27 Mayıs 2021 Perşembe

A Saucerful Of Secrets

Günlerdir süren sarsıntılar yüzünden uyku uyuyamıyordu. Kendini bildi bileli bu cennet yurdu devamlı sallanırdı, bazen çok hafifçe, öylesine hafif ki, tavanda asılı gaz lambasını sallanırken görmese hissedemezdi insan.

Ancak bu son sarsıntılar alıştıklarından farklıydı. Sarsıntıların kendisinden ziyade yerin altından gelen uğultular korkutuyordu onu.

Düşünceleri yıllar öncesine götürdü Octavia'yı...

Ailenin sekizinci çocuğu olduğu için bu ismi almıştı. Annesi on üç yaşından beri deniyordu. Ne var ki kendinden önce dünyaya gelen yedi kardeşi, daha doğumlarından bir kaç ay bile geçmeden ölmüştü. Çaresiz anne de kentin patroniçesi tanrı Venüs'e adaklar adamış, kurbanlar kesmişti. Sonra Octavia gelmişti. Venüs bu annenin yakarışını duymuş olacak ki, Octavia sağlıklı bir bebek olarak doğmuş, neredeyse hiç hastalık geçirmeden yirmi sekiz yaşına ulaşmıştı.

On yedi yıl önceki bu gün kent için çok önemli bir gündü.

İmparator Augustus Sezar'ın "Roma'nın Babası" olarak tanınmasının yıldönümüydü. Aynı zamanda da kenti koruyan ruhlar için bir ziyafet veriliyordu. Kent sakinleri bu iki kutlama için ayrı ayrı ikişer kurban kesiyorlardı. Tanrılar da günün önemini kavramış olacaklar ki, son bir kaç gündür şehri sallamaktan vaz geçmişlerdi.

Gün battıktan sonra kentliler hem yorgunluktan, hem de şaraptan olacak masaların etrafında uyuklamaya başlamışlardı ki önce yer altından o tatsız uğultu, sonrasında da hiç bitmeyecekmiş gibi gelen sarsıntılar başladı.

Yer sanki Octavia'nın ayaklarının altından çekiliyordu. Kendini evden dışarı attığımda ufak evleri tamamen göçüp, yerle bir olmuştu. Ana caddeden aşağıya koşmaya başlamıştı. Cadde boyunca güzelim binalar çatırdıyor, ya tamamen çöküyor, ya da bir kenara doğru yamulup kalıyorlardı. Neredeyse bütün sütunlar çatlamış, mermer heykellerin birçoğu kırılıp, dağılmıştı. Her yer toz içimdeydi.

Ardından yere düşen gaz lambaları evlerdeki tahta ve kumaşı tutuşturmuş, bütün kentte bir yangın başlamıştı. Herkes panik içinde şuursuzca sağa sola koşuşturuyordu.

Bütün kent halkına sonsuz gibi gelen otuz saniye sonunda sarsıntılar durmuş, etrafta sadece toz ve çığlıklar kalmıştı. Eve koşan Octavia annesinin cansız vücudunu çöken bir kirişin altında bulmuştu.

Sonraki on yedi yıl kenti onarmakla geçmişti. Çöken binalar yeniden yapılmış, hasar görenler onarılmıştı. Şehir yepyeni ve modern bir görünüme bürünmüştü, öyle ki İmparator Nero İmparatoriçe ile ziyarete gelmiş, Venüs'e adaklar adamış, tiyatroda da fiddle çalmıştı.

Bebeğinin ağlamaya başlaması, Octavia'yı bu düşüncelerden sıyırıp, kendine getirdi. Küçük Tiberius'u kucağına aldı, hafifçe sallayıp, ona tatlı tatlı bir şarkı söylemeye başladı. Tam bu anda kocası Hadrian içeri girdi. Kapıyı kapatmadan önce Forum'dan birlikte döndüğü arkadaşlarıyla vedalaştı. Karısının omuzuna şöyle bir dokunup, hemen masaya oturdu. Octavia bunun ne demek olduğunu çok iyi biliyordu. Canavar acıkmıştı!

Dolaptan bir tahta tabak aldı, sonra da kuyudan kurutulmuş et çıkarmak için kapıyı açtı. Tam bu sırada yer altından saniyeler geçtikçe şiddetlenen bir uğultu gelmeye başladı. Uğultu derinden, tok bir patlamayla son buldu.

Octavia bahçeye çıkıp, boynuzundan tutarak bir kuzuyu eve getirdi ve köşedeki küçük mabedinin önüne doğru sürükledi. Keskin bir bıçakla hemen boğazını kesip, kanını akıtmaya başladı. "Ey evrenin hakimi, yıldırımların ve şimşeklerin kralı Jüpiter, ey evrenin en güzeli, kentimin koruyucusu Venüs, duy sesimi, bu kurbanımı kabul et, gazabını düşmanlarımıza çevir"

Hemen Tiberius'u sarmalayıp, evden dışarı çıkmak için dışarıya doğru adımını attı. Tam bu anda bir ıslık sesinin ardından Ayaklarının ucunda parmak ucu kadar küçük bir taş parçası olanca hızıyla yere çarptı, ancak normal bir taşın aksine, düştüğü yerden duman çıkmaya başladı.

