27 Eylül 2014 Cumartesi

Dubai - Bir Nefes Memleket Havası

Gurbette yaşamak zor iş anasını satayım. Türkiyenin durumu hepimizin malumu da olsa da, elde değil özlüyor insan, hatta üç gün geçirdikten sonra özlediğine pişman olacağını bilse bile.
İşte bu yüzden, eşim Jelena (Yelena) Dubai için Türkiye aktarmalı bir uçuş buldu diye kalbim ısındı bir anda. Hem de iki uçuş arasımda iki saat kadar bir süre vardı ve bu iki saat, benim için bir kebap, Jelena için de havlu, sabun, abajur gibi ıvır zıvır alabilmek için yeterli zaman demekti.

Bunun üzerine bir de abimle net bir saat de olsa görüşme fırsatı da çıkınca olay sadece bir Dubai gezisi olmaktan çıkıp mükemmel bir memleket ziyaretİne dönüştü.

Biz de o heyecanla bir cuma akşamı rotamızı Basel (Bazıl) havaalanına çevirip gaza bastık. Havaalanına olaysız ulaşmıştık.

Bu Türkiye uçuşlarının bir özelliği vardır. Havaalanında şöyle bir dolaşın, ilerleyen dakikalarda memlekete bir uçuş olup olmadığını hemen anlarsınız.

Bağıra, çağıra telefonda konuşanlar, etraftaki insanlara çarpa çarpa koşuşturan çocuklar, önce birden yanınızda biten, sonrasında sizle birlikte ilerleyen ve kıçın kıçın önünüze geçip sıraya kaynak olmaya çalışanlar, daha İstanbul'a gelmeden size hızlı bir Türkiye oryantasyonu yaptırırlar.

Biz de geleneksel, "Lütfen sıraya girer misiniz han-fendi?", "Ayyy, kusura bakmayın, gerçekten geç kaldım uçağa.", "Biz de aynı uçakla gidiyoruz han-fendi, geç kalmadınız." şeklindeki repliklerimizi icra ettikten sonra güvenliği geçip kapıya geldik. Jelena bile öğrendi, artık Türkçe 'Hayır' diyor bunlara.

Kapıda, biniş kartlarının kontrolü için, o sopalara bağlı şeritlerle labirent gibi uzun bir koridor yapmışlar. Labirentin tam girişinde İsviçreli bir çiftin arkasında sıraya girdik. Çiftin önünde de, bizden bir kız, kafasını eğip, burnunu telefonuna sokmuş, vık-vık text yazıyor.

Kontrol başladı ve insanlar biniş kartlarını gösterip, otobüse doluştular. Ancak bizim kız hala vık-vık yazıyor, öne doğru iletlemeyi reddediyordu.

Bu fenomeni tam olarak anlayabilmeniz için İsviçre halkını tanımanız gerekir arkadaşlar. İsviçreliler, gerçekleri tabii, "Haydi ilerleyelim" demenin ofansif olabileceğini düşünür ve büyük bir sabırla, son ana kadar önlerindekilerin, sıranın ilerlediğimi farkedip ileri gitmelerini bekleyebilirler.

Kızla bizim aramızdaki İsviçreli çift hiçbir harekette bulunmadan kızın ilerlemesini bekliyor, kız ise umursuzca telefonuyla oynuyordu. Bu çift uzun bir süre kızın arkasında hiçbir tepki göstermeden beklemeye devam edebilirdi

Onyedi senedir İsviçre'de yaşasam da, beni Türk yapan genlerim hala damarlarımdaki asil kanda mevcut olduğundan olaya müdahale etme gereğini duydum.

"Eksküze mua!" deyip İsviçreli çifti geçtim. Kız hala mesaj yazıyordu.

Kız yokmuş gibi yürüyüp labirente girdim.

Kız bu İngilizce de "Near Miss" yani "Yakın Geçişten" biraz rahatsız olmuştu ki, kafasını kaldırıp şöyle bir baktı bana, ve "Hey Allahım!" anlamında başını şöyle bir sağa sola salladı. Sonrasında iki adım kenara çekildi, ve mesajını yazmaya devam etti.

Kız sırada değildi!

Sadece kontrol sırasının girişinin tam önünde mesaj yazmaya karar vermişti. Uçağın yarısının arkasında biriktiğinin farkında değildi.

Yolcular, etrafını yıkmam diyen Tuna nehri misali biniş kartlarının kontrol noktasına doğru aktılar.

Kız hala mesaj yazıyordu!

Pegasus Havayolları'nın ikram menüsünde Muffin adı verilen ufak, mantar biçimli hamur işleri vardı. Hem Jelena, hem ben çok severiz muffin'leri kahve ile.

"İki kahve, iki muffin.", dedim.

Hostes kadın anasına küfretmişim gibi neredeyse bağırarak cevap verdi.

"Ne?"

"Doğru düzgün cevap ver lan kaltak..." şeklinde başlayan birkaç senaryoyu, olayın sıcaklığında şöyle bir değerlendirdim, sonrasında rezillik çıkmasın babında kibarca bir daha tekrarladım.

"İki kahve, iki tane de MAF-FİN, lütfen."

Ellerini iki yana açıp, "Anlamıyorum ki" biçiminde bir işaret yaptı. Sonra da karşısındaki erkek kabin memuruna dönüp, ağzını, burnunu yamultarak "Ne diyor bu?" gibisinden bir baktı.

Anlayacağınız, kaka gibi kaldım ortada, "Siz Türkler nasıl diyorsunuz, muffin işte." şeklinde.

Bu yeni insan türü "Homo Dingilus" yakın zamanda ortaya çıktı arkadaşlar. Sadece Türkiye'ye mahsus değil, haklarını yemeyelim, buralarda da çok var bunlardan.

Özellikleri, dişi olmaları ve "Bak kadınız diye öyle hareket yapma, alasını görürsün", motifiyle hıyar hıyar konuşmalarıdır. Facebook bunlarla dolu. Ortalama ayda bir, böyle bir müptezel çıkar karşıma, ipe sapa gelmez şeyler söyler, sonrasında da kaybolur, gider.

Neyse, dönelim konumuza.

Erkek kabin memuru "Şşşt!" diye kızdı buna, ve iki muffin çıkarıp verdi bize. Kahveler de sonradan geldi.

Muffin'i yerken bir daha düşündüm, gerçekten ukalalık mı yaptım diye.

İlk iş menüye baktım. Menüde "Muffin" yazıyor. Küçük puntoyla da açıklama koymuşlar. "Ahududulu Çörek" şeklinde. "Çörek", çok genel bir tanımlama. Muffin de dahil, birçok hamur işine çörek denilebilir.

Sadece Türkçe konuşmak için de "Hanfendi bana bir 'ahududulu çörek' verir misiniz?" demek ise gerçekten komik geldi kulağıma. Muffin, muffin'dir işte. Herkes, en azından görevi, onu satmak olan herkes, bilir ne olduğunu.

