23 Kasım 2017 Perşembe

ICPD

...Sarraf, Türkiye'de öldürülmekten korkuyordu… İddialara göre dört kez suikast girişimine maruz kalmış, bunları FBI önlemişti… İran'dan da tehdit alıyordu… Sarraf, yaşam güvencesi ve servetinin bir kısmına dokunulmaması karşılığında FBI ile anlaştı… Türkiye'den çıkarılana kadar Yeniköy'de bir villada FBI gözetiminde kaldı… Yine FBI tarafından yapılan bir operasyonla Türkiye'den çıkarılıp Miami'ye götürüldü!..

Eksik bilgi ile vatandaşı yanıltıyorsun "bro". Bu federal bir case değil. NCIS, ICPD (Istanbul City Police Department) ile ortak gerçekleştirdi bu operasyonu, FBI yoktu devrede.

Yanlış diziyi seyretmiş baba, bu yazıyı yazmadan önce. Eğer mesela Delta Force'u seyretmiş olsaymış, Chuk Norris bizzat gelip Zarrab'ı kaçırdı diye yazacakmış. Daha da kötüsü, akşam filmini Internetten ayıp sitelerden seyretseymiş, yazının hali ne olurmuş, ne siz sorun, ne ben söyleyeyim.

FBI'ın ABD toprakları dışında bir yetkisi olmadığı gibi teknik düzeydeki zırvaları bir kenara bırakalım.

Nereden biliyorsun bunca detayı be oğlum? Senaryosunu mu yazdın? Yeniköyde emlakçılık yaparken, kara ceketli esrarengiz adamlar sana gelip, katlanır cüzdanlarını açıp polis kimliklerini mi gösterdiler ve "FBI! Villana ihtiyacımız var" dediler?

Yoksa İnternet sitelerinde mi okudun?

Ne operasyonu yaptılar da Miami'ye götürdüler Zarrabı? Rambo, albayı rica etti diye emekliliğini yarıda kesip, Rızayla Ebruyu bir C-130'a atıp, Miami Enternasyonel'e mi indirdi?

Bu operasyonu yapanlar sakın Miami Vice olmasın?

Nereden biliyorsun bunca şeyi en ince detaylarıyla be adam?

Hadi senin kafan iyi, sana inanıp referans gösteren bu adamla beraber mi içtiniz?

Hadi siz ne içtiyseniz içtiniz, size inanacak bunca anti emperyalist, anti abedeci binlerce gariban çav bella aydını hiç mi düşünmediniz?

Hiç mi sosyal sorumluluğunuz yok?

Ya bunlardan birisi sizin yazınızı okuyup, kahrolsun abede diye dışarı fırlar, sonra da NYPD bunu içeri atarsa hiç mi vicdanınız sızlamayacak?

Ama hepsi bir kenara, üç paragraf üstte Rıza kendini yakalattı diyor, iki paragraf altta da Kolombo'ya operasyon yaptırıyorsun...

Yakıştı mı şimdi?

14 Kasım 2017 Salı

Los Pasos, Prezervatifler ve Yasaklanmış Camembert Peyniri

Bu akşamki şarabımız Şili’den, bir Cabernet Sauvignon. İsmi Los Pasos, Reserva dedikleri afili türünden ve Valle Central bölgesinden gelme.

Latin Amerika şaraplarını size yazacak kadar tanımıyorum, ancak çok diyebileceğim kez içmişliğim vardır.

Örneğin Şili şaraplarını severim diyebilecek kadar güven geliştirebildim.

Valle Central bölgesi nerededir, nasıl üzüm yetiştirir yine bilmem ancak birçok şişenin etiketi üzerinde bu ismi görmüşlüğüm vardır.

Los Pasos ise adımlar demek ve İspanyolca’da o kadar yaygın kullanılıyor ki, bırakın şarabı, herhalde Los Pasos isimli bir prezervatif markası bile vardır :)

Yani bu şarabı alırken sadece bir Cabernet Sauvignon’dan ne bekleyebilinirse onu bekleyerek aldım. Ancak Şili şaraplarıyla teşvik-i mesaime dayanarak söyleyebilirim ki bu şarap olasılıkla güzel çıkacak.

Hatta bir adım ileri giderek Şili’de kalite/fiyat oranının en yüksek olduğu şaraplarının yapıldığını bile idda edebilirim.

Umarım bir gün yerinde görüp, size Şili şaraplarını anlatma fırsatım olur.

Latin Amerika’nın yine çok önemli bir şarap bölgesi olan Arjantin’i biraz dolaştım. Özellikle Malbec üzümleriyle yaptıkları şarap gerçekten güzeldir ve yine Arjantin’den gelen dünyanın en lezzetli kırmızı eti ile mükemmel gider.

Bir iş gezisi için iki haftalığına Buenos Aires’e gitmiştim. Workshop, aynı zamanda kaldığımız otelin toplantı salonunda yapılıyordu.

Arjantinliler Latin Amerika’nın en havalı ülkesidir. Kendilerini Avrupalı, hatta İtalyan sayarlar. Gerçekten deArjantin’den bir kaç Massimiliano, Vito, Giuseppe falan tanırım.

Buenos Aires’te kalacağım iki hafta içinde bir tam ineği yeme gibi kişisel bir hedef koymuştum kendime.

Neyse, bu arkadaşlar hesapta İtalyan ya, ilk öğlen yemeğinde bir menü geldi. Fusili ve Trüf mantarı, ahtapot bacağı, tiramisu falan.

Ne lan bu dedim. Bunlar için on üç saat Buenos Aires’e uçacağıma iki saat arabayla İtalya’ya gider yerdim.

Garsonu çağırdım. Bak muçaço, dedim, şu menüyü al, bir daha da bana getirme. Ben her öğlen ve akşam az pişmiş biftek, pilav ve Malbec istiyorum.

Aman sinyor dedi, bizim yemeklerimiz çok güzel, sadece et olur mu?

Olur, olur dedim.

Gerçekten de herkes her gün İtalyan, Fransız falan yerken, ben hayatımda yediğim en güzel bifteği yedim, mükemmel Malbec şarabı içtim.

Tabi ki, iki hafta içinde ortalama bir ton ağırlığında olan bir ineği tamamen bitiremedim ama insani sınırlar dahilinde bu noktaya oldukça yaklaştım.

