11 Mart 2021 Perşembe

Richard Dean Anderson

Sevgili arkadaşlar, normal bir günümün büyük bir kısmı bilgisayar önünde geçer. Kendi ofisimde çalışmamın bir ayrıcalığı olarak bilgisayar işimi yaparken geri planda istediğim müziği yada TV şovunu çalabilirim. 

Bu yüzden de Youtube bir sabah canımın sıkkın olduğunu anlayıp, bana bir psikolog gönderecek kadar tanır beni 😀

Bugün de alışılagelmiş dokümanterlerimi ve dünya haberlerini izlerken değiştirmekte geç kaldığım için, Youtube'un otomatik olarak başlattığı bir videoya gözüm (aslında kulağım) takıldı.

Amarikalıların çok sevdiği comic-con dedikleri, ünlü TV ve film yıldızlarını toplayıp, izleyicilerle geyik yaptırdıkları bir toplantı.

Konuk ise Richard Dean Anderson.

Tanımadınız mı?

Gençlik günlerimin bir dizisinde oynardı. İngilizce diline bir fiil kazandırmıştır bu dizideki rolü, "To MacGyver" şeklinde. Elde, etrafta olan sınırlı ıvır zıvırı toplayıp, işe yarar bir düzenek kurmak şeklinde çevirebiliriz.

Richard Dean Anderson - off, çok uzun bir isim, İngilizcede dedikleri gibi "a mouthful" , gelin kısaca kendisini normalde çağırdıkları gibi "Rick" diyelim. Neyse ki Richard isminin Amarika'daki popüler kısaltılması olan "Dick" 'i kullanmayı seçmemiş. "Dick" sözcüğünü duyan her ana dili İngilizce olan kişi, doğrudan olmasa da, içinden şöyle bir kıkırdar. Detaylara girmeyelim...

Neyse. Rick, MacGyver'ı oynarken, genç, yakışıklı, tipik Hollywood lollipopu bir aktördü.

MacGyver ilgimi çeksede, aklımı başımdan alan bir TV dizisi olmamıştı.

Rick abiyi gerçekten sözcüğün tam anlamıyla "zevkle" izlediğim dizi ise Stargate SG-1'dır.

Stargate SG-1, 1994 yapımı Stargate isimli bir filmden TV'ye uyarlanmış bir dizi. 

Orijinal filmde Kurt Russel'ın canlandırdığı, çocuğunun yanlışlıkla ortada bıraktığı silahı ile kendini vurduğu Hava Kuvvetlerinde bir Albay olan Jack O'Neill'i TV uyarlamasında canlandırmıştı. 

Aynı filmde Daniel Jackson isimli, bir arkeologu ise James Spader oynar. James Spader, izlediyseniz The Blacklist dizisindeki Raymond Reddington'ı canlandıran aktördür. 

Jelena her ikisini de severek izler. Ona filmdeki Daniel Jackson'ın James Spader, yani "Red" olduğunu söylediğimde inanmamıştı! (Daniel Jackson'ı Stargate SG-1'de Michael Shanks canlandırır, o da bu karekterin hakkını çok iyi vererek oynar)

Neyse, Rick abiye dönersek, Stargate SG-1'de Albay Jack O'Neil rolünde, biraz redneck (maganda), biraz gerçekçi, çok da fazla askerce bir karekteri canlandırır.

Bizler Star Trek'le büyümüş bir nesiliz. Ben Star Trek'i manyak gibi severek izlerim, o yüzden başka sci-fi show'lar konu olduğunda Star Trek'e kaka sürmemek için hafif kritik davranırım. 

Ancak iç Stargate-SG1'a geldiğinde açıkça söyleyebilirim ki EN AZ Star Trek kadar zevkle izlediğim, mükemmel ötesi bir dizidir.

Dizideki her karekteri ayrı ayrı, Sam Carter'ı ise biraz daha ayrı sevsem de, tartışmasız favorim Albay O'Neill'dir.

Burada size idolüm, kahramanım şeklinde teenage'lik yapmıyorum, gerçekten rolünün hakkını verir Rick.

Çünkü dizide aslında kendisini oynar.

Aşırı zeki, yapmacık değil, mükemmel bir mizah anlayışı var ve olduğu gibi görünüyor.

Zaten USAF, ona dizideki rolü nedeni ile fahri tuğgenerallik ünvanı vermiş.

İlk başlarken söylediğim comic-con'da mesela MacGyver'daki İsviçre çakısının en çok sevdiğiniz elemanı hangisi diye soruyorlar, hemen şarap açacağı diye yapıştırıyor cevabı .

Yine TV dizisine kendini kaptırmış bir kız, O'Neill'in dizideki hayli romantik ortağı Sam Carter ile en çok hangi sahnelerini sevdiniz diye soruyor. Kız masum, romantik, politik bir cevap beklerken Rick tereddütsüz "Sevişme sahneleri" diye yanıtlıyor.

İşte böyle, çok tadınızı kaçırmayayım. İngilizce ile biraz aranız varsa mutlaka izleyin aşağıdaki söyleşiyi. Rick 67 yaşına basmış, o yüzden fiziksel görünümünü MacGyver yada O'Neill ile ilişkilendiremeyebilirsiniz, o zaman biraz hayal gücü...

Akşamınız güzel olsun ve "Kri" ❤️



6 Mart 2021 Cumartesi

Yeniden Kanarya Adaları

2021 yılının karlı bir Şubat gününde sizlere 2020 yılındaki yaz tatilimizin son durağını anlatmaya başlayayım sevgili arkadaşlar. Bu bir süre için yazacağım son gezi anılarımız olacak, çünkü o gündür, bu gündür başka hiç bir yere gidemedik. Nisan ayında 🐝Mezzy🐝'ciği Disneyland'e götürür müyüz diye umutlanmıştık ki, COVID aşısının zamanımda üretilememesi yüzünden bu da neredeyse imkansız gibi duruyor. En İyi ihtimalle Mayıs ayında belki bir kaç gün kaçabiliriz, ama yılın ilk yarısı için hepsi o.

O yüzden bu son yazının tadını çıkaralım! 😜

Yaz tatillerimizi genelde Türkiye'de geçiririz sevgili arkadaşlar. Sevgili karım Türkiye'yi benden çok sever, o yüzden de fırsatını buldukça Antalya'ya, İstanbul'a falan kaçar, biraz memleket havası alırız.

Yaz tatilleri Türkiye'de hem hesaplı, hem de otellerin kalitesi, yemeklerin lezzeti falan göz önüne alındığında Avrupa'nın bir çok noktasına göre çok avantajlı hale gelir. Kısaca bu paraya bu tatili başka yerde zor yaparsınız.

Ancak Türkiye'de tatilin benim için iki handikapı vardır. Bir, güzel kahveyi unutmak, ve iki, ki çok daha önemli, ehven bir şarap içememek. O beş yıldızlı, super-duper otellerideki kahveyi buralarda aş evlerinde bile vermezler. Şarabı ise sormayın bile. Bırakın güzel şarabı, buzdolabından çıkmamış şarap verdiklerinde, bedava Margaux bulmuş gibi sevinirim.

Ama Türkiye'de tatilin en yorucu tarafı insanlardır sevgili arkadaşlar.

Geçenlerde, Antalya'da, otelden havaalanına bir taksiye bindik. Daha önce başka bir nedenle aynı yoldan geçtiğimizde bir Migros görmüştüm, İsviçre'ye dönerken ufak bir paket pastırma alalım dedim.

Şoföre "Kardeş şu Migros'un önünde durur musun?" diye sordum. "Abi sen ne alacaksın?" diye geri sordu. "Pastırma" dedim. "Abi bu Migros küçük, ben seni bilmem neredeki Migros'a götüreyim, orası daha büyük, daha çok çeşit vardır" dedi, çevirdi arabayı, başka bir yöne gitmeye başladık.

Geç kalacağız, sonra hava alanında iki ayağımız bir pabuça girecek. "Birader, büyük Migros istemiyorum" falan dedim ama ne fayda. "Dur abicim, hemen şurada, iki dakika almaz..."

Havaalanında huzurla hem de güzel sayılabilecek bir kahve içebileceğimiz yirmi dakika, aynı pastırmayı alacağımız, tek farklı özelliği sadece biraz daha büyük olan bir markete gitmekle ziyan oldu.

Yoruculukla yukarda kast ettiğim tam da bu.

Sana ne babacığım, ne alacağımdan, dur dedik, dur işte. Ne diye sana daha büyük bir Migros'a gitmeme gerek olmadığını izah etmek zorunda kalayım?