Bu ilk taşı önce onlarca, sonra da yüzlerce taş izledi. Akkor halindeki bu taşlar düştükleri yerleri yakıyor, kötü bir koku yayıyorlardı.

Octavia kapıyı kapayıp, içeri girdi. Evin damına çarpan taşları duyabiliyorlardı. Taşlar henüz içeri ulaşamamışlardı ancak damın fazla dayanamayacağı belliydi.

"Kudretli Jüpiter!" diye haykırdı Octavia. Kocası Hadrian'a dönüp, "Buradan çıkmalıyız" dedi. Hadrian "Telaşlanma, birazdan geçer, Jüpiter'e bir kurban daha adarız, sakinleşecek, bizleri bağışlayacaktır" diye cevapladı.

"On yedi yıl önce eğer evde kalsaydım ben de annem gibi yer altında, ruhların diyarında olacaktım Hadrian, dinle beni lütfen, çıkmalıyız buradan" diye üsteledi Octavia.

Tiberius'u boynunun etrafına sarmaladığı bir çuvalın içine koydu, sonra da odanın ortasındaki masanın bir ucundan tuttu. "Kımılda Hadrian, tut öbür ucundan" diye kocasına bağırdı. Masayı kaldırıp, üçü birden altına girdiler. Octavia bir eli ile masayı tutarken, diğer eli ile kapıyı açtı.

Evden çıkıp, ana caddede koşmaya başladılar. Taşlar başlarının üzerindeki masaya vurup, sağa sola savruluyorlardı. Kent halkından kimse hayatlarında böyle bir şey görmemişlerdi. Sokakta koşuşan insanlar Jüpiter'e Apollo'ya yalvarıyorlardı.

Octavia masanın altından zar zor gökyüzüne baktı. Taşlar, kentin ilerisindeki dağın yönünden geliyordu. Hadriana dönüp aksi yönü işaret etti "Bu tarafa!"

Bir kaç dakika daha koşmaya devam ettiler. Kentin kapısına yaklaşmışlardı ki, Hadrian yerde cansız yatan birini gördü. Ölü adamın kemerinden sarkan para kesesini almak için uzanırken bir anda yere yığıldı. Yere düşen masanın altına sığınan Octavia kocasının alnının üzerindeki kara lekeyi farketti ve yanmış et kokusunu duydu. Duman dağılınca Octavia bu lekenin ardındaki deliği gördü. Bir anda kara leke kızıla dönüştü, oluk oluk kan Hadrıan'ın cansız kafasından fışkırmaya başladı.

Octavia, Tiberius'a sarılıp, bir an için öylece donup kaldı. Sonrasında cebinden gümüş bir para çıkarıp, kocasının avucunun içine sıkıştırdı "Styx'i geçerken kayıkçıya vermen için sevgilim!"

Octavia'nn masa tek başına taşımasına olanak yoktu. Eğer masanın altından çıkarsa daha bir kaç saniye bile geçmeden bu kızgın taş yağmurunun altında Hadrian'ın başına gelen, kendisinin ve küçük Tiberius'un da başına gelecekti.

Bir el arabasını iterek geçen Centurion'u gördüğünde Octavia'nın gözlerinde bir ümit ışığı belirdi. Masanın altından askerin ayaklarına sarılıp, "Bizi de yanına alır mısın?" diye yalvardı. Centurion cevap bile vermedi. Octavia'nın yüzüne bir tekme atıp, yoluna devam etti.

Üzerinde zırhı ve geniş kalkanı ile taşlardan korunmaya çalışılarak kapıya doğru koşan bir Phalanx, olan biteni görmüştü. Yolunu değiştirip, Tiberius ve Octavia'nın yanına koştu. Tiberius’u, kalkanını bağladığı koluna aldı. Octavia da eğilip, askerin diğer yanına yapıştı, hep beraber koşarak kapıdan çıktılar, Campania'nın yemyeşil çayırlarında koşarak bu felaketten uzaklaşmaya başladılar.

Yarım saatlik bir koşu onları lapilli adı verilen bu volkanik taş yağmurundan uzaklaştırmıştı. Hala bir iki taş oraya buraya düşüyordu ancak biraz şansla kendilerini bu felaketten kurtulmuş sayabilirlerdi.

Octavia Tiberius'u bir ağacın arkasına yerleştirdi, sonra da dönüp bu yağmurun geldiği yöne baktı.

Vezüv dağı bir baca gibi tütüyordu. Dumanların arasından Roma'nın muhteşem çeşmeleri gibi taşlar dört bir yana bir bulut misali püskürüyordu.

Bir insan seli Pompeii kentinden güvenli ovalara akıyordu. Neredeyse şehrin tümü kaçmıştı. Yirmi bin kişiye yaklaşan bu gruba yakındaki Herculaneum ve Nuceria 'dan canlarını kurtaranlar da eklenince küçük bir göçebe ordusu ovada bir araya gelmişti.

Taş yağmuru neredeyse yarım gün sürmüştü. Ardından ise asıl facia geldi. Yıllarca suskun kalmış Vezüv, cehennemi patlamalarla tonlarca volkanik külü atmosfere püskürttü. Jüpiter'in insafına sığınıp, Pompeii'de kalan bin beş yüz kişi artık güneşi göremiyordu.