Hala arada bir, bir şişe Malbec alıp, Puerto Madera günlerimi yad ederim.

İşte böyle.

Bu akşam Şili şarabımızın yanında Burgonya’dan alkollü Epoise ve Normandiya’dan Camembert peynirleri var. Camembert, bir aralar Soner efendinin salladığı şekilde, sözde “yasaklanmış” pastörize olmayan sütten (Lait Cru) yapılma.

Herkese iyi geceler…

8 Kasım 2017 Çarşamba

Barolo

Bu akşamki şarabımız bir Barolo sevgili arkadaşlar. Barolo, İtalya'nın kuzey-batısında, Fransa'nın Cote d'Azur sahiline komşu Piemonte bölgesinden gelme. Piemontenin başkenti Torino. Şaban Hakandan hatırlarsınız. Barolo,'nun kendisi ise bu bölgede bir komün - şehir diye düşünün.

Barolo şarabı ise bu bölgede yetişen Nebbiolo isimli bir üzümden yapılıyor. Nasıl Sangiovese üzümü Toskano'nun hazinesi ise, Nebbiolo da Piemonte'nin cevheri. Yine çok tanınan Barbaresco isimli şarap da Nebbiolo'dan yapılır.

Bu bölgeye çok yolumuz düşer. Bir keresinde şarap köylerine gidip, size uzun uzun anlatırım.

Barolo en kaliteli İtalyan şaraplarından biridir. Bir o kadar da pahalı tabi. Ama şarap da şarap işte.

Çok güzel, yakut kırmızısı bir rengi vardır. Bayağı da açıktır. Bardağınızın arkasını net görebilirsiniz. Tanik ve asidik bir şarap. Bu yüzden güzel yıllanır, ama gençken de biraz sert olur.

Biraz "kuku" bir şaraptır. Doğru içilmezse içeni mutsuz edebilir. Doğru içildiğinde ise fantastik bir tadı vardır. O yüzden Barolo forumlarına bakın, çok olumlu ve çok olumsuz yorumları bir arada görürsünüz.

Her yiğidin yoğurt yiyişi farklı tabi, hele benim gibi bir yiğit çırağının yoğurt yiyişini daha da bir şüpheyle alın. Barolo bence on yaşında, şişesi elli yuroluk bir rizerva değilse, mutlaka ve mutlaka karafta en az beş saat beklemeli. Karafınız yoksa bir sürahiye koyun ve bu kez en az yedi saat bekletin derim.

Bir patronum vardı, çok severdi Barolo'yu. On yıla yaklaşıyor vefat edeli. Onunla çok içerdik bu şarabı. Öldükten sonra neredeyse hiç içmedim desem yeri. Ta ki bu yıla kadar. Sevgili yeğenlerim bir şişe getirmişti, onu zevkle içtim. Sonrasında iki sevgili arkadaşımızın bir yemek davetinde, gerçekten şaheser bir Barolo içtik. Ama BAYAĞI külli miktarda içmiştik.

Bu gece de Barolo oldu işte böyle.

Bu şişeyi patronum için içiyorum. Huzur içinde uyusun.

4 Kasım 2017 Cumartesi

Sefil Damat

Yarın akşam karımla birlikte haftada bir icra ettiğimiz peynir akşamı sevgili arkadaşlar. Bu etkinliğimizde masamızda sadece peynir, ekmek ve şarap bulunur ve alkolle pek arası olmayan Jelena bile kendini şaraba vurur.

Geçen Cumartesi bize bir saat uzaklıktaki Fransa'nın Divonne kentindeydik. Divonne'a, daha doğrusu sınırdaki Carrefour mağazasına ayda bir yolumuz düşer, çünkü et Fransa'da, İsviçre'ye göre çok daha ucuzdur. Gidiş amacımız aslen et olsa da, gelmişken bol bol, yine çok ucuz Fransız peyniri ve en önemlisi, külli miktarda Fransız şarabı alır, evde stoklarız.

Bu gidişimizde zaten ucuz olan şaraplar üstüne bir de ucuzluğa girmişlerdi. Üç şişe aldığınızda, sadece iki şişe ödüyordunuz. 

Mağazaya girer girmez Jelena ile ayrıldık. Ben şarap bölgesine kaçtım, o da yiyecek reyonuna intikal etti.

Benim şarapların içinde kaybolduğumu gören bir mağaza görevlisi bonjur'ladıktan sonra yardıma ihtiyacım olup olmadığını sordu. Kuzey Afrika kökenli olduğu hemen anlaşılıyordu. Normalde şarap seçimini solitary modumda yapsam da, çok vakit kaybetmemek için "Oui, merci" dedim.

Nerelisin diye sordu, Türk dedim. O da Cezayirli imiş. "Gel mösyö", dedi, "Bırak bunlara bakmayı". Beni deterjanların yanına götürdü. Bir merdivene çıkıp, rafın en üstünde saklanmış iki kasa şarabı indirdi.

Gerçekten birinci sınıf şaraplar, fiyatları da üç al iki öde kampanyasıyla çok uygun seviyelere gelmiş. 2009 yılından ilk kasayı gösterip "Ahan bunu şimdi içersin!" dedi. 2015'den ikinci kasayı da yıllandırıp üç beş sene sonra içmek üzere elime tutuşturdu.

Torpil her yerde torpil işte anasını satayım 😛

Garip Jelena beni mağaza içinde, elimde iki kasa şarapla koşuştururken gördüğünde, gülüp, "Hepsini alma, biraz da Fransızlara kalsın!" diye dalgasını geçti tabi.

İşte yarın akşam bu 2009'lardan bir şişe açacağız.

Şarabımız Bordeux'dan, Médoc diyarının Haut-Médoc bölgesinden, bir Cru Bourgeois, yani Krü Burjuva. Çav Bella enteller 'burjuva' kelimesini duyarlarsa herhalde bir daha bu şarabı içmezler 😜

Size başka bir yazıda Bordeaux'nun coğrafyası ve şaraplarını biraz anlatmıştım. Eğer belleğinizi tazelemek isterseniz o yazıya burada bir göz atabilirsiniz.

http://bulentinheybesi.blogspot.ch/2017/03/bordeaux-ve-sarap.html

Yine de çabucak bir hatırlatma yapalım. Bordeaux bölgesi Fransa'nın güneybatısında, Atlantik okyanusu kıyısında yer alıyor. Bordeaux şarapları güneydoğudan kuzeybatıya akan solda Garonne, sağda Dordogne nehirlerinin ve bu ikisinin birleşip Gironde ismini alarak okyanusa döküldüğü su yolunun etrafında yetişen üzümlerden yapılıyor. Garonne ve Girınde'un solunda kalan bölgeye Rive Gauche yani Sol Kıyı, Dordogne ile Gironde'un sağında kalan bölgeye de Rive Droite yani Sağ Kıyı deniyor. Birleşene kadar bu iki nehrin arasında kalan bölgesi ise Entre-Deux-Mers yani coğrafik olarak pek doğru olmasa da İki Deniz Arası şeklinde çağrılıyor.