Buna benzer olayları sıkça yaşarız. huzurla oturup, bir bardak çay içmek, yada biraz etrafı seyretmek isterken alakasız birileri başlar "Abi sen nerelisin?", "Yenge nereli?", "Hangi otelde kalıyorsun?", "Daha ne kadar buradasın?" "Ayda kaç para kazanıyorsun?", "Sana buralardan ev alalım", "Sizin oralarda ırkçılık varmış ha? (bu arada aynı adam beş dakika sonra 'Amk Suriyelileri' diye de başlayabilir ve bu tezat onu hiç rahatsız etmez)".

Bilmiyorum, belki ben biraz uzun süre uzakta kaldım, ondan biraz fazlaca rahatsız oluyorum, ancak böyle yaklaşımlar sanki kişisel alanıma birer tecavüzmüş gibi geliyor.

Bu nedenle bu sene yaz tatili için Türkiye’yi atlayıp, Kanarya Adaları'na gitmek bayağı cazip gelmişti bana.

Güzel kahve ve güzel şarabın dışında, Kanaryaların beni çok fazlasıyla çeken bir özelliği vardır.

Bu adalarda yaz kış, sıcaklık otuz dereceyi bulmaz.

Sıcak havalarda hiç rahat edemem sevgili arkadaşlar. Özellikle Temmuz, Ağustos aylarımda Antalya sıcağı beni mahveder.

Trade Winds yani Ticaret Rüzgarları isimli, gemileri hop diye Orta Amerikaya götüren bu esinti, Kanaryalardaki sıcaklığı mükemmel dengeler.

Başka bir çok yönden de Kanaryalar cennet gibi yerlerdir sevgili arkadaşlar.

Sizlere biraz tarihini, biraz da coğrafyasını yedi yıl kadar önce yazmıştım, ilginizi çekerse buradan okuyabilirsiniz.

İşte böyle...

Sevgili karımla çok güzel bir tatil geçirmiştik
bu cennetten kalma adada
Yedi yıl sonra yeniden Tenerife adasına indiğimizde eski bir dosta kavuşmuş gibi olmuştum. Sevgili karımla çok güzel bir tatil geçirmiştik bu cennetten kalma adada.

Bu tatilimizden yıllar sonra Jelena bir falcıyla konuşmuş - o biraz sever bu işleri. Falcının söylediğine göre bu tatil esnasında bir oğlumuzu daha doğmadan kaybetmişiz.

Tanıyanlarınız bilir, böyle safsatalarla aram hiç yoktur. Buna rağmen insan "acaba" deyip, düşünmeden de edemiyor. Jelena daha sonra (fala inanırsak ikinci kez) 🐝Mezzy🐝'ye hamile kaldığında, hamilelik belirtileri sanki Kanarya Adalarındaki o tatildekilere benzemiyor da değildi hani. Kızcağız bayağı "kuku" olmuştu, baş dönmeleri, kola alerjisi falan. Kim bilir, belki gerçekten de doğmamış bir bebeğimiz olmuştur...

İşin bu teorik hamilelik kısmını bir kenara bırakırsak, Tenerife'de çok güzel vakit geçirmiştik.

Kanarya Adaları'nın tümünün varlığını borçlu olduğu El Teide yani Şeytan Volkanı'nın merkezi Tenerife adasındadır. Zaten bu yüzden Tenerife, Kanarya Adaları'nın en büyüğüdür. Bu devasa volkan adanın her yerinden görülebilir.

Adaların volkanik yapısı dünyanın çok az yerinde görülen kaya formasyonlarını ve daha da ilginçi, kapkara kumlarla kaplı kıyıları oluşturur.

Bir de yaşları benim kadar büyük olanlar hatırlar, Queen grubunun gitaristi Brian May, "Tie Your Mother Down" şarkısını Teide Volkanı'nın tepesindeki bir rasathanede çalışırken yazmıştır. İster inanın, ister inanmayın, May bir astrofizik doktorudur.

Neyse, konumuz El Teide değil, ilginizi çekerse bu volkan ve Tenerife ile ilgili gezi notlarımızı buradan okuyabilirsiniz.

Hem Jelena, hem de Mezzy benzer giysiler
giymiş, fazlasıyla şirin bir biçimde seyahat
ediyorlardı
Tenerife ile bu ikinci randevumuzda bu kez hiç bir şüpheye, "acaba" 'ya, "yoksa" 'ya gerek kalmadan, teyitli, kayıtlı, kanıtlı, üç kişiydik. Hem Jelena, hem de 🐝Mezzy🐝 benzer giysiler giymiş, fazlasıyla şirin bir biçimde seyahat ediyorlardı.

Daha da önemlisi, 🐝Mezzy🐝 ilk kez Afrika kıtasına ayak basmıştı. Kanarya Adaları politik olarak İspanya toprağı olsa da, jeolojik olarak Afrika'nın bir parçasıdır.

Basel havaalanından kalkan uçağımız Güney Tenerife havaalanına inmişti. Eğer bu havaalanı yerine kuzeydeki Kuzey Tenerife, ya da eski adıyla da Los Rodeos havaalanına inmiş olsaydı, on dakikada otelimize ulaşabillecektik. Ancak Güneye indiğimiz için bir saat civarında bir otobüs yolculuğu bizi hem Tenerife'in, hem de Kanarya Adalarının başkenti Santa Cruz'a götürdü.

Yeri gelmişken, Santa Cruz'daki Los Rodeos havaalanı tarihin en büyük sivil havacılık kazasına ev sahipliği yapmış, bu yüzden de biraz hüzünlü bir yerdir. Buradan hiç uçmadım, ancak bu kazanın olduğu yer olması bakımından Bir kez ziyaret etmiştim. Hikayesi burada.

Başınızı Tenerife ile şişiriyorum, kusuruma bakmayın. İşin aslı, bu yılki tatilimizi Tenerife'de geçirmeyecektik.

Asıl hedefimiz Gran Canaria adasıydı, ancak lojistik nedenlerden dolayı Tenerife'de bir gece kalacaktık. Hiç şikayetimiz yoktu. Bir kaç saat için olsa bile bu adada eski anılarımızı tazelemek hem Jelena'ya, hem de bana çok iyi gelmişti.

Havaalanından bindiğimiz otobüs bizi hem Tenerife, hem de Kanarya Adaları'nın başkenti Santa Cruz'a götürdü. İspanya'da kim nereli, hangi şehir nerenin başkenti, biraz karışıktır.

Santa Cruz başkent ünvanlı büyük bir şehirden çok bir sahil kasabasını andıran bir yer sevgili arkadaşlar. Bütün cadde ve meydanları sadece Kanarya Adaları'nda görebileceğiniz egzotik bitkilerle dolu, pırıl pırıl, tertemiz bir kent.

Restoranın sahibi kadının lokal
olduğunu idda ettiği bir tarifle
hazırlanmış bifteğimi söyledim
Biz de otelimize check-in yaptıktan sonra hemen yola koyulup, bu yemyeşil parklardan birindeki bir cafe'ye oturduk ve kendimize birer kahve söyledik.

İlginç gelebilir, Kanarya Adaları'nda ta korsanların döneminden kalma çok farklı, çok özel, çok lezzetli kahve çeşitleri bulabilirsiniz.

Geçen gelişimizde bir korsan köyünde Barraquito isimli bir kahve içmiştik, yolunuz düşerse kaçırmayın derim.

Bu kez de Cortado isimli kahveyi denedik. On numara...

Sonrasında kendimize bir restoran bulduk ve akşam yemeğimizi yedik.

İspanya'nın genelinde, ancak özellikle doğası nedeniyle Kanarya Adaları'nda deniz ürünleri en yaygın yiyecek türüdür. Eğer benim gibi beyaz ete alerjiniz varsa yemek seçenekleri doğal olarak azalır. Yine de ağız tadıyla yiyebileceğiniz güzel bir et bulmak çok kolaydır.

Restoranın sahibi kadının lokal olduğunu idda ettiği bir tarifle hazırlanmış bifteğimi söyledim. Kadın sonra bana şarap listesini uzattı. Antibiyotik aldığımdan içemiyorum, "Yok sağol" dedim. Kadın "Ama şaraplar çok güzeldir burada" diye şaşkınlıkla çıkıştı. Zaten şarapsızlıktan sinirlerim havada, "Biliyorum bacım, medikal nedenler" dedim.

Ertesi sabah Mezzycik hayatında ilk kez bir
pervaneli uçağa bindi ve hep beraber Gran
Canaria adasına geldik
Yemeğimizi bitirdiğimizde hava iyice kararmıştı. Denize doğru, kentin gece hayatının biraz daha hareketli olduğu bölümüne yürüdük. 🐝Mezzy🐝'ye biraz etrafı gösterdik ve otelimize döndük.

