17 Mayıs 2017 Çarşamba

Herşeyi İsteriz

Türk milleti olarak herşeyi isteriz.

Kahrolsun emperyalist Amerika der, buna rağmen adamları önce gemilerine bindirir, İskenderuna getirir, sonrada yaşasın bağımsızlık deyip geri göndeririz.

Adamlar bu kez Kürtlere ağır silah verdiğinde de sen ne biçim müttefiksin der, kızarız.

Çünkü toplumsal zekamız farklı olaylar arasındaki ilişkileri anlayamayacak kadar az gelişmiştir.

Her olayı diğerlerinden bağımsız, izole bir olgu olarak görür, sadece o an olana bitene tepki gösterir, yani viyaklarız.

Bu viyaklamaların tutarlı olması önemli değildir. Yani dün bir şeye viyaklarken, bugün 180 derece tersine viyaklamamız en ufak bir soru işareti, en ufak bir problem yaratmaz.

Ülkemizde Alevilerin Cemevlerini ibadet yeri saymaz, Yunanistan Atinaya Cami yaptırmıyor diye viyaklarız mesela.

Bundan yirmi sene önce Kürt yoktur, karda kart-kurt diye yürüyen dağ Türkleri vardır derken Bahçeli bugün benim Kürt kardeşlerim der. Kimse de bunda bir problem görmez.

Sadece isteklerimizde tutarsız değilizdir.

Mesela sıklıkla imkansızı isteriz.

Ben muhafazakarım. Karım çalışmasın, kızım çalışmasın ama iyi bir ülkede yaşayayım, iyi bir hayatım olsun.

Yada çocuğum hem imamhatip okusun, hem de atom mühendisi olsun deriz (atom mühendisliği isminde bir fakülte olmadığımı bilerek yazıyorum, anlıyorsunuz nedenini herhalde).

Bunlar doğaları itibarıyla olanaksız şeylerdir.

Bazı isteklerimizi ise dileyerek yerine getirebileceğimize inanırız.

Başka bir deyişle sadece söyleyerek bazı şeylerin gerçekleşeceğine inanırız.

Bir kanıt, bir dayanak, bir örnek falan gerekli değildir. Sadece öyledir deriz, öyle olduğunu zannederiz.

Sarma Türk yemeği, Türkiye cennet ülke, İslam barış dini gibi (bu örneklerin gerçekte doğru olup olmadıklarıyla ilgilenmiyorum, sadece konuşarak bunların gerçek olacağını düşünenlere bu lafım).

Sonra da karşımıza biraz akılla tartışan biri gelip mantık yürüttüğünde apışır kalırız. Türkiye cennet dediğinizde sarkıntılık edenler yüzünden yolda tek başına elli metre yürüyememiş bir turist kadına denk gelir, ya da başka nereyi gördün de Türkiye cennet diyorsun diye bir sorudan sonra ağızımız açık bakarız etrafa.

Ermeni bir arkadaşla bir iki kadehten sonra tarihi mevzulara girdik. Ben soykırım yok dedim, o da bak ben sana bildiğimi anlatayım, sen karar ver dedi.

On dakikada sayfalarca tarihi resim, yazı indirdi İnternetten.

Sonra da sordu. Sen niye yok diyorsun?

Bir cevabım yoktu. Kalben inanıyordum organize bir soykırım olmadığına, ama hazırlıksızdım, geçerli bir cevap veremedim.

Bayağı sonra has be has Türk, bir arkadaşla bir akşam yine iki kadehten sonra konusu açıldı. Ya dedim, soykırım yok diyoruz ama sanki bunları destekleyen kanıtlar yok gibi.

Zekası, toplumsal zeka ortalamasında, yani geri zekalıdan hallice...

Bu alık şahin gibi atladı, hemen buyurdu.

"Soykırım falan yok. Bunlar hep yalan."

Öyle bir konuşuyor ki, kendisi padişah, ferman veriyor hıyar.

Bu kadar zekayla baş etmek mümkün değil tabi.

Bir daha yazayım da, belki anlaşılırım. Soykırım oldu ya da olmadı demiyorum, bunu tartışmanın yöntemini sorguluyorum.

İşte bu kafayla, 1800'lerin Tophanesinde gece yarısı pantolonunuzu indirip, hafifçe öne eğilmiş gibi olursunuz.

Trump da, gelir, Putin de geçer...

14 Mayıs 2017 Pazar

Annem

Sevgili annemi kaybedeli 26 sene oldu arkadaşlar. Ölümüm bu yüksek tansiyondan olacak der dururdu, hiç alakası yokken bir kalp krizi aldı götürdü onu bizden.

O gün, bu gün, anneler günlerini normal bir gün gibi yaşamaya çalışır, acımı gömerim içime.

Herksin annesi özeldir, benim annem de bana özel işte.

Bu kez, bu anneler gününde biraz sessizliğimi bozayım istedim. Onu her gün ansamda bu kez yazıya dökeyim istedim.

Tayyiple KK'yı vakit harcayıp her gün ağızımıza doluyoruz da, sevgili annem için iki kelime yazmayayım mı?

Önce annemin, sonra tüm annelerin anneler günü kutlu olsun.

Kimse de merak etmesin. Bu dünyada son iki senedir bir Nezahat Nalcı daha var.

2 Mayıs 2017 Salı

Baba

Her milletin adı kadar doğruluğundan emin olduğu, ancak kendilerinden başka kimsenin aynı görüşü paylaşmadığı saplantıları vardır.

Diğer milletlere kaka atmaya başlamadan önce kendimize bakalım.

Gerçek bir Türk yaprak dolmasının ya da İzmirli değişiyle sarmanın öz be öz Türk olduğuna emindir mesela.

Halbuki yaprak dolması bütün Balkanlarda yaygındır. Üzüm yaprağından, zeytin yağı ile yapılır. Ne zeytin yağı, ne de üzüm yaprağı Türk mutfağının birer parçasıdır. Göçebe olan Türkler, koyunları ile gezdiklerinden zeytin ağacı dikip, zeytinleri hasatladıktan sonra yağlarını çıkarmaya, şarap yapmak için de üzüm yetiştirip, yapraklarını dolma için kullanmaya pek de meyilli değillerdir. Yaşam tarzları yüzünden koyun güdüp, kuzu çevirme yapmaya daha yatkındırlar.

Rakı da üzümden yapılma bir içkidir. Aslen Türk falan değildir. Tamamen Yunan kökenli olup, yolu düşen bir bardak uzo içerek aradaki benzerliği görebilir. Asıl Türk içkisi kımızdır. Göçer Türkler atlarının sütlerinden yaparlar. Bugün bile Kazakistanda kımız içebilirsiniz, ama oralarda ne rakı, ne de dolma gördüm.

Üzüm ve zeytinyağı, Akdeniz'in olmazsa olmazıdır. Yunan, Sırp, Hırvat, özellikle İtalyan ve İspanyol mutfağı zeytin yağı bazlıdır. Üzüm yaprağı ve üzümden yapılma içkiler ise yine bütün Akdenizde yaygındır. Üzüm aslen şarap için yetiştirilir, ancak üzüm artıklarından ya da şarap yapılmayacak kadar kötü üzümlerden de başka içkiler yapılır. Yurt dışındaysanız ve canınız rakı çekerse Yunanistan'da uzo, İtalya'da sambuca, Fransa'da pastice bir otuz beşliğin yerine sorunsuz geçer.

Ancak nüfusumuzun hemen hepsi rakının da, dolmanın da Türk olduğuna emindirler. Rakı bizim değil dediğinizde analarına küfür etmişsiniz gibi hırlarlar size.

Ne yapalım, saplantı işte.

Amerikalılar mesela, bir kuşun "tweet" diye öttüğüne emindirler. Elli yaşıma geldim, hala "tweeet" diye öten bir kuş görmedim. Ciik, gaaak falan neyse de, "tweet"... Yok be abi.

Ama Yank'lar evvel ezel bu hayvan seslerini tutturamazlar.

Allah aşkına siz hiç "kaka dudıl duuuu" diye öten bir horoz gördünüz mü? Kukuriku tamam, Fransızlar da öyle der, üü-üüürüüüü-üüüü daha bir gerçekçi ama kakadudılduuuu,... de get la!

İşte bu Amarikalılar koyunların da "meeeee" değil, 'baaaaa" dediklerine bütün kalpleriyle inanırlar.