Rive Gauche bölgesinin güneyine Graves, kuzeyine de Médoc deniy. Médoc bölgesinin güneyi ve doğusunun ismi de Haut-Médoc, yani Yukarı Médoc.

Yarın akşamki şarabımızın doğum yeri bu Haut-Médoc bölgesi.

Bordeaux şarapları - yazının tümünde şarap dediğimde lütfen kırmızı şarap diye anlayın - aslen birbirinden ciddi biçimde farklı iki tatta yapılır. Rive Gauche şarapları ağırlıklı olarak asidik, koyu Cabernet Sauvignon, Rive Droite şarapları ise ağırlıklı olarak açık renkli, meyve aromalı Cabernet Merlot üzümlerinden yapılır. Her iki şarapta da az olarak diğerindeki baskın türdeki üzümler ve ek olarak da Cabernet Franc kullanılır. Yine kural olmasa da bazı üreticiler tat versin diye harmana gerçekten küçük miktarlarda Malbec gibi bir iki üzüm çeşidi daha katarlar.

Tatları farklı olsa da her iki bölgenin de şaraplarını zevkle içerim. Zaten şarap bölge yada üzüm türü değil bir tat meselesidir. Bunun geyiğini önceki yazılarda, defalarca ve uzun uzun yapmıştık, bir daha başınızı ağrıtmayayım.

Ancak Bordeaux şarabının isminin ve ününün kaynağı Rive Gauche şaraplarıdır. Daha da hassas olmamız gerekirse Médoc şarapları diyebiliri. Yani filmlerde Louis MXCLVIII bana Bordeaux getirin dediğinde ona Médoc şarabı getirirler. İşin komik tarafı, İsviçre'nin Fransa sınırı ve Fransa'nın kendisinden uzaklaştıkça (özellikle Amerika'da), Bordeaux istediğinizde çoğunlukla dünyaya en çok ihraç edilen Bordeaux Superior bölgesinden bir şarap getirirler ki, bunlar çoğunlukla Médoc tarzı olmayan, Merlot ağırlıklı şaraplardır.

Yine önceki yazıda sizlere Bordeaux şaraplarının coğrafik konumlarımdan ve şarapların orijinlerini kontrol edip onaylayan AOC sisteminden bahsetmiştim.

AOC sistemi bir şarabın nereden ve ek olarak sadece Bordeaux şarapları için hangi şatodan geldiğini söyler, ancak şarapların kalitesi hakkında doğrudan bir belirleme yapmaz. Halbuki şarapçıların İngilizcede dedikleri gibi Holy Grail’i, yani en çok ulaşmayı diledikleri düşleri, birilerinin, şu şarap güzel, şu şarap ondan da güzel, bu şarap da kötü deyip, bu tembelleri yüzlerce şarabı tatmaktan kurtarması ve kayınpedere bir şişe açtıklarında işi sağlama bağlayıp, kaka bir şarapla ortaya çıkabilecek mahçubiyetten kurtarmalarıdır.

Gerçi bazı coğrafik orijinler aynı zamanda kalite hakkında da sağlam bir fikir verir. Örneğin Big Four dedikleri dört tane Margaux, Saint-Julien, Pauillac ve Saint-Estèphe isimli AOC yani bölge vardır ki, buralardan gelen şaraplara genelde kaliteli diyebiliriz. Yine örneğin Chateau Margaux gibi birkaç şatoda yapılan şaraplar için "İyi midir?" diye sorarsanız herhalde dayak yersiniz.

Bununla birlikte Bordeaux bölgesinde geri kalan binlerce şatonu şarapları her zaman iyi kalite olmayabilir. Çok kıvırdık. Şarap üretilen her bölgede olduğu gibi, Bordeaux'dan da iyi olduğu kadar kötü şarap da vardır.

İş kaliteye geldiğimde sorun iyi kalite şarabın ne olduğu yanı iyi kalite bir şarabı nasıl tanımlayacağımızdır.

Şarabı bir kenara koyup, bir klasik müzik benzetmesiyle olaya yaklaşalım.

Mozart ve Beethoven için herhalde kaliteli müzik yaparlar demek çok yanlış olmayacaktır.

Ne var ki yaptıkları müzik niye kalitelidir sorusunun doğrudan bir cevabı bence yoktur. Tamam, Mozart altı yaşında bir kere dinlediği bir klasik müzik parçasının notalarını ertesi gün cart diye eksiksiz yazabilmiş, Beethoven ise sağırken koca senfonileri bestelemiştir.

Ancak bunlar sadece bu şahısların birer dahi olduklarını gösterirler, müziklerinin kalitesini garantilemezler.

Eğer klasik müziğin bir AOC'si olsaydı, Mozart'a Salzburg'lu, Beethoven'a da Bonn'lu deyip işin içinden çıkardık. Ancak halen yaptıkları müziğin kalitesi için çok bir şey söylememiş olurduk. 

Biz olsa olsa Avusturya'dan genelde iyi müzisyenler çıkar o yüzden Mozart muhtemelen kaliteli müzik yapar diyebiliriz.

Biraz daha ileri giderek müziklerinin çok kişi tarafından dinlendiği, hoş melodileri olduğu ve akılda kaldıkları için kalitelerinin yüksek olduğu sonucuna varabilirdiz.

Ama hepsi bu. Bundan daha fazla hassas olmak gerçekten zor.

Daha da korkuncu, yanılıp, yenilip, Mozart mı, Beethoven mi daha kaliteli müzik yapar diye bir sorarsak, kollektif olarak zırt deriz.

Bu iki müzisyenin nesine bakıp kalitelerini belirleyecek ve bir karşılaştırma yapacaksınız? Orkestranın büyüklüğünde mi? Müziğin hızına mı? Kemanın boyuna mı? Senfoninin uzunluğuna mı? Müziklerinin karmaşıklığına mı?

