30 Mart 2012 Cuma

Dünyanın En Büyük meydanları

Dünyanın en büyük meydanı hangi şehirdedir hiç düşündünüz mü? Wikipedia’da gelecek haftaki Çin ziyareti için Tiananmen meydanını okurken onun Dünyanın üçüncü büyük meydanı olduğunu öğrendim, sonra da birinci yada ikincisi ne diye aramaya başladım.

Dünyanın en büyük meydanı Jakarta’da yani Endonezya’daymış. Adı Merdeka. Genişliği bir milyon metre kare.

İkincisi ise Brezilyada, ismi Praça dos Girassóisö yani Ayçiçeği meydanı. Bu da 570,000 metre kare.

Tiananmen Meydanı
Üçüncüsü ise Tiananmen meydanı. Pekin’in tam ortasında, yasaklı şehir’in aynı isimli kapısının baktığı 440,000 metrekarelik bir dev alan. Burada Mao’nun mozolesi ve birçok diğer anıtın dışında bu meydan hepimizin aklında üzerine gelen tankın önünde kımıldamadan duran Çinli öğrencinin resmi ile kazındı.

Listenin gerisini aşağıdaki linkte bulabilirsiniz. Ben size kendi gördüğüm birkaç güzel meydandan bahsedeceğim.

Place de la Concorde, Paris'in giyotinleri ile meşhur meydanı. Champs-Élysées caddesinden aşağı yürüdüğünüzde karşınıza çıkan büyük meydan. Fransız ihtilalinin sonrasında kral on altıncı Louis ve karısı Marie Antoinette, hani şu ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler özlü değişinin sahibi, burada giyotinlendi.

Rynek Meydanö
Başka bir ilginç meydan ise Prag’daki Charles Square. Sırası gelmişken Napoli’deki Garibaldi meydanını da güzel hatıralarıyla anmış olalım.

Prag’da başka bir meydan Wenceslas. Burada sabah dokuzda bir toplantıya gitmeden on beş dakika önce yanıma ayakkabı almadığımı anlayınca koşup gelmiştim bir ayakkabı bulmak için, yıl 1995!

Krakow’daki Rynek meydanı şimdiye kadar gördüğüm en güzel meydanlardan biri.

Plaza 25 de Mayo, yani 25 Mayıs meydanı, Buenos Aires’te İspanyollara karşı bağımsızlık savaşının anısına isimlendirilmiş. Bu meydanın bir tarafında Pembe Ev yani Casa Rosata bulunmakta. Bu ev Eva ve Juan Peron’un meşhur balkon performansını sergiledikleri ev.

Plaza 25 de Mayo
Praça do Comércio yani Ticaret Meydanı Lizbon’un en güzel bölgelerinden biri.

Venedik deki San Marco meydanı da etkileyici meydanlardan biri. James Bond’un Moonraker’ını izlediyseniz, gondol sahnesinden hatırlarsınız.

Görüşmek üzere...

27 Mart 2012 Salı

Çin Kültüründe Sofra Adabı

Uzunca bir süredir eşimle birlikte beklediğimiz Çin gezisi çok yaklaştı. Gitmeden biraz okuma/araştırma yapmaya basladığım şu sıralar, Çin kültürünün oldukça ilginç bazı özelliklerini öğrenme fırsatı buluyorum.

Bunlardan biri Çin kültüründe sofra adabı. Sizinle paylasayım istedim.

Çin mutfağının en önemli özelliği yiyeceklerin “bir lokma” boyunda kesilerek hazırlanması. Bu da teoride masada bıçak kullanımını tamamen gereksiz kılıyor.

Zaten Çinliler de sofrada bıçak kullanmazlar. Aslında, çatal da, kaşık da kullanmazlar. Yemekler normal çatal bıçak boyundaki Ingilizcede Chopstick denen çubuklarla yenir.

Doğal olarak da sofra adabının onemli bir bölümü bu çubukların kullanımı ile ilgilidir.

Mesela, iki çubuk ortasindan yada ucundan tutulabilir ancak uçlarıyla parmağınızın bastırdığı bölüm her iki çubuk için de aynı uzunlukta olmalidır.

Benim çok kötü bir huyum, Asya lokantalarına gittiğimde bu çubuklari yemek gelmeden hemen elime alir, onlarla davul çalmaya benzer hareketler yapmaya başlarım. İşte Çin kültüründe çubukları davul çalar gibi sağa sola vurmak sizin bir dilenci olduğunuzun işaretiymis.

Yemek çubuklarını parmaklarınızın bir uzantusı gibi görmek gelenekmiş. Bu sebeple yön gösterirken yada karşınızdakılerle konuşurken bu çubukları prezentasyon sopası gibi kullanmak çok ayıpmış.

Sonra bu çubukları sofradaki tabak çanakları itmek için kullanmak oldukça görgüsüz bir davranışmış.

Başka enteresan bir adet. Bu çubuklarla tabağınızdaki yemeğin içinden sevdiğiniz bir et yada sebze parçasını aramak mezarınızı kazmak anlamına geliyormuş…

Yemek çubukları böyle işte ama yemek adetleri sadece çubuklarla sınırlı değil.

Örneğin yemek adetlerini doğru olarak yerine getirmenin bir insana iyi şans, aksinin ise utanç getirdiğine inanılıyor Çin kültüründe.

Birini yemeğe davet ettiğinizde konuk odaya girdiği an ev sahibinin ayağa kalkması ve konuk masa etrafinda yerini Alana kadar ayakta beklemesi gerekirmiş.

Daha sonra ev sahibi, yemeklerin getirilmesini buyurur ve bu sefer de konuğun yemekler gelene kadar sessiz kalması beklenirmiş.

Yemek esnasında ev sahiplerinden kadın olanının mutlaka yemeklerinin kötü olduğunu söylemesi, konuğun ise bu sözlerı şiddetle yalanlayıp, yemeklerin şimdiye kadar yediği en lezzetli yemekler olduğunu söylemesi gerekmekteymiş.

Bu adet bıze yakın. Yemek bitip de hesap geldiği zaman hesabı ben ödeyeceğim diye kavga etmeniz gerekliymisç Aksi, arkadaşınızın size borçclu olduğunu ıma etmek olurmuş.

Sadece bunlar değil, birçok farklı adet var. Bunlar, yaş ve deneyime göre kimin masanın neresınde oturacağından tutun, kimin hangi sırayla ortadaki yemek tabağından kendi tabağına yemek taşıyacağına kadar değişiyor.

Kültür bize hiç de uzak değıl, Asya her iki ulusa da cömert davranmış saygı ve sevgi konusunda.

25 Mart 2012 Pazar

Enerji Geyikleri IV – Petrol Yerine Ne Kullanalım Devam ediyor...

Petrol çok kullanışlı yani yanımızda taşıyıp yavaş yavaş yakarak enerji elde edebiliyoruz dedik. Ayni zamanda petrolü toprağın altından çıkarmak da göreceli olarak kolay diye ekledik.

Bunlarla birlikte petrole yandıktan sonra havaya zararlı karbondioksit bırakıyor diye kızdık ve kısıtlı ve tükenen bir kaynak olduğundan şikâyet ettik.

O zaman buyurun petrolü değiştirelim diye ise koyulduk, karşı madde ve nükleer enerji alternatiflerine baktık, çok fazla umut göremedik.

Bu yazımızda petrolün diğer alternatiflerine bakmaya devam edeceğiz.

Çevre dostu enerjilere bakalım.

Rüzgar enerjisi oldukça temiz ve yenilenebilir bir enerji turu. Bildiğimiz kadarıyla rüzgârı estirmek yerine büyük rüzgâr değirmenlerini döndürmek için kullandığımızda doğaya pek zarar vermiyoruz.

Ben şahsen bundan çok emin değilim. Rüzgar esmezse yerel bölgelerin ısınma ve soğuma ritimleri değişebilir, bitkilerin tohumlanmaları etkilenebilir. Bu gün rüzgârın çok az bir bölümünü kullandığımız için herhangi belirgin bir zararı hissetmemiz olanaksız ama dünyanın her tarafı rüzgâr değirmenleri ile dolduğunda bu değişebilir.

Rüzgar enerjisi her zaman bulunmayan bir enerji turu. Rüzgar yavaş eser yada hiç esmezse geçici olarak enerjisiz kalabiliriz.

Rüzgar enerjisinin petrol yerine kullanımının başka bir sorunu ihtiyaç duyulan büyük rüzgâr değirmenleridir. Bunlardan gerekli elektrik enerjisi üretmeye yetecek kadarını arabamıza sığdıramayız.

Rüzgar enerjisi için söylediğimiz her şey güneş enerjisi ve güneş panelleri için de geçerlidir. Tek fark, güneş enerjisi kullanımının herhangi bir yan etkisi bulunmaması (Tabii ki uzaya aynalar koyup bıraksaydınız dünyaya düşmeyecek olan güneş ışınlarını toplayıp dünyaya çevirmezsek. Bu işlem Dünyanın ısısını artıracaktır).

Başka bir temiz enerji kaynağı ise gelgit santralleridir. Bu santrallerde deniz suyu karalara tırmandığında depolara doldurulur, sular çekildiğinde ise depolardan akarken bir türbini çevirerek elektrik üretir.

Gelgit santralleri güvenli, temiz ve sürekli enerji üretir. Petrol yerine kullanımlarının tek problemi taşınabilir olmamalarıdır. Bu özellik günümüz hidroelektrik santralleri yani barajları için de geçerlidir.

Bu temiz enerji kaynakları direkt olarak petrolün yerine kullanılamasalar da ürettikleri elektrikle dolaylı olarak arabalarımızı yürütebilirler.

Temiz enerjiyi bir kenara koyarsak belki biraz daha kirli enerjilerle ne yapabiliriz, ona bakalım.

Petrol yerine mesela kömür kullanmayı düşünelim. Petrolün zararlı yan etkisi olan karbondioksit salimimi kömür kullanımında da bir sorun olarak karsımıza çıkar.