Ertesi sabah 🐝Mezzy🐝'cik hayatında ilk kez bir pervaneli uçağa bindi ve hep beraber Gran Canaria adasına geldik. Bu yolculuğumuz uçağın hiç yatay bir halde uçmadığı, sadece biraz yükselip, hemen sonra alçalarak indiği 'balistik' bir uçuştu.

Gran Canaria'daki otelimizi en doğru şekilde tanımlayacak kelime herhalde 'averaj' olacaktır. Lokasyon olarak ne iyi, ne kötü. Personel ne kaba, ne kibar. Odalar ne geniş, ne dar. Yemekler ne güzel, ne kötü. Havuz ne büyük, ne küçük. Yani averaj bir tatil geçirmek için bire bir.

Son anda, çaresizlikten rezervasyon yapmıştık. Ciddi hiç bir sorun yaşamadan tatilimizi bitirdik, ancak normal koşullarda üçümüz de bir kez daha gitmeyiz herhalde.

Gran Canaria’daki otelimizi en doğru şekilde tanımlayacak
kelime herhalde ‘averaj’ olacaktır. Lokasyon olarak ne iyi,
ne kötü. Personel ne kaba, ne kibar. Odalar ne geniş, ne dar.
Yemekler ne güzel, ne kötü. Havuz ne büyük, ne küçük.
Yani averaj bir tatil geçirmek için bire bir
Ertesi gün kahvaltımızı eder etmez denize ulaşmak için yola koyulduk.

Otelimiz San Agustin isimli küçücük bir köyün hemen dibinde. San Agustin'in de oldukça büyük bir plajı var. Yürüme uzaklığında olsa da, gitmesi biraz vakit alan adanın funky plajları Maspalomas ve Playa Del Ingles de menzilimiz içerisinde.

Ancak biz, Gran Canaria adasındaki ilk günümüzde çoğunlukla adanın yerlilerin tercih ettiği Playa Del Pirata, yani Korsan Plajı'na gitmeye karar verdik.

Bu plaj gerçekten küçücük bir koyda saklı. Etrafı sarp, keskin ve oldukça yüksek, kapkara volkanik kayalarla çevrili. Gerçekten İsmini hak eden bir yer. Tam korsanların karaya çıkıp, saklanacakları gizli kapaklı bir girinti. Kumsala ulaşmak için yüzlerce basamaklı bir merdivenden inmeniz gerekiyor. Kumlar ise kömür gibi, kapkara.

Bu plaj gerçekten küçücük bir koyda saklı. Etrafı sarp,
keskin ve oldukça yüksek, kapkara volkanik kayalarla çevrili.
Gerçekten İsmini hak eden bir yer. Tam korsanların karaya
çıkıp, saklanacakları gizli kapaklı bir girinti
Kanarya adalarını oluşturan volkan şebekesinin bir azizliği bu. Şimdiye kadar da başka hiç bir yerde görmedim bu kara kumları. İnci beyazı Karayip kumsalları insanı ne kadar etkiliyorsa, bu kapkara kumsal da görenleri aynı derecede etkiliyor.

Bu insanın içini gıcıklayan manzaraya bir de okyanusun şiddeti eklenince sanki kendinizi bir Johnny Depp filminde zannediyorsunuz. Koca koca dalgalar sarp kayalarda, kara kumların üzerinde kırılıyor, bütün ortalığı bembeyaz köpükler kaplıyor. Sadece Captain Jack Sparrow eksik yani...

Akdeniz gibi bir iç denizin rahatlığımdan şımarmış bizlere okyanus çok sert gelir sevgili arkadaşlar.

Bir kere yükseklikleri zaman zaman metreleri bulan dalgalar insanın ayağını yerden kesip, bir kenara fırlatırlar.

Bir de gelgitler vardır ki, alışık olmayanların kafalarını iyice karıştırır.

Akdenizin suyu günde iki kez Cebelitarıktan akıp, geri dönemediği için pek bilmeyiz bu gelgit işini.

Bir keresinde de 🐝Mezzy🐝 bir denizkızı mayosuyla geldi,
kayaların üzerinde resimlerini çektik canım kızımın
Açık bir denizde sular onlarca metre gider, gelir. Denizin derinliği yine metrelerce değişir. Bu gelgitlerin sayesinde bir dolu börtü böcek, hayvanat, bakliyat kıyılara vurur. Sahiller metrelerce ıslanır. Sabah yürüdüğünüz yerde, öğlen yüzer, akşam gene oturup, piknik yapabilirsiniz.

İşte bunların hepsi Playa Del Pirata'da fazlasıyla vardı. Sözcüklere dökmekte biraz yetersiz kalıyorum, farkındayım. Şu kadarını söyleyebilirim, ömrüm boyunca aklıma kazılı kalacak güzellikte bir yer bu plaj.

Playa Del Pirata'ya neredeyse her gün geldik. Bazen yüzdük, bazen güneşi batırdık. Bir keresinde de 🐝Mezzy🐝 bir denizkızı mayosuyla geldi, kayaların üzerinde resimlerini çektik canım kızımın.

San Agustin plajı ise sözcüğün tam anlamıyla bir plaj. Açık renkli, geniş, uzun kumsalı, beach barı, kısacası tipik bir tatil plajının her klasik unsuru var burada. Ancak onu diğerlerinden ayıracak bir özelliği yok, buraya bir kez geldik, bir daha da gitmedik.

Kumlar ise kömür gibi, kapkara
Bu plajın biraz ilerisinde ise Playa Del Ingles, yani Ingiliz plajı var. Aslında bu tek bir plaj değil, bir plajlar şebekesi. Yine tamamen deniz tatili yapmayı hedefleyen turistler için birebir...

Oldukça geniş bir alana yayılmış bu plaj büyük çoğunlukla kumlu. Sadece küçük bir kesimi çakıl.

Plajın parsellerinin çoğunun önünde doğal yada yapay dalgakıranlar var, yani okyanus kıyısında değil de Antalya'daymış gibi sakin, durgun bir deniz deneyimi yaşıyorsunuz.

Playa Del Ingles sadece plajlardan değil, cafe, bar ve restoranlardan oluşmuş mükemmel bir turizm kompleksi. Gündüz deniz, akşam yemek, gece de sebehe kadar dans istiyorsanız adanın bu köşesine gitmelisiniz. Tatilimiz süresince hem alış veriş, hem deniz, hem de otel dışında bir kahve içmek için buraya sık sık geldik.

Plajın parsellerinin çoğunun önünde doğal yada yapay
dalgakıranlar var, yani okyanus kıyısında değil de
Antalya’daymış gibi sakin, durgun bir deniz deneyimi
yaşıyorsunuz
Sahildeki cafe'lerde değişiklik olsun diye buzlu kahve deneyebilirsiniz. Yunanistan'dan aşınayım bu soğuk kahveye. Nescafe'yi soğuk sütle kendi icatları bir mikser ile karıştırırlar. Bazen biraz şeker, biraz da buzla içersiniz. Sıcak havada hem kahve, hem de biraz serinlik isterseniz çok işe yarıyor. Gran Canaria'da bu karışıma bir de dondurma ekliyorlar. Jelena çok sever bunu. Ta Yunanistan'dan mikserini ithal etti. Bence de tadı bayağı güzel, öneririm.

Playa Del Ingles'in ilerisinde ise adanın en güzel, en cazibeli kumsallarından biri var. İsmi Maspalomas.

Maspalomas plajının bir ucunda ise dune dedikleri kum tepeleri bulunuyor. Bakınca kendinizi Sahara Çölü'nde zannediyorsunuz.

İşin aslı Kanarya Adaları Sahara Çölü ile aynı enlemde, hatta çölün tam karşısında. Sadece Ticaret Rüzgarları bu adalarda çölleşmeyi önlemiş. Yine de adaların Maspalomas gibi bazı bölgelerinde, özellikle de - duyduğum kadarıyla - Fuertoventura adasında, çölleşmiş bölgeleri görmek mümkün.

Maspalomas plajının bir ucunda ise dune dedikleri kum
tepeleri bulunuyor. Bakınca kendinizi Sahara Çölü'nde
zannediyorsunuz
Bir keresinde Maspalomas'da gerçek anlamda bir kum fırtınasına yakalandık. Dust devil dedikleri kumlardan oluşmuş girdaplarıyla, rüzgarın savurduğu kumlar yüzünden zor nefes aldığımız gerçek bir fırtına yani. Binlerce insanın bulunduğu plaj on dakikada ıssız bir çöle dönüşmüştü. Bana ilginç geldi tabi, ancak o akşam kimse denize girememişti.

Dune'larin aksi istikametinde ise çok güzel bir deniz feneri var.