Bir gün Mozart dinlersiniz hoşunuza gider, ertesi gün Beethoven.

Mozartın en kıytırık sonatını dinlerken hayatınızın kadınına rastlarsınız, sonra o sonat sizin milli marşınız olur, Beethoven'in beşinci senfonisini kaynananızla dinlersiniz, hayat boyu bir kabusa dönüşür.

Şarap da aynı hikaye. İçerken ne yediğinize, yanınızda kimin olduğuna, servis ettikleri ısıya, o anki ruh halinize göre bir şarap zevk de verebilir, ızdıraba da dönüşebilir.

Herhalde tubiornottubi olduk, yani size sorunu anlatabildim.

Ancak herkes her zaman anlayamamış bu kalite meselesinin temelindeki subjektifliğini.

Örneğin Napoleon - Napolyon III,  Jozefin'in hısmı olur - 1855 yılında bir sabah uyanmış ve emir buyurmuş, "Şu Bordeaux şaraplarını kalitelilerini bir ayırın!" diye.

Şimdi gel de anlat şarap kalitesinin subjektif olduğunu, kalitenin neye göre belirleneceğinin açık olmadığını.

Adam demokrasi abidesi. Bir olmaz de, oyar valla!

Eh, emir demir’i kesmiş tabi...

Ayırmışlar!

Hem de nasıl ayırmışlar biliyor musunuz? İsmi en çok bilinen ve fiyatları en pahalı olanları alarak. Tanınırlık ve fiyat gibi iki kriterin şarapların kalitesiyle doğrudan ilgilerini olmadığını takdir edersiniz artık. Olsa olsa Sales and Marketing departmanlarının başarısını gösterebilir.

Adamlar burada da durmayıp, nasıl hassaslıksa, bunları bir de 1er Cru dan 5eme. Cru'ya kadar beş ayrı alt guruba ayırmışlar. Kısacası pipilerinin keyfine, imparator buyurdu diye kalitelerinin iyi olduklarına inandıkları doğru saydıysam elli yedi şatoyla (düzeltme, 61( bir liste oluşturmuşlar.

Bu listedeki şaraplara Crus Classés derler arkadaşlar.

O zamanlar Bordeaux, Mèdoc demek olduğundan, sıralamaya giren şaraplardan biri hariç hepsi Mèdoc bölgesinden alınmış, 1er Cru'daki bir şarap ise Graves’da bir şatodan sıralamaya girebilmiş.

Yalapşap, patron istedi diye yapıldığı için enteresan sonuçları da olmuş bu kalite sıralamasının.

Örneğin kalite puanları şaraplara değil, şatolara verilmiş. Ayrıca kimse manasızlığından dolayı cesaret edemediği için bu seçim bu güne kadar bir daha tekrarlanmamış. Yani 1855'de hangi şaraba kaliteli demişlerse aynı şaraplar bu gün de kaliteli sayılmış.

Ancak zaman ilerledikçe bu sıralamaya giremeyen şatolar yavaş yavaş caz yapmaya başlamışlar.

Bir kere yeni şatolar ilk Crus Classés listesindeki şatolardan daha kaliteli şarap yapıyor olsalar da, seçim bir daha tekrarlanmadığı için bu listeye girememiş, şarapları hep ikinci kalite muamelesi görmüşler. Takdir edersiniz ki 1855'den buyana çok şey değişmiş olabilir.

Daha da ilginçi, o günden bu güne şatolar el değiştirmiş, üzüm bağları emlak alım satımlarıyla genişlemiş ya da küçülmüş, ancak kör değneği bu liste hep aynı kalmış. Kalite sıralaması şatoların ismine verildiğinden şaraplar 1855’e göre farklı kişi, aile ve üzümlerden yapılsa da, listedeki şatolar hala yüz yıllar önceki seçilmelerinin avantajını kullanmaya devam etmiş.

Bu anlamsızlık tabi ki bu şekilde sürüp gitmemiş.

Örneğin 1955 yılında Rive Droite'ın en bilinen bölgesi Saint-Emillion'da benzeri bir kalite listesi oluşturulmuş. Crus Classés'ye sadece bir şato sokabilen Graves bölgesi ise 1955 yılında kendi listesini oluşturmuş. Bu iki gerçekten güzel şarap bölgesinin detaylarını başka yazılara bırakıp, gelin Médoc bölgesine dönelim.

1932 yılında isyan doruğa ulaşmış ve bölgenin Ticaret odası ile Tarım Odası tarafından Médoc bölgesinde yeni bir kalite listesi oluşturulmuş. Bu yeni değerlendirmeye Cru Bourgeois ismi verilmiş ve 1855’deki listede bulunmayan 444 şato bu yeni listede yer almış.

Yine şatoların husumeti yüzünden bu yeni değerlendirme de 2007 yılında askıya alınmış, ancak 2010 yılında biraz değiştirilerek yeniden işlevsel hale getirilmiş.

En önemli değişiklik, artık bu listeye girişlerin şatolarla değil, şaraplarla olması. Bir hasat yılının şarabı, iki sene yıllandıktan sonra bir komisyon tarafından tadılıyor ve layık görülürse bu Cru Bourgeois ünvanın kazanıyor.

Çok akıllıca bir yöntem bu arkadaşlar.

Bir kere subjektif bir değerlendirme, fiyat ya da bilinirlik gibi saçma kriterler kullanmadan uzmanlara bırakılmış. Şaraptan anlayan bir komisyon şarabı tadıp, beğendim derse şarap kaliteli sayılıyor. Buz patenindeki artistik puanlar gibi.

Artık yüz yıl önce Jozefin’in erkek arkadaşı beğendi diye listeye kapağı atıp, beleşten kaliteli şarap sayılma olmuyor. Bu sene şarabın güzelse listeye girersin. Seneye kötü şarap yaparsan sorry Jose, Cru Bourgeois etiketini o yıla basamazsın.