Kömürün taşınması ve küçük miktarlarda kullanımı mümkündür ama pratikte zorlukları vardır. Birilerinin parça parça kömürleri bir kazana atması gerekir. Bunu otomatikleştirsek bile motorunuzun yakıt pompasına göre çok daha enerji tüketen, gürültülü ve kirli bir işlem olacaktır.

Kömürden elde ettiğimiz isi halindeki enerjiyi harekete çevirmek ise çok daha çilelidir. Bu gün pratik olarak bildiğimiz tek yöntem, kömürün ısısıyla bir kazan suyu ısıtmak ve ortaya çıkan basınçlı buhar ile bir pistonu iterek hareket elde etmektir. Çuh çuh kara tren yani.

Kömür yakmayı unutalım. Karbon yakmakla bir yere varamayacağız. Peki karbon yerine daha az zararlı başka bir şey yakamaz miyiz?

Yakabiliriz.

Oksijenin karbon kadar yapışmayı sevdiği başka bir atom hidrojendir. Oksijenle o kadar iyi anlaşır ki hidrojenin yanmasından yani oksijenle birleşiminin sonucunda ortaya çıkan su dünyamızın 4’de 3’unu kaplayacak kadar çoktur.

Hidrojen yakmak yeni bir buluş değildir. Bir çok roket hidrojen bazlı yakıtlar yakar. Biz de arabamıza hidrojen kullanan roket motorları takip Luke Skywalker gibi gökdelenler arasında uçmayı deneyebiliriz.

İşin komiği, bu öyle çok da fazla uçuk bir proje değildir. Soğuk füzyon pratikte gerçekleşene kadar birçok insan umudunu hidrojene bağlamış durumdadır.

Hidrojenin başka bir kullanım yöntemi onu direkt yakıp isi elde etmektense yakıt hücrelerinde (bunun Türkçesini simdi uydurdum, İngilizcesi Fuel Cell) yavaş yavaş yakarak kimyasal yoldan elektrik üretmek ve bir elektrik motorunu kullanarak arabamızı yürütmektir.

Bugün hidrojen ile çalışan arabaları yapacak teknolojimiz var.

Ama her iyi haber gibi hidrojenin de kotu haberleri yani elde edilmesi ve kullanımı ile ilgili zorlukları var.

Hidrojen, dünyada en bol bulunan atomlardan biri. Her su molekülünde iki hidrojen atomu bulunur. Su ise dünyanın her yerinde fazlasıyla var.

Evrende ise hidrojen tartışmasız en çok bulunan atom. Evrenin yüzde sekseni hidrojenden oluşmuş durumda. Mesela Günesin yada Jüpiter’in neredeyse tamamı hidrojen. Ama hidrojen getirmek için Jüpiter’e gitmek pek ekonomik olmayacaktır o yüzden bakalım dünyada nereden bulabiliriz hidrojeni.

Dünyamızda serbest hidrojen yok. Hidrojen atomu o kadar hafif ki, dünyamız onu atmosferde tutamaz. Serbest hidrojen uçar gider.

Ama dünya okyanusları hidrojenle dolu değil mi? Ne yazık ki bu hidrojen oksijen atomuyla birleşmiş, yani daha önceden yanmış durumda. Suyu alıp o haliyle hidrojenlerini yakmak için kullanamayız. Ama denemesi bedava. Deniz kıyısına gidip bir kutu kibritle deniz suyunu yakmaya çalışın. Sansınız, hocanın golü maya tutturmasıyla aynı!

Bununla birlikte, deniz suyundan hidrojeni ayırmak mümkün. Hatta çok da faydalı. Hidrojeni aldığınızda geriye saf oksijen kalır, bu oksijen atmosfere salınır, hidrojeni arabamızda yakarken bu önceden sadiğimiz oksijen atomları kadar oksijen atomu kullanarak kayıpsız bir denge yaratabiliriz.

Burada problem hidrojeni sudan ayırmakta. Bu işlemin kendisi enerji gerektirir. Ne yazık ki doğada bedava köfte yok. Hidrojeni yakıp enerji elde etmek için hidrojeni sudan ayırmak ve bunun için de ayni miktarda enerji kullanmak gerekir.

Çok parlak bir fikir olmasa da mesela nükleer enerjiyle hidrojeni sudan ayırıp, arabaların içinde nükleer santral kurmadan hidrojen yakarak nükleer enerjiyi biraz daha güvenli olarak dolaylı bir şekilde kullanabiliriz. Niye olmasın? Rüzgar, güneş ve gelgit ‘ten elde ettiğimiz enerjileri de ayni şekilde hidrojeni sudan ayırmak için kullanabilir, arabalarımızın üstüne güneş panelleri kurmadan güneş enerjisini kullanabiliriz. Bu hidrojende is var anlayacağınız.

Hidrojenin başka bir kotu huyu var, söylemeden geçmeyelim. Hidrojen haylice yanıcı ve patlayıcı bir madde. Petrole göre çok daha fazla. Bu da taşınmasını ve kullanımını tehlikeli hale getiriyor.

Peki elektriği hidrojeni yakarak elde etmek yerine akümülatör yada pil gibi kimyasal bir şekilde saklayamaz miyiz?

Bu fazlasıyla mümkün. Hatta küresel trend bu yönde. Pille çalışan arabaları yapacak teknolojimiz var ve yavaş yavaş kullanıma geçiyor. Pilli arabaların problemi sarj edilmeleri gerektiği ve şarj suresinin uzunluğu.

Uygun miktarda şarj istasyonları kurarak ve şarj surelerini kısaltacak kimyasal altyapıyı hazırlayarak bu sorunların üstesinden gelebiliriz.

Elektrik motorları benzinli motorlara göre hem daha sessiz, hem daha hızlı hem de kat be kat temiz uygulamalardır.

Toparlarsak, petrolün yerine kısa donemde yani önümüzdeki beş-on yıl içinde kullanılacak ilk enerji kaynağı elektrik motorları ve piller gibi görünüyor. Bunlar bence o kadar çok yaygınlaşacak ki yakıt hücrelerinin kullanımına gerek kalmayabilir. Şarj istasyonlarının yenilenebilir temiz enerjilerle çalışması da fazlasıyla olası.

Uzun donemde ise soğuk füzyonu bekliyoruz.

Karşı madde gibi afaki enerji kaynakları ise ancak uzaya açıldığımızda (açılabilirsek tabii) birer alternatif olacaktır. Fizikçiler mesela bir yıldızın tüm enerjisini yada bir kara deliğin maddeleri yutarken çıkardığı enerjiyi kullanabileceğimizi ileri sürerler. Kurgu bilim dizileri alternatif evrenlerden yada zamanlardan kendi evrenimize yada zamanımıza getirdiğimiz enerjilerden bahsederler. Kim bilir... Belki bir gün.

İşte enerjinin hikayesi benim ağızımdan böyle. Çok uzattıysam affola.

Enerji Geyikleri III – Petrol Yerine Ne Kullanalım?

Petrol yerine ne kullanalımın cevabını bulmak için önce kısaca niye petrol kullanıyoruz, ona bakalım.

Petrol kullanıyoruz çünkü:

1) Petrol portatif, yani küçük miktarları örneğin bir arabanın deposunda, yanımızda gezdirebiliyoruz.

2) Petrolü çok küçük miktarlarda, kontrollü bir bicimde kullanabiliyoruz.

3) Petrolün çıkarılması ve islenmesi göreceli olarak kolay.

Bu arada petrolü niye değiştirmeyi düşündüğümüzü de bir daha hatırlayalım. Petrol yandığı zaman çevreye zararlı karbon dioksit veriyor. Ayni zamanda petrol kısıtlı bir kaynak ve gitgide tükeniyor.

Peki petrolü bırakalım da neyi alalım yerine?

Enerji elde etmenin en verimli yolu madde ve karşı maddeyi reaksiyona sokmaktır. Madde ve karşı madde birbirlerini tamamen yok ederler ve tüm kütleleri enerjiye dönüşür.

Bu reaksiyon o kadar verimlidir ki bir gram madde ve bir gram karşı maddeyi birleştirip elde ettiğiniz enerji (Einstein’ın meşhuur E=mc2 formülünü kullanırsak) 50 milyon Kilovat Saat’e eşittir. Daha basitçe, iki milyon litre benzinle kat edeceğiniz yolu bir gram madde ve karşı madde ile alabilirsiniz. Çok etkileyici değil mi?

Anti madde-madde reaksiyonunun hiçbir artığı yoktur, çevreye hiç zarar vermez, tabii ki bir avuç karşı maddeyi yutmaya kalkmazsanız.

Uzay Yolu dizisindeki Atılgan uzay gemisinin motorları karşı madde ile çalışır.

Karşı maddenin tek kusuru, kontrollü deneylerle birkaç karşı madde atomunun üretilmesi yada Uzay Yolundaki hayali kullanımı dışında gerçek hayatta hiçbir yerde bulunmamasıdır.

Bir gün belki karşı maddeden enerji üretebiliriz ama bu gün değil. O yüzden başka taraflara bakalım.

Mesela nükleer enerji.

Nükleer enerji iki yoldan elde edilir. Bir, uranyum gibi büyük atomların çekirdeklerini parçalayarak, iki hidrojen gibi küçük atom çekirdeklerini birleştirerek. Bunlardan ilkine fisyon, ikincisine füzyon denir.

Nükleer fisyon yani uranyum, plütonyum, vs. gibi büyük çekirdekleri parçalayarak enerji elde etmek bugün zaten yaptığımız bir şey. Nükleer santrallerin tümü fisyon prensibi ile uranyum atomunu parçalayarak ısı enerjisi elde ederler ve bu ısıyı elektrik enerjisine çevirirler.

Madde ve karşı madde maddenin %100’unu enerjiye çevirirken, fisyon, maddenin ancak %0.04’unu enerjiye döndürür, yani 2500 kat verimsiz bir yöntem. Başka bir deyişle bir gram madde ve karşı maddeden çıkan enerjiyi fisyon yolu ile elde etmek için altı kilo kadar uranyum kullanmak gerekir. Bu göründüğü kadar kotu değil. Düşünsenize altı kilo uranyumun enerjisi iki milyon litre benzinle ayni.