Üstüne bir de bu koyun sesiyle çocuk şarkısı yapmışlar "Baaaa baaaa black sheep" diye.

Eh, kültür emperyalizmi işte. Youtube'da iki çocuk şarkısı çalın, hemen üçüncü olarak bu şarkı çıkıyor karşınıza.

Bizim 🐝Mezzy🐝'cik de bu şarkının hastası oldu işte. Kendi çapında söylüyor bile "Baaaaaa baaaa" diye.

Tabi ki sevgili kızımın şarkı söyleyip, eğlenmesi kadar güzel bir şey olamaz. Ancak bu şarkı benim tarafımda biraz karışıklığa yol açıyor.

Size şöyle izah edeyim.
Biz evde aramızda İngilizce kullanıyoruz. Karım 🐝Mezzy🐝'le Sırpça, ben de Türkçe konuşuyoruz. TV ve iPad izlerken de 🐝Mezzy🐝 devamlı Fransızca duyuyor.

Dört dil yani...

🐝Mezzy🐝'nin doktoru bizim bu halimize çok gülüyor. Ben kızım ne zaman konuşur diye sorduğumda, dört yaşına kadar yolu var dedi bize. Bi-lingual çocuklar normalde bir sene falan geç başlarlarmış konuşmaya. Quad-lingual olanlara tanrı yardım etsin tabi 😊

Ama umut fakirin ekmeğidir. Sevgili kızım bıgıııı-gıf-buguuu-baaa diye söylendiğinde, arada çıkan her "baaa" hecesini "baba" gibi duymaya çalışıyorum.

Üstüne de bu aptal şarkı gelince, 🐝Mezzy🐝 her 'baaaa' dediğinde bir oturup, bir kalkıyorum.

Ancak bu durum, bugün itibarıyla değişti.

Sevgili kızım, ben koltukta uzanmışken bir tırtıl gibi üzerime tırmandı ve ilk defa, hiç bir kuşkuya yer bırakmadan bana "baba" dedi.

Çok mutluyum sevgili arkadaşlar, anlatması çok zor bir duygu bu. ❤️

Şimdi Jelena "mama" için çalışmalara başladı 😛

Ancak çoklu dilin bir cilvesi, 🐝Mezzy🐝'nin "baba" deyişine kayımvaldem rakip çıktı.

"Baba" Sırpçada anne-anne demek 😍

Mutlulukla kalın ❤️

4 Nisan 2017 Salı

Bavyera

Sabah yedi buçukta yola koyulmuştuk. Yolumuz bizi Bern, Zürih ve St-Gallen üzerinden Avusturya'ya götürdü. Planlarımıza göre bu gezimizde 🐝Mezzycik🐝şimdiye kadar görmediği üç yeni ülkeyi görecekti.

Avusturya bunlardan ilkiydi.

Sınırı geçip, Alplerin eteğinde bir yeşil alanda durduk. Bir aile selfie'si ile bu tarihi anımızı belgeledik ve arabaya binip Almanya'ya doğru yola koyulduk.

Hedefimiz Bavyera bölgesindeki Schwangau köyüydü. Ünlü Neuschwanstein ve Hohenschwangau şatolarının hemen dibindeki bu köyde sevgili karım Jelena ile onuncu evlilik yıldönümümüzü kutlayacaktık.

Avusturya'dayız
Yolumuzun Avusturya kısmı kısa sürdü ve AB yüzünden işlevini büyük ölçüde kaybetmiş teorik sınırı geçerek Almanya'ya girdik.

Bu sınırların kalan tek önemi ülkeler ile birlikte hız sınırlarının da değişmesi. Hele Almanya"ya giriyorsanız bu hız sınırları biraz daha güç anlaşılır hale geliyor. Sağolsun, geçenlerde bir arkadaşım söyledi, yolda köy ismi yazan bir levha gördüğünüzde hız sınırı otomatik olarak 50 km oluyormuş. Yani 50 km işareti olmadan sınır 50 km'ye düşüyor. Araba ile geziyorsanız dikkat.

Tüm bunlara rağmen Almanya'da, otoyolda araba kullanmanın zevki başka hiç bir yerde yok arkadaşlar. Hatrı sayılır bir kısmında hız sınırlaması yok. Yani basın gaza, arabanın gücü yettiği kadar gitsin.

2000'li yılların başında canavar bir arabam vardı. Ayda bir Deustchland'a gider, hız sınırının olmadığı yollarda 240, 250 km, o an kıçım ne kadar yiyiyorsa basardım gaza.

Ancak her balıktan büyük başka bir balık oluyor işte. Biraz da gençliğin verdiği cesaretle dişlerimi sıkıp, direksiyona yapışıp, "lan ne gidiyoruz be" dediğim zamanlarda, arkamda, kıçıma yapışmış bir Ferrari, Porsche falan görüp, kendimi sağ şeride zor attığım anlar da olmuştur.

Arabada 🐝Mezzy🐝 olduğundan beri bırakın 200 km üstü gereksiz hızları, 120 km üzerine çıkmamaya özen gösteriyorum, ama itiraf edeyim Almanya'da bir kaç kez kendimi kaptırıp, 150 km'ye yaklaştım ve arka koltuktaki GPS'im hemen uyarıda bulundu tabi. "Bugiiii..."

Her şey bir kenara, sonunda Bavyera'daydık.

Sevgili kızım Melissa bu gezimiz kapsamımdaki ikinci yeni ülkesini de görmüş oldu. İşin aslı, 🐝Mezzycik🐝 annesinin karnındayken Almanya'nın Freiburg şehri ve kara orman bölgesinde bulunmuştu, ancak o zamanlar sevgili kızımın varlığından bizim bile haberimiz yoktu.

Bavyera - ki hala doğru mu söylüyorum, emin değilim, bildiğim diğer dillerde hep "Bavarya" 'nın bir türevidir, belki de Ukranya-Ukrayna benzeri bir karmaşa yaşıyorum - Almanya'nın en büyük eyaleti. Başkenti Münih. İnsan olarak, Almanya'nın gerisine göre biraz daha muhafazakar, biraz daha katolik bir bölge.

Yer olarak Almanya'nın güney doğusuna, İsviçre, Avusturya taraflarına düşüyor.

Dünyanın tartılmasız en güzel dağları olan Alplerin doğu tarafları buralar.

Alpler, aslen Afrika'nın bir parçası sayılabilecek İtalya adasının Avrupa'ya çarpması sonunda oluşmuş bir dağ sırası. Fransa, İtalya, İsviçre, Avusturya ve Almanya aslan payını İsviçreye bırakıp, bu güzelim dağları aralarında paylaşmışlar.

Alplerin her tarafı bir başka güzeldir arkadaşlar. Buradaki yeşili, beyazı, maviyi dünyanın başka bir yerinde görmek çok zordur. Buz gibi nehirleri ve yamaçlardaki ormanların yansımasından dolayı tamamen yeşile bürünmüş dağ gölleri bu dağların birer incisidir.

Daha önceleri, Almanya'nın şehirlerinden pek haz etmediğimi bir kaç kez yazmıştım. Savaştan sonra yıkılıp, gereğinden biraz fazla, ellilerin modernlik anlayışında, tam bir karadenizli müteahhit tarzı ile yapıldıklarından, Avrupanın gerisine kıyasla biraz ucube görünürler hep bana.

Ancak Almanya'nın yemyeşil doğası, dünyanın en güzellerinden biridir. Allah için Almanlar da bu Hazinelerine çok iyi bakar ve sahip çıkarlar.

Bu güzelim doğaya Alplerin dağlarını, ormanlarını, nehirlerini ve göllerini de eklediğinizde sonuç Bavyera olur ki, her geldiğimizde, karım ve ben İsviçre gibi tanrı vergisi doğası olan bir ülkede yaşamamıza rağmen, ağızımız açık, hayranlıkla izleriz.

Neuschwanstein
Arzın merkezine seyahat ettiğimizi düşündüren, mahşeri uzunlukta bir tünelden geçip otoyolu bıraktık ve Mart ayının sonu da olmamıza rağmen, yeşilin artık gözlerimizi aldığı köy yollarından devam edip, otelimize ulaştık. Geniş bir çiftlik evinden otele dönüştürülmüş, her santimetre karesinden cazibe akan bir otel. Otel dediysem öyle lobisi, resepsiyonu, piyano barı falan olan bir snob mekan değil. Bir ailenin işlettiği, restoranında da, iki tabureli barında da, resepsiyon sayılabilecek 50 cm x 30 cm tahta tezgahında da aynı yüzlerin size yardımcı olduğu bir auberge.

