşlar.

Hitler'in sığınağı, yani Führerbunker bugün ailelerin yaşadığı apartman blokları ve bunların park yeri halinde. Bir de yukarda bahsettiğim tabela var, hepsi o.

Hitlerin son günleri hakkında çok şey okudum, çok belgesel ve kurgu yapımları izledim. Aslında söyleyeceğim de çok şey var ama yazıyı tarihi bir makaleye dönüştürmemek için burada durayım isterseniz. Ancak bu konuda bilgi sahibi olmanızı şiddetle tavsiye ederim. İnsanlık tarihinin kısa da olsa çok önemli bir bölümü, ve bu süreçte unutmamamız gerekli bir çok olay bu mekanlarda geçmiş. 

Sıra Berlin gezimizin en hayati, en kritik aşamasına gelmişti. 

Laponya'ya gitmek için illa da Berlin'den geçmek gerekmiyordu. Eğer isteseydik İskandinavya yada Baltık ülkelerinin herhangi birinden de aktarma yapabilirdik. 

Ama Berlin'i seçtik. 

Takim ruhunu bozmamak için "biz" 'li geçmiş zaman kullanıyorum. İşin aslı Berlin'i seçen yalnız başına Jelena. Bunun da bir tek nedeni var, kebap.

Jelena yarım ekmek bir döner
söyledi

Avrupa'nın en güzel kebabı Almanya'da, Almanya'nın da en güzel kebabı Berlin'dedir sevgili arkadaşlar. Bu arada kebap dediğim aslımda bizim döner. Buralarda dönerin adı kebap kalmış, Almancılığıma, daha da doğrusu İsviçreliciliğime verin.

Sağa sola koşuşturmaktan neredeyse akşamı etmiştik, kebap yiyeceğiz diye de ikimiz de ağızımıza lokma koymamıştık. Kendimize içinde dönerci bulunan bir AVM bulduk. Normalde Jelena küçük sandviç, yarım döner falan yer, bu kez full-size yarım ekmek bir döner söyledi kendisine. Ben de Türk ayranı ile koca bir dürüm yedim.

Kebaplar bitene kadar hiç konuşmadık birbirimizle…

Alış veriş merkezinden çıkıp, planladığımız son ziyaret noktasına ulaştık. 

Burası eski Berlin Duvarı'nın üzerinde, Doğu Berlin ile Batı Berlin arasındaki bir geçiş noktası. İsmi de Checkpoint Charlie.

Checkpoint Charlie'nin Charlie'si aslında "C" harfi, yani Kontrol Noktası C. Charlie, harf kodlanırken "C" için kullanılan sözcük.

Checkpoint Able, yani "A", Doğu ile Batı Almanya sınırında, otoyol istinde bir kontrol noktası. Checkpoint Baker, yani Kontrol Noktası B ise Doğu Almanya’dan Batı Berline giden bir otoyol üstünde bir nokta.

Küçük bir hatırlatma yapalım. Bugün hiç bir kaynakta Checkpoint Able yada Checkpoint Baker isimlerini bulamazsınız. "Able", "Baker", "Charlie", "Dog", vs. İkinci Dünya Savaşı esnasında ABD ordusunun kullandığı kodlardı. NATO 1956 yılında bu kodları yeniledi ve her dilde anlaşılabilen "Alpha", "Bravo", "Charlie", "Delta", vs. şeklindeki modern sözcüklere döndü ("Alpha" aslında İngilizce'nin aksine "Alfa" falan yazılır, off, çok girmeyelim bu işe). 

Checkpoint Charlie

Yukarda bahsettiğim kontrol noktaları soğuk savaşın popüler mekanları olduğundan daha ziyade yeni NATO kodlarıyla anılır. Eğer gugıllarsanız, Checkpoint Baker yerine, Checkpoint Bravo ile karşılaşırsınız. Neyse ki Charlie, her iki kodlama sisteminde de aynı. Bu bilgi eminim hayatınızı değiştirecektir ancak teşekkür etmenize gerek yok, bir amme hizmeti olarak kabul edin.