Nükleer fisyonu petrolü direkt değiştirmek için kullanamamamızın üç sebebi var. Bunlardan biri nükleer santrallerin çok ama çok büyük olmaları ve bu yüzden benzin gibi portatif olmamaları. Başka bir deyişle bir nükleer reaktörü arabanızın bir köşesine sığdıramazsınız. İkinci ama daha da önemli sebep ise nükleer fisyonun çok ciddi ölçüde tehlikeli atik yaratması. Fisyondan sonra ortaya çıkan maddeler yüksek derecede radyoaktiftir ve bu özelliklerini yüz yıllarca kaybetmezler. Üçüncü ve en önemli sebep ise fisyonun kontrolünün çok zor ve hassas olması. Ufak bir aksilik, bir atom bombası benzeri patlamaya yol açabilir.

Nükleer santrallerde elde edilen elektrik enerjisini tüm yollara troleybüs benzeri tellerle dağıtıp elektrik motorlu arabaları çalıştırmak pratik bir yöntem değildir. Her yere kablo döşemek ve elektrik dağıtımını güvenli olarak yapabilmek çılgınlık sınırında bir projedir.

Sonra kısıtlı bir kaynak olan petrolü yine kısıtlı bir kaynak olan uranyumla değiştirmek çok da iyi bir fikir olmayacaktır. Uranyum, göreceli olarak bol bulunsa da fisyon için gerekli olan turu çok da fazla bol değildir.

Son olarak her an bir atom bombasına dönüşebilen arabaların bolluğu pek de güvenli bir ortam oluşturmayacaktır. Kızım beni bıraktı, batsın bu dünya lan deyip kafayı çeken tipik bir cengaverin yapabileceklerini siz duşunun.

Fisyon olmuyorsa füzyona bakalım. Yani atom çekirdeklerini parçalamaktansa birleştirmeye. Bu işlemin fiziğini sonraya bırakalım. Bir cümle ile açıklarsak, dört hidrojen atomunun çekirdeklerini birleştirirseniz ortaya bir helyum atomunun çekirdeği ve bol bol enerji çıkar.

Füzyon, fisyona göre çok daha verimli bir reaksiyondur. Maddenin %0.3’u enerjiye dönüşür. Yani fisyonun aşağı yukarı on katı.

Füzyon enerjisi hayatimizin önemli bir parçasıdır çünkü Günesin ısı ve ışık kaynağı füzyondur. Her saniye 4.3 milyon ton hidrojen helyuma dönüşür. Yazım hatası yok, her saniye 4.3 milyon ton yada 4.3 milyar kilo.

Füzyon dünyevi olarak sadece termonükleer bombalarda yani hidrojen bombalarında kullanılır. Başka hiçbir pratik kullanımı yoktur.

Bunun sebebi ise dört hidrojen atomunun birleşecek kadar birbirlerine yaklaştırmanın zorluğudur. Hidrojen çekirdeklerinin etrafında donen elektronlar ayni eksi yüke sahip olduklarından birbirlerini iterler ve proton çekirdekler birleşemez.

Elektronların bu itişini geçip çekirdekleri birleştirmek için hidrojen çekirdeklerini çok yüksek hızla çarpıştırmak gerekir yani hidrojeni ısıtmak (yüksek isi=hızlı atom). Bu yüksek ısıyı ancak bir fisyon yani atom bombası patlatarak elde edebiliriz. Başka bir deyişle hidrojen bombasını patlatan aslında bir atom bombasıdır.

Bu yöntemle petrolün değişmesinin saçmalığı ortadadır. Kimse arabasının altında bir atom bombası patlatmayı istemez. Fisyonun tüm zorlukları termonükleer füzyon için de geçerlidir.

Başka bir problem ise termonükleer füzyonu kontrol etmektir. Bugünkü durumumuzda bir füzyon reaksiyonunu nasıl yavaş yavaş sürdürüp devamlı enerji alabileceğimizi bilmiyoruz. Başka bir deyişle hidrojenler helyuma dönüşmeye bir baslarsa gerisi kıyamet.

Kontrolsüz enerji üretimi hidrojen bombası için çok önemli olmasa da arabanızı park ettiğinizde oldukça önemli olacaktır.

Peki bir fisyon bombası patlatmadan füzyon reaksiyonu gerçekleşebilir mi?

Hepimiz umuyoruz. Bu güne kadar yapamasak da adını bile koyduk. Soğuk Füzyon.

Yalın yani termonükleer olmayan bir füzyon reaksiyonunun atik maddesi sadece helyum gazidir. Helyum gazi dünyanın en zararsız maddesidir. Kendisi dahil hiçbir maddeyle reaksiyona sokamazsınız. Sıvı haline bile çok nadir şartlarda dönüşür. Bir gaz olarak hayatını sürdürür ve dünyanın atmosferinde bile kalmaz, yavaş yavaş uçar ve uzaya karışır.

Bu gün bazı deneyler ve araştırmalar soğuk füzyon için umut verici sonuçlar ortaya çıkardı. Eğer bir gün gerçekleşirse, reaktörün boyu arabanın bagajına sığarsa ve hidrojenlerin helyuma donuşumu kontrollü bir bicimde gerçekleşirse petrolün yerine kullanılabilecek en önemli alternatif haline gelebilir.

Ama bugün hala halamın olsaydı eniştem olurdu durumundayız. Petrolün alternatifini bulmak için birileri soğuk füzyonu keşfedene kadar başka taraflara bakmamız gerekiyor.

Umudumuzu kesmeyelim, bir sonraki yazda aramaya devam edelim.

24 Mart 2012 Cumartesi

Enerji Geyikleri II – Karbonun Faydaları ve Zararları

Bir önceki yazıda petrol ve kömürün karbondan oluştuğunu ve karbonun oksijenle birleşerek yanması sonucu ısı yani enerji elde ettiğimizi söylemiştik. Bugün bu karbon temelli enerjinin köklerine ve kullanımının sonuçlarına bakacağız.

Dünya, oluşumunun ilk evrelerinde bu güne hiç benzemeyen bir durumdaydı.

Okyanuslar vardı yani bugünkü gibi suyla doluydu. Sadece bu suyun içerisinde hiç yasam bulunmamaktaydı.

Karalar yine vardı ama bugüne göre çok ama çok farklı bir durumdaydılar. Dunyanın oluşumu sırasında çok yoğun volkanik aktivite yani faaliyet vardı. Volkanlardan püsküren lav ve küllerin sonucu karalar Mars gezegenine benziyordu. Kırmızı-siyah arası bir renge sahiptiler ve bu günün yeşil renkleri yani yasam hiç yoktu.

Günümüze göre en farklı olan ise hava idi, yani atmosfer. Geçmişte, Dunyanın bir atmosferi vardı ama bugunun aksine büyük miktarda karbondioksit bulundurmaktaydı. Oksijen, daha doğrusu serbest oksijen hiç yoktu (Unutmayalım, karbondioksit bir karbon ve iki oksijen atomundan oluşur. Solunabilir oksijen ise iki oksijen atomundan oluşur. Geçmişte atmosferdeki oksijen karbonla birleştiği için serbest değildi yani solunamaz durumdaydı.).

Yasam ilk olarak sularda başladı. Önce bitkiler oluştu.

Bitki dünyası, enerjisini karbon yakarak değil, güneş ışığından elde eder. Bu günün popüler deyimiyle çevre dostu bir enerji yapısı vardır. Bitkiler, hücrelerindeki klorofili kullanarak havadaki karbondioksiti alır, güneş isigi ile karbon ve oksijen atomlarını ayırır. Karbonu deyimi yerinde ise büyümek için kullanır (yine hatırlayalım, bitkilerin kati bölümleri karbondan oluşur, örnek olarak odunu alabilirsiniz). Geri kalan iki oksijen atomunu ise havaya bırakır.

Dünyanın erken dönemlerinde milyonlarca yıl boyunca yukarda anlattığım süreç isledi. Bitkiler atmosferden karbondioksiti aldı, onu karbon ve oksijen olarak ayırdı, oksijeni havaya bıraktı, karbonu da karbon olarak büyüyen gövdelerinde, köklerinde ve yapraklarında kullandı.

Bu donemde hayvansal yasam olmadığı için oksijenin müşterisi yoktu o yüzden havadaki karbondioksit devamlı azaldı ve oksijen de devamlı arttı. Bu arada karalar yeşillendi, çayırlar, ormanlar oluştu.

Sonra hayvansal yaşam başladı, iyi de oldu. Aksi halde atmosferdeki tüm karbondioksit oksijene dönecekti. Bu da ilk akla geldiği üzere iyi bir şey değildir. Oksijenin çok olduğu bir ortamda ayağınızı yere hızlıca sürtseniz yangın çıkar. Zaten havada karbondioksit kalmazsa bitkiler de yasayamaz, ölüler.

Dönelim hayvansal yasama. Hayvansal yasam bitkisel yaşamın aksine karbonu yakarak enerji elde eder. Yani karbonu bitkileri yada diğer hayvanları yiyerek alır, havadaki oksijenle birleştirerek yakar ve karbondioksit olarak havaya geri verir.

Böylece doğada çok makul bir denge oluştu. Bitkiler karbondioksiti oksijene dönüştürüyor, hayvanlar da bu oksijeni karbonla birleştirip karbondioksit olarak bitkilerin kullanımına geri sunuyordu.

Bu denge insanlar ortaya çıkana kadar güzel ve uyumlu bir bicimde sürdü.

İnsanların diğer hayvanlardan bir farkı vardı. O da karbonu sadece yasamak ve büyümek için değil yaşamsal zevkleri için de yakmalarıydı. Yani insanlar enerjiyi hem yasamak hem de yaşamlarını kolaylaştırmak için kullanmaktaydılar. Bu özellik ateşin keşfiyle başladı ve günümüze kadar büyüyerek geldi. Gerçekte, doğada enerjiyi doğal yaşam işlevlerinin ötesi için kullanabilen tek canlı insanoğludur.