Cru Bourgeois değerlendirmesi ne yazık ki Crus Classes değerlendirmesini ortadan kaldırmadı. İnsanların kafasında 1855 yılında yapılan bu liste hala birinci, Burjuva listesi de ikinci kalite şarap olarak yer etmiş durumda

Crus Classes’deki Chateaux Margaux gibi içilebileceği yaştaki şişeleri birkaç bin dolar olan şaraplar elbette birinci kalite sayılabilir - işin felsefesine girersek bunu bile sorgulayabiliriz de, hadi neyse - bunlara boynumuz kıldan ince tabi ama Cru Bourgeois klasmanında yer alan bir çok şarap, yine Crus Classes’nin içinde yer alan bir çok şarap kadar kaliteli sayılabilir.

İşte size Cezayirli arkadaşımın bana gömülerinden çıkardığı Cru Bourgeois şaraplarının öyküsü.

2009 yılından verdiği Cru Bourgeois, 2011 yılında yeni haliyle ilk defa yayınlanan bu listenin içinden bir şarap (iki yıllık bekleme dönemini unutmadınız umarım).

1855 seçimi şaraplarına biraz haşin davrandım biliyorum, ama amacım yöntemin eksikliğini ortaya koymaktı, yoksa şaraplar tabi ki mükemmel şaraplar. Cebiniz yeteri kadar derinse, üzerinde 1er Cru yazan bir Bordeaux için, ihya olursunuz.

İşte böyle...

Öykümüzü sonlandırırken bir kere daha üzerine basarak tekrarlamak isterim ki, güzel şarap etiketinde Cru Bourgeois, Cru Classe, Grand Cru falan yazan şarap değil, içerken zevk aldığınız şaraptır.

Şarabımız daha da güzel yapan, onu kimle paylaştığınızdır.

Ancak kayınpederinize bir şişe açıyorsanız, etiketin üzerinde bir yerde Cru Bourgeois yazmasında elbette ki fayda var.😍

Kayınpederden kayınpedere de fark var tabi. Ömrüm yeter de sevgili kızımı istemeye geldiklerini görürsem, o sefil damat bir şişe Chateau Margaux getirmeden eve bile giremez! 😛

Sevgi ile kalın...

29 Ekim 2017 Pazar

Tintilia

Bugün yemek için uzun süredir arkadaşımız olan İtalyan bir ailenin evine davetliydik.

🐝Mezzy🐝'den bir yaş büyük bir kızları var, o yüzden çocuklar mutlu mutlu beraberce oynuyorlar. Anne ve baba ise italyan mutfağı ve daha da önemlisi İtalyan mahzeninin, kelimenin tam anlamıyla hakkını verecek kadar olaya hakimler. Baba örneğin geçenlerde bana evde pesto sosu yapmayı öğretti. Jelena da, anneden aldığı tiramisu tarifi sayesinde üç ülkede tiramisu ustası diye anılıyor :)

Sözün kısası, onların sayesinde İtalyan mutfağının gizli, karanlık köşelerini keşfeder, her görüştüğümüzde de bir-iki kilo alıp eve döneriz.

Bu akşam da yemeğe başladık ve tabi ki şarabımızdan birer yudum aldık. İlk tanıştığımız zamanlarda adetten dolayı yemek öncesi aperitif falan ikram ediyorduk birbirimize, sonraları olayı çözdüğümüzden damardan kırmızı şaraba giriyoruz :)

Şaraptan aldığım ilk yudumdan sonra aklım karıştı, başladığım cümlenin sonunu getiremedim. Türkçe "Ne bu lan?" dedim kendi kendime. Şarap değil, aşk çeşmesinden dökülen mey! Bu kadar mı güzel olur be bu meret?

Şarabı karafa koymuşlar. Normalde karafta gelen şaraba, bu ne diye sormam ama nazımız geçtiği için bu kez sordum.

Tintilia dediler.

Üç kuruşluk şarap içmişliğim vardır, hattızatında içmemiş olsam da şarapların isimlerini iyi kötü bilirim, ancak hayatımda o ana kadar kadar "Tintilia" diye bir şarap duymamıştım.

Bizim memleketten bir üzüm türü dedi arkadaş. Peki şarabın ismi ne diye sordum, ismi yok, evde yaptık, geçen gittiğimizde getirdim dedi.

Walla eğer ben senin yerinde olsam buraya getirmez, oturup hepsini kaynağında içerdim dedim 😛

Gerçekten de bu şarabın bir kadehini Şato Margaux'ya gönder, sonra da otur şantaj yap, söylediklerimi yapmazsan piyasaya sürerim diye.

Kendimi tekrarlamak pahasına, bu kadar mı güzel olur bir şarap?...

Yemek boyunca su bile içmedim. Yemek sonrası, yine adetten gelen grappa, vesaire gibi dijestiflere bile bulaşmadım, hep "Tintilia" içtim. Karafı bitirdiğimizde vidalı kapaklı şişede ikinci raundu getirdiler, yine aynı şarapla devam ettik. Yanına da dört farklı İtalyan peyniri hazırlamışlar ki, şarabın tadı ikiye katlandı.

Eve gelir gelmez Tintilia'yı araştırdım.

Tintilia, İtalyanın Molise bölgesinde yetişen bir üzüm türüymüş arkadaşlar.

İngilizce'de crop yield derler, yani ekin randımanı, yani metre kareye yada dönüm başına aldıkları ürün miktarı çok düşük olduğu için bir süre ekmeyi bırakmışlar. Az daha nesli tükeniyormuş, son anda yeniden ekmeye başlamışlar.

Crop yield'in düşük olması aslında üzümün kalitesi bakımından genelde iyi bir göstergedir. Düşünün, toprağın, güneşin, yağmurun nimetlerini daha az sayıda üzüm paylaştığından, tatları da bir o kadar güzel olur. Yurt dışında yaşayanlarınız beni daha iyi anlayacaktır, marketlerde antibiyotiklerle, genetik oynamalarla yetiştirilen, kolum kadar büyük ama saman tadında salatalıklardan sonra memlekete geldiğimde küçücük ama güzelim tatlı salatalıklara, kavunlara, karpuzlara saldırırım.

Tintilia üzümü de işte bu yüzden küçük ve full-body şarapla sonlanan bir üzüm olmasına rağmen, normalde merlot gibi büyük ve etli üzümlerde bulunan meyve aromalarını da barındırabilmiş. Bunun sayesinde ortaya koyu, kıpkırmızı, kalın ama aynı zamanda buram buram meyve bir şarap çıkmış.