Küllerin ardından gelen erimiş taş nehri kıvrıla kıvrıla Vezüv'den aşağı akmaya başladı. Kentte kalanları tanrılarının yanına göndermek için pyroclastic akıntı denen bu kırmızı nehrin Pompeii'ye ulaşmasını beklemeye gerek yoktu. İki yüz elli derece ısıdaki bu cehennemi nehrin on kilometre yakınında bulunmak bile sıcaktan kavrularak anında ölmek için yeterliydi.

Kentte kalanların çoğunluğu aşırı sıcaktan hayatlarını kaybettiler. Hasbelkader canlı kalan grup ise küllerin çökmesiyle oksijensizlikten boğularak öldüler.

Vezüv iki gün boyunca gazaba geldi. İki gün sonra her şey bittiğinde Pompeii kenti altı metre derinliğinde bir kül içine gömülmüştü. Sadece Apollo tapınağı ve nöbetçi kuleleri gibi yüksek birkaç yapının çatıları kül içinde seçilebiliyordu.

Octavia ile Tiberius'a ne oldu bilmiyorum. Olayı size dramatize ederek aktarabilmek için uygunsuz bir organımdan uydurduğum hayali iki karekter ve bir öykü idi bu arkadaşlar. İsterseniz Octavia ile onu kurtaran Phalanx'ın evlenip, mutlu olduklarını, Tiberius’un da büyüyüp, başarılı bir gladyatör olduğunu düşünebiliriz elbette, ama konumuz bu değil.

Şimdiye kadar birkaç antik Roma ve Yunan kenti gezdim sevgili arkadaşlar. Bunlardan özellikle Efes aklımı başımdan almıştı. Ancak Pompeii felaketin doğası bakımından en ilginç olanıydı desem yalan olmaz herhalde. Bu kent sanki iki bin yıl öncesindeki yaşamın bir fotoğrafı gibi donmuş kalmış. Kaçabileler de, kalanlar da bu ani patlama yüzünden her şeyi öylece bırakmışlar.

Bugün bu kenti yanmış kentlilerin taşlaşmış cesetleri dahil görmeniz mümkün.

Nüfusu yirmi bin olsa da M.S. 79 için oldukça büyük bir kent sayılır Pompeii. Vezüv'ün yakınlarında bir konumu var. Ama yakın dediysem gerçekten öyle dibinde değil. Kentten dağa yürümek bir yarım gün alır, belki de daha fazla.

Vezüv'e de dağ dediysem aklınıza öyle Ilgaz Anadolu'nun sen yüce bir dağısın gelmesin. Yürüyerek iki saatten az bir sürede zirveye tırmanmıştık.

İşte bu minicik dağ, dünyanın en tehlikeli volkanlarından biridir sevgili arkadaşlar. Ne zaman, nasıl patlayacağı belli olmayan dengesiz, asabi bir volkan.

Ve Avrupa kıtasındaki tek aktif volkan. Zirvede, kraterinin içinde hala duman tüten minik bacaları var. Yani yarın bile faaliyete geçebilir.

Politik haritalarda Avrupa sayılan Sicilya'daki Etna volkanı jeolojik olarak Afrika kıtasının bir parcasıdır, öyle olmasa bile Sicilya bir ada olduğu için kıta Avrupa'sı sayılmaz. Keza Kanarya Adaları'ndaki El Teide.

Sabah Pompeii'yi gezip, öğleden sonra da Vezüv'e tırmanmıştık. O felaketi içimde hissetmiştim sizin anlayacağınız. Öyküsü burada...

Pompeii kentini yüz yıllar boyunca ucundan, kenarından kazarak açığa çıkarmışlar.

Kentin görmeye değer bir tarafı da eski amfi tiyatrosu. Bir Aspendos'a kıyasla çok daha küçük, çok daha gösterişsiz bir yer elbette, ancak bu yapının da yaşamımda çok özel bir yeri vardır.

Daha parmak kadar çocukken dinlediğim bir Pink Floyd konseri bu amfi tiyatroda gerçekleşmiş. Konser dediysem aslında bir konser klibi, çünkü seyircileri sadece Pompeii'de oturan bir kaç çocuktan ibaret. Çok da maceralı bir kayıt olmuş. Filmi çekip yöneten avanak, film bobinlerinin dörtte üçünü falan kaybetmiş, sonradan stüdyo, yama falan bir şeyler çıkarmışlar o günün teknolojisiyle. Acayip zevkli bir öyküsü vardır, anlatırım sizlere bir gün.

Ancak ortaya dünyanın abartısız en güzel müziklerinden biri çıkmış. Sizlere bu güzelim kolleksiyonun en güzel şarkılarından birini çalacağım bu akşam. We don't need no education'u, duvar'ı falan bırakın bir kenara. Bu adamların en güzel, en başarılı şarkılarından biridir bu.

Pompeii kaydı ile 'A Saucerful Of Secrets', çevrisini sormayın...