Karbonun hikayesinde bir önemli nokta daha var. Geçmişte ölen bitki ve hayvanların vücutlarındaki karbon çoğunlukla toprak içerisinde diğer canlılar tarafından özümlenmekte ve tekrar karbon devinimine katılmaktaydı. Bununla birlikte, zaman zaman volkanik oluşumlar, seller, depremler bu olü bitki ve hayvanları yaşamın ulaşamayacağı derinliklere çekmekte ve bu derinliklerdeki ısı ve basınçlar bitki artığı karbonu başka şekillere döndürmekteydi. Dünyadaki elmas çoğunlukla bu şekilde oluşmuştur. Elmasın ötesinde dünyadaki kömürün bir bolumu ve en önemlisi petrolün kaynağı bu miyomlarca yıllık bitki ve hayvan cesetleridir.

Bu deyimi yerinde ise saklı karbon toprağın altında kalmış, bitkilerin kullanımına geri sunulmamıştır. Yani yaşamın deviniminden çekilmiştir.

İşte insanlar bu doğadan çekilmiş karbonu yakarak karbondioksit oluşturmakta, bu karbondioksit de atmosfere salınarak karbondioksit miktarını her geçen gün artırmaktadır.

Bu günkü yaşamsal dengede (denge falan kalmadı ama lafın gelişi soyluyorum), bu fazladan gelen karbondioksiti oksijene çevirecek kadar bitki de yoktur. Olan bitkileri de katletmekteyiz zaten.

Bu yüzden atmosferde karbondioksit hiç durmadan artmaktadır.

Öyleyse bir gün gelecek, bu artan karbondioksit yüzünden soluyamayacak ve boğularak öleceğiz!

Bu çok akla yakın geliyor olsa da hiçbir zaman gerçekleşmeyecektir. Evet, atmosfer karbondioksitle dolarsa nefes almamız zorlaşır ama bizi öldüren konsantrasyonlara ulaşmadan önce karbonun başka bir özelliği Dünyayı çoktan yaşanamayacak bir yer hale getirmiş olacaktır.

Yazı uzuyor ama bu defalık idare edin, bu çok önemli.

Dünyanın güneşe bakan tarafı, yani gün yüzü, güneşten gelen ışınlarla ısınır. Yani atmosfer, gözümüzün görebildiği kırmızıdan mora tüm renkli ışıkların geçerek dünyanın yüzeyine ulaşmasına izin verir.

Gece olduğunda ise dünya, altı kapatılmış bir çaydanlık gibi soğumaya çalışır, yani güneşten aldığı ısıyı geri verir.

Aradaki fark, dünyanın bu ısıyı aldığı bicimde yani kırmızıdan mora görülebilir ışık olarak değil, kırmızının altında kalan görülemeyen kızıl ötesi alanda ışıyarak vermesidir.

Atmosferin bugünkü oksijen ve karbondioksit miktarı bu kızılötesi ışımanın geçmesine izin verir, yani bu kızıl ötesi ısıma atmosferden geçerek uzaya salınır, böylece dünya soğumuş olur.

Karbondioksit işte bize burada çok büyük bir kazık atar.

Karbondioksit, Dünyanın soğumak için kullandığı kızılötesi ışığın geçip uzayda dağılmasına izin vermez ve bir ayna gibi yansıtarak dünyaya geri gönderir. Böylece dünyanın ısısı, soğuyamadığı için yükselmeye baslar.

Bugün buna popüler deyimiyle “Küresel Isınma” yani “Global Warming” diyoruz.

Bu artan ısı buzulların erimesine, çölleşmenin artmasına sebep olur. İklim değişir, yazlar, kışlar birbirine karışır. Buz cağlar, kuraklıklar baslar.

Bugün bana sorarsanız bu facianın başlangıcındayız ama bunu iyimser olarak almayın, bence facia başladı, durdurulması pek mümkün görünmüyor. Çocuklarımız ve onların çocukları küresel ısınmayı bizden çok daha fazla hissedecekler.

Fazla uzattık. Burada bırakalım ve ne yapabiliriz bir sonraki yazıda anlatmaya çalışalım.

Enerji Geyikleri

Günlük hayatımızda üzerinde en çok konuştuğumuz konular ülkelerin yani günümüz insanının enerji pesinde koşmasının sonucudur. Farkındayım, çok uçuk, çok ilgisiz oldu. Hemen bağlayalım.

Amerika, İran’ı bombalayacak, Rusya Avrupa’yla hırlaşıyor, hava kirleniyor, enflasyon artıyor, küresel ısınma, dolar yükseliyor, euro düşüyor. Bunların hepsi enerji pesinde koşmanın sonucu.

Günümüzde enerjinin hayatımızdaki yeri çok büyük demek bile onun önemini küçümsemek olur. Enerji bizim hayatimizin ta kendisi.

Nedir enerji? Ne yapar, ne ise yarar?

Sorunun cevabi sorunun içinde. Enerji is yapar. Evimizi işitir, arabamızı yürütür, cep telefonumuzu çalıştırır, uçakları uçurur. Yasamamız bile enerjinin bir sonucudur. Vücudumuz enerji kullanarak hareket eder, düşünür, yani yasar.

Peki nereden gelir bu enerji?

Hiç bir yerden gelmez. Enerji, fiziksel olarak her zaman vardır ve olmuştur. Enerji yaratılmaz yada yok edilemez. Evrenin toplam enerjisi her zaman aynıdır ve ayni kalacaktır. Enerji is yapar dedik ya, bu isi ancak bir alan içerisinde eşit olarak dağılmamışsa yapabilir. Enerji her zaman çoktan aza, yüksekten alçağa, sıcaktan soğuğa akar. Ta ki az ve çok, yüksek ve alçak, sıcak ve soğuk eşitlenene kadar. Buna fizikte ikincil entropik etki ya da yasa derler.

Yine uçtuk. Yukardaki fiziki tanımının bu yazının gerisi üzerinde hiçbir önemi yok.

Sorumuzu yeniden tekrarlayalım. Nereden gelir bu enerji? Ve bu sefer uçmadan günlük dilimizle cevaplayalım.

Evimizi ısıtan enerji kömür yada doğal gazdan gelir. Bilgisayarı çalıştan enerji elektrik prizinden, cep telefonunu çalıştıran enerji pilden, arabamızı çalıştıran enerji petrolden gelir. Vücudumuzu çalıştıran enerji de yediğimiz besinlerden.

Enerjinin en basit ve en temel sekli ısıdır. Enerji başlangıçta nereden gelirse gelsin, sonunda ısıya dönüşür. Yani enerji = ısı.

Isının en basit ve doğal kaynağı ateştir. Ateşten elde edilen ısı da odun, kömür yada benzin yakarak elde edilir. Odun, kömür ve benzinin temel yapı taşı ise karbon atomudur.

Simdi durun ve etrafınıza bir bakin. Elinizin altındaki fare plastikten, plastik de karbondan yapılmıştır. Fareyi tutan eliniz ve vücudunuzun geri kalan kati bölümlerinin neredeyse tümü karbondan oluşur. Ahşap masanız ve tüm diğer ahşap eşyaların temel yapı taşı da karbondur. Kömür de karbondur. Tabii ki petrol de. Ve son olarak elmas da karbonun bir turudur.

Bunun sebebi karbonun evrendeki en arsız atomlardan biri olmasındadır. Çekirdeğinin etrafında donen elektronlar öyle bir şekilde dizilmiştir ki diğer karbon atomlarıyla ve başka atomlarla çok farklı şekillerde birleşebilir.

Bir benzine bir de elmasa bakin. Biri sıvı, diğeri dünyanın en keskin kati maddesidir. Benzin kokar, elmas kokmaz. Benzin mavimsi bir renge sahipken elmas sarı/beyaz, kömür de siyahtır. Bu çeşitli maddelerin tümü karbon atomlarının değişik bicimde dizilmesinden oluşur.

Karbon atomu birleşmeye her zaman hazırdır. Başı hiç ağrımaz, hiç hayır demez.

Karbon kadar arsız bir atom daha vardır ki, o da oksijen atomudur. Oksijen atomu kendi atomlarıyla birleşmeyi sevdiği gibi diğer başka atomlara da yapışmaya çok meyillidir. Mesela metallere yapıştığında ona pas deriz.

Oksijenin karbonla birleşmeye bayılır. Aralarında nimfo-manyak bir ilişki vardır. Bir oksijen atomu, bir karbon atomunu yakaladığında hemen yapışır.

Bu yapışmanın en önemli sonucu ise ortaya ısı çıkarmasıdır. Karbon oksijenle birleştiğinde “yanmış” olur, yani bayaa bildiğimiz ateş.

Vücudumuz karbonu hamburger (yada İskender kebap) seklinde alıp ciğerlerimizden gelen oksijenle kaslarımızda yakar ve enerji oluşturur. Bir termik santral karbon ihtiyacını kömür seklimde karşılayıp havadaki oksijenle yakar, ortaya çıkan ısıyı elektrik sekline çevirir.

Arabamızın motoru ise karbonu benzin halinde kullanır.

Benzinin yada daha genel olarak petrolün çok kullanışlı birkaç özelliği vardır.

Bunlardan biri petrolün sıvı olmasıdır. Sıvı benzini çok küçük miktarlarda kullanabiliriz. Motorun karbüratörü yada enjektörleri benzini bu yolla damla damla kullanır. Mesela kömürü bu şekilde kullanamayız. Ancak kürekle kazana atmamız gerekir, bu da arabanızda yapmayı isteyebileceğiniz bir is değildir.

Sıvı petrolü içten yanmalı motorlarda kolayca patlatarak hareket elde edebiliriz. Kömürden (yada nükleer yakıttan) hareket elde etmek için bir buhar kazanına ihtiyacınız vardır.

Bu yüzden raysız taşıtların tümüne yakını petrolle çalışır. Bu da petrolü en çok aranan enerji kaynağı haline getirir.

Modern yasam motorlu taşıtlara dayanır. İnsanlar işlerine arabalarıyla gider. Uçaklar benzinle uçar. Yaşamımızın her alanında kullandığımız plastik petrolden elde edilir.