Bu ikisinin arasında ise restoranlar, barlar, oteller, vesaire. Ancak bunlar Cancun'daki (ya da Antalya'daki) gibi insanın gözünün içine içine girmiyorlar. Tek katlı, eski görünümlü sahil ile aynı ruhta kamufle olmuş yerler.

🐝Mezzy🐝 Maspalomas'ı çok sevdi. Hem denizde çok eğlendi, hem de kumsalda. Bol bol kale yaptı, çukur kazdı, taş topladı. Hal böyle olunca gelecek yılki tatilimizi yine Gran Canaria'da, bu kez Maspalomas'ın göbeğinde rezerve ettik. Gidebilecek miyiz, o başka mesele tabi, ama boşverin, yeni bir COVID geyiği başlatmayalım...

Puerto Rico isimli limandan bir gemiye binip,
yunus ve balina görme turuna çıktık
Tatilimizin ortasında bir yerlerde biraz bölgemizden uzaklaşıp, adanının batısına geçtik.

Puerto Rico isimli limandan bir gemiye binip, yunus ve balina görme turuna çıktık. Benzeri bir turu geçen gelişimizde Tenerife'de de almıştık. Bol bol yunus ile bir kez de pilot (kılavuz) balinası görmüştük.

Bu kez de bol bol yunus görme şansımız oldu. 🐝Mezzy🐝 deli oldu tabi. Yunuslar etrafımızda dolaştıkça "Jump dolphin jump!" diye bağırıyor, yunuslar da sanki onu duyuyorlarmış gibi suyun üzerinde zıplıyorlardı.

Bu kez balina görememiştik ama turumuz çok güzel geçmişti. Okyanusa açıldığımızda ise dalgalar gerçekten sertleşmiş, küçük gemimizi bayağı ciddi sallamışlardı. Sevgili karım bu esnada dayanamadı, ufak bir "böööğğğğk" vakası yaşadık. Ama olur o kadar tabi.

Yunuslar etrafımızda dolaştıkça "Jump dolphin jump!"
diye bağırıyor, yunuslar da sanki onu duyuyorlarmış gibi
suyun üzerinde zıplıyorlardı
Gemi bizi geri Puerto Rico'ya bırakmadan önce sahil boyunca minik bir Gran Canaria turu attırdı. Bu esnada bir kez daha adanın güzelliğini görme şansımız oldu. Volkanik kayalarla kumun bir araya gelip, ortaya çıkardığı manzara gerçekten görülmeye değer.

Otellerin bazıları da bu volkanik yamaçlara, neredeyse kayaları kazıyarak yapılmış. Her birinde de birer infinity pool. Çok etkileyici, çok özel bir tatil geçirilebilir buralarda. COVID yüzünden değiştirmek zorunda kaldığımız otelimiz de bunlardan biriydi.

Kader. Maybe another time...

San Agustin'de, El Capitan isimli bir bar, menüsünde de mükemmel bir Rioja şarabı keşfetmiştik.

Lokal bir bar, ayrıca da restoran. Bizde 80'lerin içkili lokantalarını andırıyordu. Müşterileri çocuklu aileler. Tam Akdeniz usulü, müziklerin sesi sonuna kadar açık, bazen de bir piyanist şantör. Doğum günümü sevgili kızım ve karımla burada geçirdim. Gün aşırı geldiğimizden artık hatırlı müşteri olmuştuk. Son gelişlerimizde şarapla birlikte mükemmel İspanyol peynirleri ikram ediyorlardı.

Gemi bizi geri Puerto Rico'ya bırakmadan önce sahil boyunca
minik bir Gran Canaria turu attırdı
Tatilimiz boyunca bol bol yüzdük. 🐝Mezzy🐝'cik tam anlamıyla, simitsiz, ördeksiz yüzmeyi bu günlerde öğrendi. Üçümüz akşamları uzun uzun yürüdük, deniz kıyısının tadını çıkardık.

Sayılı gün çabuk geçiyor. Dönüş günü gelip çatmıştı. Son gün uçağımız gece 12:05'te kalkıyordu, yani bütün gün bizimdi. Resepsiyondakiler "Sabah kahvaltı edebilirsiniz ama öğlen yemeği için yirmi yuro ödeyin yoksa bileziklerinizi mor bileziklerle değiştireceğiz, bunlarla sadece sandviç yiyip, kola içebilirsiniz..." falan diye başladılar.

O mor bilezikleri al, nasıl değerlendireceğini sana bırakıyoruz dedik, sabahtan check-out yapıp, bir gün önce rezervasyon yaptığımız Maspalomas'da bir private beach bar'a check-in yaptık. Sahile sıfır, mükemmel şarapla harika bir son gün geçirdik Gran Canaria'da.

Sahile sıfır, mükemmel şarapla harika
bir son gün geçirdik Gran Canaria'da
Akşam bir otobüsle adanın başkenti Las Palmas'a geldik. Keşifler çağının mükemmel bir kolonial kenti. Rengarenk binaları, geniş caddeleri ve insanın gözünü kamaştıran ağaçlarıyla mutlaka görülmesi gerekli bir yer.

Lokal bir restoranda, lokal bir şarap, lokal olduğu şüpheli sığırlardan biftek ve mükemmel İspanyol peynirleriyle akşam yemeğimizi yedik.

Ufak bir gourmet ipucu sevgili arkadaşlar, Avrupa'da peynirlerini rahat rahat yiyip, zevk alacağınız ilk sıradaki ülke İspanya'dır. Peynirleri bizim ağız tadımıza çok uyar, Fransa ve İsviçre gibi alışık olmayanları sarsacak türleri pek yoktur.

Las Palmas'tan son otobüsle havaalanına ulaştık.

Güvenlikten geçerken biletlerimizi gösterdik. Kel kafalı, göbekli, bıyıklı, halinden 'önemli' biri olduğu anlaşılan bir adam biletleri aldı, baktı, sonra suratında salakça bir gülümsemeyle "Sizin uçağınız bugün değil, yarın" deyip, biletleri geri uzattı.

Kanım tepeme çıkmıştı. Tarih yarının tarihiydi çünkü uçak gece on ikiyi beş geçe kalkıyordu.

İngilizce "Saate bak" dedim. Bu yine güldü ve bir moronla konuşuyormuş gibi, tane tane, hece, hece "To-mor-rov" dedi, biletleri uzattı.

Keşifler çağının mükemmel bir kolonial kenti
O an o biletleri alıp, bunun ağızının içine sokmak geçti içimden.

Bu dangalak yürüdü, gitti. Kalan çömez iki Sançez, patron hayır dedi diye biletlere dokunmaya bile korkuyor.

Kaldık mı güvenliğin kapısında...

Sançez'lerden birine gittim, İngilizce hak getire tabi, "Jefe?" diye sordum, az önceki göbeklinin gittiği yönü işaret etti. "Other jefe?" diye bir daha sordum. İçeri girip, kayboldu.

Bir kadın geldi. Aralarında üç beş dakika İspanyolca geyik yaptılar. Sonra kadın biletlerimizi aldı. İnceleyince de kıpkırmızı oldu. Özür diledi, bizi içeri aldılar.

Üç saat, sadece iki otomattan başka açık hiç bir cafe'si, restorant'ı olmayan havaalanında gezindik, durduk.

Uçağımız sabah güneş doğarken Basel havaalanına inmişti.

Tatilimiz işte böyle sevgili arkadaşlar. 2020 yılının Ağustosunda çıktığımız tatili, 2021 yılının Mart ayımda yazıp bitirdim.

Başta söylediğim gibi, bir süre ne yazık ki gezi yazısı yok, çünkü gezi yok. İkinci bir emre kadar gezi olmayan yazılarda görüşmek üzere, sevgi ile kalın ❤️

14 Ocak 2021 Perşembe

Kanarya Adalarına Doğru

Bir taraftan gacır gucur dişimi oyuyor, bir taraftan da "Ben hep Türk dizileri izliyorum, çok seviyorum" diyordu. 

Kanarya adalarında, bir elli santimetre boyunda, yüz kilo kadar ağırlıkta, Kübalı kadın doktorun dedikleri tabi ki ülkemin soft power'ı falan şeklinde gururumu okşamıştı, ama dişçi koltuğunda canım ortadayken başka önceliklerim vardı.

Kadına nerelisin diye sorup, Kübalı olduğunu öğrendiğimde içim rahatlamıştı. Bilenleriniz biliyordur tabi, ancak bilmeyenleriniz için Kübalı doktorlar dünya üzerinde "krem dö la krem" sayılır, el üstünde tutulurlar. İsviçre gibi, tıbbın gerçekten ileri olduğu bir ülkede bile başka ülkelerden gelen doktorlara hafiften dudak bükülse de, Kübalı doktorlar haylice takdir edilirler.

Ben kadına nerelisin diye sorunca o da bana sen nerelisin diye karşılık verdi.

