31 Mart 2017 Cuma

Nisan 1

Sizlere Almanya'nın Bavyera eyaletinde, Münih'in yakınlarımdaki bir şatodan bahsetmek istiyorum sevgili arkadaşlar.

Bu şatonun ismi Neuschwanstein. Noy-şvan-ştayn şeklinde okunuyor. İsviçrede yeni anlamına gelen "Neu" bazen "Nöy" diye de söyleniyor. İngilizce ile bağlantı kurmak isterseniz Neu, New yani az önce söylediğimiz gibi yeni, Schwan, Swan yani kuğu, Stein ise Stone yani taş anlamına geliyor. Yeni kuğu taşı şatosu gibi bir şey sizin anlayacağınız. Swanstone aslında bir tür granit yapı malzemesiymiş. Türkçe karşılığına baktım, Kestane Taşı diyorlar ama bu yaşıma kadar ne swanstone'u, ne de kestane taşını görmüşlüğüm ya da duymuşluğum var.

Şatonun isminin etimolojisi biraz karışık sizin anlayacağınız, söylenmesi de bir o kadar zor. Bundandır ki ben artık eski sayılabilecek bir bilgisayar oyununa atıfla kısaca "Wolfenstein'ın Şatosu" demekteyim.

Neuschwanstein, on dokuzuncu yüzyılda, Bavyera kralı Ludwig Otto Friedrich Wilhelm - ki bu kadar uzun isme Almanlar bile dur demiş ve Ludwig II diye kısaltmış, tarafından ünlü Alman bestecisi Richard Wagner anısına yaptırılmış. Parasını da trink diye cebinden ödemiş, yani Bavyera halkına ödetmemiş.

Neuschwanstein yeni sayılabilecek bir şato. Kökü öyle orta çağ derebeylerine falan dayanmıyor. 1880'de tamamlanmış, yani daha dün sayılır. Ludwig bu şatoyu sadece kendisi için yaptırmış olsa da, 1886'da ölümünün ardından hemen halkım ziyaretine açılmış - parayla tabi :) O günden bu güne altmış bir milyon kişi ziyaret etmiş.

Neuschwanstein İçin dünyanın en ünlü şatosu sıfatı tartışmaya açık olabilir, ancak dünyanın en güzel şatolarından biri olduğu kesin. Her sene bir buçuk milyona yakın ziyaretçisi oluyormuş. Anlayın ne kadar namlı, şanlı ve şöhretli olduğunu.

Bir tepenin üzerinde, yeşilliklerin arasında bütün azameti ile durmakta.

Çok az bir hayal gücü desteği ile, kedinizi Nazilerin kontrolündeki, duvarlarında kırmızı gamalı haçlı bayrakların asıldığı, avlusunda ellerinde makineli tüfekleri ile dolaşan SS subaylarının gezindiği, kulelerinde nöbetçilerin projektörleriyle avluyu taradığı bir ikinci dünya savaşı dekoru içinde bulabilirsiniz.

Hayal gücünüz biraz cesaretli ise, bu şatoyu gördüğünüz andan itibaren artık nöbetçilere görünmeden, içeri girip esir babasını kurtarmaya çalışan Indiana Jones'sunuz demektir.

Neuschwanstein gibi güzelim bir şato bile güneş battıktan sonra korkunç bir hale dönüşebilir. Biraz rüzgar, biraz yağmur, üç-beş yıldırım, sonra çağırın Drakula'yı gelsin.

2000 yılında Romanya'da Drakula'nın şatosunu görecektim. O bölgeden bir arkadaş, şatonun içini, dışını bilen bir de akrabasını bulmuştu. Fırtınalı bir gecede ziyaret etmeyi planlamıştık. Ancak Polonya'da altı sene boyunca yedi tane ameliyatla sonuclanacak bir trafik kazası geçirip, bacağımı kırdım ve Drakula şatosu planlarım yattı.

Leman gölü kıyısında, bize yarım saat uzaklıkta Chillon isimli, güzelim bir şato var. Gerçekten bir içim su. Bir gören, bir daha göreyim diyor. Ancak bir güneş batsın, yemin ediyorum, korkudan polis çağırmadan yanına yaklaşamazsınız. Ya Belphegor, ya da Freddie kapıyı açıp, cart, sizi doğrayacak gibi gelir.

Korku filimlerinin vazgeçilmez dekorudur kasvetli şatolar. Vampirler, hayaletler, şeytanlar, iblisler hep şatolarda ikamet ederler. Bu doğa üstü her tarafından kötülük akan varlıklar olmasa bile, bir çok filmde şatolar, zindanlarıyla, esirleriyle, işkencelerle hep tatsız yerler şeklinde karşımıza çıkarlar.