Petrole o kadar bağımlıyızdır ki onsuz yasayamayız.

Petrolün problemi ise kısıtlı olmasıdır. Oluşması için milyonlarca yıl gerekir ama tüketilmesi saniyeler alır.

Bu yüzden ülkelerin dış politikaları, askeri plan ve stratejileri, ekonomileri kısacası hemen her şeyi petrole endekslenmiştir.

Yazımızın başına dönersek, Uygarlık=Enerji, Enerji = Çoğunlukla Petrol diyebiliriz.

21 Mart 2012 Çarşamba

Volkanlar

Vezüv yanardağı, Napoli kentine kuşbakışı 15 kilometre mesafede, 1280 metre yüksekliğinde bir yanardağ, yani volkan.

Yani simdi ne var bunda diyebilirsiniz. Dünyadaki tek volkan bu değil ya. Alin bizim Ağrı dağını. Ağrı daği volkanik bir dağ. Bundan daha kallavi volkan mi bulacaksınız? Koç gibi 5165 metre, Vezüv'ün neredeyse beş katı yüksekliğinde.

Niye Vezüv diye tutturdun diye sorabilirsiniz.

Vezüvün özelliği halen aktif bir volkan olması. Hem de kıta Avrupa’sının tek aktif volkanı. İtalya’da iki tane daha aktif volkan olsa da bunlar Sicilya adasında olduğundan kıta Avrupası sayılmıyor (ısrar ederseniz, Mafya gelip bacağınıza sıkıyor).

Ne demek bu aktif volkan derseniz, adi üzerinde, sönmemiş bir volkan. Yani her an gümleyebilir. Bizim Ağrı dağı en son milattan önce 3000 civarlarında yani beş bin yıl önce gümlemiş. Yani Ağrı'yı volkanik tehlike yüzünden boşaltmaya gerek yok.

Vezüv, bilinen tarih boyunca gümlemeyi sürdürmüş. En son ikinci dünya savaşı sırasında 18 ile 23 Mart, 1944 arasında faaliyette bulunmuş. Arada bir yine gürlemekte. Bugün hala kraterinin içinde duman tütüyor.

Vezüvün en önemli gümlemesi milattan hemen sonra, 79 yılında gerçekleşmiş. Etrafındaki tüm ufak tefek yerleşim merkezleriyle birlikte on kilometre kadar uzağındaki iki Roma şehrini, Pompeiyi ve Herkulinium’u 16 bin nüfusuyla tarihe gömmüş. Yolunuz düşerse görmenizi tavsiye ederim. Pompei bugünün ölçeğinde bile çok büyük bir yerleşim merkezi.

Bu patlama sırasında Vezüv'ün volkanik jeti yani fışkıran bolumu 30 kilometre yüksekliğe çıkmış. Ortalama bir yolcu jeti 10 kilometre yükseklikte uçar. Düşünün. Küller İstanbul’a ulaşmış.

On altı bin kişinin büyük bolumu 700 dereceye yaklaşan sıcaklıklar dolayısıyla hayatlarını kaybetmiş. Geri kalanları ise zehirli volkanik kul ve gazlardan.

Vezüv'ün faaliyeti bir 17 sene önceki bir depremle başlamış. Birazdan değineceğiz, volkanlar deprem kuşaklarında gerçekleşir. Neyse, depremin hemen ardından sadece 600 koyun yer altından sızan zehirli gazları solumaları sebebiyle ölmüş. İki yıl sonra küçük bir deprem daha olmuş.

Sonra 79 da bir daha güm!. 20 saatten fazla bir süre boyunca Vezüv lav ve gaz kusmaya devam etmiş. Pompeii‘de lavlar üç metre yüksekliğe yaklaşmış. Bir şehir yok olmuş, çok acı, hele bir de banyolarıyla, tuvaletleriyle o evleri görünce insan olayın boyutunu daha iyi anlıyor.

Su an itibariyle, Vezüv'ün etrafında üç milyon insan yaşıyor. Volkan yine faaliyete geçerse ne olur siz düşünün. Bir keresinde yanlış alarmdan dolayı kırk bin kişiyi boşaltmışlar, insanlar acayip sinirlenmiş.

Bugün Vezüv patlayacak olsa iddiaya girerim aşağıdaki benzeri bir diyalog geçecektir volkanolojistle belediye başkanı arasında.

- Bak Umberto, emin misin bu volkanın patlayacağından?”

- Sayın belediye başkanı, patlayacak gibi duruyor. Basınç yükselmiş, yer sarsıntıları falan var.

 - Umberto, sana yüzde yüz emin misin diye sordum!

 - Sayın başkan yüzde yüz emin olunmaz böyle şeylerde...

 - Tamam Umberto anladım, biz dikkatli olmaya devam edelim şimdilik. Yüzde yüz emin olduğunda söyle, boşaltırız insanları.

İşyerinde olağan bir gün gibi geliyor kulağa, değil mi?

Bu volkan patladığında ortaya çıkan enerji, Hiroşima’ya atılan atom bombasından onlarca kat daha büyük. Ne olacağını düşünmek bile istemiyor insan.

Sahi niye gümler bu volkanlar?

Söyle ayağınızı hızla yere vurduğunuzda, çoğunluğu silikat kaya olan kara parçasını yani kıtaları rahatsız etmiş olursunuz.

Bu kıtalar aslında devamlı hareket halinde olan tektonik platoların su üstündeki parçalarıdır.

Tektonik platolar birbirine yaklaşır yada uzaklaşır. Yan yana geldiklerinde Pangea isimli büyük, tek kıtalık kara parçasını oluştururlar.

Söyle bir haritaya bakın. Afrika’nın batısı, Güney Amerika’nın doğusu ile yap-boz bulmacası gibidir.

Neyse bu platolar birbirlerine çarptıklarında kaza sonrası arabanın kaputunun buruş buruş olup kabardığı gibi kabarır, dağları oluştururlar. Himalayalar, Hindistan platosunun Avrasya platosuna çarpmasıyla oluşmuştur. Keza Alpler de İtalya’nın Avrasya’ya çarpmasıyla.

Bu platolar çarpışsalar da öyle kaynak yapılmış gibi birbirlerine yapışmazlar. Zamanla, toz toprak bu araları doldursa da bunlar fiziksel olarak farklı taraflara doğru hareket etmek isteyen büyük kara bloklarıdır.

Bunlardan biri sağa, diğeri sola gitmek ister ama tırtıklı kaya parçaları birbirinin içine geçerek bu hareketi geçici olarak durdururlar. Platolar hareket etmeseler de, bu karşılıklı itme sonucu bir noktada birbirlerini tırtıklarıyla tutan parçalar kırılır, platolar bir sonraki birbirini durdurmaya yetecek formasyonu bulana kadar hareket eder.

Biz günlük hayatta buna deprem deriz.

Bu depremlerin çoğunlukla olduğu yerlere yani tektonik platoların birleşme noktalarına ise fay hattı.

Bu tektonik platoların yüksekliği ve yoğunluğu ayni değildir. Hatta çarpışma da öyle asfalt yolda arabaların çarpışması gibi olmaz. Bazen bir plato diğerinin altına girer, vs.

İşte bu noktada eğer bu platoların inceldiği bir konuma denk gelirse bazen bu platoların altındaki magma tabakası yani lav tabakası da bu fay hatlarından sızar ve yeryüzüne ulaşır.

İşte size volkan. Vezüv (ve Etna), Avrupa ve Afrika platoların tokuştuğu fay hatlarında bulunurlar.

Patlamanın mekaniği aynen düdüklü tencere prensibi gibidir. Volkanlar genelde (mesela) ilk defa düz alanda ortaya çıkar. Basınçla lav yeryüzüne ulaşır. Lav püskürdükçe basınç düşer. Basınç hava basıncıyla eşitlendiğinde püskürme durur, lavlar donar ve Vezüv gibi bir dağ ve krater oluşur.

Sonrasında, basınç artmaya baslar, artar, artar ve en sonunda üstteki donmuş lav artık bu başınca karşı koyamaz. Sonrasında güm! Bazen arada lav tabakasıyla volkanın donmuş lavları arasında su birikir. Bu su basınçla buhar olur ve patlama daha da neşeli hale gelir.

Umarım eğlendiniz.

Bilimsel hassasiyet ile ilgili disclamer’imizi tekrarlayalım ve anlaşılmasını kolaylaştırmak için fazlasıyla basitleştirme yaptığımızı hatırlatalım.

16 Mart 2012 Cuma

Tatile Beş Kala

Neredeyse iki ay oldu şöyle bir yerlere gidip iş hayatının sıkıntılarını bir kenara atmayalı. Yani Ingilizcede dedikleri gibi biraz wound-up durumdayım. Bu yüzden bu kısa tatil tam zamanında yetişti yardıma.

Yarın Jelena’nin doğum günü. Köpeği de burada bir yere bırakıp sadece ikimiz dört günlüğüne kaçıyoruz Napoli’ye.

Ben Güney İtalyayı ilk kez göreceğim. Romadan güneyine hiç geçmemiştim. Yazın sonu yada sonbaharın başında da Sicilya gündemde. Bakalım zaman ne gösterecek…

Bildiğiniz üzere Güney İtalya kebap demek. İşlerin yavaş yürüdüğü, siestalı, dolçe vita’li bir bölge. Ha bir de Mafya’lı :) Napoli ise pizza’nin doğum yeri. Yani koşullar fazlasıyla umut verici.

Planlar kısaca Napoli ve çevresini yani Vezüv yanardağını ve hemen yakınlardaki Pompeii kalıntılarını görmek. Bu arada makarna ve zeytinyağı stoklarını yenilemek.

Fotoğraflar için full ekipman gidiyoruz. Kamera çantasının ağırlığı on kiloya yaklaşıyor.