Böyle bir oteli bin kere Hilton'a, Sheraton'a falan tercih ederim.

Odamızın balkonundan Neuschwanstein net olarak görünüyordu. Kasabanın gerisinde ise elli tane ev ya vardı, ya yoktu.

Zaten tek parça valizimiz vardı, onu da odaya atıp arabaya atladık ve şatoya doğru yola koyulduk. Hohenschwangau köyünde arabayı bırakıp bir otobüse atladık ve Neuschwanstein'in üzerinde bulunduğu tepeye tırmandık. 🐝Mezzy🐝 ve arabası ile birlikte olduğumuzdan otobüsten başka şansımız yoktu ancak yolunuz düşerse yayan ya da faytonlarla da şatoya çıkabilirsiniz.

Otobüsten inip bir patikayı takip ederek şatoya doğru yolumuza devam ettik.

Neuschwanstein
Yaklaştıkça bu yapının azametini idrak etmeye başladık. Dimdik bir tepenin üzerine, bembeyaz taşlarla yapılmış devasa bir bina. Bir önceki yazıda da bahsettiğim gibi eski, ortaçağdan kalma bir şato değil. Oldukça yeni ve modern sayılabilecek bir görüntüsü var.

Şatonun hemen önünde patika ikiye ayrıldı. Sola doğru şatonun kendisine, sağa doğru ise şatoyu bir kaç yüz metreden gören bir köprüye gidiliyordu.

Biz ilk olarak köprüye gidip, bu güzelim şatonun resimlerini çektik.

Geri dönüp şatonun içine de biraz girdik, avlusunda bir kaç resim çektik. Ancak şatolar hep dışardan güzel görünürler. İçlerine girdiğinizde, şatonun kendisini artık göremediğiniz için her yer bol bol duvar, oda ve merdiven olur. Bu yüzden karım da, bem de pek haz etmeyiz, şato, kale ve saray gezmeyi.

Şatonun içi
Böyle turistik iç mekanların başka bir sorunlu tarafları daha vardır. Ziyarete açık kısımları genelde sanat tarihçileri tarafından tasarlanır. Örneğin bir kaleye girersiniz, içinde bilmem kimin resim sergisi çıkar. Malaga'da Picasso'nun müze haline getirdikleri evini pavyona çevirmişlerdi, nasıl hayal kırıklığına uğramıştım...

Halbuki bir şatoyu gezen alelade bir turistin beklentisi, o şatonun içini tarihte olduğu biçimde görmek, geçmiş zamanı hissedebilmektir, yoksa resim sergisi gezmek değil.

Neyse, herkesin fikri farklı tabi.

Hohenschwangau'ya geri döndük ve buradaki şatoyu da dışardan şöyle bir gördük. Hohenschwangau Şatosu da oldukça güzel bir yapı, ancak Neuschwanstein'dan sonra tabi ki biraz altı-gıdıkladı oluyor.

Hohenschwangau Şatosu

Bir cafe'ye oturduk, garson geldi, ne istersiniz diye sordu. Birer kahve dedik.

"Coffee? No beer?", diye şakayla karışık şaşırarak sordu. Eh, Almanya'da bira içilir tabi.

"Nein!", dedim.

Benim Almanca "nein" dediğimi duyunca, şirinlik yaptı.

"Warum?"

"Çünkü bugün evlilik yıldönümümüz, akşam şaraba yer kalsın istiyorum."

Güldük hep beraber. Bu bölgenin insanları çok sıcak ve çok kibarlar. Şakır şakır da İngilizce konuşuyorlar. Ziyaret etmesi çok kolay sizin anlayacağınız.

Füssen

Bir sonraki durağımız ise Füssen kenti oldu. Kent diyorum ama çok ufak bir yerleşim merkezi, ancak Almanya'da gördüğüm en şirin yerlerden biri. Renkli binaları, basamaklı çatıları, arnavut kaldırımları ile bal dök yala bir kent merkezi var. Nehir kıyısında ise manastır yada konvent olduğunu düşündüğüm eski ve büyük bir yapı görülecek yerler arasında. Sözün kısası çok güzel bir kent Füssen.

Akşam yemeğimiz için rezervasyonumuzu İsviçredeyken yapmıştık. Otelimizin alt katındaki İtalyan restoranında şato manzaralı masamıza oturduk, bir şişe Momtepulciano D'Abruzzo eşliğimde sevgili karım ve kızımla onuncu evlilik yıldönümümüzü kutladık.

Jelena bir ara gel yıldönümümüzü Lichtenstein'da kutlayalım demişti, sonra Bavyera'ya dönmüştük. Ancak Lichtenstein dönüş yolumuzun üstündeydi ve yıldönümümüzü burada kutlayamamış da olsak en azından ertesi gün bir kahve içebilirdik.

Füssen
Ertesi sabah yine mükemmel bir kahvaltının ardından Almanya'yı bırakıp, Avusturya üzerinden Lichtenstein'a ulaştık.

Lichtenstein İsviçre-Avusturya sınırında minicik bir prenslik. Nüfusu kırk binden az, ama on bir tane şehri yada bölgesi var. Tabi biraz hızlı yürürseniz, farkında olmadan bu bölgelerin birini geçebilirsiniz :)

Ancak küçük falan diye küçümsemeyin. Dünyanın kişi başına en yüksek milli gelirlerinden biri burada. Kendi paraları, ordusu falan yok. İsviçre Frangı kullanıyorlar ama örneğin plakaları İsviçrenin beyaz zeminine göre tam tersi, simsiyah. Eh, böyle ufak farklılıklar da olaya bir cazibe katıyor işte.

Arabayı "başkent" Vaduz'da bir park yerine bırakmadan önce kraliyet şatosunu ziyaret ettik - dışardan tabi. Prens ve ailesi burada yaşıyor. Hattızatında prensin liseden bir arkadaşını şahsen tanıyorum. Prensleri devlet lisesine gidiyor sizin anlayacağınız.

Vaduz, Prenslik Şatosu

İşte böyle. Lichtenstein bir refah adası, ama çok fazla görecek yeri yok. Buna rağmen merkezi Asyalı turistlerle dolu. Kış sporları ile aranız varsa varsa, buralarda çok güzel kayak merkezleri olduğunu duydum, belki ilginizi çeker.

Bu arada 🐝Mezzycik🐝 de bu gezimizdeki üçüncü ve son yeni ülkesini görmüş oldu😍

Birer kahve içip yola koyulduk. Bu kez, yine bölgenin çok ünlü ve ilginç bir noktasını görecektik.

Hepimiz Heidi'yi biliriz, değil mi arkadaşlar? Hani şu Alp dağlarının kızı. Benim yaşıtlarım o güzelim çizgi filmi mutlaka hatırlarlar. Heidi'nin dedesi vardı, Alp Amca, sonra çoban arkadaşı Peter ve gözleri görmeyen büyük annesi. Frankfurt'da kaldığı evde ise tekerlekli sandalyesiyle Clara, bir de nalet bir kadın olan Bayan Rottenmeier.

Heidi'nin Dağları
Heidi, aslında İsviçreli bir kadın yazar, Johanna Spyri'nin 1880'lerin sonunda yazdığı iki kitaplık bir seri. Dünyanın en çok okunan kitaplarından biri ve İsviçre edebiyatının tartışmasız en çok tanınan eseri.

Heidi yetim bir çocuk. Annesi ve babasını erken yaşlarımda kaybeder ve teyzesi Dete tarafımdan büyütülür. Dete, Heidi altı yaşına geldiğinde onu dağda yaşayan Alp Amca isimli dedesinin yanına bırakır. Heidi burada Peter ve ailesiyle tanışır.

Teyzesi daha sonra Heidi'yi Frankfurta, Clara isimli kötürüm bir kıza arkadaşlık etmek üzere götürür. Heidi ve Clara çok iyi arkadaş olurlar. Heidi köyden gelip şehir hayatına alışıncaya kadar zorluk çeker, çamlar devirir, yanlışlar yapar ama zekası sayesinde bu zorlukları aşıp, kendini kabul ettirir.