Sonra, uluslararası bir uçuşta herkes Türkçe sipariş verecek diye bir kural da yok. Türkçe bilmeyen herkes, menüde yazdığı şekilde "Muffin" isteyecek. Bu hıyar da, hepsine, ağızını, burnunu yamultup "Ne diyor bu?" mu diyecek?

Kaotik bir süreç sonrası uçaktan inmiş, bizi terminale götürecek otobüsün içerisinde, yolcuların gelmesini bekliyorduk. Bu otobüslerin yerine elden geldiğince jetway denilen körükler kullanılsa da Avrupa'da arada bir otobüslere denk gelirsiniz.

Bizde ise biniş ve inişlerin çoğunluğu otobüslerle yapılır.

Ve bu otobüslerde yine sadece Türkiye'ye özgü bir fenomen çıkar karşınıza.

Telsiz!

Medeni ülkelerde otobüs sessizdir. İnsanlar sakince terminale yada uçağa gitmeyi beklerler.

Bizde ise o tanrının cezası telsizin sesi sonuna kadar açılır ve otobüsteki herkes zorla, cazır-cuzur o anlamsız konuşmaları dinler.

Çünkü telsiz, otobüs şoförünün kendini önemli hissetmesi için, tanrı vergisi bir araçtır.

"626 için gecikmeli yolcu kapıda. DİNG!, KKKK!"

"Ben hemen aracı gönderiyorum. Lütfen bilgilendirin. DİNG!, KKKK!"

Sesi sonuna kadar açık telsizin ufacık hoparlörü yüzünden kulaklarınız yırtılacakmış gibi olur, bu canhıraş seslerden.

Dayanamadım, İngilizce "Rehineleri kurtardık, üsse dönüyoruz. DİNG!, KKKK!" diye telsizi taklit ettim. Sonra da kendi kendimi cevapladım. "Sizi bastırma ateşiyle koruyoruz. İlerlemeye devam edin. DİNG!, KKKK!"

Bir iki yolcu güldü, bir ikisi de anonsları ve silah sesi taklitleriyle olaya müdahil oldu.

Hep beraber güldük.

İşin komiği, telsiz otobüste cayır cayır bağırırken, şoför otobüsün içinde bile değildi.

Terminale ulaştık ve Pegasus hava yollarının transfer gişesine gittik. Dubai uçuşu için biniş kartlarını alırken, gişedeki görevliye sordum.

"Kebapçı hangi terminalde?"

Adam bana baktı, baktı ve:

"Abicim, şimdi pasaportu geç, kapının önünden taksiye bin, Kurtköy'de bulursun kebapçı."

Başka birisi araya girdi.

"Boşver Kurtköy'ü, Pendik'e gitsinler. Kebap orada çok iyi."

Yine kanım tepeme çıktı.

Aslında ben Bursa'da da çok iyi bir kebapçı bilirim. Bir otobüslük uzaklık. Oraya da gidebiliriz, bir gözümüzü karartsak.

"Kardeşim, verdiğin biniş kartındaki saate baksana. Uçağa nasıl yetişiriz Kurtköy'e gidersek?"

Havaalanında kebapçı olduğuna emindim. Bir daha sordum.

"Emin misin havaalanında olmadığına?"

Şimdi kalbimi kırdın abicim bakışıyla ciddileşerek cevapladı.

"Yok beyefendi."

"N'apalım...", dedik ve kartları alıp ilerledik. Bizim konuşmamızı duyan gençten bir Pegasus görevlisi kulağıma fısıldadı.

"Abi, geliş terminalinde, Dönerci Usta'da var iskender. Bu bilmez onları.".

Gerçekten de vardı....

"Bize üç iskender!"

"Abicim İskender kalmadı."

"Nasıl kalmadı? Bu koca döner ne?"

"Abi sos bitti."

"Canım kardeşim, taa iki bin kilometreden geldik İskender yemek için."

"Abi, o zaman sen bi beş dakika bekle..."

On dakika bekledim, yine gittim.

"N'oldu bizim iskenderler?"

"Abi bir üç dakika daha..."

Böyle, böyle bir yarım saat geçti ama sonunda alabildik iskenderleri...

İskender
Bir saatlik süreye hem İskenderi, hem de abimle hasret gidermeyi sığdırabilmiştik. Biriken konuları, konu başlıklarıyla kısaca birbirimize aktardık.

Çıkış kapısına geldiğimizde, ortalık görünümü güzel de olsa ruhu itibarıyla otuz sene öncesinin Ankara otobüs terminalini andırıyordu.

Tamamen bir başıbozukluk hakimdi.

Elinde telsiz, muhtemelen bir Homo Dingilus olan kız "Münih yolcusu vaaar mı?", diye hem yürüyor, hem de yırtıyordu kendisini. Niye akıllı biri gibi anons yapmadığı yada Türkçe bilmeyenlerin bu çığırtkanı nasıl anlayacağı başka bir konu tabii ki.

Ne olduğunu anlayamamış, şaşkın şaşkın etrafa bakınan bir iki yabancı yolcuya durumu anlattım.

Başka bir görevli, hem bir tekerlekli sandalyeyi itiyor, hem de yırtınıyordu. "Oysan Örmen!, Oysan Örmen!".

Kapıda bekleyen birinin önünde durup sordu. "Oysan Bey siz misiniz?". Adamın nasıl gücüne gittiyse, "Sakata benzer bir halim mi var?", diye çıkıştı. Bu arada Oysan Örmen kalabalıktan çıkıp geldi. Bey değil, bir hanımmış.

Kapı numaraları anons yapılmadan değişiyor, insanlar bir o tarafa, bir bu tarafa koşuşturuyorlardı. Her görevlinin belinde sesi sonuna kadar açık bir telsiz, cazır-cuzur bağırıyor, tam anlamıyla bir hengame yaşanıyordu.

Üzüldüm tabii bu haline ama elden ne gelir? Medeni olabilmek için ilk önce medeni olmayı istemek gerekiyor işte.

Bu iki saatlik Türkiye havası, özlem falan bırakmamıştı içimde. Bir an evvel uçağa binip gitmek geldi içimden.

Hedef, dünya turizminin yeni gözdesi Dubai kentiydi...

13 Eylül 2014 Cumartesi

Biraz da Politika...

Fiziğin babası sayılan Newton'ın (Nütın) hareketin doğasıyla ilgili üçüncü kuralı der ki:

"Her hareket için, ters tarafa aynı güçte başka bir hareket oluşur."

Tercümemdeki eksiklikleri bir kenara bırakıp lütfen yeniden okuyun ve hazmetmeye çalışın (For every action, ther is an equal and opposite reaction).

Siz yere bastığınızda ağırlığınız kadar bir güçle yere, aşağı doğru bir baskıda bulunurken, yer de sizi aynı miktardaki bir güçle yukarı iter. 

Bu kural sadece fizikte değil, başka bir çok sosyal alanda da geçerlidir.

Mesela her kahramanın bir düşmanı vardır. Superman ile Luthor, Holmes ile Moriarty, Skywalker ile Vader, Tommiks ile Binbirsurat, vs. Çünkü kahramanın yalnız kalması eşyanın doğasına aykırıdır. Kahramanı kahraman yapan, aynı güçte bir düşmanın bulunmasıdır.