Bu soruya gerçekten sevinmiştim. Çünkü görünüşümden dolayı İspanya, Latin Amerika, kısmen de İtalya'da insanlar beni kendi ülkelerinden zannederler. Ispanyolca ya da İtalyanca konuşmadığımda ise hıyarlık ettiğimi düşünür, bana gıcık olurlar. 

Size daha önce anlatmış olabilirim, ikinci baskı oluyorsa kusuruma bakmayın.

Yıl 2006 falan, sevgili karım o zamanlar daha karım değil. 

Kendimize iki hafta off aldık, Brezilya'lı, Arjantin'li bir Latin Amerika gezisi yapalım dedik. Geçmiş günler, daha kırk bile değildim anasını satayım, gençtik işte. 

Neyse...

Buenos Aires'de bir taksiye bindik. Şöför "Hola" dedi. İspanyolcamız o kadarına yetiyor, "Hola" diye cevap verdik. Bizi şuraya götürür müsün dedik, "Muy bien" dedi, yola koyulduk.

Buenos Aires'de, Henüz Gençken

Tipik taksici refleksi, adam gevezelik etmeye karar verdi ve bana dönüp, İspanyolca car car yarım sayfa hayat hikayesini anlattı.

"Babacım ben İspanyolca konuşmam" dedim. Bir bana, bir Jelena'ya baktı, aklı kesmedi. Büyük olasılıkla bu 'bandito' sarışın, mavi gözlü güzelim Avrupalı kızı düşürmüş, bana da hıyarlık ediyor dedi içinden.

Jelena, yüksek lisansını Antik Yunanca ve Latince üzerine yapmıştır. Üstüne de Latince kökenli bir dil olan Fransızca'yı çok ileri düzeyde konuşur. O yüzden de İtalyanca, İspanyolca ya da Portekizce gibi diğer Latince temelli dilleri büyük ölçüde anlar. 

İlginç de bir huyu vardır. Bu dillerin konuşulduğu ülkelerden birine gittiğimizde, durur, durur, bir süre geçtikten sonra da, bir anda açılır, kaş göz yara yara da olsa o dili konuşmaya başlar.

İşte kafasındaki bu anahtar Buenos Aires'deki takside döndü. Oturup, şöförle şakır şakır İspanyolca konuşmaya başladı.

Garip taksicinin kafası o kadar fazla veriyi kaldıramadı. Yol byunca benle de bir daha İspanyolca konuşmaya kalkmadı.

Kanarya Adalarındaki Kübalı diş doktoru ile aslen nereli olduğumuzu açıklığa kavuşturmamıza bayağı sevinmiştim. Elinde kancaları, çekiçleriyle ağızımın içinde inşaat yapan birini gıcık etmek, takdirinizdir, çok da akıllıca bir hareket olmayacaktı.

Normalde, İsviçre'de dişçiye gittiğinizde, doktorun yanında en az bir sebastian bulunur. Vakumlar, iğneler, röntgen işleri falan hep sebastianlarındır. Hatta diş temizliğini bile doktorlar yapmaz, "hijyenistler" yapar. 

Kanarya Adalarındaki bu dişçide ise doktor kadın her şeyi tek başına yapıyor, bir taraftan da benle gevezelik ediyordu. Elindeki kancaları, vakumu falan elleri meşgulken koltuğunun altına sıkıştırıyor, bazen de kafamın üzerine koyuyordu. Hatta dikiş atarken bir eli dolu olduğu için düğümü tamamlayamamış, "Tut şunu" diye, bir ucu ağızımın içindeki dikiş ipliğini bile elime tutuşturmuştu.

Bu aralarda sevgili kızım annesinin elinden kurtulup, "operasyon" odasına dalmış, benim o halimi gördüğünde de bana bir şey oluyor zannedip kadına "Leave my dedibaba alone!" diye bağırmıştı ❤️😍

Diş ağrım tatilden tam bir gün önce başlamış, apar topar karımın çalıştığı hastanenin bulunduğu kentteki bir dişçiye gitmiştik. Enfeksiyondan dolayı dişi çekememiş, antibiyotik yazmışlardı.

İlk diş problemim olmadığı için dental farmakoloji bilgim oldukça ilerlemiş durumdadır, özellikle de antibiyotiklerin alkol ile etkileşimi alanında. Bu yüzden de kadın reçeteyi yazarken "Bacım, ertesi gün tatile gideceğiz, lütfen şarap dostu bir antibiyotik yaz" diye rica ettim, "Tabii" dedi.

Klinikten çıkıp, aşağıdaki eczaneden ilaçları aldık. Eczacı, şundan sabah-akşam bir tane, bundan günde üç tane falan diye anlatırken, kutulardan birini gösterip, "Bu bitene kadar da alkol yok" dedi.

Şaka yapıyor zannettim, ben "Ama... ama..." diye başlamışken kadın, "Mösyö, bu bitene kadar alkol yok, o kadar" diye sertçe çıkıştı. 

Doktor bir arkadaşı aradım teyit için, o da aynı şeyi söyledi.

Yanlış anlamayın, alkolü çok sevsem de müptelası değilimdir ama tatilde, hele bir de şarabı için deli olduğum Kanarya Adalarında içki içmemek gerçekten yazık olacaktı.

Ne yapalım, biri dünyanın en iyisi - çünkü alkolle problemi yok, zaten bu nedenle ismini biliyorum - Amoxicillin, iki antibiyotik, biri codeine'li iki paracetamol, ağız dezenfektanı vesaire dolu bir torba ile keşler gibi çıktım yola. Alkol düşmanı antibiyotik için Jelena'ya "Doktor arkadaşımla konuştum, bir hafta alsan yeter dedi" diye yalan söyledim, ve iki haftalık tatilimizin Yeşilay dostu ilk haftasına başladık.

İlk hafta bayağı zor geçti, hele şarapların kola makinelerindeki çeşmelerden aktığı otelde. Ama kader... Sıktım dişimi.

Tatilimizin ikinci haftasında şaraba başladım, ancak bir-iki gün sonra dişim yeniden azdı. 

"Wisdom tooth" dedikleri yirmi yaş dişi. Öyle bir ağrıyor ki, gözlerimden ateşler çıkıyor. 

Nasılsa antibiyotikler enfeksiyonu bitirmiştir, çektireyim de kurtulayım deyip, otelden bir dişçi adresi aldık ve bu Kübalı doktorun kliniğinde buluk kendimizi.

Kadın "Neyin var?" diye sordu. 

Dişçiye gelen adamın nesi olur? Gastrit problemi olacak değil ya, diş ağrısı işte. 

"Yirmi yaş dişi" dedim.

İsviçre'deki klinik, her ihtimale karşı acil bir şey olursa İspanya'da gideceğiniz dişçiye gösterirsiniz diye röntgeni falan da vermişti. Bir an evvel bitsin de sahile geri dönelim diyerek Hemen röntgeni Kübalı doktora gösterdim. Kadın şöyle bir baktı, sonra da geri verdi. "Otur buraya, aç ağızını" dedi ve plastik çerçeveli filmi ağızın içine tıktı. Ben yine "Ama... ama..." diye başladım, ancak ağızımdaki malzemeler yüzünden sadece "Ğğğğğğğaaa" gibi sesler çıktı. Kadın "Tut bunu" dedi, makineyi indirdi, panelin arkasına geçti ve çat diye röntgeni çekti.

Yazıcıdan çıktıyı aldı, baktı, baktı, evirip, çevirip bir daha baktı, sonrasında ağızımı açıp içine aynası ile de bir daha baktı...

"Senin yirmi yaş dişinde bir problem yok" dedi. 

"Ablacım, nasıl olmaz, günlerdir acıdan tek ayağımın üzerinde zıplıyorum, İsviçredekiler de yirmi yaş dişi dediler." diye çıkıştım.

Kadın hiç istifini bozmadı. "Sinyor, paran fazla geldiyse sorun değil, yine ver bana, sağlam dişin de sende kalır. Senin problemin yirmi yaş dişinde değil, bilmem kaç numaralı dişte." dedi.

Bir iğne yaptı, bir iki dakika bekledi. Ağızımın o bölümü uyuşmuştu. Eline bir alet aldı, tık, tık dişlere vurmaya başladı."Bir şey hissediyor musun?" diye sordu. Anestezi faaliyete geçti mi diye kontrol ettiğini düşündüm, "Yok, hiç bir şey hissetmiyorum" dedim.

Kadın "Yirmi yaş dişine vuruyordum" dedi. "Şimdi bak ne hissedeceksin" dedi ve hemen yanımdaki dişe hafifçe dokundu.