Tinto İspanyolca'da kırmızı demek olduğundan İspanyollar bu üzüme sahip çıkmışlar. Bir ara da Sardunyalılar yok bu üzüm bizden diye atlamışlar. Ancak DNA testleri göstermiş ki, Tintilia tamamen Molise bölgesine özgü bir üzümmüş ve Romalılardan önce bile bu bölgede yetişiyormuş. Başka bir deyişle Alparslan atının kuyruğunu bağlayıp Malazgirt kapılarına dayandığında bu şarap bin iki yüz yıldır içiliyormuş!

Bugün şarap denildiğinde yan gözle bakıp, konuşmak için izin aldığımız anlı şanlı Fransızlara şarap yapmayı Romalıların öğrettiklerini düşünürseniz, İtalyan şaraplarının gerisindeki birikimi daha da iyi anlarsınız sevgili arkadaşlar.

Tintilia'yı araştırırken benzeri adı duyulmamış bir dolu üzüm ve şarap türüne rast geldim. Demek İtalyan şaraplarından anlarım diyebilmek için önümde daha gidecek çok yol varmış. Ama bu yolda yürümenin zevki başka hiç bir yerde yok, ondandır çok mızmızlanmıyorum :)

Tintilia şaraplarını İsviçre'de hiç görmedim, belki karanlık köşelerdeki raflarda vardır ama yaygın olmadığı kesin. Bir sonraki gidişimizde İtalyadan bakacağız artık.

Sevgi ile kalın.

23 Ekim 2017 Pazartesi

Bu Günlerde Kendimi Hıyar Gibi Hissediyorum

Yıllar öncesinden kalma bir şarkı vardı bilmem hatırlar mısınız, bu günlerde kendimi hıyar gibi hissediyorum diye?

İşte şu sıralar aynen öyleyim sevgili arkadaşlar. Elim hiçbirşeye gitmiyor. Ne yazasım var, ne oturup müzik dinleyesim. Nadir anlarda bir şey yapmaya başlasam da sonu bir türlü gelmiyor. Magandaların denize attıkları pet su şişesi gibi amaçsızca, bir o tarafa, bir bu tarafa yalpalaya yalpalaya sürükleniyorum.

İki yeni projemiz var, ve doğal olarak biraz vakit alıyor ama onlara da pek öyle "umph" asılamıyorum.

Bu gün iki termos kahve içip, sekiz saat bilgisayarın başında reklam slaytları hazırladım. Böyle bol kafeinli ve zihin doldurucu aktivitelerden sonra, bilirsiniz, öyle cup diye uyuyamıyor insan. Ben de uzanıp aldım iPad'i elime ve sizlerle biraz dertleşeyim dedim.

Aman telaşa düşmeyin. Kılıçdaroğlu falan yazmayacağım. Tanrı size bağışlasın onu, ağzımı açarsam dişim kırılsın!

Zaten memleket meselelerini de yazmayı bıraktım. Bir sonucu olmadığı gibi, kendi kendimin de sinirini bozuyorum. Bu meyanda memleketi de sizlere ve hülooooğğğ'lara emanet ediyorum. Tepe tepe yaşayın 😀

Gelin çok ciddiyete dalmadan, hafif, hafif, tatlı tatlı geyikleyelim.

🐝Mezzy🐝 ve Jelena uyuyorlar, o yüzden kulaklıkta gecenin bu saatinin anlam ve önemine uygun tatlı bir müzik çalıyor. Omega isimli Macar bir gurubun Pearls in Her Hair isimli şarkısı. İsminden tanıyamadıysanız Youtube ya da Spotıfy'dan dinleyin, kesin hatırlarsınız.

Lise yıllarımda ilk defa dinlemiştim Omega'yı. Sonrasında paketlenip kalktı tabi. Taa ki iş için 2001 di yanılmıyorsam, Macaristan'a gidene kadar.

Eğer kentine iner inmez bir müzik mağazasına koşup ellerindeki bütün Omega CD'lerini almış, eksikleri de Budapeşte'den tamamlamıştım.

Böyle böyle, o zamaki işimin beni götürdüğü her ülkenin tabi ki rock müzik yapan guruplarını dinlemeye başladım.

İstisnasız her ülkede de çok özgün, çok başarılı müzisyenler ve bunların şarkılarını keşfettim.

Üç sene kadar yaşadığım Polonya'da bir taksideyken radyoda mükemmel gitar eşliğinde çalan rock şarkıyı duyar duymaz şoför'e bu kim diye sordum. O da bana şarkının adını söyledi, ben de bir kağıda anladığım kadarını yazdım.

Taksiden inip beraber yemek planı yaptığımız Polonyalı arkadaşa mağazalar kapanmadan şu CD'yi alalım mı diye miyavladım. O da sağ olsun tabi dedi, ve ilk gördüğümüz CD mağazasına daldık.

Tezgahtar hangi CD'yi istiyorsun diye sordu, ben de takside yazdığım kağıdı çıkarıp gösterdim. Kız kağıdı evirdi, çevirdi, baktı, bir daha baktı, "Nie razumiem - anlamadım" deyip geri verdi.

Yanımdaki arkadaş bu kez kağıdı alıp okumaya çalıştı ama sonunda o da ayıp olmasın diye sadece gülümseyip kağıdı geri verdi. Haliyle taksiciden duyup yazdığım kadarı Polonyacada çok manalı olmamıştı.

Polonyaca telaffuzu en zor dillerden biridir arkadaşlar. Bu dili konuşan bir tanıdığınız varsa mesela çok popüler isimler olan Grzegorz - ki bunca seneden sonra hala yanlış yazmış olabilirim ya da Krzysztof'u telaffuz etmesini isteyin, ne demek istediğimi anlarsınız.

O güne dönersek, taksicinin bana söylediği Polonyacadaki doğru hali "Bo do tanga trzeba dwojga" olan şarkı ismini nasıl uydurup yazdığımı artık siz düşünün.

Neyse ki yanımdaki arkadaş kağıda karaladığım abur cuburun içinde gördüğü tango sözcüğüne uyandı ve bu Budka Suflera olmasın dedi.

Tezgahtar kız şarkıyı çaldı ve hedef on iki, benim şarkı.

Taksici bana şarkının ismi yerine nakaratını söylemiş. Şarkının asıl ismi Takie Tango, söyleyen gurup ise Budka Suflera. Canavar bir şarkı!