Bu örnekleri genişletebiliriz. Kürtlere yapılan baskı, kürt milliyetçiliği ve PKK'yı, başörtüsüne ve dine yapılan baskı Hüloooğğ'ları yaratmıştır. Burada şu haklı, bu haksız, şunun yanında, bunun karşısındayım tartışması yapmıyorum, sadece olayların oluşum ve gelişim nedenlerini sıralıyorum. Doğru herzaman haklı, haklı da herzaman doğru değildir. Bu arada bu son söz bile Newton'ın kuralını doğruluyor.

Yine soğuk savaş ABD kadar güçlü bir SSCB yaratmıştır. İlk nükleer silahı yapan da, kullanan da ABD olmuştur. Bu gerçek, SSCB'nin de nükleer silah yapıp benzeri bir askeri doktrin edinmesini sağlamıştır.

SSCB'nin çökmesi ABD'yi tek süper güç olarak bırakmıştır. Ancak Newton'ın kuralı burada da işleyecek, tek kutup kendine eş ve denk bir karşı kutup yaratacaktır.

Netekim bu süreç başlamıştır.

Şanghay paktı mıdır, üçlüsü müdür, beşlisi midir, her ne ise Rusya ve Çin'i birleştirmiş, Hindistan ve Pakistan'ı da alarak batıya denk olmaya çalışan bir güç olmaya başlamıştır.

Eski Yunan ve Roma'yla başlayan şehir devletleri egemenliği, yerini ortaçağda Haçlılar yada Osmanlılar örneği din devletlerine bırakmış (bizim yüzde elli de işte burada videounun durdur tuşuna basıp beynini stop etmiş), Yeni Çağ'da din devletleri sınırları bugün çizili ulusal devletlere, Modern Çağ'da da ulusal devletler ABD ve AB örneği ticari topluluklara evrilmişlerdir.

İşte Hindistan ve Pakistan gibi iki düşman devleti bile Şangay topluluğu altında biraraya getirebilen motif, yani dürtü ticaret yapabilme, refahı artırabilme çabasıdır. Bu toplulukta yakın zamanda İran ve Orta Asya Türk devletlerini tamamen işlevsel biçimde katılmış olarak görmek hiç de sürpriz olmayacaktır.

Bu yeni oluşum, bugün çeplerindeki parayı birbirlerinden saklayan karı-kocalar gibi davranan Avrupa devletlerini de gerçek eşitlik tabanında biraraya gelmeye zorlayacaktır. Bunu yapabilirler mi bilinmez. Avrupa'da herkes herkes'den hoşlanmamak için bir nedene sahip. Ben bunun değişeceğini, en azından kısa dönemde beklemiyorum.

Parayı korumak herzaman güç gerektirir. Zengin olup da savunmasız olunmaz. Hem Çin, hem de Rusya bu güce sahiptir ve Ukrayna örneğinde olduğu gibi bu güçünü yavaş yavaş göstermeye başlamıştır.

Gelelim Türkiye'ye.

Bu ortamda Türkiye'nin eline önemli fırsatlar geçecektir. Jeopolitik konumu ve gücü yüzünden her iki kutup da Türkiye ile flörtü deneyecektir.

Bu fırsatları değerlendirebilmek için de yetkin ve ehliyetli bir yönetim gerekmektedir.

Gerekmektedir de.....

9 Eylül 2014 Salı

Oslo

Güney Fransanın hani şu üstsüz film yıldızı adaylarıyla ünlü Cannes şehrinin yine en ünlü La Croisette caddesinde, yine en az bu cadde kadar ünlü Carlton isimli bir otel bulunur.

İsmini, cismini, ününü, şanını, şöhretini bilmeseniz bile, La Croisette'de yürüyüp Carlton Otel'i farketmemeniz imkansızdır. Devasa, tarihi binası, bütün azametiyle size "Hop bilader, ben buradayım, bakmadan geçme!" der.

Bu otel 1911 yılında hizmete açılmış, ünlü olduğu kadar da tarihi bir mekandır. Yine herkesin bildiği Cannes Film festivali sırasında, konaklanması en havalı ve en sosyetik oteldir.

Varlığı boyunca bu otel birçok ünlü kişiliğe ev sahipliği yapmış, otelin lobisinde ve çevresinde filimler çekilmiş, konserler düzenlenmiştir.

Örneğin benim yaşıtlarımın çok iyi hatırlayacağı Elton John'ın I'm Still Standing şarkısının klibi bu otelde çekilmiştir.

Yine başrollerini Grace Kelly ve Cary Grant'in oynadığı To Catch a Thief (Hırsızı Yakalamak) ile, Goldie Hawn'un There's a Girl in my Soup (Çorbamdan Kız Çıktı) filmleri hep bu otelde çekilmiştir.

Bu otelden nasibini almış tarihi kişiliklerden biri de bir ben şahsım olmuştur :)

Carlton'da kalmış olmasam da Güney Fransa'yı ziyaretlerimizden birinin esnasında eşim Jelena'nın (Yelena) annesi ve babasıyla birlikte, bu otelin bahçesindeki barında bir kaç kadeh içmişliğimiz vardır.

Jelena'nın babası bu jet-set, sosyetik dedikodulara, hangi ünlü kimle, ne yapıyor meselelerine fazlasıyla takılan biridir.

İşte Carlton'da, barda bir kadeh içerken, kader ağlarını örmüş, elli seneye yakın şanssız hayatımın zincirlerini kırmak üzere bütün hazırlıklarını tamamlamıştı.

İçkilerimizi söylemiş, fındık-fıstıklı girizgahı yaparken bir anda bardaki herkes ayaklandı. Ben tam "Lan n'oluyor?" derken, ellerinde bazuka kılıklı tele objektifleriyle bir gazeteci ordusu, üzerlerindeki kalite elbiseleriyle hiç uyum göstermeyen obez neferli, bir goril ordusu ile birbirine girdi.

Çat-çut flaşlar patlarken, ufak tefek bir kadın ve bir erkek başlarını önlerine eğip hızlı adımlarla otelden çıktılar ve kendilerini kapı önünde park etmiş bir limuzine attılar. Ortalık o kadar kalabalıklaşmıştı ki, limuzinin hareket etmesi imkansız hale gelmişti.

Benim kayınpeder "Aaa, bunlar bilmemkimle bilmemne!" deyip limuzine doğru doğru koştu ve kalabalığa karışıp kayboldu.

Aradan bir yarım saat geçti, gecmedi, kayınpeder mutlu bir biçimde geri dönüp bize katıldı.

Bu olay tam onun ağızının tadındaydı.

Ben de bir anda "Lan damata bak, bizi öyle bir yere götürdü ki, bilmemkimle birlikte aynı mekandaydık." mertebesine yükseldim.

Bu arada yanlış anlamaları önlemek bakımımdan bu cemiyet hadiselerinden hiç anlamadığımı belirtmek isterim. Ben uzun bir süre Brad Pitt'le Nicole Kidman'ın birlikte olduklarına inanmışken, Jelena bana Kidman'ın Pitt'le değil de Tom Cruse ile evli olduğunu ve bir iki yıl önce ayrıldıklarını, gururumu fazlaca incitmemeye çalışarak anlatmıştı.