Acıdan bayılacak gibi oldum. Zonklama yatışana kadar bekledim. Kadın gülüyordu. "Problem bu dişte" dedi, "Aynı sinir yirmi yaş dişine de gidiyor, ondan karıştırıyorsun!" 

Bir-iki iğne daha yaptı, sonra da gacır, gucur tamirata girişti.

Arada bir noktada ağızımdan çıkan yarım bir dişi gösterdi. "Kusura bakma, diğer yarısı içerde kaldı, röntgende daha sağlam görünüyordu" dedi. Yine işe koyuldu, geri kalan parçayı da çıkardı. Garantili olsun diye bir de dikti. Dikiş aşamasındaki katkılarımı anlatmıştım yukarda...

"Sana antibiyotik yazacağım, her ihtimale karşı" dedi. "Amoxicillin'den başka hiç bir şey kabul etmem" dedim. Kadın güldü, anlamıştı derdimi. 

"Amoxicillin it is!" dedi.

Sona da ekledi "Ama sigarayı bırak!"

Diş etlerimin halinden anlamıştı sigaranın etkisini. "On bir yıl oldu bırakalı" dedim. Güldü, "Çok içmişsin o zaman" dedi. "Ben Türküm" dedim - batıda "Smoking like a Turk / Türk gibi sigara içmek" diye bir terim vardır.

Parayı ödedik. İki gün sonra Cumartesi olmasına rağmen dikişleri almak için, hem de sadece benim için açtı kliniğini. Dikişleri aldıktan sonra borcumuz ne diye sorduk. Para almayı reddetti.

Şimdiye kadar karşılaştığım en yetkin, ne yaptığını en çok bilen diş hekimiydi - ismi Mariana idi yanılmıyorsam, kayıtlarımda var.

🐝Mezzy🐝'nin okulu falan olmazsa bundan sonra dişimin arasına kürdan sıkışsa uçağa atlayıp, Gran Canaria'ya gideceğim. Bravo Fidel! Değmiş o kadar uğraştığına...

Diş sorunum tatilimizin en tatsız bölümüydü. Onu burada anlatıp, bitirmiş olalım, geri kalan eğlenceli bölümüne bakalım.

Bir sonraki yazıda sizlere Kanarya Adaları'nı anlatacağım.

Sevgi ile kalın ❤️

...ve dişlerinize iyi bakın! 🥴

9 Ocak 2021 Cumartesi

Gratin

Sevgili arkadaşlar, Fransızlar mutfaklarıyla gurur duyarlar. Bana sorarsanız, bu gerçekten haklı bir gururdur. Çünkü yüzyıllar boyunca yemeklerini geliştirip, mükemmelliğe ulaştırmışlardır. Ancak bu mükemmelliğin arasında öyle bir yemekleri vardır ki, mükemmel ötesi olmuş, Nirvana'ya ulaşmıştır.

Hemde çok basit bir yemek.

İsmi "Gratin". Amarikalılar biraz da havalı olsun diye "Potato au Gratin" derler. "Au Gratin" kısmı Fransızca olsa da, her nedense "Potato" kısmını İngilizce söylerler. Belki "Pommes de Terre" demek zor gelmiştir, bilinmez.

Ancak hayatım boyunca yediğim en lezzetli yemeklerden biridir. Hatta yemek bile sayılmaz, etle, tavukla vesaire servis edilen bir yan - deyimi uygunsa - mezedir.

İşe çok ince, 2 mm kadar kalınlıkta kesilmiş patateslerle başlayalım. Şiddetle tavsiyem, bıçak yerine "mandolin" dedikleri, rendeye benzer bir dilimleyici kullanmanız. Hem ucuz, hem de çok kullanışlıdır. Yarım saatlik işi beş dakikada bitirir. Ancak dikkat. Parmaklarınızı seviyorsanız mutlaka koruyucu aparatla kesin.

Patatesleri kestik. Şimdi aynı şekilde 2 mm kalınlığında soğan halkaları kesiyoruz. Yine mandolinle. Her orta boy dört patates için bir orta boy soğan.

Kesilmiş patates ve soğanları bir tencereye koyup, tam bunların seviyesine gelecek kadar %25 yağlı krema ekliyoruz. Şişkoluk probleminiz varsa biraz kremayı azaltıp, light süt ile tamamlayabilirsiniz.

Tuz ve karabiber ekledikten sonra hafif ateşte kaynayana kadar arada karıştırarak bekliyoruz. Bazı tarifler bu aşamayı atlarlar, bence burası çok önemli, çünkü patatesler nişastalarını kremaya salar, krema katılaşır ve mükemmel bir tada ulaşır.

Kaynamaya başladığı an tencereyi ateşten alın. 

Bir kap içerisinde üç ölçek rendelenmiş Gruyere peynirine bir ölçek Parmesan peyniri ekleyip, karıştırın. Acil durumlarda kaşar da iş görür tabi ama bin yıla yakın bir süre boyunca mükemmelleştirilmiş tarife saygı duyup, gerçek tada, doğru hammaddeleri kullanarak ulaşmayı tavsiye ederim. 

Hafifçe yağladığınız cam bir fırın tepsisine bir kat patates/soğan, bir kat peynir yayarak, malzeme yettiği kadar inşaata devam edin.

Burası da çok önemli. Tepsinizin üstünü tamamen alüminyum folyo ile sıkı sıkı kapatın. Yoksa patatesler kurur, McDonald's menüsüne döner. 200 dereceye kadar ısıttığınız fırında 30-40 dakika pişirin.

Daha sonra tepsiyi fırından alıp, folyoyu çıkarın ve atın. Yemeğin üzerine bu kez üç ölçek Parmesan, bir ölçek Gruyere karışımını yayın, tepsiyi fırının üst katına koyup, 180 derecede 15-20 dakika, en üste yaydığınız peynir kızarıp, altın rengini alana kadar bekleyin. Parmesan gevreği çok güzel olur, ondan karışımda Parmesan oranını artırdık.

Et Voilà!

Gratin'ı soğuduktan sonra problemsiz olarak tekrar ısıtıp, servis edebilirsiniz. Böylece önceden yapıp, kenara koyduğunuzda, diğer yemekleri yaparken ekstra telaşa da gerek kalmaz. Yan yemek olarak kullanıyorsanız, ilk porsiyondan sonra da kapattığınız fırında bırakıp, soğumasını yavaşlatabilirsiniz.

Yine unutmadan, yanında şarapsız Gratin, gülleri olmayan bir bahçeye benzer 🍷😜

Bon Appétit!




27 Aralık 2020 Pazar

Disneyland

Champs-Élysées, dünyanın en canlı, en renkli caddelerinden biridir sevgili arkadaşlar. Arc de Triomphe, yani Zafer Anıtından başlar, Fransız Devrimi zamanlarındaki ünlü giyotinin kurulduğu Concorde meydanına kadar uzanır.

Champs-Élysées'de sadece Mad Max eksikti

Bu bir kaç kilometrelik alanda dünyanın en ünlü giyim markalarının mağazaları, cazibeli iş merkezleri, pasajlar, hanlar, hamamlar falan bir kenara, bilenlerin bildiği, Fransa'ya, daha da doğrusu Paris'e özgü güzelim cafe'ler vardır. Buralarda herkes gibi sabahları croissent ile birlikte bir kahve, günün geri kalanında ise bir bardak şarap içebilir, günlük gazeteleri okuyabilirsiniz. 

Saat kaç olursa olsun, binlerce araba vızır vızır geçer, yine binlerce insan bir aşağı, bir yukarı bu güzelim caddeyi arşınlar.

Bu kez değil!

Étoile durağında metrodan inip, Zafer Anıtı'nın altında gün ışığını gördüğümüzde bu güzelim cadde sanki üçüncü dünya savaşı sonrası kimsenin yaşamadığı metruk bir kent gibiydi. Yolda sadece bir kaç araba, kaldırımda ise sadece dışarda olması zorunlu olduğu açıkça belli bir kaç kişi vardı.

Champs-Élysées'de sadece Mad Max eksikti...

Nice'de, uçağa bindiğimiz andan, Orly Havaalanı'na gelene kadar üçümüz de yarı uyur, yarı uyanık, biraz hızlıca geçen iki günün yorgunluğunu atıyorduk. Bu yarı uyanıklık durumu, bizi Orly'den Paris'e Orlyval dedikleri, trenimsi, tramvayımsı, hatta monorailimsi toplu taşım aracında da sürdü. Orlyval, Orly'e inip, Paris'e gitmek isteyen her yolcuyu sinirlendiren, fazlasıyla gereksiz bir aktarma sevgili arkadaşlar. Sizlere biraz hava atabilmek için tren hattını havaalanına kadar uzatmaktansa, bu acayip fütüristik hatı kurmuşlar. Altı üstü üç-beş kilometre falan gidiyor. Ama bilet al, bekle, in, bin, sonra RER dedikleri banliyö trenini al, üstüne de RER durağına yakın bir yere gitmiyorsanız, fazladan bir de metro faslı, insanı bezdiriyor yani...

