31 Mart 2016 Perşembe

Oğlancılık

Herkes öyle bir havaya girdi ki, sanki ilk defa oğlan çocuklarına tecavüz ediyorlar.

Osmanlı tarihidir bu oğlancılık işi.

Lafım gay'lere değil ha, doğru anlaşılsın. Bir erkek midesi kaldırıyorsa, rızasıyla başka bir erkekle ne yaparsa yapsın, umurumda değil - ha, bir de bana çok yaklaşmasın tabi.

Lafım, ufacık çocuklara zorla sarkan şerefsizlere...

Yine herkes İslama kaydırıyor bu işi. O da yanlış bana sorarsanız.

Katolik kilisesinin en büyük sorunudur bu, papazların oğlanlara sarkması.

Çünkü sorun İslam, İsevilik falan değil, muhafazakarlıktır.

Katolik papazlar evlenemez. Seks, meks günahtır.

Bizde de çocuk kazık kadar adam olur, hala seks yok.

Açlık kadar güçlü ve temel bir duygu işte bu seks.

Sonra ne yapsın, kimi koyunlara, keçilere, kimi de oğlan çocuklarına.

Muhafazakarlık illetinin yasakladığı bu işler, hadi adını koyalım, heteroseksüel ilişkisizlik yüzünden akıl sağlığını kaybeder insanlar.

Sağlıklı düşünemez, ilmi, bilmi, sanatı bırakır, aklında bir tek karı kalır benim kavruk muhafazakarımın.

Kadını da aynı. Türk kadını genelde kibirlidir, sinirlidir, temizlik hastasıdır, kaprislidir. Hep bu muhafazakarlık yüzünden bana sorarsanız.

Çok genelleme yapmış olmayayım ama insan da insan işte.

Seks günah, kadını kapa, evlenmeyi yasakla, işte böyle manyaklar yaratırsınız.

İ.lik, oğlancılık, ensest, çocuk evlilikleri, akraba evlilikleri falan hep muhafazakar topluluklarda yaygındır.

Başladığımız yere dönersek, aaa, çocuklara tecavüz etmişler diye şaşırmayın.

Hep ediyorlardı.

Sadece bugün tivitır, mivitır var da oradan duyuyoruz, yoksa...

22 Mart 2016 Salı

Bedlam in Belgium!

Belçika hükümeti hemen medyaya yayın yasağı koydu. Tivitırı kapadı. Hükümet saldırıyı şiddetle kınadı, suçluların derhal adalete teslim edileceğini söyledi.

Muhafazakar Belçikalılar Ya Jesus, Ya Maria, God is King diye bağırarak ellerinde sopalarla yakaladıkları müslümanları dövmeye başladılar.

İsminin açıklanmasını istemeyen bir hükümet yetkilisi, olayların Belçikanın büyümesini kıskanan Hollandanın işi olduğunu söyledi.

Belçikalı aydınlar olayı derhal ABD'nin emperyalist politikalarına bağladılar. Halkların özgürlüğü için emperyalist güçlerin ellerini Belçikanın emekçilerinin üzerinden çekmesi gerektiğini, sol ellerini kaldırarak protesto ettiler.

Bir başka gurup, pekaka türkiyeyi bölecek diye gösteri yaptı. Sonradan bunların Belçikada tatil yaptıklarını unutup kendilerini olaya kaptıran türk aydınları olduğu ortaya çıktı. Bu gurup, Belçikada oldukları hatırlatılsa da viyaklamaya devam etti.

Belçika cumhurbaşkanı, terör yüzünden asıl konunun dağılmasına sinirlenip, derhal başkanlık tartışılmasına geri dönülmesini istedi.

Eyyy Avrupa, benim başkanlığıma engel olamayacaksın diye bir beyanat verdi.

Başbakan, hemen bir açıklama yapıp, suçlunun Belçika çikolatalarını kıskanan İsviçre hükümetinin finanse ettiği, radikal bir gurup olduğunu, intahar bombacısının kendisini patlattıktan sonra derhal kıskıvrak yakalandığını söyledi.

Daha sonra İsviçrellilerin olayla ilgisi olmadığı anlaşıldı. Başbakan hemen konuyu değiştirip, Belçikanın tez zamanda komşu Hollandadaki Emevi katedralinde ayin yapacağını buyurdu.

Hükümetin bedava patates kızartması dağıttığı Belçika halkı, yine hükümetin dağıttığı haçlarını öpüp, mutlu biçimde hayatlarına devam etti.

13 Şubat 2016 Cumartesi

Yerçekimi Dalgaları

Sevgili arkadaşlar, son iki gündür bilim dünyası ayakta, herkes işi gücü bırakmış, büyük bir heyecanla aynı şeyi konuşmakta.

Konu yerçekimi dalgaları.

Yerçekimi dalgaları sonunda gözlenebildi.

Dünyanın bildiğimiz kadarıyla en zeki insanı Albert Einstein'ın (Aynştayn) yüz yıl önceki öngörüsünün gerçek olduğunu anlamış olduk ve bir kere daha bu dahinin önünde şapkamızı çıkarıp onu selamladık.

Size dilimin döndüğünce neyi selamladık, niye selamladık, anlatayım istedim arkadaşlar.

Bilim insanları on küsür bin yıldır etraflarında gözlemledikleri olayları açıklamaya çalışmaktadırlar. Günümüzde teorik fizik diye kısaltabileceğimiz bu herşeyi açıklama fenomeni aslında gelmiş geçmiş en bilimsel sallama işidir.

Teorik fizikçiler, aynı boğaza karşı ellerinde pipo ve viskileri ile oturdukları yerden memleketi kurtaran aydınlarımız misali, dünya yuvarlaktır çünkü..., kutuplar soğuktur çünkü... diye ahkam kesen bilim insanlarıdır.

Teorik fizikçilerin başarılarının ölçütü, çoğunlukla kehanetlerinin sonradan yapılan gözlemlerle ters "düşmemesi", yani yanlışlıklarının ispatlanmamasıdır. Yoksa söyledikleri zaten o anki gözlemlerle uyuşmaktadır.

Empedocles (Empedoklis) isimli, zamanında filozof denilse de, bu günkü tanımıyla tam bir teorik fizikçi olan Yunanlı bilim adamı, milattan önce 400 yıllarında, gözlenebilen evrendeki herşey su, hava, toprak ve ateşten oluşmuştur diye sallamıştı. Aristotales (Aristo) bu dört temel elemente bir de Aether'ı (Eter, Güneş, Ay ve yıldızlar gibi o zaman ulvi sayılan cisimleri oluşturan madde) eklemiş, kendi çapında bir varoluş teorisi oluşturmuştu.

Şu an bize komik gelse de, bu teori zamanının gözlemlerine aykırı değildi ve iyi kötü etrafta olan biteni açıklayabiliyordu.

Sonrasında su, hava ve toprağın farklı elementlerden oluşmuş maddeler, ateşin de kimyasal bir fenomen olduğu anlaşıldı ve bu teori tamamen çöpe gitti.

Gelişen gözlem yöntemleri ve ilerleyen matematik sayesinde teorik fizikçiler, maddelerin temel elementler yani atomlardan oluştuğunu salladı.

Bu teoriye göre bir elementi sonsuza kadar ikiye ayırdığınızda, her iki parça da aynı özellikleri taşıyan, aynı element olacaktı.

Bu teori gözlemlere ters düşmüyor ve kendi çapında olan biteni açıklayabiliyordu. Ancak sonunda bir teoriydi, çünkü kimse gözleriyle bir atomu görmemiş, sonsuza kadar bir maddeyi ikiyle ayırmamıştı.

Sonra atomların da, elektron, proton ve nötron gibi daha küçük parçacıklardan oluştuğu ortaya çıktı ve bu teori de çöpe gitti.

Atomik teori, yani nötron, proton ve elektronları temel parçacık sayan teori de proton ve nötronların quark isimli daha küçük parçacıklardan oluştuğu ortaya çıkınca çöpe gitti.

İşte böyle. Teorik fizik ve fizikçilerin kaderlerini özetlersek, birileri doğal bir fenomeni açıklamak için bilimin o anki gerçeklerine ters düşmeyen bir önermeyi ortaya atıyor, zamanla bilim ilerleyip, gözlemlerin hassaslığı arttıkça bu teorinin yanlışlığı ortaya çıkıyor ve yeni gözlemler ışığında başka bir teorik fizikçi yeni bir teori ortaya atıp sallamaya devam ediyor.

Einstein işte burada fark yaratıyor.

Adam ne salladıysa doğru çıkıyor. Şimdiye kadar daha yanılmadı. Kendisinin bile yanlış zannedip, hayatımın en büyük aptallığı dediği teorisi bile bugün kara enerji adıyla doğrulanmaya başladı.

İşte bu yerçekimi dalgaları da Einstein'ın ciddi sonuçları olan bir önermesi.

Ciddi sonuçlarını anlatmadan önce bu dalgaların ne olduğuna bir bakalım.

Kütlesi, yani maddesi olan herşey birbirini çeker. Buna yerçekimi diyoruz. Bu evrenimizin a-be-cesi gibi açık, bilinen bir olgu.

Yerçekiminin bilinmeyen tarafı ise bu çekimin nasıl gerçekleştiği.

Kuantumvari bir teoriye göre yerçekimi bir güçtür ve diğer temel güçler gibi onu taşıyan bir parçacık sayesinde iletilir.