Carlton böyle şanlı, şöhretli bir otel işte.

Biz de Jelena'yla 2015 yılbaşını, paraya kıyıp bu otelde karşılayalım istedik ve rezervasyon yapmak üzere bir fiyat aldık. Odanın bedeli biraz canımızı acıtsa da boşver anasını satayım deyip okeyledik. Bu plan başka sebeplerden dolayı yürümedi ama konumuz bu değil.

Şimdi sizi Güney Fransa'nın en seksi, en trendi köşesinden alıp kuzey kutbu yakınlarına, Norveç'in başkenti Oslo'da kaldığımız otele getireyim arkadaşlar.

İsmi bende saklı bu otel, üç yıldızlı, temiz ve güvenli olsa da bütün cazibesiyle beş yıldızlı, içinde filmler çekilen konserler verilen Carlton Otel'e kıyasla başka bir evrende varlığını sürdürmekte.

Odasında sadece bir duş ve lavabo var. İki plastik bardak ve bir çöp tenekesi dışında hiçbir bir lüksü yok. Minibar, şampuan, pamuklu çubuk falan hak getire.

Ve, ister inanın, ister inanmayın arkadaşlar, Oslo'daki üç yıldızlı bu otelin konaklama bedeli, Cannes'daki Carlton Otel'in yeni yıldaki konaklama bedelinden daha yüksek!

İşte size Oslo'nun, ya da daha geniş olarak Norveç'in hikayesinin özeti.

İsveç, İskandinavyanın çalışan, Danimarka bohem ve Finlandiya da dışlanmış fakir çocuğu ise, Norveç, bölgenin zengin şımarığı.

Çünkü Norveç'te, diğer İskandinav ülkelerinde olmayan iki şey var.

Fiyordlar ve petrol!

Fiyordlar, estetik olarak birer doğa harikası olsalar da, petrol bu ülkeye para ve refah getiren en önemli unsur olmuş. Arap ülkelerindeki monarşiler ve diktatörlüklerin aksine petrol geliri İskandinav medeniyetinin elinde bir zümreyi değil, tüm ülkeyi zengin etmiş, yaşam bakımından tam bir "Bal dök, yala!" haline getirmiş.

Kişi başına düşen milli gelir sıralamasında Norveç dünyada dördüncü sırada olsa da, 2014 yılı gelişmişlik indeksine göre dünyanın bir numarası. Yani dünyanın en gelişmiş, en uygar ülkesi! İnanılması güç boyutlarda bir sosyal sigorta ve sağlık sistemi var. Uçsuz bucaksız bir refah.

Ee, herkesin cebinde para olunca da fiyatlar almış başını gitmiş tabii.

Norveç şimdiye kadar bulunduğum en pahalı ülkelerden biri. Sadece üç yıldızlı oteller, Carlton Cannes kadar pahalı olmakla kalmamış, sabah içtiğiniz kahveden yürürken çiğnediğiniz sakıza, öğlen yediğiniz pizzaya kadar her şey misli ile fiyatlanmış durumda.

Pahalılık bakımından en abartılısı ise alkollü içecekler. İçkilerin fiyatı zengin Norveçlileri bile bağırtacak kadar yüksek.

Her akşam Oslo limanından devasa bir gemi Danimarka'nın başkenti Kopenhag'a gitmek üzere denize açılıyor. Bu gemi bütün gece yol alıp ertesi gün Kopenhag'a ulaşıyor.

Gemi Norveç sınırları dışına çıktığında - Norveç bir AB ülkesi değil, gümrüksüz içki fiyatları makul düzeylere geliyor ve Norveçliler de bütün maaşlarını içkiye yatırmadan gece boyunca demlenebiliyorlar. Bu yüzden oldukça popüler olan bu gezinin bir de resmi olmayan adı yerleşmiş. "Booze Cruise" yani "Kafa Çekme Gezisi"!

Yüksek fiyatları bir kenara bırakırsak, Oslo'nun gerisi beni çok fazla şaşırtmadı.

İskandinavya'nın diğer şehirleri gibi Paris yada Floransa örneği, aklınızı başınızdan alacak yapıları, anıtları, tarihi ve doğası olmayan, ancak temiz, uygar, yolları, kaldırımları, otobüsleri hep özürlüleri düşünerek yapılmış, aşırı derecede liberal, demokrat, özgür, sosyal, homoseksüellerin rahat ettiği, göçmenlerin bol olduğu ışıltılı bir şehir.

İskandinavya'nın bir Eyfel kulesi yada Louvre Müzesi olmasa da uygarlık, özgürlük ve liberallik bakımından ulaştıkları seviye bence en az bu anıtlar kadar önemli ve değerli. O yüzden arada bir ziyaret edip bir ülke ne kadar insanca yaşayabilir, görmek ve hatırlamakta fayda var.

Göçmenler demişlen, sıklıkla tanıdık sesler de duyuyorsunuz.

"A...a koduğumun ipneleri!"

Elele iki erkek (!) ve arkalarında gençten, biri sakallı, diğeri bıçkın, bizimkilerden iki tane numune.

Bir gülme geldi ve geçti. Türk olduğumu anlamasın diye renk vermedim ve yürümeye devam ettim.

Bizimkini bıraksan, döve döve islah edecek "ipneleri". Çünkü kendi ülkesinde yok zannediyor, buranın dejenereliğinden ürediklerine inanıyor hacı. Aslında memleketinde, Oslo'dakilerden fazla olduklarının, ama korkudan ortaya çıkmadıklarının farkında değil.

Bir de Hristiyan diye dinsiz, başı açık diye orospu, homoseksüel diye de sapık deyip aşağıladığı insanların ülkesinde niye kalıyor, o da başka bir soru tabii. Ancak soramıyorsunuz, çünkü beyin eski model, kaldıramıyor bu kadar yüklemeyi...

Konuyu kapatmak bakımımdan, ben homoları ne anlıyor, ne de yaptıklarını doğru buluyorum. Ama bana dokunmadıkları sürece ne halleri varsa görsünler, istedikleri gibi yaşasınlar diyorum.

Neyse, konumuz Türkiyenin sosyal problemleri değil, Oslo izlenimleri.

Oslo'nun nüfusu yarım milyon civarı. Etrafındaki köy ve kasabaları topladığınızda bölgenin nüfusu bir buçuk milyonu geçiyor. Zaten Norveç'in toplam nüfusu beş milyon civarı, yani İstanbul'un üçte biri kadar.

Oslo'dayız
Resmi dil Norveççe ancak diğer İskandinav dillerimden çok farklı değil. Norveççe, Almanca kökenli bir dil.

İskandinavya'yı dil bakımından benim için çok çekici bir gezi noktası yapan başka bir özellik ise hemen herkesin yüksek seviye İngilizce konuşması. Koyu kahverengi tuğlalı binaları ve her köşe başında bir 7 Eleven'ı da miksimize katınca, insan kendisini sanki Amerika'da hissediyor. Oslo'da İngilizce konuşarak yolunuzu bulmak, Miami'den daha kolay.