Paris'te çok kısa bir süre kalacaktık. Segili karıma Noel hediyesi alacaktım -  Noel hediyesi diyorum ancak aylardan Temmuz olduğunu hatırlayalım. Noel zamanı gözüme kestirdiğim çantayı İsviçre'de bulamamıştık. Şubat'ta da nasılsa Parise gideceğiz diye iki ay bekleyelim dedik. Sonrasında da Corona vurdu. Karantina, lockdown, confinement falan derken Temmuz'u bulmuştuk.

Champs-Élysées'yi geçerken etrafta sadece sigara içen bir kadın vardı. Yaya geçidinde yeşil ışığı beklemedik bile, cart diye bomboş caddeyi geçtik. Alış verişimizi bitirdik, öğlen yemeği adına çabucak birer burger yedikten sonra Disneyland'e doğru yola koyulduk.

Disneyland'de de benzeri bir sürpriz bizi bekliyordu. Normalde bir insan seli içerisinde zar zor yürüdüğümüz park yarı yarıya boştu. Bunun da geçerli bir sebebi vardı. 

Parka artık rezervasyonla girilebiliyordu. 

Bu yöntemle parktaki insan sayısı teorik kapasitesinin sadece yarısı ile sınırlandırılmıştı.

Çok ilginç bir fenomenle karşı karşıyaydık. Normalde parka geldiğimizde zamanı verimli biçimde kullanabilmek için sıkı bir planlama yapmak gerekirdi. Hatta iPhone'um üzerinde hangi atraksiyonda bekleme süresinin kaç saat olduğunu gösteren bir app bile vardır, genelde planlama yaparken onu kullanırız.

Normal bir atraksiyonda bekleme süresi 40-60 dakika arasındadır. Popüler atraksiyonlarda ise bu süre iki saati bulur. 

Bu kez bekleme süreleri üç dakika, beş dakika şeklindeydi. Bu üç beş dakika da girişten atraksiyona gidene kadarki yürüme süresi. Kısaca hiç sıra yoktu!

🐝Mezzy🐝 Disneyland'de

İki saat içerisinde normalde iki gün boyunca yaptığımızdan fazlasını yapmıştık. Ancak her üçümüz de nefes nefese, yorgunluktan bitap düşmüştük. Bekleme sürelerinin uzun olduğu eski günlerde, insan sıradayken soluklanabiliyordu. Şimdi ise bir atraksiyondan diğerine koşunca, ki lütfen parkın alanının gerçekten büyük, mesafelerin de buna oranla hayli uzun olduğunu düşünün, olay yaşını başını almış bizler gibi insanlar için zor bir hale dönüşmüştü.

Sayılı gün çabuk geçmiş, sevgili kızım 🐝Mezzy🐝'nin altı aydır planladığımız, Disney temalı doğum günü yemeğini icra etmenin zamanı gelmişti.

Disneyland ilk bakışta çocuklara yönelik bir eğlence parkı gibi görünse de, içeride Broadway showlarından, birinci sınıf mağazalara kadar daha bir çok farklı aktivitelerin olduğu, devasa bir komplekstir sevgili arkadaşlar.

Bu extra-jüvanil aktivitelerin biri de parkta bulunan, gerçek anlamdaki 'gourmet' restoranlardır. Bu restoranlarda bir akşam yemeği yemek kelimenin gerçek anlamıyla birinci sınıf bir deneyimdir. 

Yıllar önce sevgili karımla Frontierland'da, yani parkın vahşi batı bölümünde bir et lokantasında tanesi yüz yuroya birer dinozor bifteği yemiştik, tadı hala damağımdadır. Ritz Hotel'deki kadar özenle ve lezzetle hazırlanmış, garson tarafından ineğin soyağacı tüm detaylarıyla aktarıldıktan sonra servis edilmiş, lezzetinin tanımı neredeyse imkansız bir yemekti. 

Dünyanın her yerinde bir tane Disneyland bulabilirsiniz sevgili arkadaşlar, ancak bu gourmet yemek konusunda kimse Fransızların stiline ve 'finesse' 'ine yaklaşamaz. O yüzden Disneyland Paris'e, yada genelde Fransa'ya yolunuz düştüğünde, yeri önemli değil, herhangi bir Fransız restoranında  bu deneyimi mutlaka yaşayın derim.

Buralarda, genelde bizdeki gibi ukala, kendini beğenmiş garsonlar, mareşal üniformalı vallet'ler, sultan sofrası, kat kat peçeteler, tabaklar, çanaklar falan bulunmaz. İhtiyacınız kadar lüks elbette vardır, ancak garsonlar gerçekten samimi, arkadaşça davranır, size hava basmaktansa, akşamınızın güzel geçmesi için ellerinden geleni yaparlar. Bulunduğunuz yerin debdebesinden çok, yediğinizin güzel olması esastır.

Ratatouille

İşte bu nedenle, biz de 🐝Mezzy🐝'cik için böyle bir akşam yemeği planladık. Rezervasyonu da üç ay öncesinden yaptık. Yine yolunuz düşerse aklınızda olsun, Disneyland'deki bu restoranlarda rezervasyon yaptırmadıkları için kabul edilmeyen birden fazla arkadaşım var.

🐝Mezzy🐝'nin doğumgünü yemeğini yediğimiz restoranı anlatmadan önce size biraz olayın geri planını aktarayım.

Ratatouille, bizim güveçi andıran bir fransız yemeğidir. Okunuşu rat-a-tu-ii . Normalde yabancı kelimelerin telaffuzunu yazmayı bıraktım ama bu biraz alengirli, Fransızlardan başka kimse doğru okuyamıyor, kusuruma bakmayın. 

Disney stüdyolarının, konusunun Ratatouille üzerinde döndüğü bir anime filmi vardır. İzlediniz mi, bilmiyorum. Bu filmin kahramanı Remy isimli bir fare - zaten Ratatouille'nin ilk hecesi "rat", İngilizcede fare demektir. 

Remy, bir şef, yani bir usta aşçı olmayı düşleyen bir karekter. "Gusteau'un Yeri"  isimli bir restoranda çalışan bir kominin yardımıyla bu düşünü gerçekleştiriyor. 

Chez Remy

Disneyland Park'çılar da bu filmi, bir atraksiyona dönüştürmüşler. Üç boyutlu gözlüklerinizi takıp, fare biçimli bir arabaya binip, bu filmin bir özetini yaşıyorsunuz.

Ama ne yaşamak!...

Burada ne yazsam boş, görmeniz gerek. Size şu kadarını söyleyebilirim. Ellisinden sonra çocuk sahibi olmuş biri olarak çok park gezdim, çok atraksiyon gördüm, ama bu kadar güzeline, bu kadar eğlencelisine çok az rastladım.

İşte tam bu atraksiyonun yanında, hatta, aynı binanın içinde Chez Remy isimli bir restoran var. Daha fare arabasından iner inmez  bu restorana girebiliyorsunuz.

Biz de 🐝Mezzy🐝'nin doğumgünü yemeği için, önce bir Ratatouille deneyimi yaşayıp, bu restorana ayırttığımız masaya oturduk.

Restoranın dekorunu çok güzel tasarlamışlar. Devasa şarap şişeleri ve rengarenk duvarları ile çok canlı bir dekoru var. Sipariş vermenize gerek kalmadan, başlangıç olarak herkese bir tabak Ratatouille geliyor. Ana yemek için de birçok seçenek var tabi.

Saint-Émilion

İşin başka güzel bir tarafı, parkta yasak olmasına rağmen bu restoranlarda şarap içebiliyorsunuz. Ben de tabiatıyla doğrudan şarap menüsüne daldım. Canım nasıl Médoc çekiyor, anlatamam. Menüde ise Bordeaux'dan sadece Saint-Émilion bulunmakta.

Menüye daldığımı gören garson kız hemen "Yardım edebilir miyim?" diye geldi. Ben de "Bordeaux istiyorum ama sadece Saint-Émilion görebildim. Başka Bordeaux var mı?" diye sordum. İngilizce konuşan birinin "Bordeaux", "Saint-Émilion" gibi sözcükleri bir cümle içide kullandığından da olabilir tabi, ne olursa olsun, geleneksel Fransız nezaketi ile "Saint-Emilion çok iyi. Languedoc da çok güzel deneyin isterseniz" dedi.