İlk defa tatile yağlı ballı 70-200 f/2.8L IS II objektifi de götürüyorum, bol bol dumanı tüten Vezüv kraterinin detaylarını çekebilmek için. Şimdiye kadar elimin deydiği belki en güzel, en keskin, canlı renkli objektif. Bununla çekilen resimleri seyretmeye doyum olmuyor. Tek kusuru eşşek cesedi gibi ağır olması.Tam 1.5 kilo. Üzerindeki tum ıvır zıvırıyla iki kiloya yaklaşıyor. Çile yani…

Geniş geniş açılı, bir karenin içine herşeyi sığdıran 17-40 f/4L ve Çinlilerin bile günde yüzlerce kez çarparak kırmayi başaramadıkları 24-105 f/4L IS de gidiyor Napoliye. Bir de 50 mil f/1.4, gece ve loş müzeler yada katedraller için.

iPad, flaş, piller, şarj adaptörleri, bezler, blower’lar…

Ha bir de fotoğraf makinesinin kendisi tabii. 5D Mk II, dünyanin en güzel kameralarından biri. Bir arkadaşın dediği gibi insan bu kamerayla “yatmayı” bile duşunebilir :)

10 Kg.!

Yarın sabah baslayacak seyahat, Cenevreye bır tren yolculuğu ile. Arabayı evde bırakıyoruz, Cenevre Otomobıl Fuaru yüzünden. Cenevreden bır EasyJet uçuşu ile Napoliye. Uçak bileti 25 Frank (Dolar deyin kolaylık olsun diye), Lozan Cenevre tren bileti ise 60 Frank civarı, gel de çık içinden, anlayabiliyorsan anla.

Dönünce görüşmek üzere. . .

13 Mart 2012 Salı

Aptal, Salak Yasalarla Türkiye'yi Vurmaya Calışıyoruz

http://www.hurriyet.com.tr/planet/20117382.asp

ABHaber’e göre, Cohn-Bendit, Strazburg’da yaptığı açıklamada Schengen anlaşması ile ilgili en büyük sorunun Yunan sınırından kaynaklandığına dikkat çekerek “Benim Yunan sınırındaki sorun ile ilgili bir önerim var. Türkiye'ye karşı aptal olmayı bir kenara bırakalım. Fransa ve başka Avrupa ülkelerinde Ermeni soykırımı gibi aptal, salak yasalarla Türkiye'yi vurmaya çalışıyoruz. Avrupa haksız yere Türkiye ile müzakereleri bloke ediyor” şeklinde konuştu

...

Liberal Grup lideri Guy Verhofstadt ise “'Fransa'daki göçmenlerin yarısı gitsin' diyor. Helal ete saldırıyor. Schengen konusunda Avrupalı ortaklarına saldırıyor. 'Acaba bunları söyleyen gerçekten Sarkozy mi yoksa aşırı sağcı Marine Le Pen mi?' diye kendi kendime soruyorum” şeklinde konuştu.

Bu haberin Türkiye kısmını bırakın. Bir Mr. Nothing Türkiye’ye ayıp oluyor demiş de…

Asil ilginci Sarkozy’nin dedikleri.

Aslını aradım, henüz bulamadım ama Hürriyette okuduğun doğruysa bu iyice zıvanadan çıkmış demek ki.

Adam, çok göçmen var, yarısı gitsin diyormuş. Sonra Schengen’i kaldıralım (Avrupa’da pasaportsuz dolaşım anlaşması) diyormuş. Sonra helal ete saldirmis (nasıl bilmiyorum).

Sarkozy tüm bunları ve kat kat fazlasını secimi kazanmak için gözünü kırpmadan yapacak tiniyette biri, bunu biliyoruz.Benim anlamadığım, milyonlarca Fransız bunu görmüyor mu?

12 Mart 2012 Pazartesi

Gezi 101

Gecen Trip Advisor’a baktım, esimle birlikte dünyanın yüzde yirmi besini gezmişiz. Eğer bu yazıyı Facebook’tan okuyorsanız sayfamdaki Trip Advisor linkini takip edip bir bakin.

Bir düşününce dünyanın yüzde yirmi beşi yani dörtte biri bayağı büyük geldi gözüme.

Ee, madem bu kadar gezmişiz, herhalde gezi üstüne bir tricks & tips, yani ipuçları, yazısı yazacak kadar tecrübe edinmişiz demektir. O zaman lafı fazla uzatmadan hemen gecelim konumuzun özüne.

İpucu #1: Bu en önemlisi. Kendinize düzgün bir fotoğraf makinesi alin. Fotoğraf makinesiz gezi, dondurmasız külaha benzer. Hem de paraya kıyıp bir DSLR, yani o büyük siyah Canon yada Nikon makinelerden birini alin. Bu DSLR’larla o cebe sığan ufak makinelerin arasındaki fark, bir BMW ile at arabası arasındaki farktan daha büyüktür. Bu arada iPhone 4S acil durumda çok iyi is gören bir kameradır, biline.

İpucu #2: Eğer yanınızda esim Jelena gibi ayaklı bir sözlük yoksa mutlaka dilinizi konuşan bir turla gidin. Birçok şeyi sadece görmek yetmiyor, bilmek ve bunun için de duymak son derece önemli. En kolayı, İngilizce bilmiyorsanız az biraz öğrenmek. Her yerde iyi kotu ise yarıyor.

İpucu #3: Önceden biraz araştırma yapın. Kafanıza uygun gelen yerlere öncelik verin. Louvre müzesini bastan aşağıya hakkıyla gezmek on gün kadar alır. Eğer resimlerle pek aranız yoksa, Louvre ‘un Mona Lisa ve Mısır sergilerini iki-uç saatte görebilirsiniz. Bunu bilmek için de önceden biraz okumak, biraz plan yapmak gerekir.

İpucu #4: Eğer benim çoğunlukla yaptığım gibi tembellik edip önceden araştırma yapmadıysanız size çok basit bir ipucu. İlk hediyelik eşya dükkânına girip kartpostallara bakin. Bir bölgenin en popular, görülmeye değer ne varsa bulacaksınız.

İpucu #5: Konuşurken basit, kısa ve anlaşılabilir şeyler söyleyin. Her nedense sadece biz Türkler “yoruldum” demek yerine “ayaklarımıza kara sular indi”’yi kelime kelime İngilizceye çevirip yoldan çevirdiğimiz birine hafif espriyle anlatmaya çalışırız. Bunun benzeri olayları o kadar çok gördüm ki inanamazsınız. Unutmayın, bazı, bir dile mahsus incelikli deyimler tercüme edilemez. Bir İngiliz size Türkçe, “Gökten kedi kopek yağıyor. Ho. Ho. Ho.” dese, muhtemelen siz de sinirlenir, benle alay mi ediyor diye düşünürsünüz.

İpucu #6: Biraz cesaret. Rio’ya gidip karnavalı görmek, Paris’e gidip Eiffel’i görmekten daha ucuz, kolay ve az eziyetli çünkü oteller ucuz, vize mize gerekmiyor ve uçak bileti sadece marjinal olarak pahalı. Ancak herzedense kafamızda Paris’e gitmek, Brezilyaya gitmekten daha kolay görünür, belki yakın diye. Söyle biraz zorlayın kendinizi, kabuğunuzdan çıkmak, enginlere sığmayarak taşmak için :) Brezilya, Peru, Arjantin, Tayland, Singapur, Japonya hep sizi bekliyor.

İpucu #7: Hem Jelena hem ben bu “hop on, hop off” otobüsleri çok seviyoruz. Bu otobüsler genelde iki katli olurlar ve birbirlerini yirmi dakika ile yarım saat arası aralıklarla takip ederler. Belirli durakları vardır. Bu duraklar şehirlerin görülecek yerlerindedir. Aklınıza yatan gezmek istediğiniz bir durakta otobüsten iner, istediğiniz kadar vakit harcar sonar bir sonraki otobüsle yolunuza devam edersiniz. Hem kullanışlı, hem ucuz bu yöntemi atlamayın.

İpucu #8: Mutlaka geceleri dışarı çıkın, aman çok yoruldum, ayaklarıma kara sular indi, ben otelde oturacağım demeyin. Özellikle şehirler geceleri çok güzel olurlar. Eğer fotoğraf çekmek isterseniz biraz paraya kıyıp geceye uygun bir kamera ve objektif almayı unutmayın.

İpucu #9: Mutlaka otelinizin adresi ve telefon numarasının yazılı olduğu bir kart, broşür yada elle yazılmış bir kâğıt parçasını yanınızda bulundurun. Yine dışarı çıkmadan otele nereye, nasıl gidebileceğini sorun, güvenli olup olmadığını öğrenin. Dışarıda kendinize dikkat edin, vs., vs. Yani tüm geleneksel turist ve güvenlik uyarılarını yapmış olalım. Neyin nereden geleceği hiç belli olmuyor. Jelena’yla Rio’nun gecekondularını, Buenos Aires’in arka sokaklarını ve Amsterdam’ın kırmızı ışık bölgesini gezdik, hiçbirinde kâğıt üzerinde bunların hepsinden medeni olan Beverly Hills’da korktuğumuz kadar korkmadık.

İpucu #10: Özellikle bati Avrupa’da, araba ile bir otele gidiyorsanız, yaklaştığınızda kendinize bir park yeri arayın. Oteller çoğunlukla park yerimiz var diye ilan verseler de gittiğinizde size yer kalmış olma şansı sıfıra çok yakındır. İspanya, Fransa, Almanya, Avusturya bu konuda çok dertli. İtalya’da çok az park yeri problemi yaşadım.

İpucu #11: Bir şehrin havasını hissetmenin en verimli yöntemlerinden biri o şehrin toplu taşıma araçlarını kullanmak. Mutlaka metro, tramway, otobüs, vapur, ne varsa kullanın. Bir küçük nokta, bunların her birine ücret ödemek ayrı bir tecrübe gerektirir. Bazen önce öder, bazen bileti çıkışta kullanırsınız. Çoğunlukla ayni bilet başka araçlarda da geçer. Siz siz olun, biletlerinizi yada kartlarınızı atmayın. Amsterdam’da kartınızı okutup otobüse binersiniz ama inerken kartınızı bir daha okutmazsanız bir sonraki binişte kullanamazsınız :)

11 Mart 2012 Pazar

Yunanistani Kurtarmak

Yunanistan in ekonomik krizini su an itibarıyla bir özetletelim.