Örneğin elektronları atomun çekirdeği etrafımda döndüren, ışığı oluşturan, kimyanın temeli ve günlük hayatımızın en önemli parçası elektro-manyetik güç foton isimli parçacıkların değişimiyle taşınır.

Benzeri biçimde yerçekimini bir güç olarak kabul eden teori, bu gücün graviton isimli parçacıklarla taşındığını varsayar. Söylemeye bile gerek yok, kimse henüz bir graviton falan görmüş değildir. Bu sadece aksi ispatlanmamış bir teorik fizik sallamasıdır.

Einstein ise yerçekiminin bir güç değil, maddesi olan cisimlerin etrafını eğip bükmesinin bir sonucu olduğunu ileri sürmüştür.

Bu noktayı tam anlamak için biraz hayal gücünüzü zorlamanız gerekecek.

Kafanızda, bir yatak çarşafını alın ve onu her tarafından gererek yerden yarım metre yükseklikte, bir odanın duvarlarına çivileyin.

Tramboline benzer bir şey çıktı ortaya değil mi?

Bu hayali dekorda, çarşaf dümdüz, pürüzsüz, gergin bir yüzey oluşturur.

Bir pinpon topunu bu gergin çarşaf üzerinde yuvarlarsak dümdüz gidecektir.

Şimdi bu çarşafın tam ortasına ağır, metal bir gülle koyalım.

Çarşaf istediği kadar gergin olsun, güllenin ağırlığı onu aşağı doğru bükecek, güllenin etrafında giderek keskinleşen ve derinleşen bir çukur oluşturacaktır. Çarşaf yırtılmasa da artık düz değil, güllenin bulunduğu merkeze yaklaştıkça daha fazla eğilmiş, bükülmüş bir haldedir.

Tam bu anda çarşaf düzken yuvarladığımız pinpon topunu yeniden yuvarlarsak, top gülleye yaklaştıkça düz gitmek yerine güllenin etrafında yolunu değiştirip dönme eğilimi gösterecektir. Başka bir değişle gülleye yaklaşmaya başlayacaktır.

Einstein genel görecelilik, yani rölativite teorisinde yerçekimini böyle tanımlar. Kaba bir benzetmeyle gülleyi güneş, pinpon topunu da dünya olarak kabul edebiliriz. Güneş çarşafı büktüğü için dünya düz gitmek yerine güneşin etrafında dönmektedir. Bunu da biz yerçekimi olarak algılamaktayız.

Burada tüm dikkatimle şimdiye kadar kaçınmayı başardığım bir soruya artık cevap vermek zorundayım.

Gülle güneş, pinpon topu dünyaysa çarşaf ne?

İşte çarşaf evreni oluşturan uzay.

Tabii ki bir madde değil, ancak bir boyut, hatta üç boyut, işin gerçeği uzunluk, genişlik ve yüksekliğe zamanı da eklersek dört boyut.

İşte madde bu dört boyutu da bükerek yerçekimini oluşturuyor. Uzunluk, genişlik ve yükseklik, maddesi olan gülle gibi bir cisime yaklaştıkça uzuyor, zaman da daha ağır geçmeye başlıyor, yani bir nevi zaman da bükülüyor.

İşin burasına çok takılmayın. Gülle/çarşaf deneyimde iki boyutlu çarşafın bükülmesini üç boyutta düşünmeye alışmış beynimizle çok rahat anladık. Dört boyutlu uzay-zamanın bükülmesini anlamak için ise beş boyutta düşünmeye alışmış bir beyine ya da Einstein olmaya ihtiyacımız var :).

Şimdi hayali çarşaf deneyimizde, güllenin, çarşafın ortasında küçük bir daire çizerek hareket ettiğini varsayalım.

Çarşafın bükülmesi güllenin hareketiyle değişecektir. Gülle hareket ettikçe, çarşafın güllenin altında kalan en derin noktasının yeri gülleyle birlikte değişecek, çarşafın üstünde deyimi uygunsa dalgalar oluşacaktır.

Ahan size yerçekimi dalgaları.

Evrende, güllenin temsil ettiği yüksek maddeli yani göreceli olarak ağır cisimler olan nötron yıldızları, kara delikler falan hareket ettikçe, uzay-zamanda çarşafın üzerinde olduğu gibi yerçekimi dalgaları oluştururlar. Eğer bu cisimler birbiri etrafında dönüyorlarsa yerçekimi dalgaları gözlemlenebilecek kadar yoğun olurlar.

İşte iki gün önce tespit edilen de birkaç milyon yıl önce birbirlerinin etrafında dönüp sonrasında çarpışan iki kara deliğin ortaya çıkardığı yerçekimi dalgaları. Aradan geçen birkaç milyon yılın nedeni ise yerçekimi dalgalarının bile en çok ışık hızında hareket edebilmeleri. Galaksiler arasındaki mesafeyi anca kat edip bize ulaşabilmişler. Evrende bildiğimiz hiç birşey ışıktan hızlı gidemiyor arkadaşlar...

Olayın özüne dönersek, yerçekimi dalgalarının gözlemlenmesinin önemi sadece ve sadece yerçekiminin Einstein'ın dediği gibi maddenin uzayı bükmesi lehine önemli bir kanıt olması, yoksa bu dalgaların kendilerinin fazlaca bir önemi yok.

Einstein'ın haklı çıkmasının nasıl bir sonucu var derseniz, burası önemli işte.

Eğer uzay bükülebiliyorsa, örneğin uzaktaki yıldızlara ulaşmak için ışık hızının empoze ettiği limiti aşabiliriz. Işık hızından yavaş yolculuk etsek de aradaki uzayı bükerek mesafeyi kısaltabilir, kısa zamanda büyük mesafeleri kat edebiliriz. Böylece Einstein-Rosen köprülerinin gerçekliğini kanıtlar, Einstein'ı da bir kez daha haklı çıkarmış oluruz :) Ama bunu da başka bir yazıya bırakalım.

Yerçekimi dalgalarının gözlemlenmesi ile Einstein'ın uzayı bükme teorisinin kanıtlanmasının başka bir sonucu ise anlı şanlı kuantum teorisinin bir gol daha yemesidir.

Kuantum teorisi umut vadeden, çok önemli ve ciddi bir teoridir arkadaşlar ama bazılarının düşündüğü gibi tanrıların bize bir hediyesi değil işte. Herşeyi parçacıklarla açıklamak yerine genel rölativite gibi teorilere de şans tanımak gerekiyor.

Burada eminim, birileri gravitonlarla nasıl yerçekimi dalgalarının oluşabileceğini açıklamaya çalışacaktır, aynı filmi ışık dalga mıdır, parçacık mıdır tartışmasında gördük. Ancak şu an itibarıyla scoreboard genel rölativite lehinde.

Durum böyle işte. İnsanlık olarak hep öğreniyoruz. Önemli olan enerjimizi böyle konulara yöneltmek. Yine de kaynağını nereden aldığını bilmediğim, her şeyi bilme yetisindeki diyanet kurumunun bu işe ne diyeceğine bir bakalım. Zat eğer haram derse yüz yıllık zekayı at çöpe. Hele bir de Einstein'ın yahudi olduğunu anlarsa... Vay anam vay!

Sağlıcakla kalın...

23 Ocak 2016 Cumartesi

Mezzy'nin İlk Yeni Yılı

Melissa'yı hiç korkudan, aman başına bir iş gelir, hasta olur falan diye eve kapamayı düşünmedik. İlk göl kenarı yürüyüşünü on günlük falanken yaptı canım kızım. Bizle alışverişe çıktı, cafelerde oturdu, restoranlara gitti, arabayla yakın yerlere seyahat etti, sözün kısası, hiç ev kızı olmadı.

Melissa ilk defa Disneyland gezimizde altı saat arabayla yolculuk yaptı, sonrasında bizle alışverişe gitti, Billy Bob barda kabare seyretti ve yılbaşı gecesi Planet Hollywood gibi cehennemvari bir ortamda iki saat geçirdi.

İşin açıkçası, aklım çıkmıştı, bir şey olmuş mudur kızıma diye.

Ancak ertesi gün o güzel gülüşüyle uyandığımda içim biraz rahatladı.

Sabahları bizle konuşur Melissa. Hem de bayağı ciddi, uzun uzun birşeyler anlatır. Gıvvvv, bıvvvv, au, eü, bu-bu diye. Annesini tanıdığım için çok fazla sürpriz olmadı bana, kızımın bu konuşmaya meyili :) Biz de onla konuşuruz. Bu artık bir ritüel haline dönüştü neredeyse.

Yeni yılın ilk gününde sevgili kızım Melissa olanca neşesiyle, uzun uzun birşeyler anlatınca. Jelenayla birbirimize baktık ve geçen geceden bir şey kalmamış diye birbirimizi onayladık. Melissa'yı paketledik ve biz de ceketlerimizi giyip Disneyland'e doğru yola koyulduk.

Sadece ben, bir gece önce giydiğim Noel Baba kukuletasını giymemiştim, çünkü küçük bir kız Melissayla beni görünce "Aaa Papa Noel et son bebe - Aaa Noel baba ve bebeği" diye bağırmış, Jelena da bunu duyunca yere yatıp gülmeye başlamıştı. Artık bir babaydım ve böyle ciddiyetsizliklere gelemezdim...

Üzerimizde bomba, sarin gazı falan olmadığına kanaat getiren güvenlik, park bölgesine geçmemize izin verdi ve biz de hiç vakit kaybetmeden içeri girdik. Ancak herkesin hedefi Disneyland Parkı yerine sola dönüp, önce Disney Stüdyolarına yöneldik.