Şimdi kendinizi şehirden uzak, küçücük bir köyün ortasına koyun. Güneş batmış, hava kasvetli. Arada bir yağmur yağıyor. Kafanızı sağa çevirince bir tepenin üzerinde, olanca azameti ile Neuschwanstein'ı, sola çevirince de Neuschwanstein'dan çok da aşağı kalmayan Hohenschwangau şatosunu görüyorsunuz. Geceyi bu köyde geçireceksiniz. Ne yaparsınız?

Sizi bilmem ama biz onuncu evlilik yıldönümümüzü kutlarız 😛

Onuncu evlilik yıldönümü takdir edersiniz ki diğer evlilik yıldönümlerine göre biraz daha önemli bir kutlamadır. Biliyorum, birçoğunuz on yıldan çok daha uzun bir süredir evlisiniz. Çok da takdire şayan bir hadise bu, ancak beni de idare edin. Her nedense güzel şeyler hayatımın hep ileri bir aşamasında karşıma çıktı. Sevgili karımla on bir yıl önce karşılaştım, sevgili kızım da daha iki yaşında bile değil.

Bu "big-ten" yıldönümü için romantik bir yat gezisi planlamıştık. Hani çocukluğumuzda bir Aşk Gemisi dizisi vardı, onun gibi işte. Malta, Mayorka, Maron, Napoli, Venedik limanlarını ziyaret edecek, geri kalan zamanı da denizde, yüzme havuzunda kokteyl içerek geçirecektik. Jelena iş değiştirdi, yeni işinde Nisan'ın ilk haftasında izin alması mümkün olmadı.

Kala kala hafta sonu kalmıştı büyük kutlama için.

Hadi Paris'e gidelim dedik, ama on beş gün sonra yine Paris'te olacaktık. Ayy, boşver dedik, Paris'e gitmeyelim (Bu noktada üzerimden vıcık vıcık hıyarlık akmakta 😛).

Prag"a gidelim dedik. İş için çok kere gitmiştim Prag'a. Avrupanın en güzel şehirlerinden biridir. Ancak her nedense Cenevre'den Prag'a uçak bileti, neredeyse Cenevre'den Miami'ye uçak bileti fiyatı kadar.

Halbuki nikahımız için 1 Nisan tarihini, gelecekteki yıldönümlerimizde uçak biletlerinin ucuz olması için özellikle seçmiştik.

1 Nisan yaw, şaka gibi bir tarih.
Jelena "Nisan Bir" deyip, nikaha gelmeyecek diye çok korkmuştum 😉 (İşin aslı 1 Nisan tarihi dahil, nikah hikayemiz başlı başına bir mini dizi konusudur. Hatta bir çok bölümünü burada yazamam bile. O yüzden yüz yüze geldiğimizde bana iki bardak şarap verin, sonra anlatayım detaylarını. Pişman olmazsınız, Cem Yılmaz'dan daha komik).

Öyle 31 Aralık ya da Temmuzun ortası falan olsa anlarım, yoğunluk yüzünden nereye giderseniz gidin, biletler üç kat, dört kat pahalıdır ama kim n'apsın 1 Nisan'da, Prag'da?

Viyana'ya gidelim dedik (Bu noktada hıyarlık bir derece daha arttı), arabayla dokuz saat. Uçakla yine bir servet...

Jelena Lichtenstein'a gidelim diye bir fikir attı ortaya. Lichtenstein, bildiğiniz gibi İsviçre içerisinde kalmış bağımsız bir prenslik. Geçerken yol üzerindeyse uğra, hatta bir on Frank ödersen pasaportuna bir Lichtenstein damgası bile basıyorlar hatıra diye, ama hepsi o. İnsan ne yapar onuncu evlilik yıldönümünde, Lichtenstein'da?

Roma? Uzak. Venedik? 🐝Mezzy🐝'nin doğum gününde oradaydık. Floransa? Mayısın sonunda gideceğiz. Cenova? Daha geçen oradaydık. Madrid? Saati uygun uçak yok (Bu noktada hıyarlık artık en son safhada) 😛

Son üç yıldır Neuschwanstein şatosunu görmeyi planlıyorduk, ancak her denememizde bir şey çıktı, gidemedik.

Hadi bari Bavyera'ya gidelim 1 Nisan için dedik. Hava durumuna baktık, yağmurlu.

Bu gün Jelena işten aradı. "Bugi, yağmur da yağsa, çığ da düşse, oteli ayırttım, Neuschwanstein'a gidiyoruz" dedi. "Bu küçük köyden daha romantik bir yer bulamazsın" diye bir de şarladı bana. Resimlere bakmış, çok sevmiş.

On sene önce Nisan Bir deyip kaçmadı nikahtan sevgili karım. Onun için boynum kıldan ince.

"Neuschwanstein it is."

Dedim.

Bu cumartesi oradayız. Drakula yemezse döndüğümüzde anlatırım size Bavyerayı.

Sevgi ile kalın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...