Avrupa’nın Yunanistan’ı “kurtarma” maliyeti su an için toplam 240 milyar Euro.

Bunun yaklaşık 100 milyarı borç silme, gerisi para verme. Bu para verme borç seklinde. Yani AB 100 milyar borç silerken 140 milyar borç veriyor.

Avrupa, kendi halkını daha fazla kızdırmamak için geleneksel olarak verdiği bu yardımın veriliş seklini öyle karıştırdı ki, merkez bankalarının birinde on sene üst seviyede çalışmamış kimse ne olduğunu anlayamaz.

Valla ben ucunu kaçırdım, size bilmiyorum. Sorun bana ne oluyor, nasıl oluyor diye, size yukardakinden çok bir şey söyleyemem. Hatta yukardaki bir paragrafta söylediğimin bile altını cesurca imzalayamam.

Ne diyorum isin ucu kaçtı.

Yok efendim asli özel sektör alacaklılarının yüzde sekseni borcunun yüzde yetmişinin silinmesine katılmak için karar verecekmiş, ama, geri kalan yeni verilen borçlara eklenip üç vadede yüzde iki, üç ve dört oranında faize tabi olacakmış, da…

Artık biraz kar etmek isteyen piyasalar bu haberle hemen canlandı (?), iyimserlik kötümserliği yavaş yavaş ortadan kaldırmaya başladı.

Bu keşmekeşte isin aslıyla ilgilenen de kalmadı.

Nedir isin aslı?

Bir: Yunanistan su an itibarıyla iflas etmiş durumdadır.

İki: Alacaklılar, bu borçları babalarının hayrına silmeyecektir. Bu zarar Yunanistan’dan bağırta bağırta çıkarılacaktır.

Uç: Yunanistan’ı bu güne getiren yapısal sorunların henüz hiçbiri çözülmemiştir. Yapılan tek şey, Yunanistan in nakit sıkıntısını karşılamak olmuştur. Ha, geleceğe yönelik bir dolu “dilek” le birlikte...

Ve Dört – ki bu en belalısı: Yunanistan, arkadan gelen İtalya, İspanya ve Portekiz’in yanında çerez olacak kadar küçük bir durumdadır.

Avrupa’nın sorunu yapısaldır.

Bir araya gelip bir anayasa üzerinde bile anlaşmaktan acizdirler.

Birliğin temeli hangi ülkenin hangisine geçireceği üzerine kurulmuştur. Anayasal düzenlemeler hangi peynirin hangi ülkeye ait olduğunu açıklamak üzerine yoğunlaşmıştır.

Birliğin finansal tutarlılığı yoktur. Ülkeler KDV rejimleriyle bireysel çıkar elde etmek uğruna tarihin belki en kompleks vergi sistemini kurmuşlardır.

Ama en ciddisi, Avrupa üretememektedir. Maliyetleri yüksek, kaliteleri düşüktür.

Bati Avrupa’nın yakın zamana kadar yasadığı Dolce Vita (Tatlı Hayat), yeni Orta Avrupa ülkelerini topluluğa alıp, onların alt yapılarını kurarak ve o ülkeler kendilerini toparlayana kadar bu pazarlarda aslen pahalı ama gümrük rejimleriyle nispeten ucuz görünen malları satarak finanse edilmiştir.

Bu yeni ülkeler bugün gelişmelerini tamamlamış, bati Avrupa’ya rakip duruma donmuştur. Bu yeni ülkelerin işgücü batıya göre ucuz, nitelikli ve çalışmaya daha fazla meyillidir.

Bati Avrupa’nın işgücü ihtiyacı Cin’e kaymadan önce bu yeni Orta Avrupa ülkelerinde beklemektedir.

Bu yapısal sorunları çözmeden Avrupa’nın su anki yasam standartlarını koruması imkânsızdır.

Yani öyle şantajla Airbus satarak, Avrupa dışından gelen her mala fahiş vergiler koyarak, bir ülkeyi kurtarmak mümkün değildir.

Çünkü rekabet topluluğun içine kaymıştır.

Bir Polonyalı bir Fransız’a göre daha az para karşılığı emeğini takas etmeyi kabullenmiştir. Bati Avrupa ise Polonya sınırını yeniden açarak Polonya kökenli işgücünün dolaşımını durdurmak yada Polonya mallarına vergi koymak durumunda değildir.

...şimdilik!

Avrupa’nın bugün yapması gereken, kendisine ileri görüşlü, basiretli yöneticiler seçmek ve biraz zorluk çekmeyi göze almaktır.

Avrupa’nın bu günkü sistemi ne yazık ki bence bunu mümkün kılmıyor.

9 Mart 2012 Cuma

Ya Tutarsa?

Bir gün hocayı gölün kenarında, suya maya çalarken görmüşler. Görenlerden biri demişi:

“Ya hoca, hiç koca göl maya tutar mı?”

Hoca da dönüp demiş ki:

“Ya tutarsa?”

...

Ağustos böceği bütün yaz saz çalmış. Bu arada karınca hiç durmadan yiyecek taşımış yuvasına. Kış geldiğinde karınca depoladığı yiyecekleri yerken ağustos böceği yiyecek bulamamış, açlıktan ölmüş.



Deveye sormuşlar “Neden boynun eğri?” diye. Deve de cevap vermiş.

“Siktir Lan!”



Kıssadan hisse, hayatta her şey olması gerektiği gibi olmuyor. Arada bir beklenmedik, teoride olmaması gereken şeyler de olabiliyor.

Kendilerini daha da akıllı zanneden, yani leb demeden leblebiyi anlayan türde insanlar, ki profesyonel hayatta elinizi sallasanız bunlardan elli birine dokundurursunuz, devenin cevabını dinlemeye tenezzül bile etmeden devam ederler:

“Burada deve nerem doğru demiştir çünkü anatomik olarak devenin çizgileri çoğunlukla eğrilerden oluşur. Bu kısa hikayenin ana fikri devenin bu anatomik özelliğini kullanarak küçük bir bozukluğa odaklanmadan büyük resmi görmek…”



Esimle ben Singapur’da açlıktan bayılma safhasındaydık. Çünkü Asya’da yenilebilir Asya yemeği bulmak bayağı bir iş. Bir taksiye bindik, şoför bizi bir Outback’s Restoran’ının yakınında bıraktı.

Cennet.

Hemen bir Nacho Chips ve biftek söyledim. Sonrasında da garson kıza yalvardım (beni tanıyanlarınız bilir):

“No tomatoes please…”

Yani domates koymayın. Dil probleminin ne demek olduğunu acı tecrübelerle öğrendiğim için “No tomatoes” derken her harfi beş saniye boyunca yavaş yavaş telaffuz ederek kızın anladığına emin oldum.

Sonunda kız dedi ki “No tomatoes sir, I understand.” Yani anladım domates koyulmayacak” ve içinden devam etti “Ne uzatıyorsun?, salak miyiz burada…”

Tamam bacım dedik, kızmayansın sen, susarız. Başladık beklemeye. On beş dakika sonra garson kız elinde koca bir tabak Nachos’la geldi. Ben kor gözümle beş metreden nacholarin üzerindeki domates dağini daha kız tabağı masaya koymadan gördüm.

Sesimi çıkarmadım. Kızımız tabağı koydu ve bana dondu:

“Exactly as you ordered sir, no tomatoes”

Yani “Tam istediğiniz gibi, domatessiz” dedi. Bunu derken de aslında bana da sitem ediyordu “Bak, sen beni geri zekâlı yerine koydun, adama böyle geçirirler.”.

Kızla tabaktaki domates yığını arasında 50 santim ya var ya yok.

Bir ara söyle bir gittim geldim, bana saka mi yapıyor diye, ama kız ciddi.

“Look, what we have got here.”, yani “Bak burada ne var.” dedim.

Ancak o zaman bu dünyanın en zeki varlığı aptalca ettiğim lafı döndürüp dolaştırıp yavaş yavaş bana geri geçirdiğini düşünmeyi bıraktı ve tabağı eline aldığından beri belki ilk defa ona ciddi olarak baktı. Asyalıların soluk ten rengi gitti, yerine domatesten kırmızı bir ten rengi geldi.

Siz siz olun, düşmeyin bu duruma.

Acayip koyar insana, nerede, kimle, nasıl olursa olsun.

7 Mart 2012 Çarşamba

Bilimsel Kader ve Alınyazısı

Üfürmeye başladık ya gerisi gelecek tabii. Bir önceki yazıda ayni anda değişen çok sayıda öge olduğunda öngörü yapmanın güçlüğünden bahsetmiştim, hatta tekillik falan gibi teorik fizik ilkelerine atıfta bulunmuştum.

Hadi laf açılmışken biraz daha fizik yapalım isterseniz. Hatta uçuk yüksek teorik fizik yada filozofik fizik.

Filozofik fizik terimini ilk defa kullandım. Tamamen kıçımdan uydurdum. Ama güzel durdu bana sorarsanız netekim. Niye olmasın, bakarsınız terim tutar, yarından itibaren herkes filozofik fizik tartışmaya baslar.

Neyse, dönelim gelecek öngörülerine.

Bütün dinlerde ve dillerde geleceğin önceden planlandığına ilişkin inançlar vardır. Kader, alın yazısı yani fate, destiny, karma.

İbresi biraz bilimselliğe kayan bir çoğumuz bu kavramlara biraz burun bükerek bakarız. İlkel, batıl buluruz.

Ama bir de gerçekten önceden belli bir gelecek varsa, yazılmışsa bir kenara? Olur muyuz mosmor? Öyle Darwin, Einstein falan diye söylev verirken Tevrat doğru cikarsa mahcup olurmuyuz?

Olur mu, olur.