Hemen aldım diski tabi. O günden bu güne üç ev, üç ülke değiştirmiş olsam da halen sapasağlam durur 😛

Polonya'dan başka bir favorim Urszula. Biraz daha pop ama Supernova isimli bir albümü var ki, baştan sona mükemmel dinlemelik.

Çek cumhuriyetinden, Kazakistan'dan, Romanya'dan, hatta Rusya'dan böyle cımbız çekimi favori müziklerim var, ama gelin onları tek tek sayıp yazıyı bir Billboard chart'ına çevirmeyelim.

Ancak yaşadığım yerlerde müziği en zengin olanı tartışmasız Sırbistan.

Müzik Sırpların, daha doğru deyişiyle eski Yugoslavların hayatlarının mütemmim cüzü. Herkes her yerde fanatik bir biçimde müzik dinliyor. Göreceli olarak küçük bir ülke olmasına rağmen Sırbistan'da herhalde Türkiyeden daha çok müzisyen ve müzik vardır.

Turbo Folk dedikleri bizim arabeskin modern aletlerle çalındığı felaket bir müzik türü var. Benim midem kaldırmıyor ama milyonlarca insan dinliyor bu müziği.

Ceca (Tsetsa okunuyor) diye bir hatun var mesela, bir konser veriyor, insanlar Bulgaristan'dan dinlemeye geliyor. Konser günü hayat duruyor, kavgalar çıkıyor, kıyametler kopuyor, vesaire... Yine Beşiktaşlı Toşiç'in karısı Jelena Karleuša da turbo folk söyler. Bizim Jelena çok gıcık olur bu hatuna hattızatında 😛

Ümit Besen'in Nikahına beni de çağır, şahidin olayım sevgilim gibi bir iki şarkısı kelime kelime çevrilip, genelde Bosnalı Şaban Bayramoviç falan gibi sanatçılar tarafından söylenmiş.

Sırpların kendi folk müziği, tür olarak yakın olduğum bir müzik olmasa da gerçekten çok severek dinlediğim şarkıları var. Bir de Niş'te yaşadığım üç sene boyunca o kadar çok dinledim ki artık bazı şarkıların Sırpça sözlerini ezbere biliyorum.

Katibim falan gibi bir iki ortak şarkımız da var, kim kimden çalmış bilemiyoruz tabi.

Ancak Sırp pop müziği bence gerçekten on numara. Örneğin Zdravko Colic diye bir müzisyenleri var ki sabah akşam hiç durmadan dinlenir. Mükemmel müzik yapıyor! Bir de yanılıp yenilip lokal şarkıcı muamelesi yapmayın. Bu arkadaş uzun bir süre Abba gurubunun anlı şanlı esmeri prenses Frida'yı boinklemiş 😜

Yine Karadağ'lı Vlada Giorgiev isimli bir popçularını da çok severim. İki kere canlı dinledim. Gerçekten güzel müzik yapar.

Herkesin bildiği Goran Bregoviç'in gurubu Bijelo Dugme (Bijelo beyaz, dugme de bizim düğme) için her halde çok reklam yapmaya gerek yok. Gerçek birer müzisyen bunlar, ancak Bijelo Dugme'nin üç farklı lineup'ı var ve müzikleri çok farklılık gösteriyor. Benim zevkime daha ziyade Zeljko Bebek hitab etmişti. İşin komiği, bu arkadaşları canlı olarak Sırbistanda değil, ilk defa Zürihte dinlemek kısmet olmuştu😛

Rock tarzında ise mükemmel bir maden bölgesi Sırbistan.

Çok güzel müzik yapan Van Gogh, Ekateeina Velijka gibi guruplar var tabi, ancak benim tartışmasız favorim Bora Corba.

Aslında gurubun adı Riblja Corba (Riblja balık, Corba da bizim çorba). Bora (Đorđević) ise grubun solisti ve en renkli üyesi. Tam bir bohem, tam bir rock virtiözü. Nefis bir müzikleri var. O kadar çok ve bir o kadar zevkle dinledik ki daha fazla nasıl üzerine basarak yazıya dökerim bilmiyorum.

İşte böyle.

Müzik evrensel bir dil. İstisnasız herkes bu dili konuşuyor, duygularını, zevklerini, arzularını dünyanın gerisi ile sınırsızca paylaşabiliyor.

Haftanız, hatta tüm hayatınız müzikli olsun.

🎶🎸

18 Eylül 2017 Pazartesi

Sunum

"Değerli yönetim kurulu üyesi arkadaşlar, herkese iyi günler diliyorum. Bu toplantıda size..."

"Bir dakika..., devam etmeden..., Kemal bey nerede? Onsuz başlamayalım."

"Az önce muhasebede gider makbuzlarını dosyalayan arkadaşla konuşuyordu. Gelmemiş mi salona?"

"Aman! Niye alıp getirmedin? İki saat sürer şimdi onun orda şeyetmesi. Gürselcim, bir zahmet kap gel onu, n'olur."

"Tamam, siz başlayın, ben koşup geliyorum hemen."

On beş dakika sonra...

"Kusura bakmayın arkadaşlar. Gider makbuzlarının bazılarında tarih yazılmamış, muhasebeci arkadaşla bir daha olmasın diye anlatıyordum. Bundan böyle, 1) Gider makbuzlarının üzerine tarih yazılacak, 2) Seri numaraları kontrol edilecek, 3) Taksiye binmişseniz mutlaka plaka yazılacak, 4)..."

"Sayın genel başkan, Sonda araştırmadan Çetin bey, geçen seçimde seçmen eğilimleri hakkında bir sunum içim burada. İsterseniz sunuma bir bakalım, sonra gider makbuzlarını hale yola sokarız."

-"Ne sunumu? O sunum Pazartesi günü değil miydi?"

"Bu gün Pazartesi sayın genel başkanım."

"Yapma ya! Yine mi atlamışız... Geçen CNN Türk'de Ahmet Hakan'a da Perşembe dedim, bütün gazeteciler yani yarın mı diye atladılar üzerime. Ayıp oldu, koskoca genel başkan bugün hangi gün, farkında değil gibi. Bundan sonra her TV programından önce 1) Günün tarihi, 2) Ertesi günün tarihi, 3) Haftanın önemli olayları bir kağıda yazılıp yarım saat önce bana verilsin."

"Derhal uygulamaya koyalım sayın genel başkanım. Şimdi arzu buyurursanız sunuma devam edelim mi?"