Bu kaydı o kadar çok izledim ki, Pompeii'de o amfi tiyatroya girdiğimde kameraman nerede, Masın davulunu nereye kurmuş, Gilmour hangi tarafta gitarını, Wright hangi tarafta klavyesini çalıyor, bir fotoğraf gibi gözümde canlandı - atlamadım Waters da orada biryerlerde, ama olmasa da olurmuş bana sorarsanız.

Şarkımızda söz yok, ama dünyanın en güzel müziği var.



9 Mayıs 2021 Pazar

İşlevsel Bir Web Store

Henüz ısınma turları atan, yani açılmamış ama işlevsel bir web store'umuz var sevgili arkadaşlar. Full-blast açmadan önce kıyıda köşede kalmış sorunları çözüyor, orasının, burasının formatını yamıyorum.

Reklam yapmadığımız için tek müşterim Jelena. Kredi kart ödemeleri çalışıyor mu diye kendine bir çift küpe aldı.

Tek müşterim sevgili karım olsa da en azından on kere taarruza uğradı garip sitem. Nereden öğrendiler, ne zaman fark ettiler bilmiyorum. Sinek gibi üşüştü hackerler. Ürün istatistiklerine bakarken ürün detayları sayfama ürün kodu olarak "/etc/passwords" girildiğini görünce güleyim mi, kızayım mı karar veremedim.

Bunlardan çok var tabi ama Endonezya'dan bir tanesi var ki, sanki kızkardeşiyle aşk yaşamışım, öyle hırsla saldırıyor. Ama nasıl tombalaklar atıyor anlatamam size. Sağolsun onun sayesinde üç beş güvenlik açığımı da kapadım, vesile oldu.

Ama nereden buldun beni, ta dünyanın öbür ucundan be adam? Yirmi dolarlık küpeyi bedavaya getirmek için değer mi harcadığın bunca mesaiye? Başka hiç mi işin yok amk?

Server admin'ine bir not yazdım, bak bu IP'den beni hack'lemeye çalışıyorlar, her kimse at gitsin şeklinde. Üç beş gün bekledim, tık yok. Bu arada 'Attack with sharp & steel' durumları son hızla devam ediyor.

Sonra iş başa düştü tabi...

Suffice it to say, fazlasıyla pişman olmuştur bu din kardeşimiz bana yaptıkları için diye tahmin ediyorum.

Ancak söylemeden edemeyeceğim. Meraklılarınız için, intikam adına bugün bana ürün sayfamı ziyaret ederken, ürün kodu olarak bir Javascript parçası göndermiş. Ürün bazında bir ziyaretçi raporu alırken tarayıcım rapor ürün kodu olarak bu Javascript kodunu yazıyor ve yazarken de farkında olmadan bunu çalıştırıyor. Ciddi bir halt etmiyor elbette, ama raporun orasına geldiğinde ekrana "XXX" yazan bir pop-up çıkıyor. Düzeltmek on beş dakikamı aldı, ancak şeytanlığını takdir etmedim de değil 😛

Teknoloji böyle bir şey işte sevgili arkadaşlar. İşe yarayan her fenomen gibi onun da kakasını çıkarıyor insanoğlu.

Ama yine de onsuz olmuyor.

Bugün Anneler Günü.

Sevgili annemi kaybedeli o kadar uzun zaman oldu ki, onu düşünüp hatırladığımda sanki çocukluğumda okuduğum bir öykü gibi geliyor bana.

Otuz sene oldu onu görmeyeli...

Nasıl isterdim 🐝Mezzy🐝'yi görmesini... Deli olurdu herhalde.

Ama hayat böyle işte.

Bugün abim aradı Çınarcık'tan. Anneler günü mezara çıkacağım, ararım seni oradan dedi. Bekçiyle, polisle al takke ver külah, bu karantina günlerinde mezara kadar çıkabilmiş. Telefonla gösterdi bana mezarı, iki damla gözyaşı döktük anamız için.

O teknoloji sayesinde uzaktan da olsa gördüm annemin uyuduğu yeri. Babam da yanındaydı. Işıkla doluydu o bir kaç metrekarelik yer.

Hayat işte...

İnsan çok çabuk gerçeklere dönüyor. Etraf yamyamlarla dolu, belki pinhanalar desek daha doğru olacak, hepsi bir tökezlemenizi bekliyor. Sonra saldırıp, hiç acımadan lime lime doğrayıp yiyecekler sizi. Biraz zayıf olun, bir an gözlerinizi kapayıp, insan olduğunuzu hissetmeye başlayın, battınız.

Biliyorum, çok duygusallaştım, toparlayalım.

Bir Pazar akşamını böyle geçirdik. Dün daha yeni bebekleri olmuş bir çift arkadaşın evindeydik. Erkek olanını tanıdığımda yıl 1997 idi, kızla biraz daha geç tanıştık. Erkek olanı benim 🐝Mezzy🐝 geldiğinde olduğum yaşta. Çok mu geç dedi, hayır dedim, takılma... Bir önceki karısından iki çocuğu var, benden genç olsa da daha tecrübeli. Ama evleri ışıl ışıl, güzelim bir bebekleri olmuş, hayata daha mutlu bakıyorlar.