Studio-1
Yolun içinden geçtiği bir numaralı stüdyo, kafeleriyle, restoranlarıyla tam bir konaklama yeri. Her lokalin ayrı bir teması var. Benzin istasyonundan, dedi-kodu sütununa, film setlerinden tropik kafelere, eski otomobillere kadar zevkle tasarlanmış bir hayal dünyası bu dev bina.

Buradan çıkar çıkmaz da stüdyolar bölgesine geliyorsunuz ki, ucu, bucağı olmayan, devasa genişlikte bir alan burası.

Bu önerme sadece Disney Stüdyoları için değil, bütün Disneyland için geçerli. Çok geniş bir alana kurulmuş bu hayal dünyası. Eğer bir günde gezerim gibi bir düşünceniz varsa, atın onu çöpe. Parkı ve stüdyoları, bütün atraksiyonlardan faydalanarak gezmek üç günden fazlasını rahatlıkla alıyor.

Stüdyo bölgesinde, çizgi filmlerin tarihinden, üçüncü dünya savaşı sonrası şehir kalıntılarına, stunt sahneleri diye isimlendirilen, tehlikeli sahnelerin canlandırımlarından, Disney filmlerinde kullanılan dekorlara kadar sinema endüstrisinin birçok ilginç ögesini birinci elden görebiliyorsunuz.

Bu işlerin en hasosunu bir on sene kadar önce, Jelena ile Hollywood'da, Universal Stüdyolarında görmüştük. Yiğidi öldürüp, hakkını yemeyelim. Amerikalılar böyle organizasyonların gerçekten ustası.

Studio-1
Universal Stüdyolarında aldığımız bir turda Jaws'un bir iki metre ötemizde sudan fırladığını görmüş, üzerimize bağlı sensörlerle robotları hareket ettirmiştik.

King Kong'dan Waterworld'e, Mummy'den Karayip Korsanlarına, Desperate Housewives sahnelerini yaşamış, patlamalardan tutun, yangınlara, su baskınlarına, hatta metro vagonlarının üzerimize devrilmesine tanık olmuştuk.

Paristeki Disney stüdyoları, bu deneyimden sonra, işin açıkçası biraz altı-gıdıkladı geldi. Fransızlar artistik insanlardır, o yüzden işin dehşetinden ziyade, sanatına önem vermişler. Yine de Disney Stüdyolarını kaçırmayın derim. Bakmayın benim Universal daha iyiydi dediğime...

Zamanımız çok fazla olmadığından ve Melissa'nın da ne kadar dayanacağını bilmediğimizden, biraz seçici davrandık ve her şeyi görmek ve denemek yerine en çok ilgimizi çeken atraksiyonlara yöneldik.

İlk olarak Studio Tram yani gezi arabalarıyla bir stüdyo turu aldık.

From Pearl Harbor
Tur boyunca Pearl Harbor filminin çekiminde kullanılan uçak ve arabaları, Armageddon'da kullanılan uzay mekiğini, dinozorlu bir Disney filminde (ben ne izledim, ne de adını duydum) kullanılan dinozor parkını, onlarca eski arabayı, benim ilk gördüğümde Nautilus diye sazanladığım, sonradan Dinotopia (her ne ise) çıkan tahta bir denizaltıyı gördük.

Turun heyecanlı bölümlerinden biri Disaster Canyon setiydi. Burada, bir patlama sonrası, tonlarca suyun üzerinize boşaldığını görüyorsunuz. Yine bir alevli patlama sahnesi ve harabeye dönmüş Londra sokakları turun diğer ilgi çeken bölümleri.

Filmlerde kullanılan arabalar
Bu tur esnasında canım kızım Melissa hiç korkmadı. Alevler, patlamalar, su baskınları olurken bile neşeyle gülüyordu sevgili bal arım.

Paraşüt temalı başka bir atraksiyon, ve yanından her geçtiğimizde "ciyak" diye bağırtıların yükseldiği, olasılıkla içinde bir roller coaster bulunan gökdelen harabesini bir sonraki gelişimize bırakıp Armageddon filminin özel efektlerini yaşayabileceğiniz atraksiyonun önüne geldik.

Melissa'yı içeri almadıkları için Jelena ile dışarda beklerken, ben bu animasyona tek başıma girmek zorunda kaldım.

Bir uzay istasyonunda meteor fırtınası ve sonrasındaki yangını Rus aksanlı bir kozmonotun sesi eşliğinde yaşıyorsunuz. Sarsılan platformları, neredeyse yüzünüzü yakacak sıcaklıktaki alevleri, kuvvetli rüzgarları ile çok canlı. Sahnelerin orijinal filmle pek alakası olmasa da bence fazlasıyla görmeye değer. Tek kusuru, aksiyon başlayana kadarki on-onbeş dakikalık, Fransızcayla karışık soğuk espirileri dinlemek ve yarı belgesel bir filmi izlemek zorunda kalmanız.

Ben bu film izlettirme işine çok kıl oluyorum. Binlerce kilometre gelip Pariste bu filmi izlemekle, İnternetten indirip, evde izlemenin pek farkı yok. Ancak, tabii ki film izlettirmek hem kolay, hem ucuz, bu yüzden zaman doldurmak için birebir. Bunun istisnası, yine Hollywood'daki Universal Stüdyolarında izlediğim üç boyutlu bir film. Burada, üzerime gelen bir mızrak çarpmasın diye eğildiğimi hatırlıyorum :)

Lafı çok fazla uzatmayayım. Disneyland'ın Disney Stüdyoları bölümü, sinemaya ilgi duyanların kaçırmaması gereken bir yer. Ancak hakkıyla gezmek tam bir gününüzü rahatça alır.

Ayak üstü birşeyler yedikten sonra, Disneyland"e gelme sebebimiz olan bölgeye, yani parka doğru yöneldik. Canım kızım büyüdüğünde sadece resimlerine bakarak birşeyler hatırlamaya çalışacak olsa da, Jelena ile kendi kendimize verdiğimiz bu sözü yerine getirmek, yani Melissa'nın ilk yeni yılında bu parkı göstermek bir zorunluluk olmuştu. Biz de "istemeye istemeye" parkın yolunu tuttuk.

Parkın girişindeki pembe şato
Parka girmek için devasa, pembe bir şatonun içinden geçiyorsunuz. Şatonun dışarı bakan duvarında da koca bir Donald Duck resmi. Bir önceki gün benle alay eden tezgahtarın annesini bir kez daha yad ettim...

Şatodan geçtikten sonrasını ne siz sorun, ne ben söyleyeyim.

Dünyanın gerçeklerinden kopup bir hayal alemine dalıyorsunuz.

Disneyland Parkının ana caddesi 1900'lerden kalma bir batı kasabası. Bu caddenin sağında ve solundaki, birbirinden güzel renkli binaların içerisinde onlarca mağaza, cafe ve restoran var.

Sanki bizim gelişimizi kutlamak için, biz girer girmez yeni yıl geçidi başladı. Cinderella, Pamuk Prenses, Rapunzel, Peter Pan başta, neredeyse bütün masal kahramanları, Disney'in orijinal karekterleri, danseden kızlar, ren geyikleri ve Noel Baba büyüleyici bir müzik eşliğinde ana caddeyi baştan başa kat etti.

Danscı kızlar Melissa'yı görünce ona öpücükler yolladılar, Noel Baba bile el salladı canım kızıma.

Size parkı santim santim anlatıp bayıltmayayım, zaten yerimiz yetmez. On beş milyon kişinin ziyaret ettiği, içinde on beş bin çalışanı olan, devasa bir yer burası.

Uyuyan Güzel'in şatosu
Masalsı şatoları, Western kasabaları, define adası benzeri tropik adaları, korsan gemileri, Arap çarşıları, Meksika köyleri, 19 yüzyıl madenleri, lanetli evleri, korku şatoları, yani hayal gücünüzü çalıştıracak her şey var burada. Karayip korsanlarından Peter Pan'a, Indiana Jones'dan Mickey Mouse'a kadar bir çok film karekterinin habitatları ve şapkaları, kamçıları ve tüfeklerinin satıldığı mağazaları da bol bol görüyorsunuz.

Bu parkta bir muhasebecinin bile hayal gücünü kımıldatabilecek kadar malzeme var, sizin anlayacağınız :)

Canım kızımla Karayip Korsanlarının animasyonuna girdik. Bir bot üzerinde şarkı söyleyip, birbirleriyle kavga eden, tahta bacaklı, tek gözlü korsanları, zindanlarda çürümüş iskeletleri, birbirlerine top atan gemileri, esirleri, defineleri gördük.

Eyfel Kulesi
Roller-Coaster kılıklı botun metrelerce kayıp suya çarptığı an bile Melissa kahkahalarla gülüyordu. Melissa'nın bizim kızımız olduğuna bir kere daha kanaat getirdik. Hiç korkmadı benim güzel kızım.

Hava kararana kadar, hatta karardıktan sonrasında bile gezmeye devam ettik. Jelena'nın ısrarları sonucu ben de inat etmeyi bıraktım ve Melissa'ya bir Olaf oyuncağı aldık. Ve tabii ki Pamuk Prenses kostümünden, Kabus Noeli filminin anısına My Daddy's Sweet Nightmare - Babamım Tatlı Kabusu t-shirt'üne kadar başka bir dolu ıvır zıvır da aldık.