Sonra Clara'yı dağa, Alp Amca'nın yanına gelmeye ikna eder. Peter Clara'yı kıskanır ve onun tekerlekli sandalyesini uçurumdan atıp kullanılmaz hale getirir. Clara sandalyesiz kalmanın da teşvikiyle yürümeye başlar, Peter kabahatini itiraf eder ve özür diler, herkes mutlu olur.

Hatırlamayanlara üç paragrafta bir özet, yada plaza diliyle "executive summary".

İşte kısa gezimizin son ayağında coğrafik olarak Heidi'ye yaklaşmaya çalışacağız.

Johanna Spyri aslen Zürihli ancak çocukluğunun önemli bir bölümünü Grisons kantonunun da başkenti olan Chur kenti civarlarında geçirmiş. Heidi romanı da bu bölgedeki Maienfeld köyünde geçer. Heidi hayali bir karekter, yani gerçekte yaşamamış, o yüzden doğduğu ev, büyüdüğü mahalle gibi noktalar bulunmamakta.

Heidi'nin Evi
Ancak Maienfeld 1800'lerde nasılsa bu gün de öyle. İsviçreyi bilenleriniz için bu sürpriz olmasa gerek. İsviçreliler, bu köy ve çevresini Heidiland diye isimlendirmişler. Üstüne köyde bir evi romanda anlatıldığı şekilde Heidi'nin evi haline getirmişler ve buradan başlayıp Alp amcanın dağdaki kulübesine, oradan da Peter'ın keçileri otlattığı meralara kadar öyküye sadık kalarak etrafında olayların geçtiği noktaların işaretlendiği bir hiking yani yürüme patikası yapmışlar.

Bu güzelim yerleri görmemek gerçekten insanlık adına bir kayıp. Grisons kantonu ve çevresi, doğa olarak İsviçrenin ve iddamın ne kadar ileri gittiğinin tamamen farkında olarak rahatça söylüyorum, dünyanın en güzel yerlerinden biri.

Alplerin bir ressamın fırçasından çıkmışcasına bazen sivri, bazen küt zirveleri, yemyeşil çam ormanları, meraları, gölleriyle bir cennet köşesi burası.

Buralara gelmişken, Lichtenstein'a sadece yirmi kilometre uzaklıktaki Heidiland'i görmemek tabi ki olmazdı.

Bir on dakikalık araba yolculuğu bizi Heidiland'e getirdi. Maienfeld'İ geçip arabamızı Heidi Hotel'in hemen altındaki park yerine bıraktık ve bir Alpin patikasından yürüyerek Heidi köyüne yani Heididorf'a ulaştık.

🐝Mezzy🐝'cik burada Heidi ve Peter'ın evlerini gördü, yapma ineklere bindi, Alplerin çayırlarında koştu. İki saatlik yürüme için hala çok küçük sevgili kızım, o yüzden bütün patikayı tamamlayıp, Alp Amcanın dağdaki kulübesini görmek bir kaç sene sonrasına kaldı.

İşte size yarısı yolda geçmiş hızlı bir iki günün öyküsü.

Sevgi ile kalın.

31 Mart 2017 Cuma

Nisan 1

Sizlere Almanya'nın Bavyera eyaletinde, Münih'in yakınlarımdaki bir şatodan bahsetmek istiyorum sevgili arkadaşlar.

Bu şatonun ismi Neuschwanstein. Noy-şvan-ştayn şeklinde okunuyor. İsviçrede yeni anlamına gelen "Neu" bazen "Nöy" diye de söyleniyor. İngilizce ile bağlantı kurmak isterseniz Neu, New yani az önce söylediğimiz gibi yeni, Schwan, Swan yani kuğu, Stein ise Stone yani taş anlamına geliyor. Yeni kuğu taşı şatosu gibi bir şey sizin anlayacağınız. Swanstone aslında bir tür granit yapı malzemesiymiş. Türkçe karşılığına baktım, Kestane Taşı diyorlar ama bu yaşıma kadar ne swanstone'u, ne de kestane taşını görmüşlüğüm ya da duymuşluğum var.

Şatonun isminin etimolojisi biraz karışık sizin anlayacağınız, söylenmesi de bir o kadar zor. Bundandır ki ben artık eski sayılabilecek bir bilgisayar oyununa atıfla kısaca "Wolfenstein'ın Şatosu" demekteyim.

Neuschwanstein, on dokuzuncu yüzyılda, Bavyera kralı Ludwig Otto Friedrich Wilhelm - ki bu kadar uzun isme Almanlar bile dur demiş ve Ludwig II diye kısaltmış, tarafından ünlü Alman bestecisi Richard Wagner anısına yaptırılmış. Parasını da trink diye cebinden ödemiş, yani Bavyera halkına ödetmemiş.

Neuschwanstein yeni sayılabilecek bir şato. Kökü öyle orta çağ derebeylerine falan dayanmıyor. 1880'de tamamlanmış, yani daha dün sayılır. Ludwig bu şatoyu sadece kendisi için yaptırmış olsa da, 1886'da ölümünün ardından hemen halkım ziyaretine açılmış - parayla tabi :) O günden bu güne altmış bir milyon kişi ziyaret etmiş.

Neuschwanstein İçin dünyanın en ünlü şatosu sıfatı tartışmaya açık olabilir, ancak dünyanın en güzel şatolarından biri olduğu kesin. Her sene bir buçuk milyona yakın ziyaretçisi oluyormuş. Anlayın ne kadar namlı, şanlı ve şöhretli olduğunu.

Bir tepenin üzerinde, yeşilliklerin arasında bütün azameti ile durmakta.

Çok az bir hayal gücü desteği ile, kedinizi Nazilerin kontrolündeki, duvarlarında kırmızı gamalı haçlı bayrakların asıldığı, avlusunda ellerinde makineli tüfekleri ile dolaşan SS subaylarının gezindiği, kulelerinde nöbetçilerin projektörleriyle avluyu taradığı bir ikinci dünya savaşı dekoru içinde bulabilirsiniz.

Hayal gücünüz biraz cesaretli ise, bu şatoyu gördüğünüz andan itibaren artık nöbetçilere görünmeden, içeri girip esir babasını kurtarmaya çalışan Indiana Jones'sunuz demektir.

Neuschwanstein gibi güzelim bir şato bile güneş battıktan sonra korkunç bir hale dönüşebilir. Biraz rüzgar, biraz yağmur, üç-beş yıldırım, sonra çağırın Drakula'yı gelsin.

2000 yılında Romanya'da Drakula'nın şatosunu görecektim. O bölgeden bir arkadaş, şatonun içini, dışını bilen bir de akrabasını bulmuştu. Fırtınalı bir gecede ziyaret etmeyi planlamıştık. Ancak Polonya'da altı sene boyunca yedi tane ameliyatla sonuclanacak bir trafik kazası geçirip, bacağımı kırdım ve Drakula şatosu planlarım yattı.

Leman gölü kıyısında, bize yarım saat uzaklıkta Chillon isimli, güzelim bir şato var. Gerçekten bir içim su. Bir gören, bir daha göreyim diyor. Ancak bir güneş batsın, yemin ediyorum, korkudan polis çağırmadan yanına yaklaşamazsınız. Ya Belphegor, ya da Freddie kapıyı açıp, cart, sizi doğrayacak gibi gelir.

Korku filimlerinin vazgeçilmez dekorudur kasvetli şatolar. Vampirler, hayaletler, şeytanlar, iblisler hep şatolarda ikamet ederler. Bu doğa üstü her tarafından kötülük akan varlıklar olmasa bile, bir çok filmde şatolar, zindanlarıyla, esirleriyle, işkencelerle hep tatsız yerler şeklinde karşımıza çıkarlar.

Şimdi kendinizi şehirden uzak, küçücük bir köyün ortasına koyun. Güneş batmış, hava kasvetli. Arada bir yağmur yağıyor. Kafanızı sağa çevirince bir tepenin üzerinde, olanca azameti ile Neuschwanstein'ı, sola çevirince de Neuschwanstein'dan çok da aşağı kalmayan Hohenschwangau şatosunu görüyorsunuz. Geceyi bu köyde geçireceksiniz. Ne yaparsınız?

Sizi bilmem ama biz onuncu evlilik yıldönümümüzü kutlarız 😛

Onuncu evlilik yıldönümü takdir edersiniz ki diğer evlilik yıldönümlerine göre biraz daha önemli bir kutlamadır. Biliyorum, birçoğunuz on yıldan çok daha uzun bir süredir evlisiniz. Çok da takdire şayan bir hadise bu, ancak beni de idare edin. Her nedense güzel şeyler hayatımın hep ileri bir aşamasında karşıma çıktı. Sevgili karımla on bir yıl önce karşılaştım, sevgili kızım da daha iki yaşında bile değil.