Arabaların çoğu Volvo, mobilyaların çoğu IKEA, biraların çoğu Tuborg ve tabii ki her köşebaşımda bir H&M mağazası. Bir de Bik-Bok isimli bir mağaza zinciri var ki sadece size ve bana ilginç gelecektir :)

Bir heykeller kenti
Şehrin gerisi ise binlerce heykel, park, bahçe ve güzelim yapılarla dolu. Heykellerin altını bir kez daha çiziyorum. Ben bu kadar heykeli Paris'te bile görmedim.

Para birimi Norveç Kronu. İsviçre Frankına çevrimi yedi olunca, fiyat etiketlerine ve özellikle bozuk paralarına alışmak biraz zaman alıyor.

Trenler dahil, hemen her yerde ücretsiz Wi-Fi bulmak mümkün. Norveçlilerin çoğu zaten evrime uğrayıp konuşmayı bırakmış, text'leyerek iletişim kuruyorlar :)

Oslo, Kophenag, Stokholm yada Helsinki'ye göre biraz daha aktif göründü gözüme. Gece hayatı kesinlikle daha hareketli. Şehir, geceleri sanki daha fazla renkli, daha fazla canlı.

Eski liman
Oslo aynı isimli bir fiyordun üzerine kurulmuş bir şehir.

Bu fiyordlar İskandinavya'da sadece Norveç'te var. Buz çağımda, buzulların kırılırken, kıyıları erozyona uğratmış ve deniz yüzlerce kilometre boyunca bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla karanın içine girmiş.

Oslo Fiyord'u göreceli olarak daha düz olsa da, kuzeye çıktıkça bu kıvrımların sağında ve solunda metrelerce yüksek, üstleri yemyeşil, dik yamaçlar bulunmakta.

Fiyordlar birer dünya ve doğa harikası arkadaşlar. Gelecek yaz bir gezi gemisi ile sekiz gün boyunca kuzeye çıkıp birçoğunu görme şansımız olacak.

Ancak dik yamaçlı olmasa da gelmişken Oslo Fiyordu'nu görmemek olmazdı. Ufak bir tur teknesi ile iki saatlik bir fiyord gezisi yaptık. Normalde Oslo Fiyordu'nun uzunluğu yüz kilometreden fazla, ancak biz bu kez içlerde kaldık.

Oslo Fiyordu
Fiyord boyunca herbiri yemyeşil birçok ada var. Bu adaların bazıları yerleşime açık. Yemyeşil ormanların içerisinde beyaz, kırmızı, sarı, mavi renklerde küçük, ahşap görünümlü, Norveç tarzı evler yapmışlar.

Adaların karayla bağlantısı ise genelde motor yada yelkenli teknelerle, fiyord donduğunda ise buzda yürüyerek yada kızaklarla sağlanıyormuş.

Fiyord boyunca kıyıda ve adalarda birçok marina ve deniz feneri var. Siyaha yakın renkteki kayaları, yemyeşil bitki örtüsünü ve masmavi denizi de ekleyince manzara düşlenmesi zor bir güzelliğe bürünüyor.

Oslo Fiyordu
Biz, bu tur boyunca çok güzel zaman geçirdik. Yolunuz düşerse mutlaka alın derim, ancak beklentileri belirlemekte fayda var. Eğer anıtsal yapıları ve ünlü yerleri seviyorsanız hayal kırıklığı yaşayıp bana kızmayın. Bu turda ne Viktorya şelalelerini, ne İskenderiye fenerini, ne de Kolosus'u göreceksiniz.

Oslo'da, hayatımda ilk kez bir trafik fenomenine rastladım. Yayalar için kullanılan trafik ışıklarında iki tane kırmızı var, üçüncüsü ise yeşil. İki kırmızı da beraber yanıyor, beraber sönüyor. Nedendir, çok düşündüm ama hala anlayamadım.

Sahil boyunca adımlarımız bizi şehrin neredeyse amblemi sayılabilecek Akershus kalesine götürdü.

Akershus, devasa bir Ortaçağ kalesi. Bir ucu deniz kenarında, diğer ucu da şehrin ortasında. Bu kale bir aralar hapisane olarak bile kullanılmış.

Akershus Kalesi
Sınırları içerisinde birçok bina, park, bahçe ve yolları var. Eski toplar, modern toplar, havanlar, obüsler, hatta bir M-48 Patton tankı bile görülebilir. Çok iyi bakılmış ve çok etkileyici bir yer.

Tek sorun, gezip bitirdikten sonra nasıl çıkılacağını bulmakta. Eğer birisi çıkış kapısına bir parça peynir koymazsa kale sınırlarını terketmek çok güç. Biz Jelena ile her yolun sonundaki kapıdan geçtiğimizde, "Tamam, şimdi çıktık." dedik ama yine kendimizi çitlerin, parmaklıkların arasında bulduk.

Yine kaleye yürüyüş uzaklığında, denizin kelimenin tam anlamıyla "üstünde", bembeyaz ve neredeyse bir stadyum kadar büyük, modern bir yapı bulunmakta. Burası Oslo'nun opera salonu. Onbinlerce izleyiciyi alacak kadar büyük ve gerçek anlamda mimarının sanatını konuşturduğu kaliteli bir yapı. Sonradan öğrendik, meğer bir Aysbergi, yani buz dağını sembolize ediyormuş.

Opera binası
Opera binasının üzerinden Oslo'nun mükemmel panoramik bir manzarasını görebiliyorsunuz. Ancak giderseniz mutlaka yanınıza bir güneş gözlüğü alın. Heryeri bembeyaz olan bu muazzam yapı bütün güneş ışığını yansıtıyor ve gözlerinizi açamıyorsunuz.

Opera salonundan çıkarken yine geleneksel olarak, "Vay anasını, adamların sanata verdiği değere bak, koca bina yapmışlar opera için. Bizde olsa..." geyiğine başladım kafamda ama, benim barbar beynime bile bu kadar da olmaz dedirtti.

Başımdan dedik zaten İskandinavlar modern, gelişmiş, evrimleşmiş insanlar diye ancak bu binanın boyutları gerçekten biraz abartılı. Neredeyse tüm Oslo halkına haftada üç gün opera dinletebilecek kadar büyük. Hani, biraz da "Biz moderniz, sanata değer veririz." diyebilmek için yapılmış gibi. Ben zannetmiyorum ki tüm Norveçliler sabah akşam opera dinliyor olsunlar. Arada Abba falan da çalıyorlardır değil mi?

Navigasyon yapıyoruz
Opera salonunun yine yürüyüş uzaklığında Oslo'nun Şehir Konağı var (City Hall'un Fransızcası olan Hotel De Ville'den uydurarak çeviriyorum, anlamı bizdeki Vali Konağı ve Belediye Sarayı karışımı yönetim binası).