Söz ettiğim arkadaşımın soyağacının bir ayağı bizim taraflarda, isimlendirmek gerekirse Suriye'de Orta Doğu'nun petrolden sonra insanlığa en büyük armağanı olan yemeklerinin ustası olmuş. Öyle şeyler yapmıştı ki, mandalar gibi yedik, bütün Pazar gününü de evde geviş getirerek geçirdik.

Durum böyle sevgili arkadaşlar.

Bu akşamın girişi, gelişmesi, sonucu yok.

Amaçsız, hedefsiz, bir dertleşme yazısı yazayım istedim.

Yeni haftanız güzel olsun ❤️🍷

1 Mayıs 2021 Cumartesi

Peynirli Patates

Sevgili arkadaşlar, epeydir yazamıyorum, hazır sevgili kızım arkadaşının doğumgünü partisine gitmiş, biz de fırsat bu fırsat deyip, sevgili karımla yaptığımız dinner date'imizi bitirmişken yazayım istedim.

Konumuz, tabağın kuzeyinde gördüğünüz patates. Her türlü etle servis edebileceğiniz, hazırlaması çabuk ve kolay sayılabilecek, mükemmel lezzette bir 'side dish'.

Önce bulabildiğiniz en büyük boy patatesi alıyorsunuz. Tercih, o eski, kalın kabuklu grimsi patatesler.

İyice yıkadıktan sona 180 derece fırında hiç soymadan falan kırk dakika pişiriyorsunuz.

Sonra patatesleri geniş kenarından, tam ortadan kesip, iki eşit parçaya ayırıyorsunuz.

İsmi tam nedir bilmiyorum ama kabakları falan oyarken kullandığınız o oyma aletiyle, kabukları delmeden patatesin içini oyarak ayırıyorsunuz.

Bir kesme tahtasının izerinde büyük bir bıçakla ayırdığınız patates içlerini doğruyorsunuz.

Sonra bu patates içlerini derin bir kaba boşaltıp, en az patates içleri hacminde rende peynirle karıştırıyorsunuz. Sarı peynir. Kesinlikle beyaz peynir kullanmıyoruz. Ben burada Gruyere kullandım ama kaşar da mükemmel gider. Kalori probleminiz yoksa problem yaşayacağınız noktaya kadar tereyağ da ekliyoruz.

Karışım pelte haline gelene kadar krema ve süt ekliyoruz. Çok krema, çok lezzet, çok kalori. Oranına siz karar verin. Ben altı büyük patates için 35 cl 25% yağlı krema kullandım.

Şimdi buras çok önemli. Mükemmel görünümlü bir hastane yemeği olsun istemiyorsanız bol tuz koyuyoruz. Mutlaka toz soğan yada sarımsak ve karaiber de ekliyoruz.

Bunların hepsini derin kapta ezerek karıştırıyoruz ve yarım patates kabuklarının içine dolduruyoruz. Eklediğimiz hammaddeler nedeniyle kabukların içine çıkandan çok şey girdiğinden patateslerin üzerinde bir tepe oluşacaktır, normaldir, takılmayın.

Bunların üzerine biraz rende Parmesan serperseniz, mükemmel, renkli bir kıtır oluşacaktır.

Sonra fırının üst katlarında bir yerde on beş, yirmi dakika daha, karışımın üst tarafı kızarana kadar bekliyoruz.

Sonra da yiyiyoruz tabi.

Bu patatesi gölün kıyısında, Lutry isimli bir köyde, Restaurant Leman isimli, spesiyalitesi Fondue Bacchus olan bir yerde yaparlar. Dana etlerinin beyaz şaraplı bir sos içinde piştiği mükemmel bir fondüdür Bacchus. Siz dur diyene kadar da bu patatesleri taze taze, sıcak sıcak getirirler.

Yolunuz düşerse mutlaka deneyin. Biraz posh bir restaurant'dır, o yüzden hafif pahalıdır, ama verdiğiniz paraya değer. Masaları eski bir şarap mahseninde, mumlu falan, acayip romantik bir ortama bu güzelim yemeği yersiniz. Tepede görebileceğiniz Lutry şatosunun şarabını da miximize eklerseniz mükemmel bir akşam geçirebilirsiniz.

Herkese iyi bir hafta sonu olsun.

Sevgi ile kalın ❤️












Yanlış İnsanlar Doğru Şeyler Yapamaz

Kökleri Milattan önce bin yıl, yani günümüzden üç bin yıl falan öncesine uzansa da bilinen tarihi ile Milattan önce beş yüz yıl civarlarında, bugünkü Yunanistan'da önemli bir şehir devleti vardı. İsmi Sparta. Sparta'lı kadınlar, erkeklerle hemen hemen eşit haklara ve fırsatlara sahipti. Aynı eğitimi alırla, orduda savaşırla, devlet işlerinde görev alırlardı. Unutmadan o zamanlarda dünyanın geri kalanı, günümüzün uygar ülkelerinin ataları dahil, zar zor iki ayakları üzerinde yürüyebiliyorlardı.