Akşam yemeğini bir Afrika restoranında yedik ve binlerce fotoğrafla birlikte otelimize döndük.

Ertesi gün Melissa hayatımda ilk kez bir trene bindi ve bizle birlikte Paris yolunu tuttu. Trenden, her nedense Etoile ismini verdikleri istasyonda indik. Burası aslında tam Arc de Triomphe'un dibi, aynı zamanda belki de dünyanın en ünlü caddesi olan Champs-Élysées'nin de başladığı nokta.

Arc de Triomphe
Yine Melissa'nın bir çok ilki burada gerçekleşti. İlk defa bir büyük şehir, ilk defa Paris, ilk defa Champs-Élysées, vs...

Buradan aşağı, Concorde meydanına doğru yürüdük, Concorde'a gelmeden de Champs-Élysées'den ayrılıp, Eyfel Kulesine doğru yöneldik. Seine nehri kıyısından, Leydi Diana'nın öldüğü tünele, oradan da Eyfel kulesine ulaştık.

Kuleyi Melissa'ya gösterip, hemen bir metro ile Grandes Boulevards istasyonuna ulaştık. Melissa hayatında ilk kez bir metroya binmişti.

Burada Melissa'nın hayatında başka önemli bir ilk gerçekleşiyordu. Canım kızım ilk defa bir Hard Rock Cafe'yi görecekti.

İçerde, Jelena ile klasik fajita menümüzü söyledik. Melissa ise havuç ezmesi yiyip, annesinin saçlarını çekti.

Canım kızımla beraber Hard Rock Cafe'de Metallica dinledik :)

İşte bu kısa yolculuğumuzun uzun öyküsü.

Sağlıcakla kalın...

16 Ocak 2016 Cumartesi

Memleket Manzaraları

Cevahir alış-veriş merkezinde engelliler için bir asansör var. Bu asansör bir buçuk kat kadar inip çıkıyor. Niye engelliler sadece bir buçuk katla sınırlı diye sorarsanız, ...sormayın. Demek bir buçuk kat engellilere yeterli görülmüş. Ona da şükür. En azından bir niyet var yani.

Böyle şeylere bir bebek arabasıyla gezerken çok ihtiyacınız olur. Yürüyen merdivenlerde tekerlekli sandalyeleri ve içinde bebek olan bebek arabalarını indirip çıkarmak güvenli olmadığı için hava alanları, metrolar, alış-veriş merkezleri gibi umumi alanlara asansör koyarlar.

Biz de uygarlığımızı ne olduğunu anlamadan, modaya uymak için batıdan kopyaladığımız değerler üzerine kurduğumuz için, işte böyle bir-buçuk katlı engelli asansörleri gibi komik ama aslında aptalca durumlara düşeriz.

Ama dediğim gibi. Buna da şükür.

Cevahirdeki ilk günümüzde, metal bir platform üzerinden yürüyüp, bu engelli asansörün kafes gibi, açık kabinine girip, kapıyı kapattık. Kabin zaten bel hizasında, hemen elimin dibinde de bir düğmesi var. Görünürdeki tek düğme de bu.

Eeee, ben de bastım tabii.

Tık yok. Jelena düğmeye bassana dedi, ben de bastım dedim. O zaman niye gitmiyoruz diye sordu, ben de bilmiyorum, istersen bir de sen bas düğmeye dedim. O da denedi, nada...

Bayağı açık alanda, Melissa, Jelena ve ben armut gibi kaldık ortada, asansörün çalışması için hafif utanarak bir mucize bekliyoruz.

Bir iki dakika debelendikten sonra, demek ki olmuyormuş diyerek tam çıkmak üzereydik ki "mucize" geldi. Bir güvenlik görevlisi.

"Abi sen n'apıyon orda?"

"Asansörü çalıştırmaya çalışıyorum kardeşim."

"Abi söylesene bize, öyle kendin girmişsin oraya."

"Canım kardeşim, ben okul okudum, üniversite bitirdim, asansöre kendim binebilirim demiştim..."

"Abi öyle diyon da, bak kapıyı kapamamışsın, ondan gitmiyo ass-sür."

Kabinin kapısını garanti olsun diye şöyle bir sarstım, kapalı ve kitli.

"Kapalı işte kapı."

"O kapı diil abicim, şu ilerdeki kapı."

Taa, bir beş metre ilerde, platformun girişindeki kapıyı işaret ediyordu. Demek ki güvenlik olsun diye o kapıyı kapamadan asansörün çalışmasını engellemişlerdi. Düşününce hak verdim. Tekerlekli sandalyedeki biri asansör kabini diye cup, boşluğa düşebilirdi.

Tek problem, tekerlekli sandalyeyle geçen birinin nasıl dönüp o kapıyı kapayacağıydı. Sorunca, abi o kapının yayı attı, kendi kendine kapanmıyor, tutmak lazım dedi. Ben de kendimi tekerlekli sandalyeyle gelen bir engellinin asansörü kullanabilmek için nasıl beş metre ilerdeki kapıyı eliyle kapalı tutacağını düşünürken buldum.

Ama ben aptalım diye anlı şanlı Cevahir görevlilerinin de aptal olması gerekmiyordu. Sorunun cevabı düşününce çok basitti.

"Hop, Mahmut abi!, gel şu kapıyı tut hele..."

Mahmut abi istemeye istemeye yerinden kalkıp yuvarlanır gibi kapının yanına geldi.

"Abi, sen de geç içeri, yengeyle,... Yenge, ittir arabayı şöyle..., tamamdır abi bas şimdi düğmeye..."

İlk girdiğimde bastığım düğmeğe bastım. Asansör bir hık deyip sallandı ve durdu.

"O düğme değil abicim, altta, yanda bir tane daha var. Ona basacaksın."

Bastım. Asansör şöyle bir kımıldayıp durdu. Bizim canavar, ellerini açıp şöyle bir la havle diye yukarı kaldırdı.

"Abi sen anlamadın bunu, basılı tutacaksın. Bas kalsın.."

Son altı ayda elli bin satırlık bilgisayar programı yazmış biriyim, o kadar teknolojiden uzak da sayılmam ama insan salak oldumu anlamıyor işte.

"Mahmut abi, tut, bırakma kapıyı... Bas abi sende düğmeye, bırakma ama... Hah, öyle işte... Hadi uğurlar olsun..."

Olay bu kadardı. Hır, hır, indik aşağı.

Parasını verip teknolojiyi almakla medeni olunmuyor işte. Medeniyet kafada başlıyor, bunlarınki kıçtan sirayet etmiş, kafaya gelemeden kalmış orada bir yerde.

****

Yine Cevahir'in hemen yanında bir Starbucks Cafe var. Eski bir bina, girişteki kapıda iki basamak var. Starbucks Corporate muhtemelen binayı denetlemiş ve engelliler için girişteki basamakların sağına bir rampa koydurmuş.

Ancak yer mi bizim doğuştan her şeyi bilen, yaratıcı, cinoğlucin millete öyle korpırıt rampa...

Kapının rampanın tarafındaki kanadı kitli. Yani rampayı çıkıp kapının camına yapışıyor ve kalıyorsunuz. Bizim bu halimizi gören kapıdaki görevli kılını kıpırdatmadan elinde cep telefonuyla konuşmaya devam ediyordu. Yani elini uzatıp mandalı çekse kapı açılacak ama umurunda değil eşşoğlueşeğin. Onun da kafası kıçında takılı kalmış.

****

Bir vesileyle Cevahir'e bir kere daha gitmemiz gerekti. Bir buçuk katlı engelli asansörünün yanından geçerken dayanamadım, bir daha baktım. Asansör bu kez alt kattaydı. Kafamı uzatıp bakınca, tekerlekli sandalye üstünde bir gençi gördüm, düğmelere basarak asansörü çalıştırmaya çalışıyordu.

Aslında umudu kesmiş ama geri geri çıkamıyor işte, çaresi yok.

Salak olsam da biraz hafıza kalmış işte. Biliyoruz yani.

Herşeyden önce böyle asansöre binmek gibi işlere tek başına kalkmayacaksın, bir bilene soracaksın. Öyle herkese de değil, Mahmut abi bu işin kompetanı, ona soracaksın.

Hemen buldum Mahmut Abiyi.

Mahmut abi daha platforma gelirken kapıları çarpıp, çekiştirmeye başladı ve kapalı olduklarına emin oldu. O da kafayı uzatıp, aşağıya bakınca asansörde debelenen sakat genci gördü.

"E, kardeşim, sen kapıyı kapamamışsın. Olmaz ki..." diye bir haşladı önce delikanlıyı.

Sonra da aşağıda geçenlere bağırmaya başladı.

"Bayan!... Hop!... Arkadaşım!... Beyefendi!..."

Bir tanesi bile dönüp bakmadı.

Biraz sonra gençten bir kadının dikkatini çekebildi.

"Şu assürün kapısını bi kapar mısın han-fendi?"

Kız, dan diye çekti, vurdu kapıyı. Kapı kapanmıştı. Sonra başını kaldırdı ve Mahmuta bakıp bağırdı.

"Başka emrin var mı?"

Allah belanı versin dedim içimden. Ağır geldi bir sakata yardım etmek, içine oturdu, hırlayıp vicdanını rahatlatacak aklınca...

Mahmut abi tınmadı bile. O sakat gençe direktif vermekle meşguldü. "Bas düğmeye hemşerim, bas, bırakma..."