Ben hala o mu olsun, bu mu olsun diye düşünürken kız bir anda gözden kayboldu ve üç kadeh şarapla geri döndü. "Bu Saint-Émilion, ikincisi Lanuedoc, bir de Côtes du Rhône getirdim. Deneyin, hangisini beğenirseniz ondan getireyim" dedi.

Saint-Émilion sevmem gibi büyük bir laf etmek istemem, Merlot’su biraz fazla bir Bordeaux’dur. Ben şahsım ise Cabernet Sauvignon ağırlıklı Bordeaux’ları tercih ederim. Ama bu Saint-Émilion'dan bir yudum alınca diğer ikisini denemeden kararımı verdim - kıza ayıp olmasın diye diğerlerinden de birer yudum aldım tabi ama heyhat! Şarap, sadece bu restoran için hazırlanmış bir cuvée, yani özel bir parti üretim. İçme de yanında yat, hatta hem iç hem de yanında yat, o kadar güzel.

Saint-Émilion’u gösterip, "Getir bacım bundan n'olur, s'il vous plait" dedim.

İyi ki doğdun canım kızım

Jelena da, ben de dana eti söylemiştik. Normalde birer sos seçmemiz gerekiyordu. Kız bize bütün soslardan getirdi, hangisini beğenirseniz, onu kullanın diye. 

Rezervasyon yaparken Disneyland pasaportlarımızı kullanmıştık. Olasılıkla 🐝Mezzy🐝'nin doğum tarihini görüp, onun için tabakta ismi yazılı, mumu ile birlikte küçük bir doğum günü tatlısı hazırlamışlar. Yemeğimizi de onla tamamladık. 🐝Mezzy🐝, ustanın Remy olduğunu öğenince, mutfağa girip, onu görmek istedi ama olmadı tabi.

Restorandan mutlu bir biçimde ayrıldık sevgili arkadaşlar. Servisin kalitesi ile kast ettiğim bu işte.

Sonraki günlerde bol bol Mickey, Daisy, Spiderman, Thor, Captain America, yirmi kere Karayip Korsanları, elli kere Star Wars, yüzelli kere de Pinokyo, Pamuk Prenses, Peter Pan falan gördük.

Herneyse, başınızı çok fazla Disneyland geyiği ile şişirmeyeyim. Çok güzel bir beş gün geçirdik bu rüya parkında.

Beşinci günün sonunda, bindiğimiz TGV isimli hızlı tren bizi evimize götürdü.

Maskeli, virüslü falan olsa da, bu tatil üçümüze de çok iyi gelmişti.

Bir sonraki durağımız Kanarya Adaları olacaktı!

Devam edeceğiz....

27 Kasım 2020 Cuma

Proooosör Dohtor Soner Yalçın

"Virüs hızla mutasyona uğrarken, yani sıradan nezleye, hadi bilemediniz gribe dönüşecekken, aşının alelacele bulunup, piyasaya sunulması arasında nasıl ilişki var?"

Diyor proooosör dohtor Soner Yalçın.

Soner olayı çözmüş. Virüs hızla mutasyona uğruyormuş ve sıradan nezleye, hadi bilemedik, gribe dönüşecekmiş.

Adam doktorluk mertebesini geçti, genetisist oldu. Bakınca anlıyor virüsün neye evrileceğini. Ancak en komiği, bu arkadaşın nezleyi, hafif, gripi de daha ağır bir şey zannetmesi. Birilerinin grip'in nezlenin Fransızcası olduğunu söylemesi lazım bu dehaya...

Ama her şeye rağmen komployu şakkadanak keşfetmiş. Hain kapitalistler, muhtemelen Rockefeller, Covid, nezle virüsüne dönüşmeden alelacele bu aşıyı bulup, piyasaya sürmüşler.

Yer mi benim Soner Abim be!...

Kanıtı da aşağıda:

"Tetanos, 40 yıl sürdü. (1884-1924)

Difteri, 40 yıl sürdü. (1883-1923)

Kolera, 30 yıl sürdü. (1854-1884)

Çiçek aşısı, 26 yıl sürdü. (1770-1796)

Tifo, 58 yıl sürdü. (1838-1896)

Ne şanslıyız! COV 19 aşısı on ayda bulundu! Hem de bir değil, dört aşı…"

Yaaaa. Allahın tek akıllısı siz misiniz be, ey küresel güçler? Soner abim varken yürür mü bu şeytanlıklar?

Çiçek aşısını bulmak 26 yıl alsın, sonra sen git, Covid aşısını üç beş ayda bul!

Çiçek aşısının bulunduğu 1700'lü yıllarda daha Edison doğmamıştı bile, ama olur o kadar. Bugün saniyede milyarlarca işlem yapan bilgisayarlar, elektron mikroskopları, MRI'lar falan olsa da, sayılmaz, bunlar hep Rockefeller'ın işi...

Bu arada yakın zamanda bulunanlar da dahil, yukarda yazmadığım bir dolu aşıyı da listelemiş. Ama çoğu bir birleriyle karşılaştırılmaz. Kimi bakteriyal, kimi viral.

İşte memleketin aydını da böyle.

Dünya bu salgın yüzünden belki de insanlık tarihinin en büyük krizi ile karşı karşıya. İnsanlar ölüyor, işlerini kaybediyorlar, şirketler batıyor, bütün ülkeler bir aşı bulmak için seferber olmuşlar...
...ama Soner'e sorsan, bunlar hep komplo. Bak nasıl üç beş ayda buldular aşıyı...

Bulamasalar, onca teknolojiye rağmen niye bulamadılar, bulsalar, nasıl bu kadar kısa zamanda buldular, bunun altında bir şeyler var diye viyaklıyor.

Lanet olası Rockefeller...

18 Kasım 2020 Çarşamba

Taş Izgara

Sevgili arkadaşlar, Jelena ile aylardır planladığımız bir akşam yemeğimiz vardı, bu gece onu ifa eyledik.

Uzun süre bakınıp, onu mu alsak, bunu mu alsak diye kafa patlattığımız taş ızgaramız bugün geldi. Biz de hafa ortası olmasına rağmen felekten bir akşam çaldık sevgili karımla.

Bu taş ızgara işini ilk 1993 müydü, 1994 müydü, öyle bi tarihte, Prag'da denemiştim. Kapkara, Lava Stone dedikleri, volkanik bir taş üzerinde cızır cızır ilk bifteğimi yapmıştım.

Yıllar sonra evimİzde benzeri bir düzenek kurduk işte böyle.

Taş İzgara
Taşımız Lava taşı değil, mermer. Lava taşı daha seksi dursa da, altında ateşi yakınca çatır diye çalıyor, sadece fırında ısıtmaya geliyor. Mermer daha dayanıklı bu ısıtma işlerine.

Bizim ızgaranın altına gel yakıtla çalışan iki ısıtıcı var. Elektrikli olanları daha pratik tabi, ancak masanın üzerinde kablolar, uzatma kabloları falan bence işin büyüsünü bozuyor. Biraz eziyetli de olsa, biz taşı önce fırında 180 derecede bir-bir buçuk saat ısıtıyor, sonra da bu gel ısıtıcıların üzerinde masaya getiriyoruz.

Üzerinde kızartacaklarınız için ise "sky is the limit", et, tavuk, balık, sebze, ne istersen at, cızır cızır, mükemmel kızarıyor.

Ben eti çiğ yediğim için bana fazla sorun yok ancak kırmızı renkli et sevmiyorsanız, etin dilimlerini ince tutun derim. Ağzıma tavuk yada balık sürmediğimden, bunlar için tavsiyede bulunamıyorum.

Sebzeler için ise dilimleyebildiğiniz her şeyi kızartabilirsiniz. Bu akşam bizde kabak, biber ve mantar vardı. Havuç, patlıcan falan hep mümkün.

Bütün ızgarada kullaılan yağ, ilk başta taşı yağlamak için kullandığınız bir kaç damla. Yani hiç bir şey. Yağdan sonra, tercihan iri granüllü deniz tuzunu taşın üzerine serpiyoruz ki, üzeindeki malzemeler taşa yapışmasın. Akşam boyunca, fazla değil, iki kere daha tuzu yenilemek yetiyor.

Et, böylece sebzelerin, mantarların suyunda mükemmel bir tatla pişiyor. Yanına da patates tabanlı bir şey hazırlarsanız, hele ki patatesi yağ yerine bizim gibi fırında kzartırsanız, bütün akşam hayli kalori friendly bir hale geliyor. Izgaranın ısısı da çok yüksek olmadığı için, bir de Türk usulü, etleri esir almadan öldürerek yemezseniz, yiyeceklerin besin değeri önemli ölçüde korunuyor.

Akşamın olmazsa olmazı tabi ki güzel bir şarap. Şarapsız yemek, gülleri olmayan bir bahçeye benzer.
Bon Apetit! 😋🍷😍 



Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...