Komşu Atina şehrinde ise kısaca özetlemek gerekirse kadınla ikinci sınıf sayılır, evde kalıp, dikiş dikmeyi, yemek yapmayı öğrenirlerdi. İlerleyen yüzyıllarda Atina ekolü galip geldi, çünkü dünyanın bu ilk nadide uygarlığı, isminin Hristiyanlık olması önemli değil, bir dini kabullendi. Bir dini kabullenince, kadınlar böyle evde oturup, yemek yapıyorlar işte. Neyse, konumuz bu değil, biz Sparta'lı kadınlara dönelim.

Spartalı kadınlar elbette ki evlenip, barklanırlardı. Ancak kadınlar arası arkadaşlık, hata aşk, sevgi, sevişme falan tamamen normal sayılırdı. Bu seanslara zaman zaman erkekler de katılırdı. Tripıl eks orci durumları yani. Olayı sulandırıp, kakaya batmamak için çok derinine inmiyorum, ama hemcinslerim adına konuşayım, iki kadın aganigi yaparken tesadüfen yanlarından geçmek hiç de kötü sayılabilecek bir deneyim değildir. Eğer kocanız, boyfriendiniz, sevgiliniz, artık titri her ne ise, size "Yok walla, işim olmaz, umrumda bile olmaz" falan diyorsa, iddalı konuşuyorum, yalan söylüyordur, nokta.

Günümüze dönelim.

İki erkek arkadaş, İstanbul'da, Ortaköy'de yürümektedirler. Üniversitede okuyan, aydın, hatta apaydın, sans-hüloooğğğğ,, kısacası "bizden" iki genç.

Hikaye bu ya, gençleren birisi yolun kenarında eski, isli, pisli, paslı bir lamba bulur. Lambayı eline alıp, tozları gitsin diye şöyle bir ovalar, "puf", bir cin çıkar lambanın imbiğinden. Kallavi sesiyle "Dileyin benden ne dilerseniz" diye sorar gençlere.

Oktay, bir gün önce Netflix'de bir Sparta belgeseli izlemiştir, haliyle de malum hadiselere fazlasıyla fasine olmuş durumdadır. Barış'a döner, "Endişe etme ben bizim için en iyisi nedir biliyorum, bana bırak" der, sonra da cin'e dönüp, tereddütsüz "Bizi antik Sparta'ya gönder" diye dileğini söyler.

İşin ucunda Sparta'lı kadınlar var tabi...

"İstekleriniz benim için bir emirdir" der cin, ve abrakadabra, simsalabim, iki genç kendilerini antik Sparta'da bulurlar.

Gözlerini açtıklarında yanlarında da iriyarı, üç başlı mızrağıyla, sakallı, kıvırcık saçlı bir Yunan erkeği vardır.

"Ben sizin abinizim, indirin pantolonunuzu" der.

Eh, antik Sparta'da kadınlar birbiriyle aganigi yaparken erkekler de evlenene kadar bir abinin "himayesinde", onun tarafından "hayata alıştırılmaktadırlar". Hatta zaman gelip, bir kadın ile elenecek olan bu genç oğlanlar hayatlarındaki drastik dönüş, yani alıcı-verici durumlarındaki değişiklik yüzünden evlenmeden önce çoğunlukla bir kaç aylık bir oryantasyondan geçmek zorunda kalıyorlardı.

Bilgi işte böyle bir şey sevgili arkadaşlar. Karmaşık, katmanlı, içine girdikçe detayları büyüyen, değişen bir fenomen.

İnsan ne kadar az bilirse, o kadar çok bildiğini zannediyor. Ne kadar çok bilirse de o kadar şüpheci, endişeli, kararsız oluyor. Çünkü bildikçe ne kadar az şey bildiğini, hayatın ne kadar karmaşık olduğunu anlıyor.

Oktay, biraz vaktini ayırıp araştırsaydi, yada araştıracak vakti yoksa, eksik bilgisi olduğunu görüp antik Sparta'ta gitme kararını vermeseydi, herhalde bu gençler için daha hayırlı olacaktı.

Özlem Gürses diye bir TV anchorwoman'ı var, eminim biliyorsunuzdur. Hayli presentabl, bayağı impact'i olan bir TV yüzü kanaatimce.

Ama o da "biliyor" işte.

Geçenlerde Murat Ağırel İsimli başka bir "araştırmacı" gazeteci ile bir programda denk geldim. Murat Ağırel hırslı, haberini kazıyıp bulan bir gazeteci olsa da, öyle çok konuşmasına hakim biri değil. Çok kıvırmayalım, ağızından çıkan üç cimleden ikisi gramatik olarak yanlış, düşük falan.

Herneyse, bu arkadaş Cayman adalarında Akepe'li bilmem kimin para kaçırdığını anlatıyordu. Anlatırken de Cayman Adaları'nı Türkçe fonetikle, "Cay-Man" diye telaffuz ediyordu.

Özlem'in ağızı burnu zevkle oynamaya başladı bu anda tabi. Zarif ama kurnaz bir şekilde, sanki Murat'ı düzeltiyormuş gibi değil de, programın normal akışını sürdürüyormuş gibi "Cayman" sözcüğünü bir cümlenin içinde kullandı, ancak telaffuz ederken, zar zor doğru sayılabilecek bir biçimde "Kay-Man" şeklinde söyledi.