Ancak bu Şehir Konağı, güzelim şehrin belki de en kötü yapısı. Çocuğunuza "Bak yaramazlık yaparsan seni buraya hapsederler." diyerek korkutabileceğiniz kadar kara, nemrut bir bina. Trip Advisor'da ziyaret edilmesi gerekli bir yer diye geçiyor ama nesi ziyaret edilir ben anlamadım.

Ancak bu kötü yapının hemen önündeki park bir harika. Önünüz deniz, liman ve Akershus kalesi, arkanız ise yine heykellerle, çeşmelerle, havuzlarla bezenmiş bir park. Jelena ile beraber burada bir güneş batımı yaptık. Öyle romantik yani...

Burada, limandaki metalik renkte modern bir dalgıç heykeli de görülebilecek ilginç kalemlerden biri.

Parkın sahil boyunca ilerisinde büyük bir meydan ve meydanın diğer ucunda ise Nobel Barış Ödülü Merkezi var.

Nobel Barış Ödülü Merkezi
Bilim dallarına verilen Nobel ödüllerine fazlasıyla saygı duyarım ama bu Nobel Barış Ödülü, ABD, Almanya, Fransa gibi güçlü devletlerin oyuncağı haline geldiği için en ufak bir şekilde ilgimi çekmedi. Obama ile Avrupa Birliğine bile verdiler bu ödülü.

Düşünün, Avrupa Birliğine Nobel Barış ödülü....

İnsanın anlayış sınırlarını zorlayan bir seçim. Avrupanın ortasında eski Yugoslavya birbirinin gırtlağına sarıldığında, binlerce insan ölürken bu "barışseverler" yıllarca oturup seyretti, askerlerinin burnunun dibinde katliamlar yapıldı ve hala birşey yapamadıkları için bütün sorunları Sırplara ihale edip yalvar yakar Amerikalıları yardıma çağırdılar.

Daha dün Avrupa Topluluğuna alacağız dedikleri dost, müttefik ve dindaşları Ukrayna parça parça olmuş, yavaş yavaş Rusya'nın eline geçiyor, yine insanlar birbirlerini gırtlaklıyor, ancak Avrupa Topluluğu Rusya'ya uygulamayı kararlaştırdığı komik yaptırımları bile hayata geçiremeyip, habire erteliyor.

Çok başınızı ağrıtmayayım. Avrupanın fazlasıyla seçici bir biçimde uyguladığı eşitlik, insan hakları, demokrasi anlayışlarının benzeri bir barışseverlik anlayışı vardır. Örneğin, "Bütün insanlar eşittir" derken, "Benim ülkemin, bana benzeyen bütün insanları eşittir" kastedilir.

Barışseverlik de aynı böyle sizin anlayacağınız.

Avrupa'nın barışseverlikten anladığı kendi ülkelerinin savaşmamasıdır, yoksa dünya barışına Nobel alacak kadar nasıl bir katkı sağlamışlardır, bilinmez.

Obama'ya verilen Nobel Barış Ödülünü tartışmaya bile değer bulmuyorum. Bu ödülü eğer hayatta olsaydı Cengiz Han'a vermek gibi birşey, bana sorarsanız.

Şimdi gel de Nobel Barış Ödülünü ciddiye al... Kayıtlarımız için bir-iki fotoğraf çekip yürümeye devam ettik.

Kısa bir yürüyüş bizi Oslo Katedraline getirdi. Boyutları çok büyük olmasa da, içi aydınlık ve oldukça renkli.

Parlemento Binası
Bizi Oslo Katedralinden, Karl Johansgate caddesine götüren yürüyüşümüz sırasında Noveç'in parlemento binasını ve bir Yunan tapınağını andıran Oslo Üniversitesini görme fırsatımız oldu.

Karl Johansgate caddesi bizim gördüğümüz kadarıyla Oslo'nun en renkli caddesi. Bir sıra Cafe ve Restoranın karşısında havuzlarıyla, "fışkiyeleriyle" ve tabii ki heykelleriyle yine bir cennet köşesi park, bu cadde boyunca dizilmiş.

Parkta çok ilginç bir şeytan heykeli var. "Nü" tarzı sanata duyarlıysanız geçerken gözünüzü kapatın. Yeteri kadar liberalseniz mutlaka görün.

Karl Johansgate'in bitiminde ise Norveç'in kraliyet sarayı var. Ancak o kadar mütevazi bir bina ki bizimkinin yeni Cumhurbaşkanlığı binası bile bundan beş kat daha azametli.

Etrafı heykellerle çevrili "fışkiyeli" havuz
Sarayın birkaç kilometre ilerisinde ise, belki de Oslo'nun en fazla görmeye değer yeri olan Heykel Parkı bulunmakta.

Adından da anlaşılacağı üzere bu park heykellerle dolmuş ve taşmış durumda.

Bir dolu heykel, özenli bir harmoniyle uzun bir yol boyunca dizilmiş. Yolun sonunda bir meydan ve onun ortasında da etrafı yine heykellerle çevrili "fışkiyeli" bir havuz var. Meydanın ilersinde ise yükseltilmiş bir platform ve üzerinde de bir obelisk, yani dikilitaş bulunmakta. Dikilitaşın üzerinde ve platforma çıkan merdivenlerin yanlarında ise bilin bakalım neler var? Tabii ki heykeller.

Dikilitaş
Heykel ve heykel sanatı ile uzaktan yakından hiçbir ilgim, bilgim ve anlayışım yoktur, ancak bu parktaki heykeller, benim gibi bir sanat yoksununu bile etkileyecek kadar güzeller. Yolunuz düşerse görmeden geçmeyin.

Ve geldik bana göre Oslo'nun en ilginç ziyaret noktasına.

İzin verirseniz size bu ziyaretimizi anlatmadan önce, olayı kısaca tarihi kontekstine oturtayım.

Geçmişteki Avrupa devletlerinin güçleri ve konumları bugünkü Avrupaya pek benzemiyordu.

Avrupanın ileri, aydın, uygar ve müreffeh devletleri Avrupanın güneyinde yer alıyordu. Eski çağlarda Yunanlılar, Miladın kısa önce ve sonrası Romalılar, Rönesansın İtalyası, keşifler çağının İspanya ve Portekizi Avrupanın seçkin topluluklarıydı.

Avrupanın kuzeyindeki bugünün "yıldızları" olan Cermanik yani Almanya başta, İskandinavya, Belçika ve Hollanda gibi Alman kökenli ülkeleri ise geçmişin barbarlarıydı.

Barbarlar, dillerinin, zamanın uygarları Roma'lıların kulaklarına anlaşılmaz bir şekilde "Bar-Bar" gibi geldikleri için bu ismi almışlardı.

Bu barbarların arasında Vizigotlar, Ostrogotlar, Saksonlar, Vandallar, Lombardalar ve tabii ki Hunlar vardı, ancak Avrupa kültüründe belki de en derin iz bırakan barbar topluluk Vikinglerdi.

Ben Vikingleri ilk defa Sezgin Burak'ın hayata geçirdiği Tarkan çizgi-romanının Viking Kanı macerasında tanımıştım. Rahmetli dayım toplardı Tarkan'ları, sonrasında bana vermişti.