Bu "big-ten" yıldönümü için romantik bir yat gezisi planlamıştık. Hani çocukluğumuzda bir Aşk Gemisi dizisi vardı, onun gibi işte. Malta, Mayorka, Maron, Napoli, Venedik limanlarını ziyaret edecek, geri kalan zamanı da denizde, yüzme havuzunda kokteyl içerek geçirecektik. Jelena iş değiştirdi, yeni işinde Nisan'ın ilk haftasında izin alması mümkün olmadı.

Kala kala hafta sonu kalmıştı büyük kutlama için.

Hadi Paris'e gidelim dedik, ama on beş gün sonra yine Paris'te olacaktık. Ayy, boşver dedik, Paris'e gitmeyelim (Bu noktada üzerimden vıcık vıcık hıyarlık akmakta 😛).

Prag"a gidelim dedik. İş için çok kere gitmiştim Prag'a. Avrupanın en güzel şehirlerinden biridir. Ancak her nedense Cenevre'den Prag'a uçak bileti, neredeyse Cenevre'den Miami'ye uçak bileti fiyatı kadar.

Halbuki nikahımız için 1 Nisan tarihini, gelecekteki yıldönümlerimizde uçak biletlerinin ucuz olması için özellikle seçmiştik.

1 Nisan yaw, şaka gibi bir tarih.
Jelena "Nisan Bir" deyip, nikaha gelmeyecek diye çok korkmuştum 😉 (İşin aslı 1 Nisan tarihi dahil, nikah hikayemiz başlı başına bir mini dizi konusudur. Hatta bir çok bölümünü burada yazamam bile. O yüzden yüz yüze geldiğimizde bana iki bardak şarap verin, sonra anlatayım detaylarını. Pişman olmazsınız, Cem Yılmaz'dan daha komik).

Öyle 31 Aralık ya da Temmuzun ortası falan olsa anlarım, yoğunluk yüzünden nereye giderseniz gidin, biletler üç kat, dört kat pahalıdır ama kim n'apsın 1 Nisan'da, Prag'da?

Viyana'ya gidelim dedik (Bu noktada hıyarlık bir derece daha arttı), arabayla dokuz saat. Uçakla yine bir servet...

Jelena Lichtenstein'a gidelim diye bir fikir attı ortaya. Lichtenstein, bildiğiniz gibi İsviçre içerisinde kalmış bağımsız bir prenslik. Geçerken yol üzerindeyse uğra, hatta bir on Frank ödersen pasaportuna bir Lichtenstein damgası bile basıyorlar hatıra diye, ama hepsi o. İnsan ne yapar onuncu evlilik yıldönümünde, Lichtenstein'da?

Roma? Uzak. Venedik? 🐝Mezzy🐝'nin doğum gününde oradaydık. Floransa? Mayısın sonunda gideceğiz. Cenova? Daha geçen oradaydık. Madrid? Saati uygun uçak yok (Bu noktada hıyarlık artık en son safhada) 😛

Son üç yıldır Neuschwanstein şatosunu görmeyi planlıyorduk, ancak her denememizde bir şey çıktı, gidemedik.

Hadi bari Bavyera'ya gidelim 1 Nisan için dedik. Hava durumuna baktık, yağmurlu.

Bu gün Jelena işten aradı. "Bugi, yağmur da yağsa, çığ da düşse, oteli ayırttım, Neuschwanstein'a gidiyoruz" dedi. "Bu küçük köyden daha romantik bir yer bulamazsın" diye bir de şarladı bana. Resimlere bakmış, çok sevmiş.

On sene önce Nisan Bir deyip kaçmadı nikahtan sevgili karım. Onun için boynum kıldan ince.

"Neuschwanstein it is."

Dedim.

Bu cumartesi oradayız. Drakula yemezse döndüğümüzde anlatırım size Bavyerayı.

Sevgi ile kalın.

24 Mart 2017 Cuma

Beyzbol Kartı

Şu günlerde nedense herkes karamsar, kötümser, mutsuz, huzursuz. Belki bana öyle geliyor, belki de gerçekten üzerimizde kara bulutlar geziniyor, bilinmez. Ancak gülümseyenden fazla asık yüzler, mutluluktan fazla huzursuzluk var, deyimi doğru ise "havada".

Uzay yolunu sever misiniz bilmem. Ben çok severim. Sadece benim neslimin beraber büyüdüğü The Original Series dedikleri Kirk'lü, Spock'lı ilk halini değil, Jean-Luc Picard'lı The Next Generation'ı, Voyager'ı, Deep Space Nine'ı da tutkuyla izlerim. Her sene bütün bu serileri en az bir kere "rerun" yaparım.

Gene Roddenberry isimli bir dahi yaratmış Uzay Yolu'nu. İlk bakışta insanın kulağına kurgu-bilim gibi gelse de Uzay Yolu bölümlerinin hemen hepsi olayların geçtiği kurgusal zamandan bağımsız bir biçimde günümüzün insanını, duygularını, uğraşlarını, korkularını, zevklerini büyük bir ustalıkla bize aktarır.

Borg'un yerine Sovyetleri, Cardassian'ların yerine Nazileri koyun, bir tarih dersi alırsınız. Ferengiler mahalle esnafından başkası değillerdir. Kai Winn ismi lazım değil asrın lideri, Bajoran'lar ise Hüloooğğğlar :) Şaka yapmıyorum, alın izleyin Deep Space Nine'ı, Sözcü okuyormuş gibi olursunuz.

Ama gelin politikaya dalmayalım. Zaten çoğumuzun huysuzluğunun sebebi büyük ölçüde bu politik olaylar.

Deep Space Nine, yada kısaca DS9'ın bir bölümünde Federasyon yani insanların da içinde olduğu ittifak çok zor durumdadır. Galaksinin Gamma bölümünden gelen Dominion isimli, baskıcı bir ittifak dünyanın da bulunduğu Alpha bölümünün tozunu atmaktadır, Federasyon uzay gemileri yok edilmekte, her gün binlerce Federasyonun bir tür ordusu sayılabilecek Star Fleet askerinin ölüm - yani şehadet - haberi gelmektedir. Gezegenler birer birer Dominion'ın eline geçmekte, düşman bir türlü alt edilememektedir.

DS9'un komutanı Ben Sisko moral bakımından çökmüş, sıfırın altında seyretmekte, ağızını bıçak açmamaktadır.

Oğlu Jake Sisko, babasının bu haline çok üzülür. Onu neşelendirmek için ne yapayım diye düşünmeye başlar. O sırada DS9'da bir açık artırma vardır. Satılan malzemelerden biri ise üzerinde Amerikalı ünlü bir baseball oyuncusu Willie Mays'ın resminin bulunduğu bir koleksiyon kartıdır.

Baba Sisko tam bir baseball delisidir (Kim değildir ki? Baseball dünyanın en zevkli (!) ve en heyecanlı (!) oyunudur. Elli yaşıma geldim hala bir bok anlamam, nasıl oynanır, amaç nedir falan...) Neyse. Jake bu kartı satın alıp babasının neşesini yerine getirmek için ona vermeyi planlar.

Eh, doğal olarak işler karışır ve zevkle izleyeceğiniz bir kırk beş dakika sonunda Jake kartı babasına verir.

Sisko, kartı alır ve gülümseyerek, "Hala Dominion büyük bir tehdit, hala insanlar ölüyor ama - karta bakar ve - hayat şimdi biraz daha güzel!" der.

Sevgili kızım Melissa daha doğmadan ona bir email hesabı açtım ve hemen her gün ona bir email gönderdim. Onu nasıl heyecanla beklediğimi, beklerken neler hissettiğimi bilsin istedim.

Melissa doğduktan sonra bu maillere biraz ara verdim. Artık kendisi etrafta olduğu için onla konuşmak daha kolay olmuştu. Anılar için de bol bol çektiğim fotoğraflar emaillere göre daha etkiliydi.

Ancak geçenlerde ona bir email yolladım.

Ona daha yaşamına yeni başladığını söyledim.