Herneyse. Checkpoints A & B otoyollar üzerinde bulunduğundan çok renkli yerler değillerdi. Charlie ise Doğu ve Batı Berlinin tam ortasında olduğundan casusu, ajanı, kaçanı, uçanı hep bu geçişi kullanırmış. O yüzden çok popüler bir yermiş. Nizamiye ve kum torbaları hala var. Ancak bu mekanın belki de en funky reliği, İngilizce, Fransızca ve Rusça üç dilde "Amerikan sektöründen çıkıp, Rus sektörüne giriyorsunuz, farkındasınız değil mi" tabelasını kaldırmışlar. Hayallerim yıkılmıştı. Umarım geçicidir ve tekrar yerine koyarlar.

Checkpoint Charlie'nin biraz ilerisinde koca bir Sovyet kızıl yıldızı, bir Doğu Alman plaketi, Berlin duvarından da bir parça var.  Kaldırımlarda da duvarın geçtiği yerler işaretlenmiş. Duvarın daha uzun olduğu West Side gibi bölgelere gidecek zamanımız yoktu, zaten hava kararmıştı o yüzden Berlin Duvar anılarımız için bu küçük duvar parçasıyla yetinmek zorunda kaldık.

Sovyet kızıl yıldızı ve
Doğu Alman plaketi

Üçümüz de yorulmuş, yağmurun altında sırılsıklam, soğuktan titremeye başlamıştık.

Gecemizi geleneksel Hard Rock Cafe’de sonlandırdık.

Hard Rock Cafe Berlin çok güzel bir restoran. Hem içinde sergilenen çok özel gitar, davul, giysi vs. var, hem de çalışanlar çok kibar, işini bilen insanlar. Üzerine bir de Alman titizliği ve disiplinini ekleyin, şaşırmadan edemiyor insan.

Masaya giderken kız "Herhangi bir yiyeceğe alerjiniz var mı?" diye sordu. Bir de tam adamına sordu! Alerji listemi sıraladım, domates, tavuk, balık, domuz. Kız hepsini not aldı.

Aradan bir beş dakika geçmişti ki, bu kez mutfaktan aşçı masaya geldi. "Naçoların üzerinde salça ile pişmiş fasulye var. Onu tabağın kenarına mı koyayım, ayrı bir kapta mı getireyim?" diye sordu. Başka yerde olsa "S.ktir et ibneyi, koy gitsin" derler, ben de sabaha kadar kaşınırdım.

Berlin'de görecek daha bir çok yer var elbette. Nehir kenarı ve buradaki cafe'ler mükemmel. Nazi'lerin kitap yaktıkları meydan, Gestapo, SS ve üçüncü bir polis teşkilatının karargahları üzerine yapılmış terör müzesi, Doğu Alman nöbetçi kulübeleri, katedraller, müzeler, Berlin Tren İstasyonu falan hep görülesi mekanlar. Haa, bir de Jetgiller'in TV kulesi var. Eksik kalmasın, görün mutlaka…

Hard Rock Cafe Berlin

Ertesi sabah uçağımıza binmeden o çok ihtiyacımız olan kahvemizi içtik. Almanya için her şeyi söyleyebilirsiniz sevgili arkadaşlar ama kahvesi on numaradır. Hem de öyle İtalyanlar gibi damlalıkla getirmezler. Gözünüz doyar sizin anlayacağınız.

Yıl 2006. Jelena ile Güney Amerika'ya uçuyoruz, ya Münih, ya Frankfurt'ta aktarmamız var. Havaalanında bir cafe'ye oturduk. Ben "Büyük bir kahve istiyorum" dedim. Garson "Ne kadar büyük?" diye sordu. "En büyüğünden" dedim. Abartmıyorum, kahve hamam tası büyüklüğünde bir kapta geldi. Yarım litre vardı desem yeridir.

Kahve İskandinavya'da da çok güzeldir. Bu gezimizde kahve sorunumuz olmayacak yani.

İşte Almanya böyle ilginç bir yer, Almanlar da böyle ilginç insanlar sevgili arkadaşlar. Deli gibi çalışan, titiz, disiplinli, çok şey başarmış bir ırk. Ama hepsi de nev'i şahsına münhasır insanlar. Ya onlar gibi düşünmek, ya da Almanya'ya gitmemek gerekiyor. Orta yolu yok sizin anlayacağınız.

Almanya'da görülecek çok yer var, ömrüm yeterse de hepsini göreceğim. Ancak bu gezide hedef Almanya değil, Kuzey Kutbu! O yüzden Berlin'e veda edip kuzeye doğru yola devam edelim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...