"Tabii, tabii devam etsin arkadaş..."

"Sağolun sayın genel başkan. Geçen seçimde dini hassasiyeti yüksek seçmen Cehapenin dini söylemlerini samimi bulmamış."

"Ya, bir türlü anlamadım ben bu siyaset işini. Recep kuran, kitap diyor, bu muhafazakarların hepsi ona oy veriyor. Biz de aynısını yapıyoruz, bir oy bile alamıyoruz."

"Aslı varken taklidine oy vermiyorlar sayın genel başkan. Hatta, böyle sapmalar yüzünden kendi seçmenimizin de aklını karıştırıyoruz."

"Valla anlamadım bu işi ben. Neydi adı, Eklemedim, Tekmeledim, onu aday gösterdik, ondan iyisini mi bulacaklardı, olmadı seçtiremedik. İstifa etti, gitti, Mehapeden aday oldu. O eski müftüyü milletvekili yaptık, yine oy alamadık, sonra o da istifa etti gitti. Gürsel, bu seçimde bir dinci bulabildin mi, aday gösterelim?"

"Sayın genel başkan, tam bu konuda... Yaptığımız araştırmaya göre seçmenin hassasiyeti bu seçimde dinden ziyada Kürt konusu üzerinde."

"Bu siyaset modadan daha hızlı değişiyor, bak şu işe. Gürsel, bir Kürt bul, aday gösterelim."

"Sayın başkan, bu Kürt konusu biraz farklı. Etnik aday göstermek yerine, çözüme yönelik irade beyanı istiyor seçmen."

"Haa... Öyle desene. Ben valla anlamadım bu siyaset işini. Eee, gerekiyorsa biz de beyan ederiz irademizi. Ercan, ne demiştik geçen seçimde bu Kürt şeyi için?"

"Sayın genel başkan, önce biz sosyal demokrat bir partiyiz, etnik sorun yaşayan bir halkı desteklemeliyiz demiştiniz..."

"Eeee?"

"Sonra da lan biz bu Kürtleri desteklersek ulusalcıları kızdırır, milli duyguları hassas seçmenin oyunu kaybederiz dediniz."

"Sonra?"

"Sonra da parti arşivinin rutubeti artmıştı, ne yapalım diye onu tartışmıştık..."

"Peki ne dedik sonunda seçmene?"

"Kürtler haklarını almalı ama Türkiye Cumhuriyeti de bir bütündür. Kürt sorunu çözülmeli ama bu çözüm herkesi tatmin etmeli falan dedik."

"Sayın genel başkan, araya girmeme izin verirseniz, yaptığımız araştırmaya göre kimse partinizin Kürt sorunu hakkımdaki görüşünü anlamamış."

"Üzüldüm şimdi bak. Altıyüzyetmişaltı maddelik bir seçim bildirgesi bastırıp dağıtmıştık bir de..."

"Peki bu seçimde ne yapalım sayın genel başkan?"

"Valla herşeyi bana soruyorsunuz. Geçen seçimin yıldızı Demirtaş naaptıysa onu yapalım. O başarılı oldu, biz de oluruz muhtemelen."

"Nasıl yani sayın genel başkan? Pekakalılara terörist değil de gerilla mı diyelim?"

"Sayın genel başkan, saz çalmayı biliyor musunuz?"

"Arkadaşlar, hep bir ağızdan konuşmayalım. Bundan böyle, toplantılarda 1) Konuşmak isteyen her kimse önce elini kaldıracak, 2) Adını soyadını söyleyecek, 3) Söz verildiğinde sesini yükseltmeden..."

Gürsel fısıldayarak:

"Muharrem, yine açıldık, bir toparla istersen."

"Sayın genel başkan, isterseniz bu basın özgürlüğüne ve medya üzerindeki baskılara değinelim."

"İyi dedin Muharremcim. Geçen televizyonda da söylediğim gibi ben bu savcıya savcı demem, o hukuk fakültesini bitirmiş mi, ona bile emin değilim, bitirmişse dört yıl mı okumuş, o da belli değil..."

"Sayın genel başkan, savcının tahsili esnasındaki devam durumunu bıraksak da basın üzerindeki baskılara gelsek?"

"Gelelim, gelelim, haklısın. Ben de bu sabah basından okudum, basın üzerindeki baskıyı."

"Sayın genel başkan, ben akşam sizi aradım, sıcağı sıcağına bir kınama yapın diye ama kimse açmadı telefonu."

"Geçen akşam geç saatte, Deniz de aramış, o da bulamamış. Akşam sekizden sonra kapatıyoruz telefonu, yaş kemale erdi işte..."

Aradan birkaç saat geçer. Sunum devam etse de, sunumu yapan kişi ikinci slayttan ileri gidememiştir. Sonrasında bir sandalyeye oturmuş, partililer tartışırken masada bulduğu kurabiye ve portakal suyu ile açlığını bastırmıştır.

Uzun tartışmalar sonunda, saat de akşam sekize yaklaştığından Kemal bey yeni seçim bildirgesini yazmaya karar verir.

"Yaz kızım, yeni seçim bildirgesi. 1) Cehape dine düşman değidir ama dindar da değidir. 2) Cehape Dindar değildir ama dindarlara da karşı değildir. 3) Cehape Kürt sorununa sempati ile bakar ve çözülmesini ister, ama Türkiye üniter bir devlettir." 4) Cehape basın özgürlüğünü savunur...."

"..."

"... 769) Cehape Türkiye merkez projesı ismiyle, Anadolunun ortasına bir liman yapacaktır. 770) Emeklilere bayramlarda çift maaş verecektir. 771) Şero'nun parazit aşıları her yıl düzenli olarak yapılacaktır..."

Fısıltıyla:

"Şero kim yahu?"

"Partinin kedisi."
"Partinin Kedisinin parazit aşısının seçim bildirgesiyle ne alakası var?"

"Valla gücüm kalmadı şimdi olurdu olmazdı diye dövüşecek. Yaz gitsin, nasılsa kimse 770 maddeyi okumayacak..."

İki ay sonra bir televizyon kanalında Kemal bey partisinin seçim bildirgesini izleyicilere tanıtmaktadır.

"Sayın seçmenler, Cehape iktidara geldiğinde: 1) Şero'nun parazit aşısı her yıl düzenli olarak yapılacak, 2) Basın özgürlüğü güvence altına alınacak..."

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...