Sezgin Burak Vikingleri kızıl saçlı, sakallı bıyıklı, miğferlerinde boynuzlar olan ve renkli kalkanlarınını ejder başlı teknelerin yanlarına sıra sıra dizen savaşçı bir ulus şeklinde tasvir etmişti.

Kadınlar ise sarı saçlı, mavi gözlü, dünya güzelleri, yani yeme de yanında yat şeklindeydi. Kadınlar konusunu daha fazla iğrençleşmeden burada bırakalım isterseniz.

Tarkan, o kendine has Viking gemileri içerisinde, fiyordlarda gezer, yamaçlara tırmanır, kötü adamları döver, Ursula ablaya masal anlatırdı.

O günlerden kalmış bir heves vardı Vikinglere sizin anlayacağınız.

Gerçek hayatta Vikingler yaman ve savaşçı bir topluluk idiler. Danimarka ve İsveç'te bulunsalar da asıl merkez üsleri Batı Norveç'in fiyordlarıydı.

Milattan sonra birinci yüzyılda bütün Avrupayı titretmişlerdi.

En çok İngilizleri öttürmüşlerdi. Britanya adası Batı Norveç'e çok yakın olduğundan İngiltere'ye ve İskoçya'ya yüzlerce gemiyle çıkmışlar, başta manastırlar, birçok yerleşim merkezini talan etmişler ve adaya yerleşmişlerdi.

Bugün Britanya Adasında sonu -by ile biten yer isimleri yada İngilizce'ye "kapı" şeklinde çevrildiği için yabancı bir kelime gibi durmayan, ancak İskandinav dillerinde "cadde" anlamına gelen sonu -gate ile biten sokak isimleri çoğunlukla Viking döneminden kalmadır.

Vikingler söylemeye bile gerek yok, denizci birer kavimdiler. Tekneleri çok özel bir şekle sahipti. Aynı tekne modelini değişik ölçeklerde yaparak açık denizlerde, fiyordlarda ve nehirlerde büyük bir başarıyla ilerliyorlardı.

Dünyanın en çok nehrine sahip kıtası olan Avrupa"ya Sen nehrinden başlayıp, içlerine kadar girmiş, Paris dahil birçok şehri yakıp yıkıp yağmalamışlardı.

Kızıl Erik isimli bir Viking şefi, bu mühendislik harikası teknelerle Britanya'dan İzlanda'ya, İzlanda'dan Grönland'a, Grönland'dan da Kuzey Amerikaya kadar ulaşabilmişti. Yani Vikingler, Amerika'yı Kristof Kolomb'dan beş yüz yıl önce keşfetmişlerdi.

Viking gemisi
Vikingler pagan bir inanca sahiptiler. O yüzden ölülerini, onları öbür dünyaya taşıyacak bir geminin içerisine, ihtiyaçları olabileceğini düşündükleri eşyaları ile birlikte gömüyorlardı.

Yakın sayılabilecek bir zamanda da Oslo yakınlarında dört tane böyle mezar gemi bulunmuştu. Bu dört gemiden üçü Oslo yakınlarındaki bir müzede sergileniyordu. Bu üç gemiden ikisi de oldukça iyi durumdaydı.

Bu ziyareti düşünerek yanımda ultra geniş açılı bir objektif de getirmiştim. Dar alanda mucizeler yaratıyor bu tarz objektifler. Biletlerimizi alıp müzeye daldık. Çocuklar gibi sevinmiştim. Unutulmaz bir iki saat geçirdik müzede, bol bol da resim çektik. Gemiler gerçekten çok iyi durumdaydılar. Dümenleri ve direklerine kadar zamana dayanabilmişlerdi. Çaktırmadan gerçek bir Viking gemisine elimle bile dokundum!

Akşamında Hard Rock Cafe Oslo'da geleneksel yemeğimizi yedik ve geleneksel Hard Rock bardağımızı aldık.

Biz Oslo'da çok güzel zaman geçirdik. İskandinavya zaten genelde çok zevkle gezdiğimiz bir bölge.

Size Osloyu tavsiye etmeden bir iki uyarı yeniden yapayım, sonra da mutlaka görün diyeyim.

Bir, Oslo ÇOK PAHALI bir şehir. İki, İskandinavya'nın gerisi benzeri, çocukluktan bu yana duyup görmeyi isteyebileceğiniz bir çekim noktası olabilecek anıtı yada yapısı yok. Yani Oslo'da bir Eyfel Kulesi yada Kolezyum bulamayacaksınız. Ancak şehir bir bütün olarak çok güzel ve cazibeli.

En doğrusu, Oslo'yu bir Stokholm, Kopenhag ve Helsinki ziyareti ile birleştirmek.

Sağlıcakla kalın...

7 Ağustos 2014 Perşembe

Trier

Ardennes (Arden) gezimizden dönerken plana göre bir kaç saatlik bir vaktimiz olacaktı. Biz de yakınlarda neresi var diye bakındık ve Almanya'nın Trier kentini bulduk.

Bu gün aksiliğim üstümde hazır, lafı fazla gevelemeden anlatayım size.

Avrupa'da gezerken en az zevk aldığım ülke Almanya'dır.

Şehirleri çok tatsız, çok ruhsuz gelir bana. Ancak bu Almanların estetik eksikliklerinden değil, sadece tarihin bir sonucu.

Çünkü, İkinci Dünya Savaşının sonunda güzelim ülkede taş üstünde taş kalmamış. Ellili ve aştmışlı yıllarda ülke yeniden yapılırken de o yılların popüler ve "modern" mimarisi kullanılmış. Böylece birçok bina, modernlik adına, Karadenizli Müteahit tarzı olmuş.

Bir Paris'de gezerken insan kendini zaman tünelinden geçmiş gibi hisseder. Münihte gezerken ise sanki Ankara'da, Kızılayda hissediyorsunuz kendinizi. Çünkü, Ankara'nın birçok yeri de aynı yıllarda yapılmış.

Alman şehirlerini antipatik yapan başka bir unsur da Almanların biraz aşırıya kaçan modernlik tutkuları.

Örneğin Almanya'da, birçok şehirde, Jetgiller tarzı, manasız birer televizyon kulesi bulunur. Bu kuleler sanki Marslıların uzay merkezi gibi dururlar. Önemli bir işlevleri varmış havasını verseler de, pratikte bu uzayvari halleri fazla bir işe yaramaz. İş eğer televizyon yayını yapmaksa, dünyadaki diğer tüm ülkeler gibi televizyon antenlerini yüksek bir tepeye dikerek de aynı sonucu elde edebilirlerdi. Ne var ki, onlar modern görünüyor diye şehirlerin merkezine o ucubik kuleleri dikmişler.

Başka bir modernlik alameti de camla kaplı muazzam gökdelenler. Berlinde böyle üç beş bina gezdim ki, insan içeri girince kendisini NASA'nın kontrol merkezinde hissediyor. Keza Frankfurt, ya da Münih. Bu binalar ilk bakışta biraz cazip görünseler de, bence şehrin ruhundan çalıyorlar.