Bu uzun yolda insanların onu kıracağını, üzeceğini anlattım. Arkadaşım dedikleri insanların onu kıskanacaklarını, ilk fırsatta ona zarar vereceklerini, sevgi ile bağlandığı insanların onu hayal kırıklığına uğratacağını söyledim.

Özellikle bu yazıyı okuyan yaşıtlarıma bu söylediklerimin doğru olduğunu anlatmama gerek yok herhalde. Elli küsür yaşımızda, hayat genelevinde kaşarlanmış birer fahişeyiz hepimiz.

İyi gününde yanından ayrılmayan, ilk düşüşte ortadan kaybolan sözde dostlar, size sizi sevdiğini söyleyip sonra başkasıyla sizi pipi gibi ortada bırakan sözde sevgililer, karılar, kocalar, sizin yanınızda, size destek olacaklarını söyleyip, beş kuruşluk menfaati görünce sizi tuvaletin deliğine sokup çıkaran iş arkadaşları hiçbirinize yabancı değillerdir.

Bu insanlar size ne kadar yakın olurlarsa, o kadar fazla incitirler. Ne kadar küçük, ne kadar seviyesiz, ne kadar ucuz olurlarsa (ki burada bu insanların eğitim düzeylerini, kazandıkları parayı ya da hayatlarının kalitesini kast etmiyorum), size verdikleri zarar ya da hüzün o kadar ucuz, o kadar düşük kaliteli olur.

Kıskançlık, seviyesizlik ve sevgisizlik, takdir, asalet ve sevgiye göre edinilmesi çok daha kolay kalitelerdir. Bundan dolayıdır ki etrafınızda iyi insanlardan ziyade böyle seviyesizleri görürsünüz.

İşte yazdığım emailde bunları biraz yumuşatarak anlattım sevgili kızıma.

Sonra da dedim ki, "...madem hayat bu kadar kötü, sen de bu kadar mutsuzsun, niye beni dünyaya getirdin diye sorarsan, bir gün sen de kendi Melissa'nı kucağına aldığımda, ona sarılıp öptüğünde hayatın niye yaşamaya değer olduğunu anlarsın."

Sevgili kızım bir nevi baseball kartım oldu benim.

Amacım size ucuz Türk filmi geyiği yapmak değil. Aç değiliz, açıkta değiliz. İyi kötü bir hayatımız var. Ancak bunlardan misli ile önemlisi dünyanın en iyi, en güzel, en samimi iki insan var hayatımda.

Kısacası bu kadarı fazla diyecek kadar mutluyum.

Yazının başında değindiğim mutsuz havaya bir daha bakalım.

Hayat kötülüklerle, mutsuzluklarla, seviyesizlikle dolu, eyvallah.

Ancak bu kötülük içinde, bir yerlerde, herkesin birer baseball kartı saklı.

Tavsiyem bu kartı aramak, bu mutsuzluk dolu hayatta mutluluğu bulmak. Mutluluk da işte, parada, evde, arabada değil, hiç düşünmediğiniz bir yerde, bir zamanda karşınıza çıkıyor.

Hayat yaşamaya değer.
Bu yazı çok fazla melodramatik oldu farkındayım ama arada bir de melodrama gerekiyor işte :)

Şarabı içip, hüzünlendi, bunları yazdı diye düşünenlere de hayır diyorum, bu haftanın şarabını henüz açmadım. Bir kaç saati daha var 🍷😛

İşte böyle.

Herkese iyi bir hafta sonu olsun. Mutlulukla kalın.

10 Mart 2017 Cuma

Bordeaux ve Şarap

Sevgili arkadaşlar, herşey iyi giderse birkaç saat içinde Fransada olacağım ve orada takriben yarım saat geçirip geri eve döneceğim.

Süresi kısa olsa da çok heyecan verici bir gezi olacak bu, çünkü şimdiye kadar içtiğim belki de en çok hoşuma giden şaraplardan birini almak için gidiyorum Fransaya.

Şarabın ismi Chateau La Serre. Fransanın, belki de dünyanın en ünlü şarap bölgesi olan Bordeaux'da şarap üreten yedi bin dört yüz küsür şatodan biri. Gözümü diktiğim yılı ise 2000, yani on yedi yıl önce hasatlanmış üzümlerden yapılmış bir şarap.

Birkaç gün önce denemek için iki şişe almıştım. Sonuçta şarap mükemmel çıktı. Başka hiçbir şarap denemeden hayatımın sonuna kadar bu şarabı içebilirim.

İşte bu vesile ile sizle biraz şarap geyiği yapalım istedim.

Şarabın batı kültüründe çok önemli bir yeri vardır.

Tarih boyunca tüm diğer alkollü içkileri gibi iki tane önemli kullanım alanı olmuştur. Bunlardan birincisi, fakir ve mutsuz halkın "Yaa bu kral niye bizim bütün paramızı alıyor" benzeri lüzumsuz sorular sormasını engelleyip keyfini artırmak, ikincisi ise ordudaki askerlerin savaşmasını sağlamak. Bir insanı büyük olasılıkla bağırsaklarının deşilip acılar içinde öleceğini bile bile savaşa göndermek kolay değildir. O yüzden Tarih boyunca şarap çok kullanışlı bir emtea olmuştur.

Neyse ki günümüzde TV ve Sosyal Medya şarabın bu tarihi rolünü üstlenmiş, şarap eski misyonunu bırakıp, bir zevk objesi haline dönüşmüştür.

Şarabın Hristiyan dünyasında dinsel bir önemi de vardır.

İnanışa göre Hz, İsa, havarileriyle birlikte yediği ölümünden önceki son yemeğinde şarap için "Bu benim kanımdır" demiş. Bu yüzden Katoliklerin Pazar ayinlerinde hala bir tür şarap ve ekmek - ki Hz. isa ekmek için de "Bu benim etimdir" demiş, dağıtılır.

Olmaz olmaz ya şimdi Şarap Hıristiyan içkisi ben içmem diyeniniz olursa, aynı bakış açısıyla ekmek de yememeniz gerektiğini bir hatırlatayım. Şarap ise Hristiyanlıktan çok çok önce de vardı. Yani çok fazla dini anlam yüklemeyin derim. Neyse, herkesin kendi bileceği iş.

Bordeaux'lulara şarap yapmayı ise Romalılar öğretmiş. Yani dünyaca ünlü Fransız şarapları aslen İtalyan kökenli sayılabilir. Aynı şekilde unutmayalım ki, dünyaca ünlü İtalyan makarnasını da Marko Polo Çin'den getirmiş. Kısaca şarabı Fransızlardan alıp İtalyanlara verirsek, lazanyayı da İtalyanlardan alıp Çinlilere vermemiz gerekir. Biz de aynı şekilde Musakka'yı Yunanlılardan alıp, onlara da cacığı geri veririz artık.

Şarabın çok kısa tarihçesi böyle arkadaşlar. Artık Bordeaux şaraplarına odaklanabiliriz.

Bordeaux, Fransanın güney batısında, Atlantik okyanusunun dibinde bir bölge. Bu bölgenin ortasında ise güney-doğudan kuzey batıya doğru akıp Atlantik Okyanusuna dökülen iki nehir var. Alttakinin adı Garonne (Garon), üsttekinin ise Dordogne (Dordon). Bu iki nehir birleşip Gironde (Jirond) ismini alır ve bir su yolu halinde okyanusa doğru bir süre daha akar. Bordeaux bölgesinin başkenti Bordeaux şehri, Garonne nehrinin Dordogne nehriyle birleştiği noktanın biraz güneyinde, Garonne nehri üzerinde yer alır.

Bu nehir sistemi Bordeaux şaraplarının alt türleri bakımından çok önemlidir.

Garonne nehrinin ve Gironde su yolunun batısındaki bölgeye Rive Gauche, yani Sol Kıyı, Dordogne nehri ve Gironde su yolunun doğusundaki bölgeye ise Rive Droite, yani Sağ Kıyı derler. Garonne ve Dordogne'un birleşene kadar arasında kalan bölgeye ise coğrafik olarak yanlış olsa da, iki deniz arası anlamına gelen Entre-Deux-Mers ismini vermiş Fransızlar.

Sol kıyı yine kendi arasında iki bölgeye ayrılıyor. Bordeaux kentinin güney doğusunda kalan alana Graves, kuzey batısına doğru uzayan alana da Medoc derler.