Ortada malum şekilde her şeyi bildiğine inanan iki kişi var tabi. İkisi de eğilmez, kırılır, çatlamaz, patlar.

Yer mi Murat abi, "Kay-Man" değil, "Cay-Man" diye atladı.

Özlem'in arayıp, bulamadığı enstantane! Yine ağızını, burnunu oynatıp, işin doğrusunu bilenlere arayıp, bulamadığı mesajı verdi elbette.

Anadolu'nun bağrından, Adana'nın biberinden çıkmış kavruk Murat "sıfır" sofistike Özlem "bir"...

Aynı programdaydı yanılmıyorsam, Özlem bir bağlantı esnasında "Skype'da bir sorun var galiba" dedi. Ancak "Skype" kelimesini "Skay-PE" şeklinde, sondaki 'e' harfinin üzerine basarak telaffuz etti.

İngilizce dahil, bir çok batı dilinde sözcüklerin sonundaki 'e' telaffuz edilmez. "Skype" "Skayp", "Google" "Guu-Gıl" olur.

Sözcüğün sonundaki 'e' harfi okunmaz ama önceki harfin rahatça telaffuz edilmesini sağlar - detaylara girmeyelim.

Başka dillerde eğer bu sondaki 'e' okunacaksa, üzerine 'è' yada 'é' şeklinde bir aksan konur. Hele Fransızca'da bazen bu sondaki 'e' harfi okunsun diye üzerine bir aksan koyarlar, sonra da üzerindeki alsanlı 'e' rahat okunsun diye sonuna aksansız ve okunmayan bir 'e' daha eklerler (!)...

Bildiğiniz bir örnek, "Matine" anlamındaki "Matinée" - sabah (civarı) demektir. Esileriniz hatırlar "Matine/Suare" 'yi. "Suare" de akşam demektir. "İyi akşamlar" anlamında "Bonsuar" derler mesela Fransızcada.

Eğer bir sözcük baştan aşağı çalıntı bir dil olan İngilizceye girerken sonunda bu aksanlı 'e' varsa, araklama esnasında genelde aksanı kaybolur, düz "e" haline dönüşür, ama hala aksanı varmış gibi "e" şeklinde söylenir. "Beyonce", örneğin, "Biyons" değil, "Biyonse" şeklinde okunur, çünkü sözcüğün aslı "Beyoncé" dir. Keza "Café/Cafe".

Uzun iş yani. Hepsine benim aklım da yetmiyor.

Ama kızımız cevval işte. Bir de aynı okuldanmışız. O da Kolejli imiş....

Herneyse. Kızımız sonradan bir zaytung haberi olan, MHP'lilerin Şehnaz "Şırınga" isimli bir hemşireyi dövme haberini gerçek zannedip, anlatınca biraz utandı tabi, ama çok geç.

Ancak Özlem Gürses öyle bir tweet attı ki, artık benim gözümde bir mikrop kadar küçülüp, bütün değerini kaybetti.

Konusu, hedefi önemli değil, bu tweet'inde mealen diyordu ki - lütfen dikkatli okuyun.

"Öyle herkes her istediği şeyi söyleyip, yazamaz. Hitler gibi birisinin istediği şeyi söylemesine izin verilebilir mi?"

İnsanın kulağına doğru gibi gelebilecek bu önerme faşizme giden yolun en önemli, en parlak taşlarından biridir sevgili arkadaşlar.

Bu zihniyet aydınlanmayı, Rönesans'ı, demokrasiyi falan hep çöpe atar.

İlerlemenin tümü norma, statükoya aykırı fikirlerden kaynaklanmıştır. Bu da normaldir. Norm, statüko, muhafazakarlık, mevcudu korur. İlerleme ise değişimi gerektirir. Herhangi bir norma dayanarak, bu "Hitler" gibi konuşmak bile olsa, yasaklanan her ifade, her fikir ilerlemenin önüne konmuş koca bir takozdur.

Bu kadın kısaca diyor ki, subjektif bir mantık, bir yargı eğer bir fikri "doğru" bulmazsa, ya da "zararlı" bulursa, o fikir açıklanmamalıdır.

Bu saçma mantık Galile'ye uygulandı. Galile o zamanın değer yargılarına göre bir Hitler kadar zararlıydı. Ancak dediği doğruydu. Bir papaz olan Kopernik de aynı nedenle, komiktir, kendi kendini susturdu. Luther, Marx, Washington, Rousseau, Robespierre hep statüko karşıtı fikirlere sahiptiler. Bu fikirler sayesinde ilerleyip, en azından bazılarımız, bu günkü seviyemize gelebildik.

Eğer bir Özlem bunları sustursaydı, bugün bizi krallar, Papalar yönetiyor olacaktı.

Düşünceye, ifadeye sınır getirmek ilerlemeyi durdurur, nokta. Hitler gibi bir manyak konuştu diye onu izleyen olur ve suç işlerlerse de cezalandırılır. Ama suç işlenebilir diye insanları susturursanız, Ortaçağ'da kalırsınız.

Özlem bu tweet'ini sonradan sildi. Muhtemelen ondan biraz daha akıllı biri "Kızım sen ne diyorsun?" dedi buna., o da anlamasa yada inanmasa da tweet'ini kaldırdı. Düşüncesi değişti mi? Bence hayır. Ama böyle bir dünyada yaşıyoruz işte.