****

Yenikapı metro durağı diye hatırlıyorum ama Vezneciler de olabilir, sakatlar için asansör, yürüyen merdivenlerden şöyle bir on metre daha önde. Durum böyle olunca, toplumun hatrı sayılır bir bölümü on metre az yürümek için, sakat, bebekli dinlemeden yürüyen merdivenler yerine asansörü kullanıyor.

Koyun sürüsü gibi bir gurup, önümüzde asansörü bekliyor, bebek arabasıyla beklediğimizden bizle göz göze gelmemek için kafalarını eğip bize bakmamaya çalışıyorlar. Başı örtülü üç beş kadın kakara, kikiri yapıyor, başı açık kızların olduğu "aydın" üniversite öğrencileri "flaş belleğin üzerine bilgisayar yedeklemesi" tartışıyor.

Ama herkesin sırtı bize dönük, bir tanesi bizi "görmüyor".

Asansör geldi, hepsi daldı içeri. Tabii ki bize yer kalmadı.

Kızlardan biri:

"Ay yer kalmadı burda, n'apacağız." falan diye bir şeyler geveledi ama o zamana kadar da kapı kapandı ve asansör hareket etti.

Zaten salyangozdan hallice asansörü bir daha beklemektense, ben Melissa'yı kucağıma aldım, Jelena da boş arabayı itti, yürüyen merdivenlerle yukarı çıktık. Sonrasında, Allah belasını versin deyip bir daha zorunlu kalmadıkça asansörleri denemedik bile.

Çok iddalı olmamak için kesin konuşmuyorum, belki benim göremediğim bir yerlerde bir sakat asansörü vardır ama biz bulamadık ve Taksim metro istasyonunda son katı yürüyen merdivenlerle bile değil, bildiğimiz basamaklardan, bebek arabasını sırtlayarak çıktık.

****

Bebek arabası ile kaldırımlarda dolaşmak da bir facia haline dönüştü.

Sakat biri için gideceği noktaya kadar bütün kaldırımlar tekerlekli sandalye geçişine uygun olsun, eğer biri uygun değilse o zavallı gideceği yere ulaşamaz.

İstanbulda hemen her kaldırımda, yine Avrupada var, bizde de olsun da medeni olalım mahtığıyla, sakat geçişi için basamak yerine rampa konmuş ve gerçekten güzel de işaretlenmiş.

Ancak arada bir, yol üzerinde bazı kaldırımlar çin seddi gibi duvar. Sakat geçişi yok.

Bu komedinin ötesinde, beyinsizlikten başka birşey değil arkadaşlar. Sakat geçişi yaptıkları kaldırımlara ettikleri masrafa yazık. Her kaldırıma yapmadıkça, hiçbir mantığı, hiçbir amacı, ve hiçbir faydası yok bu işin. Sadece aptallık, nokta.

Üstüne, bu rampaların bazıları su dolu çukurlara iniyor, bazılarınında tam göbeğinde park edilmiş arabalar duruyordu.

Kaldırımlarda yürürken de insanlar dan dun bebek arabasına çarpıyor, aralara girip üstünden atlıyor, caddeyi geçerken henüz insanlığa evrilememiş bıçkın sürücüler arabalarını üstümüze sürüyorlardı.

Bilmiyorum, hiç gördünüz mü, bir domuz ahırında bile bundan daha fazla düzen, domuzların arasında bile bundan fazla saygı vardır. Bir domuz geçerken, diğer domuz durur ve bekler falan...

Ben bir trafik kazasında bacağımı kırdıktan sonra yedi sene boyunca yedi küsür ameliyat geçirip, koltuk değnekleriyle hayatımı sürdürdüm. Sakatlık ne demek, nasıl zordur bilirim. Ondan biraz feryat ediyorum, anlayın...

****

Herhalde İstanbulda birkaç gün geçirdiğimizi anladınız. Size bu satırları uçakta, Cenevre yolunda yazıyorum. Genelde Türkiyeden ayrıldığımda, içimde bir burukluk olur, bir hislenirim Türkiyeden ayrılıyorum diye. Ancak bu kez inanın şükür ediyorum.

Ben ülkemi çok seven biriyim. Doğup büyüdüğüm, ekmeğini yediğim, dilini konuştuğum toprağımı gerçekten severim arkadaşlar, o yüzden ne olur bu söylediklerimi "İsviçrede şu daha iyi", "Almanyada gu daha modern" gibi ukalalık almayın.

Ama bu insanların hepsi uçmuş gitmiş abicim.

Genci, yaşlısı, aydını, yobazı, hepsi kafayı yemiş.

Herkes boş teneke olmuş, çalıyor. Herkesin derdi iş yapmak, işini yapmak, insan olmak değil..

Tek dertleri "Hava basmak"...

Genci, yaşlısı, zengini, fakiri, işlisi, işsizi, arkadaşı, yabancısı, herkes hava basıyor.

Herkes ağızını yaya yaya, salak bir tonla konuşuyor, ne kadar akıllı, ne kadar görmüş, bunu söylemek bile gereksiz ama bütünlük açısından söyleyelim, ne kadar çok "bilmiş" olduğunu anlatıyor size.

Herkes herşeyi "biliyor".

Taksiye bindik, biraz nerden geldin, kimsin muhabbettinden sonra laf olsun diye "Hava çok soğuk." dedim. Taksici döndü, "Senin geldiğin yer sanki buradan sıcak." dedi.

Tam arkasındayım, o tepesindeki bir tutam saçından tutup kafasını kaldırıp kolumu ağızından içeri sokmak geldi içimden ama durdum.

****

Sabiha Gökçene yeni indik. Sağolsun iki abim bizi karşılamaya gelmişlerdi. Melissa'yı fosur fosur sigara dumanlarından kaçırıp, Jelenayla arabanın içine attık ancak Melissa'nın arabasının boyu insani ölçülerin dışında olduğu için bagaj kapağı kapanmıyordu.

Kapıda dikilen değnekçi mi, büfeci mi artık oranın esnafı olduğu her halinden belli bir hıyara kibarca sordum, "Arkadaşım bir ip, bir lastik var mı bagajı bağlamak için?" diye.

"Yok." Dedi.

"Burada bulabileceğimiz bir yer var mı?" diye sordum, şerefsiz hayvan başını çevirip cevap bile vermedi. Öyle bok gibi kaldım ortada.

****

İnternet üzerinden temasa geçtiğimiz bir satıcının bürosuna gittik.

Adam benle öyle bir konuşuyor ki, zannedersin, Sakıp Sabancının sponsoru.

"Bak canım, ben sana ne istersen gönderirim, ama resim dersen olmaz. Zaten 300 kişinin maaşını veriyorum, bir de modelle, dekorla uğraşamam, ne vaktim, ne param var..."

Telefon çaldı, bu "yapi" açtı.

"....."

"Abi, Mustafa abi fabrikada."

"....."

"Bimiyorum abi, o mağazaya gelmiyor, daha ziyade fabrikada ama gelirse söylerim."

"....."

"Abi ben sadece mağazaya bakıyorum, şimdi yaparlar derim, mahçup olurum. Sen onu bir zahmet Mustafa abiyle konuş."

"....."

"Tamam abi, hürmetler abi..."

Ne diyorum, herkes hava... Kör tuttuğuna hava basıyor...

Salak herif patronum diye bana hava basacağına, benle insan gibi konuşsaydı gerçek patronuna para kazandıracaktı ama kimin umrunda...

****

Herkes yakaladığına geçiriyor. Cümleler genelde "Ben..." şeklinde başlıyor, herkes ne kadar başarılı, önemli, aynı zamanda ekstravört bir star, bir mood maker, bir lider olduğunu, kahkahalarla süslü, içlerinde bol bol "yönlendireyim", "gerçekleştireyim", "sinerji" geçen cümlelerle size "hissettiriyor".

Bir de benim gibi alışık değilseniz, pusuya düşüyorsunuz. Mesela, nereden şekersiz sakız alınır bir konuşalım diye gittiğiniz hıyar, etrafına üç beş adamı toplayıp, "Bülent Bey İsviçreden geldi" diye söze başlıyor, size nasıl uçak yapılır, daha da fazlası, iş hayatında nasıl başarılı olunur, onu anlatıyor, hatta "Sen akıllı adamsın yaparsın" falan diye "iltifat" bile edebiliyor.

Eh, o yaparsın dediğine göre yaparız artık ...

Boş teneke bunlar işte. Bir de o yarım akıllarıyla, iyi becerdik zannediyorlar ya... Benim zekamı ölçüp yeterli bulmaları bile değil, en çok bu işi kotarıdıklarına olan cahilce inançları kaldırıyor sinirimi.

Neyse ki benle bu babammış gibi konuşan soytarılara karşı bir savunma geliştirdim. Denk geldikçe ben de sokuyorum... Lafı... Onlara.

****

"İlbeyi caddesine arkadaşım."

"Beyefendi bu saatte oraya girilmez."

"Daha dün bu saatte oraya "girdik"!"

"Girilmez beyefendi, girilmez."

"Girilir kardeşim, girilir..."

Giriliyormuş, çünkü girdik.

****

Şişli metro durağında yürüyen merdivenlerle inerken - Melissa kucağımda, üç tane piçkurusu, vınnn diye tırabzanlardan kayarak yanımızdan geçti. Zamanında görüp hemen Melissa'ya çarpmasın diye kolumu kaldırdım, bir tanesi koluma çarptı, neredeyse yuvarlanıyordu. Ona da birşey olacaktı diye sinirlenip "Ne yapıyorsunuz lan burada" diye bağırdım. Üç beş adım uzaklaşıp kaçma mesafesini garantiye aldıktan sonra biri bağırdı.