Gelin biraz klişeden kopup bu çoğunluğu teokratik yani dinsel kökenli kavramlara bilimle yaklaşmaya çalışalım. Yıllar önce Ahmet Kayanın bir şarkısında dediği gibi “beni bilimle yargıla iki gözüm, tarihle sorgula, yorgun demokrat...” :)

Atiğimiz her adım, verdiğimiz her karar, beynimizin vücudumuza verdiği komutlarla gerçekleşir. Beynimiz aslında sinirlerin yada bilimsel adıyla nöronların elektriksel etkileşimiyle tabiri caizse düşünür ve hareket emirlerini verir. Nöronların elektriksel etkileşimleri molekül ve atomların hareketleri sonunda gerçekleşir. Atomların hareketleri sonuçta başka atomların itmelerine ve çekmelerine bağlıdır, yani serbest yada kullanılabilir enerjiye.

Bu enerji de tesadüfi olarak gelip giden bir olgu yada seksi deyimiyle fenomen değildir. Her zaman ölçülebilir. Başka bir deyişle evrende olan her şey enerjinin - ki madde de enerjinin bir şekli olduğuna göre maddelerin ve onları oluşturan parçacıkların, etkileşimiyle gerçekleşir.

Bilgisayarın klavyesindeki tuşlara basarken, beynim icindeki birkac quark ve elektronun yer degistirmesi sonucunda klavyedeki harflere basma sonucunu doguran bir dizi eylemi baslatir.

“Hadi lan biraz quantum-manyak yazı yazayım” fikrini kafamda oluşturan da aslında bu yer değiştiren parçacıklardan başkası değildir..

Bu parçacıklar yani bilimsel adlarıyla quark ve elektronlar aslında çok basit hareketlerde bulunurlar. Bunlar genelde dönme eğilimindedirler ama bazen ileri geri de giderler. Bu yüzden bir quarkin yeri ve hızını biliyorsanız gelecekteki yeri ve hızını çok hassas olarak hesaplayabilirsiniz.

Evrende olan biten her şey, beynimizin düşünme eylemi dahil, quark ve elektronların hareketleri sonucunda gerçekleştiğinden evrendeki her quarkin yeri ve hızını bilirsek gelecekte nerede ve hangi hızda olacaklarını da bilebiliriz.

Alin size fazlasıyla bilimsel kader, alin yazısı.

Bu bir gerçektir sevgili arkadaşlar. Hayatimiz ve doğrusu evrende olan biten her şey su anki bilgi seviyemiz ve anlayışımıza göre bellidir yani önceden planlanmıştır.

Planlanmasına planlanmıştır da biz bunu bilebilir miyiz? Kritik soru bu.

Düşünsenize evrende olan biten her şeyi durdurup quark ve elektronların gelecekteki yerlerini ve hızlarını hesaplamak için su anki yerlerini ve hızlarını bir yere kaydedebileceğimizi düşünelim (bu fazlasıyla saçma bir önergedir çünkü bu kayıt ortamı için en az evrendeki tüm madde kadar maddeye ihtiyaç duyardık ama şimdilik idare edelim). Biz kendimiz de evrenin bir parçası olduğumuza göre bu hesaplama da ayni hesaplamanın bir parçası olurdu ve hesaplamayı sonsuza dek bitiremezdik. Aslında her şeyi durdurduğumuz için hesaplamayı da durdurmuş olmamız gerekirdi falan…

Yumurta mi tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan? To be or not to be. Alin size felsefe yani filozofik fizik :)

Neyse, kıssadan çıkacak hisse, evrenin bir parçası olan hiç bir birey evrenin tümünü oluşturan parçacıkların hızını ve yerini ayni anda bilemez, böylece gelecekte ne olacağını kesin olarak hesaplayamaz.

Yukardaki kural evrenin dışındaki kavramları kapsamadığından, tek tanrılı her dinin öngördüğü her şeyi bilen ve geleceği gören tanrı inancına da aykırı düşmez.

İşte bu yüzden kadere, alın yazısına burun bükerken dikkat.

Bu arada yeri gelmişken dokunduralım. Biraz fizik bilen ama olayın özünü anlamayan birçok kişi evrendeki tüm parçacıkların yeri ve hızının ayni anda bilindiğinde gelecekte ne olacağının kesin öngörüsü kavramına karşı çıkmak için Heisenberg (Hay-zın-börg) isimli bir bilim adamının uncertainity yani belirsizlik ilkesini ileri sürer.

Bu ilkeye göre bir parçacığın hızını ne kadar çok hassas ölçerseniz yerinin olçumu o derece az hassas olacaktır – yada tersi. Bunun sebebi ise olçumu hassas yaparken kullanılan yöntemin kendisinin parçacıkların hızlarının yada yerlerinin değişmesine yol açacağıdır. Bu yüzden uzay yolunun maddeyi bir yerden bir yere taşıyan yani her parçacığın yerini ve hızını hesaplayan ışınlama cihazında Heisenberg Compensator yani belirsizlik problemini gideren hayali bir parça bulunur.

Belirsizlik ilkesi evrendeki tüm parçacıkların yer ve hızları bilindiğinde gelecekteki yer ve hızlarının hesaplanabileceği kısaca geleceğin hassas olarak öngörülebileceği kavramına ters düşmez, sadece olçumun gerçekte yapılamayacağını ileri sürer. Yani lütfen bu yazıyı Heisenberglemeyin.

Başka bir rica, sadece electron ve quarklardan bahsederken can sıkıci bir cok parca adı saymamak için bir basitleştirme yaptım. Lütfen yine “Sadece electron ve quarklar yetmez, muon ve neutrino’ların da yerini ve hızını hesaplamak gerekir.” falan da demeyin. Hatta ölçülen verilerin de yer ve hız değil pozisyon ve momentum olduğu falan da.. Sözün kısası, bir fizik kitabi değil, vakit geçirmek için yazılmış bir yazı okuduğunuzu lütfen unutmayın.

Bu arada, eğer bu konu biraz ilginizi çektiyse Isaac Asimov’un Foundation (yani Vakıf) diye bir dizi romanını okumanızı tavsiye ederim. Asimov, Foundation serisinde Hari Seldon isimli kahramanının psychohistory yani pisiko-tarih isimli bir bilim dalı çerçevesinde evrendeki tüm parçacıkların yer ve hızlarını hesaplamadan matematiksel yöntemlerle gelecekle ilgili yaptığı öngörüleri zevkli detaylarla anlatır.

6 Mart 2012 Salı

Öngörü

İlginç zamanlardan geçiyoruz. Olan biten birbirinden önemli o kadar fazla şey var ki insan hangi birine bakacağını şaşırıyor.

Suriye’de olanlar ortada. Cin askeri harcamaları %11’e çıkarmış. Amerika Iranı bombalarız diyor.

Böyle birçok önemli olay ayni anda olduğu için artık bunların sonuçlarını da tahmin etmek imkânsız hale geldi.

Burada, ayni anda değişen o kadar çok öge, parametre, ortaya çıkar ki insan beyni “bu gerçekleşirse sonucu şu olur” gibi sonuçlara varma yeteneğini kaybeder.

Yunanistan önce battı, sonra da sözüm ona iki nesilim sefaleti pahasına kurtarıldı. Portekiz, İspanya sıra bekliyor. Avrupa topluluğu, bir Hintli, bir Cinli bir de Brezilyalı saldırganın hedefi olan temiz beyaz Avrupalı katinin on bir başka Avrupalı kadın tarafından kurtarıldığı sözüm ona Avrupa birliğinin bütünlüğünü konu alan tanıtım filmleri yapıyor...

Amerika Iranı bombalar, Avrupa da ekonomik krizden çıkmak için Cine saldırırsa ne olur? Yada Rusya’da Putin yüzünden bir iç savaş çıkar mi?

Bilmemekteyim.

Quantum fiziğinde kütlenin sonsuz olduğu tekillikler yada Frenkçesiyle “singularity”’ler vardır, kara deliklerin tam merkezi gibi. Buralarda bilinen fizik yasaları artık islemez hale gelir çünkü kaos başlamıştır. Hız, ağırlık, zaman, kuvvet yani bildiğimiz dünyevi fiziksel ögeler anlamlarını kaybetmiştir.

Fizik dersini birikip biraz daha dünyevi bir örnek verelim. Bir sekiz yüz metre yarışını duşunun, ilk iki yüz metreden sonra bir atlet guruptan kopar, yarışı önde götürmeye baslar. Başka biri düşüp sakatlanır. Geri kalan atletler genelde birbirleriyle denk bir gurup oluşturur, koşmaya devam ederler.

Burada gerçeğe yaklaşan bir öngörü yapmak olasıdır. Düsen atletin yarışı kazanamayacağı öngörüsü neredeyse kesin olarak gerçekleşecektir. Birinci ise güçlü bir olasılıkla guruptan kopup yarışı önde götüren atlet olacaktır.

Bu örnekte olağan bir sekiz yüz metre yarışında farklı olarak gelişen sadece iki olay gerçekleşmiştir.

Bu iki olay insan beyninin ve düşünce gücünün bahsedebileceği kadar büyüktür (yada küçüktür).

Değişen bu iki parametreyi kullanarak gelecekle ilgili bir öngörü yapabiliriz.

Simdi de aksi bir örneğe bakalım. Yukardaki sekiz yüz metre yarışının iki yüz metresinden sonra atletlerden biri yanındaki atletin ağzının ortasına bir yumruk atar, bu anda bir deprem olmaya baslar ve tüm bunlar olurken stadyuma bir uzay gemisi inerse bu yârinsin birincisinin kim olacağı, kimin yarışı sonuncu tamamlayacak, hatta yârisin tamamlanıp tamamlanmayacağını bile öngörmek imkânsız hale gelir.

Bu demek değildir ki insanlar öngörüde bulunmayı bırakacaktır. Özellikle ülkemizde hayatında sürücü koltuğuna bile oturmamış bir baltaya motorum bozuldu anlar misin bu islerden dediğinizde kaputu açıp motoru tamir etmeye soyunan daha da kötüsü bunu başarabileceğine inanan en az altmış milyon insan varken koşullar ne olursa olsun ortalıkta binlerce öngörü bulunacaktır.

Bunların büyük çoğunluğu ise yaramaz da olsa.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...