İnanın, size hıyarlık olsun diye coğrafya dersi vermek için bunca şeyi anlatmıyorum. Fransız şarapları için yapıldıkları bölge yani orijinleri belki de en önemli ayrıcı özellikleridir. Bundan dolayı AB anayasasında bile hangi şarap neredeki bölgeden gelmiş yazılıdır.

Gerçekten de üzümün yetiştiği bölgenin jeolojik ve coğrafi koşulları o şarabın "kişiliği" üzerinde çok önemli bir rol oynar. Öyle olmasaydı Bordeaux'da yetişen üzümleri Nevşehirde de eker, aynı yöntemle şişeler ve Bordeaux şarabı ayarında bir şarap elde ederdik.

Fransızlar bütün bu çevresel özelliklere Terroir derler.

Terroir sözcüğü kök olarak toprak demek olsa da, kast edilen sadece toprağın cinsi, kimyasal bileşimi, asiditesi vesaire değil, ek olarak üzüm bağlarının ne kadar güneş yağmur, vesaire aldığı, mevsimlerin uzunluğu, sulama içen kullanılan suyun özellikleri, tepelerin eğimleri falandır.

Bir şarabın ya da o şarabın yapıldığı üzümlerin deyimi yerindeyse "terroir" 'ı bu kadar önemli olunca Fransız şaraplarının (ve peynirlerinin, ve baharatlarının vesaire) hangi bölgeden geldiğini garantilemek için AOC, yani Appellation d'origine contrôlé, ya da kısaca Appellation isimli bir kontrol sistemi kurulmuştur. Bu Appellation sistemi, Bordeaux şaraplarında, ek olarak bir de şarabın yapıldığı şatoyu belirler.

Appellation sistemi sayesinde mesela bir şarap üreticisi ucuz diye üzümü Zambiya'dan ithal edip, Bordeaux şarabın içine koyamaz - en azından öyle olduğunu umuyoruz.

İşte Bordeaux da tam elli dört tane Appellation'a tabi şarap bölgesi var.

Üzümlerin kaynağını belirledik. Şimdi cinslerine bakalım.

Bordeaux şarapları her zaman birer harmandırlar. Yani birden fazla üzüm türü kullanarak yapılırlar. Sol kıyı bölgesinin şarapları kaba bir hesapla %70 Cabernet-Sauvignon, %15 Cabernet-Franc ve %15 Merlot türü üzümlerden yapılır.

Bu bir tesadüf değildir. Özellikle Medoc bölgesi tam bir Cabernet-Sauvignon cennetidir. Bir ziraat mühendisi ya da "üzümolog" değilim, o yüzden size Cabernet-Sauvignon'un bütün tarımsal karekteristiklerini ya da sevdiği toprak türlerinin bilimsel adlarını burada yazamayacağım, ancak bu işi bilenler bu bölgenin çakıllı toprağının Sauvignon için mükemmel olduğunu söylüyorlar. Zaten yine sol yakada, Medoc bölgesinin hemen güneyinde kalan Graves, İngilizcede 'gravel' yani 'çakıl' ya da 'mıcır' demek.

Cabernet-Sauvignon Kırmızı bir üzüm türü. Üzümleri normalden küçük ve kalın kabuklu bir tür. Bu sebeple bir kilo Cabernet-Sauvignon'da mesela bir kilo Merlot'ya göre çok daha fazla kabuk oluyor.

Daha fazla kabuk şarapta daha fazla tanın, asit ve yoğunluk.(body kelimesini çevirmeye çalıştım) anlamına geliyor.

Cabernet-Sauvignon Ağırlıklı şaraplar bu yüzden koyu renkli, az tatlı - naneye benzer bir armoalı, biraz da sert olurlar.

Cabernet-Sauvignon Ağırlıklı şarapların bir güzelliği de asidik doğaları yüzünden daha güzel yıllanabilmeleri. Ama bu bir avantaj mı, yoksa bir handikap mı tartışılır. Bunun nedeni. genç Cabernet-Sauvignon şarapların biraz zor içilebilir, doğru düzgün yıllanmış olanların da biraz pahalı olması.

Düşünün, o kabukların hepsinin fermente olması zaman alıyor tabi.

Ancak güzel yıllanmış bir Cabernet gerçekten mükemmel bir şarap olur. Koyu kırmızı, kan gibi, çok özel bir tadı vardır.

Sol kıyı Bordeaux şaraplarına ek olarak Şili ve Napa şarapları da bol bol Cabernet-Sauvignon içerir.

Napa şaraplarının iyisi çok güzel oluyor ancak şarap kültürünün biraz geç gelmesi yüzünden Amerikada oturmuş bir şarap üretim geleneği yok. Durum böyle olunca, arada bir çok kötü bir Kaliforniya şarabına denk gelmeniz de mümkün. Kötüsü de öksürük şurubu gibi oluyor malesef.

Ben Şili şaraplarını çok daha fazla seviyorum. Hem ucuz, hem de çok güzeller. Ancak bu güzel şarap kavramı çok kişisel bir şey. İlerde bu konuya geri döneceğiz. Şimdilik Bordeaux ile devam edelim.

En ünlü ve pahalı Bordeaux şarapları Medoc bölgesinden çıkarlar. Margaux, Pauillac, Saint-Julien, Saint-Estephe gibi seksi appellation'lar hep bu bölgededir.

Sağ kıyıda ise durum tam tersidir. Burada tipik bir üzüm harmanı %70 Merlot, %15 Cabernet-Franc ve sadece %15 Cabernet-Sauvignon içerir. Çünkü nehrin bu tarafında toprak killi bir yapıya sahiptir ve Merlot tipi üzüm yetiştirmeye çok uygundur.

Merlot'yu en kısa yoldan meyve aromalı diye tarif edebiliriz. Yine kırmızı (aslında koyu mavi), ancak Cabernet-Sauvignon'a göre daha iri, yani az kabuklu, çok üzümlü bir üzümdür. Şaraba daha az yoğun, açık kırmızı bir renk verir. Hem tanini, hem de asidi azdır. Bu yüzden tatlı ve rahat bir içimi olur. 

Merlot, Cabernet'ye göre daha kısa yıllanabiliyor, çok yıllanınca da tadı kaçıyor.

Cabernet-Franc ise bu iki farklı çeşit üzümün bir ortalaması gibidir. Ne çok meyveli, ne çok baharatlı, ne çok yoğun, ne az yoğun, ne çok asidik, ne az.

Böylece arada sadece bir nehir olmasına rağmen bu iki yakanın şarapları çok farklı tadlara sahip olabiliyor.

Sağ yakanın en ünlü appellation'larından biri Saint-Emillion'dur. Bu kentin kendisi de şarapları kadar harikulade bir yerdir, yolunuz düşerse mutlaka görün arkadaşlar. Aslında tüm Bordeaux bölgesi şatolarıyla peri masalı gibi bir yer. Ancak arabasız gitmeyin, giderseniz de bir araba kiralayıp gezin bu cennet köşesini.

Konumuza dönelim.

Üzümlerimizi de bulduğumuza göre, artık şarap yapmaya başlayabiliriz.

Bin yıllardır şarap yapılan bu bölgede şarap imalatı, günümüzde bile çok fazla değişmemiş.

Biz Bordeaux'dayken Cabernet hala bağlardaydı, ancak Merlot'nun hasadı başlamıştı. Saint-Emillion'da sırtlarında küfeleri, yüzlerce çalışan elleriyle asmalardan üzüm topluyordu.

Bordeaux'da şaraplar geleneksel olarak şatolarda yapılır.

Yine çok genel hatlarıyla bu toplanan üzümler ayrılıp sınıflandıktan sonra sıkılıp suları alınır. Bu sıkılma işlemi günümüzde preslerle yapılsa da hala bazı geleneksel şatolarda insanların ayaklarıyla ezdikleri söyleniyor.

Üzüm suyu, çok, çok genel konuşursak, çelik kazanlarda fermentasyona bırakılır, sonrada meşe fıçılarda bir yıl kadar yıllandırılır, daha sonra da şişelenir.

Bordeaux şarabının şişeleri koyu yeşil renkli, düz, silindirik ve en ucunda bir anda incelerek ağızı oluştururlar. Bölgedeki bütün şişelerin biçimleri, hatta çoğunluğunun etiketlerinin tarzları bile aynıdır.

Değişik üzümlerin harmanlanması ise üzümlerin sıkılmasından, şişelere dolması arasında bir yerlerde gerçekleşir.