"Ne istersem yaparım. Devletin metrosu değil mi?"

Sonra da ikincisi araya girdi.

"Devletin değil Allahın metrosu bu!"

On yaşında yoklar ha.

Sözün bittiği yer işte...

****

Hava alanındayız.

Canım kızım Melissa diş çıkarıyor, o yüzden acayip huysuz. Hava alanında bir Cafe'de oturuyoruz, ama ağlıyor, ne yapsın,

Kucağıma aldım, sussun diye gezdiriyorum.

Yan masamızda iki kız var, en fazla yirmi yaşındalar. Bir tanesi ayağa kalktı, sinirle Melissa ve bana baktı, sonrada kalkıp uzak bir masaya neredeyse koşarak gitti. İkincisi de ağızımı burnunu yamultup, ellerini havaya kaldırdı, sonra o da kalkıp arkadaşının yanına gitti.

Sen sanki başka yerden çıktın dedim içimden, başına beteri gelir inşallah.

****

Uçakta, Cenevre yolundayız.

Nah bu satırları yazarken bir kahve söyledim. Hostes kahveyi getirdi. Baktım, Törkiş Lira kalmamış. İsviçre Frangı ile ödeyeyim dedim.

"Hayır, biz sadece Yuro ve Törkiş Lira alıyoruz." dedi.

İsviçreye inecek uçakta İsviçre Frangı almamak akıl dışı bir salaklık tabii, ama üstelemedim. Cehennemin dibinden (burada kibarlık yapıyorum, Anasının... şeklinde başlayacaktım cümleme aslında) cüzdanı bulup çıkardım ve kredi kartımı verdim.

Konuşmaya şahit olan kabin amiri gelip kartımı POS üzerinden kullanan kıza birşeyler söyledi. Kız da bana dönüp:

"Aaa, biz isviçre Frangı da alıyoruz." diye çıkıştı.

Sinirlendim, "E, az önce almıyoruz." dedin diye bu sefer ben üsteledim. Kadın da ne dedi bilin bakalım.

"Biz onu başka Frank zannettik de ondan almıyoruz dedik."

Başka ne Frankı zannettin lan? Üzerinde Giscard d'Esting resmi olan Fransız Frangı mı, Papua Yeni Gine Frangı mı? Başka ne Frangı kaldı dünyada?

Sadece Yuro ve Törkiş Lira kabul ediyoruz diyen ebem miydi?

Bir kere de, özür dileriz, hata yaptık deyin be!

Bir kere de cinlik yapmayın lan. Herşeyi bilmeyin, öldüren zekanızla kıçınızı kurtaracağınıza inanmayı bırakıp doğru şeyi yapın.

****

Bu hava yollarında çalışan kadınlara yavaş yavaş bir düşmanlık beslemeye başlıyor gibiyim.

Sözde İngilizce yaptıkları, eski otobüslerin Afyonkarahisar Altıneli dinlenme tesislerimdeki çaylar şirkettendir anonsundan beter sersemce anonslarına İngilizce konuşanlar artık haysiyet kırıcı bir tonda gülüyorlar.

Bunun otomatiği var, bassınlar düğmeye, normal İngilizce konuşan kayıtlı anons çalsın di mi?

"Leydüzencentivelkomonbordareyrbuzlüplüplüppilizputyousitsinapraytloploplopfoldyortreyteybılslüplüplüp..."

Allah canınızı almasın...

Bu dingillerden biri yine bir anons yaptı, lütfen çöplerinizi kabin görevlilerinin getirdiği torbaya atın diye. Ama sadece Türkçe. Bu arada, anons yapıldığında hostesler çöp toplamayı çoktan bitirmişlerdi.

Jelena ne diyorlar diye sordu. Ben de nasılsa çöpçüler gitti diye boşver, önemi yok falan dedim. Bu sefer Jelena kızdı, niye tercüme etmiyorsun? Bak ben sana her yerde tercüme ediyorum diye.

Hadi, bu sefer ne dediklerini söyledim. Bu sefer Jelena başladı, ama çöpleri zaten topladılar diye, sonra da niye İngilizce anons yapmadılar diye devam etti.

Aldık mı başımıza belayı...

Bu biz Türklerin kendi aramızda özel bir konusu, yabancıları ilgilendirmez falan diye geçiştirmeye çalıştım, yine olmadı tabii.

Artık Jelena almıştı sazı eline.

"Niye bebek kemeri vermediler?"

"Hayat böyle Jelenacım. Güneşli günler var, yağmurlu günler var, mutlu günler var, mutsuz günler var. Aynı şekilde kemerli günler var, kemersiz günler var."

Tam bu arada inişe geçiyoruz, kemerlerinizi bağlayın, koltuklarınızı dik, masalarınızı katlı duruma getirin anonsu geldi. Ama yine sadece Türkçe...

Bebeğe kemer vermediği kafasına dank eden dingil hostes, pat diye Jelena'nın kucağına bir bebek kemeri atıp gitti. Hattızatında, anladığınız üzere, Melissa kalkışta kemersizdi. Neyse...

Daha Jelena kemeri eline alamadan ikinci bir dingil hostes gelip "Lütfen bebek kemerini takın" diye Jelenaya fırça attı.

Bu sefer dayanamadım, "İngilizce anons yapmadınız, o da anlamadı" diye ben üste çıktım. Kız da ama yapacağız falan derken ilk dingilin sesi geldi.

"Ay, anons kitabını bulabilsem yapacam ama..."

Ayıp lan...

****

İşte size üç günlük İstanbul.

İçinizi karartmayayım. Hep de kötü şeyler olmadı.

Canım kadar sevdiğim iki abimle beraber vakit geçirdik. Otuz beş sendir görmediğim sevgili hocamla yeniden buluştuk. Metrolarda, Melissa'nın arabasını indirirken iyi yürekli insanlar yardım etti, bize yerlerini verdiler, bizi durdurup, şapur şupur Melissa'yı öptüler, onla resim çektirdiler, falan.

Hayat o kadar zalim değil.

Ama öyle Tayyipe falan kızarken, biraz düşünün. Sorun hep o olmayabilir.

Aydınıyla, yobazıyla ülkenin insanı raydan çıkmış, işin özünden, iyiden, doğrudan uzaklaşmış, dokununca patlayacak bir sıcak hava balonuna dönüşüp birbirleriyle bu aptalca sürreal dansa takılmış.

İşin özü iyilikte, doğrulukta arkadaşlar. Adalet, doğruluktan, doğruluk da iyilikten kaynaklanır. İlerleme sorgulamakla, sorgulamak da öğrenecek şeylerin olduğuna inanmakla başlar. Herşeyi bildiğine ya da bilmese de kıçını kurtaracağına inanmak, bu mantığın sersemliği bir yana, insanın gelişmesinin önüne koca bir takoz koyar. Ülkenin insanları bu temelden uzaklaştıkça, yukarda anlattıklarım olmaya devam eder.

Umarım bir gün, özellikle aydın geçinenler, işin özüne dönüp, cahillere yol gösterir, ülke bir yere gider.

Hani sana ne diyeceksiniz, sane ne ile olmuyor işte. Bir sersem gelip, aferin sen akıllı çocuksun, yaparsın diyor, sinirimi kaldırıyor.

O bakımdan yani...

Sağlıcakla kalın.

4 Ocak 2016 Pazartesi

Hoşgeldin 2016! Paris, Disneyland

Eşim Jelena akşamdan arabayı yüklemeye başladı. İkimiz için bir bavul, canım kızım Melissa için de bir bavul, Melissa'nın puseti, Melissa'nın biberon ısıtıcısı, Melissa'nın sterilizatörü, Melissa'nın katı yiyecek kavanozları, Melissa'nın toz maması, Melissa'nın sterilize suları, oyuncakları, battaniyeleri falan derken arabaya zor sığdık ve Suriyeli göçmenler gibi yola koyulduk.

Canım kızımın ilk uzun yollu seyahatiydi bu.

Neyse ki günlerden Aralığın 31’iydi de, sınırda kimse yoktu, yoksa bir görseler, kesin Fransaya göçüyor bunlar diyeceklerdi. Jelena gerçekten abartmıştı. Besançon'a kadar konuşmadım onla kızgınlığımdan.

Besançon'dan sonra tenha mı tenha, üç şeritli ve Fransaya özgü kırmızı asfaltlı otoyol bizi Burgonya'nın kıyısından Parisin eteklerindeki Eurodisney'e getirdi.

Disneyland'e gidiyoruz
Beş sene öncesinden planlanmıştı. Canım kızım Melissa ilk yeni yılını burada geçirecekti.

Saat öğleden sonrası iki gibi Disney Village deydik. Disneyland parkının hemen yanı başında, otelleri, mağazaları ve restoranları ile her yeri Disney bir kompleks bu Disney Village.

Bir aksilik olmazsa yeni yıla, daha önceden de birkaç kez müşterisi olduğumuz Planet Hollywood adlı restoranda girecektik. Öyle ahım şahım, gourmet (gurme) bir restoran değil bu Planet Hollywood. McDonald's (Mek Danılds:) dan biraz hallice, güzelim Meksika yemeklerine küfür edercesine Amerikada icat olunmuş Tex-Mex (Teks Meks - baydım biliyorum) tarzı füzyon yemekleri var.