Bu her şeyi bilenlerin, bilmese de şeytani zekalarıyla kıvıracaklarına inananların dünyasında öyle bir adamım var ki sevgili arkadaşlar, Özlem, hatta Sparta'lı Oktay bile bunun yanında Einstein sayılır.

Üç kıtada onlarca farklı kültürle çalıştım, cahilliğin, ukalalığın, salaklığın her türünü gördüm, ancak bunun gibisine henüz rastlamadım.

Doktor Merdan Yanardağ!

Herhalde hayattaki doktorlar bir ürperti geçirmiş, ölü olanlar da mezarlarında fırıl fırıl dönüyorlardır, bu adama da 'Doktor' diyorlar diye.

Mark Twain'in Huck Finn'in maceraları gibi uzun uzun yazıp, size anlatabilirim bu cehalet ve ukalalık torbasının yaptıklarını, ama yarısına inanmaz, diğer yarısını dinlerken de benle birlikte utanırsınız.

İki cümleyle bu ulvi aydın, Ziya Paşa'ya Ziraat Bankası'nı kurdurdu (aslen Mithat Paşa), Münih’te Doha Nazi Kampını ziyaret etti (Doha Katarın başkentidir, gittiği kampın ismi Dachau).

Başka bir kez Uganda'nın başkenti Mogadişu’da, Pakistanlı komandoları kaçırılmış uçağa saldırttı (Mogadişu, Uganda'nın değil, Somali'nin başkentidir, bu dingilin bahsettiği uçak kaçırma olayı Entebbe’de olmuştur, o da Uganda'da olmasına rağmen Uganda'nın başkenti değildir. Uganda'nın başkenti Kampala'dır. Uçağa Pakistanlı değil İsrailli komandolar saldırmıştır ve bu adamın dediği üzere başarısız değil, hava korsanlarının ağızlarına s..arak, rehinelerin neredeyse tümünü başarıyla kurtarmışlardır).

Yakın zamanda İlhan Kesici'ye oturdu akıl öğretti, bak CNNTürk'e gitmişsin, hani partiniz ambargo koymuştu? Bak oralara gidersen sana böyle tuzak kurarlar, mealen, mahçup olursun dedi. Halbuki İlhan Kesici CNNTürk'e değil Halk TV'ye çıkmıştı. Bir kere bile izlemeden, şimdiye kadar bu boyuttaki bir örneğini görmediğim bir cahil cesareti ile, nasılsa kıvırırım deyip, yılların politikacısına doktorluk yaptı.

Ama gelin size en beğendiğim macerasını anlatayım.

"Love Erdoğan" afişlerini hatırlarsınız. Bu afişler ortadayken Merdan efendi kalktı, bulduğu (tabi ki kendisi değil) bir imla hatasını ağzına dolayıp, dakikalarca Akepe ile aklınca dala geçti - Akepe'ye olan 'sempatim' malumunuz, lütfen başka fikirlere kapılmayınız.

Neyse, bu dakikalarca zırvalamadan sonra hızlı anchorman taşı gediğine oturtacak ya, bir gülümsemeyle "Sayın erdoğan bize kızmayın, we ARE love you!" demesin mi....

Bunların hepsini aleni olarak sosyal medyada yazdım, o da aklınca bana dolaylı cevaplar verdi, ama yazdıklarıma değil, kimliğime. Trol, dinci (hem de bana!) komplocu falan şeklinde.

Cehalet bu boyutlarda sevgili arkadaşlar. Bu sözde demokrasi havarisi cahil, Can Ataklı'ya, muhalefete yaptığı bir eleştirinin ardından "Bu kanalda kimse muhalefeti eleştiremez" diye ultimatom verdi. Alın size ifade özgürlüğünü anlayan, değerini bilen demokrat bir aydın.

Özlemler, Merdanlar, Spartalı Oktaylar doğru insanlar değiller sevgili arkadaşlar. İyi niyetleri olabilir, 'bizden' olup, bizim sevmediklerimizin karşısında olabilirler, ancak unutmayalım, bunlar doğru şeyleri yapmıyorlar. Bilgisizler, çapsızlar ve ukalalar.

Yanlış İnsanlar doğru şeyler yapamaz. Doğru şeyleri yapmadan da kıçımızı kurtaramayız.

Bu halkın, özellikle 'bizden' kesimin şöyle bir silkinip, kendine gelmesi, olan biteni bir daha düşünmesi gerekiyor.

Ülkeyi malum zihniyet değil, bu zihniyete karşı görevini yapmayan aydınlar yıkacaktır. Bugün bu, yarın başka bir geriye bakan rakip çıkacaktır, burada sürpriz yok. Bunun karşısına da ukala, üç kuruşluk duyduğu, beş kuruşluk uydurduğu zırvalarla değil, bilgisiyle, donanımıyla çıkacak bir aydın kitlesine ihtiyacımız var.

Kuran okumadan Müslüman, Nutuk okumadan Atatürkçü olan bir halktan bırakın ülkeye, kendisine bile fayda gelmez.

Dikkat, yazık olacak....

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...