Zaten dananın kuyruğu bu şarap yapımı esnasında kopar. O yılın hasadının karakteristiğine göre şarap üreticileri Cabernet-Sauvignon, Merlot ve Cabernet-Franc'ın karışım oranlarını belirler. Merlot çok meyve tadı vermişse Merlot'yu azaltıp Franc'ı artırır, asiditesi azsa Sauvignon ekler falan.

Özellikle sol kıyıdaki üreticiler bu üç üzüme ek olarak çok düşük oranlarda da olsa aromayı hafifçe değiştirecek Petit Verdot, Malbec gabi başka cins üzümler kullanırlar.

Kimi biraz daha üzüm çöpü katar, kimi farklı yaşlarda meşe fıçı kullanır, böylece de tanin seviyesini değiştirir. Kimi Cabernet ve Merlot'yu farklı sürelerde fıçılarda tutar, sonra harmanlar, kimi önce harmanlar, sonra fıçılara koyar.

Sözün kısası, her üretici yoğurdu farklı biçimde yer, ancak sonunda tüm dünyanın hayranlıkla içtiği sırrı binlerce yıllık geleneğinde saklı bu mükemmel şaraplar çıkar ortaya.

Şarapların farklılıklarını anlamaya çalışırken terroir'den başladık, üzüm çeşitlerinden devam ettik, şarap imalinin inceliklerinde bitirdik.

Ancak son bir özellik var ki bu şarapları birbirinden ciddi biçimde ayırır. İngilizcesiyle vintage, yani hasat yılı.

Üzüm bir zirai üründür arkadaşlar. Bir yıl boyunca tabiat anaya emanettir ve etrafındaki her şey onun kuru bir dal parçasından salkım salkım oluşuna kadarki süreci etkiler. Yağmur miktarı, don sayısı, bunların sıklıkları, suyun kimyası, toprağın o yılki durumu, hatta yer altındaki volkanik hareketlilik bile üzümün gelişimini etkiler.

İşte bu yüzden hiç bir yılın hasadı diğerine benzemez. Aynı toprakta, aynı bağda, bazı yıllar şarap için çok uygun, bazı yıllar da felaket kötü üzüm yetişir.

Kısacası her şişe şarap farklıdır, kendine özeldir.

Peki, bunlardan hangisi daha iyi şaraptır? Sağ yaka mı, sol yaka mı? Hiç değinmemiş olsak da Entre-Deux-Mers şarapları mı (bu bölge beyaz şaraplarıyla öne çıkar o yüzden ne şimdiye kadar ilgilendim, ne de bilirim).

Merlot mu iyidir, Cabernet-Sauvignon mu? Margaux mu güzeldir, Saint-Jülien mi?

Kötü haberi sona sakladım. Yukarıdaki soruların doğru cevabı yok. Çok isterseniz, size bir Bob Dylan şarkısıyla cevap verebilirim.

"The answer is blowing in the wind..."

Terroir, asidite, tanin miktarı, body, yoğunluk, meyve aroması, rengi, bölgesi, yılı bir şaraptan aşağı yukarı ne bekleyebileceğinizi söylese de, bunların hiçbiri bir şarabı güzel yapmaz.

En güzel şarap bence içerken en çok zevk aldığınız şaraptır.

Dört sene boyunca şişesi üç frank olan (burada bir Starbucks kahve yedi frank) bir İspanyol şarabını zevkle içtim. Aldi mağazası ithalini durdurunca başka şaraplara dönmek zorunda kaldım.

Yine fiyatı saçmalık seviyesinde ucuz bir Şili şarabını yolum düştükçe alır, zevkle içerim. Bu şarabın mantarı bile yok. Vidalı, teneke bir kapağı var.

Diyeceğim o ki, fiyatı bir şarabı güzel kılmıyor.

O zaman güzelliğini garantilemek için Bordeaux, Burgundy gibi ünlü Fransız şaraplarını içelim desek, içerken tarifsiz zevk aldığım Egri Bikaver isimli bir Macar, Vranac isimli bir Karadağ, Dingac isimli bir Hırvat, isimlerini hatırlamadığım Yunan, İspanyol, Avusturalya, Güney Afrika ve Çek şaraplarını nereye koyayım?

İşte bundandır, maceracı ruhunuzu kaybetmeyin ve ünlü şarapları değil, sevdiğiniz şarapları için.

Bana hangi üzümü tercih edersin diye sorsanız Pinot-Noir derim, gel gör ki Bordeaux şaraplarının içinde bir gram bile yoktur. O zaman niye Bordeaux içiyorum?

Bordeaux şaraplarında bulunan bir üzümü tercih etmek zorunda kalsam Merlot derim ama Medoc'tan o kadar güzel şaraplar içtim ki (buraya kadar okuyan herkes Medoc'un %70 Cabernet olduğunu biliyor, değil mi? 😛), bu kriter de işlemez hale geliyor.

Yazının başında almaya gideceğim şarap bir Saint-Emillion. On yedi yaşında ama yine yukarda sağ yaka çok iyi yaşlanmaz dedik 😍.

Önce etiketine baktım, AOC logosunu gördüm. İçim rahatlamıştı, şarap sahte değildi.

Ben de ne yapayım, önce haritada şatonun yerini buldum. Forumlardan hangi yüzdeyle üzümlerini harmanladıklarına baktım, toprak analiz raporunu internetten indirip okudum, 2000 yılı iyi bir vintage mi diye araştırdım ve sonunda bu şarabın umut vaad ettiğine kanaat getirdim.

Arabaya atladım, mistik bir şatonun mahzenindeki bu şarapçıya gittim. Satıcı geri planda Joe Dassin eşliğinde bana bir kadehi tatmam için doldurdu, şarabı farklı peynirlerle denemem için bir de peynir tabağı getirdi.

Bir yarım saat peynir eşliğinde bu şarabı yudum yudum içtikten sonra kararımı verdim.

Bu şarap güzel bir şaraptı.

Bir kasa sipariş ettim ve eve döndüm.

Nasıl aristokratik geliyor kulağa, değil mi?

İşin aslı, bu şarabı mistik bir şatonun mahzeninde değil Divonne kentindeki hangar gibi bir Carefour mağazasının ucuzluk reyonunda buldum.

Şarap mağazaları çok klasi yerler olsa da şarap alınacak son yerlerdir. Unutmayın, uzman bir mahzenden de alsanız, Carefour'dan da alsanız, şişenin içindeki aynı şarap. Sadece Carefour'da çok daha az ödersiniz.

İsviçre ama özellikle Fransa'da devamlı bakarsanız, ucuzluğa girmiş çok kaliteli şarapları yakalayabilirsiniz. Bu şarabın ucuzluğa girmesinin nedeni de biraz uzun süre yıllanması ve artık yokuş aşağı dedikleri tadını kaybetme aşamasına gelmesi. Yoksa bu şarabın bir şişesi elli yurodan aşağı bulunmaz, restoranda ise yüz yurodan aşağı ödemezsiniz (ben kaç para verdim söylemeyeceğim, bu yazıyı okuyanlardan birinizi ağırlarsam o şarabı ikram ettiğimde yeterli etkiyi yaratamayabilirim 😛).

Şarabın seceresi, toprak analiz raporları, harman oranlarını hatmetmek yerine bir şişe alıp eve gittim ve açıp içtim. Başta dediğim gibi, hayatımın geri kalanında sadece bu şarabı içebilirim.

Bu arada bu yazıyı mağazaya ikinci kez gittikten sonra yazıyorum.

İlk geldiğimizde koca bir palet vardı, iki gün sonra sadece bir sıra şişe kalmıştı. Hemen kalan şişeleri çantaya doldurmaya başladım, arkamdan bir kadın uzanıp bir şişe aldı, dönüp ona ters ters baktım. Ganimeti toplayıp eve döndüm.

İşte böyle arkadaşlar.

Gönül isterdi ki bunca zırvadan sonra size şu bölge iyidir, bu üzüm kötüdür diyebilmiş olayım.

Ne yazık ki benim standartlarımda böyle bir kriter bulunmuyor.

Ancak bir kriter var ki sadece o, bir şarabı kesin anlamda güzel yapabiliyor.

O da şarabı kiminle içtiğiniz.

Eğer doğru insanla beraberseniz Hitit Öküzgözü bile bir Margaux'dan daha güzel, daha lezzetli, daha tatlı olacaktır.

Sevgi ile kalın.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...