Planet Hollywood
Teması Hollywood olunca, içerisi de oldukça renkli oluyor tabii, ancak asıl rengi ortaklarında. Rambo abi, Terminatör dayı falan hep hissedarları. Lethal Weapon (Liitıl Uepın - Ölümcül Silah) filmlerinin Yüzbaşı Murtaugh'ı (Mörtağ) Danny Glover (Deni Glavır) bile bu restoran zincirinin ortağı.

Jelena bir ay öncesinden arayıp rezervasyon yaptırmayı denedi ama kabul etmediler. Yılbaşı akşamı gelin, belki biraz beklersiniz ama yer buluruz dediler. Biz de tamam dedik. Ora olmazsa başka yer olur nasılsa diyerekten.

Disney Village'e geldiğimizde Jelena bir daha rezervasyon için şansını denedi ama nada!

Starbucks'da bir kahve ile yol yorgunluğunu attık ve hemen Disney mağazalarına daldık.

Ben çocukken çok Disney okudum arkadaşlar. Hatta ilk yabancı dilde okuduğum resimli romanlar Disney'di.

Starbucks'da bir kahve ile yol yorgunluğunu attık
Birçok kişi Disney'i Mickey Mouse (Miki Maus) ile özdeşleştirse de benim için Disney daha ziyade Donald Duck (Danıld Dak - Donald Amca) dır. Yani şu ördek Donald. Mickey hep çok ciddi gelirdi bana, hırsızları kovalar, dedektiflik yapardı. Donald ise komikti. Çok eğlenirdim okurken.

Kızıma da benden bir Disney anısı olsun diye satıcıya Donald oyuncağı var mı diye sordum.

Anasına küfretmişim gibi baktı bana. Pas du tout (Pa dü tu - yok!) şeklinde kükredi, sonrasında, biraz da aşağılayarak. Sana Olaf verelim dedi. Kimdir amcacım bu Olaf diye sorunca, elime dişlek, çirkin bir kardan adam oyuncağı tutuşturdu. Meğer Frozen isimli, yeni bir çizgi filmin karekteriymiş Olaf ve çok da ünlüymüş.

Eee, ben kulunuz Donald Duck'ta takılı kalmışken, dünyanın gerisi yürümüş, gitmiş tabii. Şimdilik çok önem arzetmese de, Melissa biraz büyüyünce bu yeni nesil çocuk karekterlerini öğrenmek gerekecek artık.

Jelena izin vermedi
Benin kızım korkar bundan diye düşündüm ve Olaf'ı bir kenara bırakıp, başka Frozen figürlerine bakmaya başladım.

Mesela Elsa isimli, eli yüzü düzgün bir kızcağız var. Bu Elsa, Melissa'ya bayağı uygun. Kızım, korkmadan bunla arkadaşlık edebilir, oynayabilir, saçını tarar, elbisesini değiştirir falan...

Elsa'yı sonra satın almak üzere aklıma yazıp bakınmaya devam ettim.

Biraz ilerde kendimi Star Wars reyonunda buldum. Yeni filmiyle birlikte, tahmin edersiniz, her yer Darth Vader maskesi, Storm Trooper miğferi, Obi Wan Kenobi ışın kılıcı, Luke Skywalker uçağı dolu.

Başka oyuncaklar aldık
Hemen gözlerim beni Donald Duck mevzusunda aşağılayan eşşoğlueşeği aradı. Yiyiyorsa gel de Star Wars'da bana ukalalık yap dedim içimden, sana Master Yoda'nın bütün vecizelerini ezbere sayayım...

Melissa'ya ışın kılıcı alacaktım, Jelena izin vermedi, bir Darth Vader tişörtünde anlaştık. Donald Duck'ın yokluğunda da, mecburen bol bol Mickey ve Minnie oyuncağı aldık.

Yemek saati yaklaşıyordu. Yemekten önce birşeyler içelim dedik ve Billy Bob'ın kovboy restoranına gittik. İçerisine tam bir Western restoranı havası vermiş, çok güzel dekore etmişlerdi.

Jelena, karton kola bardağına bardan koydurduğu
sıcak su içinde Melissa'nın mamasını ısıtıyordu
Herkes bira, viski falan içerken Jelena, karton kola bardağına bardan koydurduğu sıcak su içinde Melissa'nın mamasını ısıtıyordu. Sonradasında Melissa mamasını yedi, biz de içkimizi içtik. İlerleyen dakikalarda mükemmel canlı Country Music çaldılar, çok iyi vakit geçirdik.

Yemek zamanı gelmişti. Billy Bob'a goodbye deyip, Planet Hollywood'a doğru yürümeye başladık.

Ancak önünden geçtiğimiz her restoranın kapısında yüzlerce insan sıra bekliyordu. Planet Hollywood da hiç farklı değildi.

Melissa sayesinde bize torpil yaptılar ve arkadan asansörle direkt restorana çıktık. Kapıda bekleyen en azından yüzelli kişiyi ekarte etmiştik.

Rezervasyon kızına ne kadar bekleriz diye sorduk, o da yarım saat ile kırkbeş dakika arası dedi. N'apalım, bekleriz dedik. O zaman şöyle bar bölgesine geçin, birşeyler içersiniz beklerken dedi.

Bar bölgesi diye işaret ettiği bölgede barı falan görmek mümkün değildi, hatta hiçbirşeyi görmek mümkün değildi. Her yer yığma, istifleme insan doluydu. Masa, sandalye falan hak getire. Burası, bir bardan çok, Gazze'deki bir mülteci kampını andırıyordu.

İçeri bebek arabasıyla giremezsiniz dediler. Mecburen arabayı asansörlün yanına park edip, Melissa'yı kucağıma aldım.

Bar bölgesinde kalabalıktan nefes almak neredeyse imkansız hale gelmişti. Üstüne müziğin sesini insani boyutların üstünde açıp, sözde sihirbaz, iki soytarıyı da müşteriler eğlensin diye ortalığa salmışlardı ki... Yedi buçuk kiloluk Melissa'yı bir saatten fazla kucağımda tutarken silindir şapkalı bir şabalak, elinde bir deste oyun kağıdını gözüme sokup içinden bir tane seç deyince dayanamayıp küfür ettim.

İki saate yakın bekliyorduk. Jelena bir kez daha ne kadar bekleyeceğiz diye sormaya gitti. Rezervasyon kızı hala yarım saat deyince, Melissa'yı düşünüp, nalet olsun dedik ve restorandan çıktık.

Saat on bir'e yaklaşıyordu. Diğer restoranlarda bu saatten sonra yer bulmak mümkün değildi.

Karton kutularda iki makarna geldi,
bardan da bir şişe şarap aldık
Kendimizi otele attık.

Yılbaşı akşamı otelde de yiyecek birşey yoktu tabii. Barmen bizi bir İtalyan "take-away" restoranına "yönlendirdi". Telefonla makarna sipariş ettik. Karton kutularda iki makarna geldi.

Bardan da bir şişe kırmızı şarap alıp çıktık odamıza.

Saat onikide Melissa çoktan uyumuştu. Biz de şarabı bile bitiremeden bayıldık kaldık.

Yeni yıl kötü bir sürprizle başlasa da, yine güzel vakit geçirmiştik.

Ertesi sabah sinirimden Planet Hollywood'a bir email yazıp mızmızlanayım dedim. Sonra bir baktımki yüzlerce restoranından sadece altısı kalmış, gerisi hep kapanmış. Arnold bile parasını alıp ayrılmış, şirket iki kere iflas etmiş.

Emaille falan vakit kaybetmedim...

Gün uzun bir gün olacaktı. Melissa ile Disneyland'e gidiyorduk...

9 Aralık 2015 Çarşamba

Matematik Çok Beleş Bir Bilim

Bugün oldukça filozof bir günümdeyim arkadaşlar. Son birkaç haftadır bütün günlerimi meşgul eden dünyevi işleri bir kenara bırakıp kısa bir süre de olsa ulvi meselelerle iştigal etmeye karar verdim.

Gülmeyin. Mutlaka sizin de başınıza gelmiştir. Bir anda geçim derdi, Tayyip, yarınki toplantı, hafta sonu alış verişi falan aklınızdan silinir ve bu dünya niye var, sonsuzluk nedir gibi çok da pratik sonuçları olmayan bir düşünce ile baş başa kalırsınız ya...

İşte öle.

Aklımdaki herşey uçtu, gitti, yerine ise bir sonsuzluk hissi doldurdu kafamın içini. Malum boş yer çok oralarda.

Bu sonsuzluk içinde de, bir boşluktan başka bir boşluğa atladı düşüncelerim, ve bir cümleyle özetlenecek bir noktada durdular.

Bu noktayı sizlere açmadan önce, buraya kadar yarım gözle, "Ne diyor lan bu?" diyenlerinize, okumayı burada bırakın uyarısını yapayım. İsterseniz okumaya devam edin tabii, ama bana edeceğiniz küfürleri peşinen size iki katları halinde iade edeceğimi de söylemiş olayım.

Gelelim bir cümleyle özetlenebilecek, ulaştığım son noktaya.

Matematik çok beleş bir bilim.

Aslında bir bilim bile sayılmaz. Fizik gibi etrafımızda gördüğümüz, yaşadığımız şeyleri anlamaya ve anlatmaya çalışan bir bilimin hizmetinde bir araç, o kadar.

Matematikte herşey mümkün.

Örneğin 2/0. Yani ikinin içinde kaç tane sıfır bulunur?

Bu sorunun cevabını bir fizikçi bulabilse, evrenin nereden gelip nereye gittiğini, kara deliklerin içinde nelerin olduğunu, evreni oluşturan büyük patlamayı falan açıklayabilecek, ama açıklayamıyor.

Bu soruyu bir matematikçiye sorun, "sonsuz" diyip, bir saniyede işin içinden çıkar, bir sonraki soruya geçer. İşareti, simgesi bile var anasını satayım. Yan yatmış bir sekiz.

Yine karekök diye, günlük hayatımızda çok fazla kullanmadığımız bir işlem vardır. Sözcüklerle açıklarsak, hangi sayıyı kendisiyle çarparsam karekökünü aradığım sayıyı bulurum sorusunun cevabıdır. Örneğin dokuzun karekökü üçtür, çünkü üçü üçle çarparsanız dokuz eder.

Peki eksi dokuzun karekökü nedir?

Eksi üç diye sazanlayanlarınız olabilir, ama eksi üçü eksi üçle çarparsanız artı dokuz eder, eksi dokuz değil. Eksi dokuz ile artı dokuzun arasında onsekiz tamsayı ve sonsuz sayıda kesirli sayı vardır. Yani aynı sayı değillerdir. Eksi üçle artı üçü çarpıp eksi dokuz bulmaya çalışanlara da aynı itirazı yapabiliriz.

Yine az önceki matematikçimize bu soruyu sorarsak, cevap olarak size 3i diyecektir. Ne lan bu "i" derseniz de, "i" öyle bir sayıdır ki, kendisiyle çarpınca eksi bir verir diye anlatır size.

Ama yenmez, içilmez, çarpılmaz, toplanmaz bu "i" sayısı. İşin içine bir girdimi, çarpsanız da, toplasanız da, her yerde bir "i" kalır. İ. Melih gibi birşey, sizin anlayacağınız. Anca başka bir "i" bulup birbirini götürtebilir, sonrasında bildiğimiz heteroseksüel sayılarla hesabınıza devam edebilirsiniz.

Şimdi bu "i" sayısı seni niye gerdi diye sorarsanız, insanlığın geleceği bu "i" sayısına bağlı arkadaşlar.

Üzerinde yaşadığımız şu yalan dünya er ya da geç yaşanmaz bir hale gelecek. Artık bir meteor mu çarpar, bir volkan mı faaliyete geçer, yakında bir yıldız mı patlar, yada isimleri lazım değil, iki diktatör artığı yüzünden dünya savaşı mı çıkar bilemem. Hiçbirşey olmasa güneş bir gün normal halini bırakıp genişleyecek ve dünyayı yutacak. Bunu durdurmanın bildiğimiz bir yolu yok.

İnsanlığın kurtuluşu, dünyamızla birlikte dışında başka bir gezegene yerleşebilmek.

Burada da işin içine İsviçre eğitim sisteminin adam olmaz diye okuldan attığı dünyanın en zeki insanı Albert Einstein giriyor.

Ez cümle Einstein diyor ki, kütlesi yani yarı-doğru bir deyişle ağırlığı olan hiçbir şey ışıktan hızlı gidemez. Kütlesi olmayan şeyler ise ancak ışık hızına çıkabilir. Kütlesi olmayan ne vardır ki diye sorarsanız, işin felsefesine çok girmeden, en azından ışık hızında giden ışığı örnek gösterebiliriz. Radyo dalgaları, mikro dalgalar, X ışınları - ki hepsi aslında ışığın değişik türleridir, kütlesi olmayan ve ışık hızıyla hareket eden şeylerdir.

Eh, insan olarak kütlemiz ve kalıbımız olduğundan ışık hızından daha yavaş hızlara mahkum olduğumuzu anlıyoruz, Einstein'ın dediklerinden.

Yalan dünyayı bırakıp başka dünyalara gitmek işte burada zorlaşıyor. En yakın yıldız o kadar uzakta ki, ışık bile oraya ancak dört buçuk yılda gidebiliyor. Kütlesi olan bizler ise hayal edebileceğimiz en yüksek hıza ulaşsak bile ancak yıllar sonra en yakın yıldıza ulaşabiliyoruz.

İşin aslı dört buçuk ışık yılı uzaklıktaki komşu yıldızımız tam bir istisna. Görebildiğimiz birçok yıldız bize yüzlerce ışık yılı uzaklığında. Bizim de içinde bulunduğumuz Samanyolundaki yıldızların çoğu on binlerce hatta yüz bin ışık yılından daha uzaklarda. Samanyolu dışındaki galaksileri sormayın bile. Daha hızlı gitmemiz olanaksız olan ışık bile milyonlarca yıl yol almak zorunda buralara gitmek için.

İşte bu "i" sayısı burada devreye giriyor.

Hepimiz biliriz. Bir cismi ittiğimizde hızlanır. İtmeye devam ettikçe hızı artar. Albert dayının hesaplarına göre, biz ittikçe, uyguladığımız güç cismin hızını artırsa da, bu gücün bir bölümü cismin kütlesini de artırmakta. Düşük hızlarda, uyguladığımız gücün cismin kütlesini artıran bölümü çok az. Ancak hızlandıkça, bu oran kütlenin artışı lehine yükseliyor.

Işık hızına yaklaştığımızda ise, uyguladığımız gücün büyük bölümü kütleyi yani ağırlığı artırmaya harcanıyor. Ne zaman ki "sonsuz" bir güç uyguluyoruz, o zaman cismin kütlesi de sonsuz oluyor, ama ışık hızına ulaşabiliyoruz.

İşte sivri akıllı bir matematikçi, bu hesapta kullanılan denklemlere "i" sayısını kullanarak bir boyut getirmiş. Bu "i" sayısı sayesinde "sanal" kütlesi olan, yani negatif kütlesi olan parçacıklar öngörmüş. Bu parçacıklar ışıktan hızlı hareket edebiliyor. Hatta ağırlıkları arttıkça hızlanıyor, azaldıkça yavaşlıyorlar. Ağırlıkları sıfırlandığında da en yavaş hızlarına ulaşıyorlar. Bu da ışık hızı.

Bu parçacıklara takyon diyorlar. Yunancadan, hız demek. Arabalarda hız göstergesine de bazı yerlerde takometre derler, ordan bir yakınlık kurabiliriz.

İşte ancak bu takyonlar sayesinde ışık hızını alt edip, uzak yıldızlara gitme şansımız var.

Ne var ki Uzay Yolu serileri dışında takyonları gören, bilen yok. Çünkü "i" sayısı diye elle tutulur bir kavram, bir çokluk yani bir kantite yok. Aynı yana yatmış sonsuzluk sekizi gibi, hayali bir olgu.

Garip fizikçiler, işte böyle matematiğin başlarına sardığı dertlerle uğraşmaktadırlar. Yere göğe koyamadıkları kuantum teorisi, bir parçacığın aynı anda iki yerde bulunmasını açıklamakla kalmayıp kanıtlarıyla ortaya koysa da, kıytırık bir yerçekimini açıklayamamakta, açıklamaya kalktığında ise parçacıkları ip haline getirip, matematik sayesinde bizi yirmi küsür göremediğimiz, bilemediğimiz boyutla baş başa bırakmaktadır. Bunlar hep matematikle oynamanın sonucu ortaya atılan teoriler.

The Big Bang Theory dizisinin başrolündeki Sheldon bile bu ip teorisini bırakıp başka alanlara yönelmiştir.

Ancak fizikçiler de yavaş yavaş işe uyanmaya başladı.

Yerçekimi diye bir illet vardır arkadaşlar. Herşeyi çeker. Tam doğrusu, evrende herşey birbirini çeker. Işık da bu çekimden nasibini alır. Yerçekimi tanımı gereği ışığı yavaşlatamazsa da ışığın yönünü değiştirir.

Yerçekimi için madde gerekir. Ne kadar çok madde olursa, çekim o kadar kuvvetli olur.

İşte, uzak galaksileri gözlemleyen fizikçiler, bu galaksilerin etrafından gelen ışığın yön değiştirdiğini farkettiler. Bu demekti ki o bölgelerde ışığın yönünü değiştirebilecek kadar yoğun madde olması gerekiyordu.

Tek problem, baktıklarında bu maddeyi görememeleriydi.

Benzeri bir şekilde, evrendeki galaksiler birbirinden uzaklaşmaktadır. Ancak, galaksiler arasındaki yerçekimininin bu uzaklaşmayı yavaşlatması beklenilirken, galaksiler aksine daha da hızlanmaktadır.

Matematikçilerden feyz alan fizikçiler, ışığın yolunu değiştiren, ne olduğunu bulamadıkları maddeye "Kara Madde", galaksileri hızlandırıp birbirinden ayıran, ne olduğunu bulamadıkları güce de "Kara Enerji" deyip işin içinden çıktılar.

Sizin anlayacağınız, insanlığın geleceği aritmetiksel sonsuzluk, "i" sayısı, kara madde ve kara enerjinin bulunmasına kalmıştır.

Newton'ın kafasına elma düştüğü günlere göre çok yol almış olsak da, yukardaki basit bir iki örnek bile bize gösteriyor ki, evreni anlama çabamızda daha işin başlarındayız.

En iyisi bu işlere çok takılmadan günlük hayatın boyutları bu kadar büyük olmasa da, en azından kendi başımıza çözebileceğimiz sorunlarına dönmek.

Buraya kadar pek okuyanın kaldığını düşünmüyorum ama sabır taşı yutmuş olanınız varsa iyi geceler, sağlıcakla kalın.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...