Berlin'de Merkel'in Şansölyeliği (umarım böyle bir kelime vardır, İngilizce chancellery'den uydurdum), yani Başbakanlık Binası yine Klingon'ların başkenti Kronos'a benziyor. Hemen yanı daki Reichstag binası çok daha ruhlu olabilirmiş sanki.

Durum böyle işte. Savaş sonrası dümdüz olmuş bir ülkeyi yeniden hayata döndürürken, biraz da modernleştirelim demişler, bu yüzden de Avrupa'nın tarih kokan diğer şehirlerine göre biraz tatsız kalmışlar, sizin anlayacağınız.

Ve ben de, bu yüzden, Trier gezisi için pek nefesimi tutmamıştım.

Ancak bir geldik, bir gördük ki... Yukarda söylediklerimle halt etmişim.

Ben Almanya'da bu kadar güzel, bu kadar cazibeli bir şehir olabileceğini düşünmemiştim.

Trier, Almanya'daki en eski kent. Taa, Romalılardan kalma.

Şehrin her noktası ayrı bir cazibe odağı. Kiliseler, çeşmeler, Romalılardan kalma diğer binalar insanı çok çabuk havaya sokuyor.

Ancak bir de meydanı var ki, bir ressamın fırçasından çıkmış gibi.

Trier Meydanı
Sanki her bina ayrı ayrı planlanmış. Hakim renk kahverengi, ancak pembeden mora, bir ressam paleti dolusu renkte, eski tarz mimarisiyle onlarca bina var.

Meydanın ortasında altın kaplama bir heykelin süslediği koca bir çeşme, hemen yanında da pazar yerinin korumasını ve bereketini üstlenmiş bir haç var.

Meydana giren yolların en genişi, sizi şehrin Roma devrinden kalma, devasa kapısına getiriyor. Bu kapının ismi Porto Negro, yani Kara Kapı. Porto Negro'nun diğer yüzü ise bir botanik cennetinin süslediği yol üzeri dizilmiş otel ağırlıklı yapılar.

Meydana açılan göreceli olarak dar bir yol, sizi şehrin katedraline götürüyor. Dev bir yapı bu. Etrafında ise aynı güzellikte eski yapılar.

Bu şehir, rahat rahat Strazburg yada Milano gibi şehirlerle karşılaştırılabilir.

Jelena ile bol bol gezdik, hatta niye Lüksemburg yerine burada kalmadık diye hayıflandık.

Ancak Trier'in bir başka önemli özelliği var ki, anlatmak biraz vakit alacak sanki.

Nerden başlasam, nasıl anlatsam, cidden bilmiyorum. Sonuçta bir gezi yazısı olsa da, Trier'in bu önemli özelliği sebebiyle biraz siyasete dokındıracağız ve sonunda bunu okuyan sağcısıyla da, solcusuyla da papaz olacağız, biliyorum.

Çünkü millet olarak fanatiğizdir. Kendimiz gibi düşünmeyen herkese acımasızca saldırır, farklılıkları anlayamaz yada hazmedemeyiz. Kendimize cahilce ve körlemesine inanır, başka fikirlerin doğru olabilme olasılığını bile dikkate almayız.

Kendimizi beğenir, cahilce ukalalığa bayılırız.

Az önce dediğim gibi, nasılsa bunu okuyunca, sağcısı, solcusu, dindarı, laiği tepeme çıkacaksınız, peşinen fırçamı atayım da sonrasında içimde kalmasın :)

Tabii ki bu arada dinlemesini bilen, farklı düşünceleri hazmedebilen, medeni bir biçimde karşı da olsa fikrini söyleyebilen, olgun azınlığı tenzih ediyorum.

Yazımızın bu bölümünün konusu Karl Marx (Ayy, Ayy, Ayy!)

Hani şu komünizmin mucidi Marx.

Çünkü Trier'de, 664 Brückergasse adresinde bu önemli kişiliğin 1818 yılında doğduğu ve 17 yaşına kadar yaşadığı ev var.

Alman Sosyal Demokrat partisi bu evi satın alıp, bir müze haline getirmiş.

Biz de bir zamanlar komünizmin zorunlu olduğu bir ülke kökenli eşim Jelena ve bir zamanlar komünizmin tukaka sayıldığı bir ülke kökenli ben kulunuz, buraya kadar gelmişken bu evi ziyaret edelim dedik.

Karl Marx'ın doğduğu günlerde Trier kenti Prusya krallığının, Aşağı Ren eyaletindeymiş. İlk akla gelenin aksine, Karl zengin sermayenin egemenliğine karşı fakir işçilerin mücadelesini başlatacak olsa da, ailesi varlıklı ve oldukça iyi durumdaymış.

Yine ilk akla gelenin aksine Karl Marx, ne tam anlamıyla Alman, ne de tam anlamıyla Hristiyan kökenli. Anne tarafından dedesi Felememk, yani Hollandalı bir Haham, yani Yahudi. Anne Marx Henrietta'nın akrabaları, bu günkü Philips firmasının kurucuları.

Baba tarafından dede ve tüm soy da Trier kentinin Hahamlarından, yani onlar da Yahudi.

Baba Marx, Anti-Semitizm nedeniyle daha Karl doğmadan din değiştirip Protestan (Hristiyan) olmuş ancak seküler yani laik bir eğitim görmüş. Eskiden Musevi Herschel (Herşel) olan ismini de Alman Heinrich (Haynrik) yapmış. Anne Henrietta ise dinini değiştirmeyip, Yahudi kalmış.

Karl ise Protestan olarak vaftiz edilmiş.

Bunları bilgi olsun diye söylüyorum. Ben ne Marx'ın, ne de herhangi bir kişinin Yahudilik, Hristiyanlık yada başka bir inanışa sahip olmasında bir sorun görmüyorum. Farklı inanışları ve kökenleri kültürel renklilik olarak algılıyorum ve tüm Yahudi arkadaşlarıma buradan selam gönderiyorum.

Şunu basitleştirip bir daha yazalım, ne olur ne olmaz. Ben her insanın kayıtsız eşitliğine inanıyorum ve bütün ırkçı, dinci, mezhepçi yaklaşımları şiddetle kınıyorum.

Şu geldiğimiz hale bakın ya... Bir paragraf lafa, iki paragraf disclamer yazıyoruz, müptezellerin korkusuna. Ne yapalım, çocuklarımız affetsin.

Neyse dönelim Karl Marx'a...

Karl, ilk eğitimini oldukça kültürlü biri olan babasından aldı ve Trier Lisesinde sürdürdü. 17 yaşına geldiğinde Bonn Üniversitesine girdi ve burada felsefe ve edebiyat okudu. Fikirlerini biraz fazlaca tutkuyla savunduğundan sonu düelloya giden tartışmalar yaşadı. Bu felsefi işlere biraz fazla kendisini kaptırmıştı. Okulda notları düşmeye başladı ve babası onun kaydını Berlin Üniversitesine aldırdı.

Karl, 1836 yılında Prusya'nın kraliyet ailesinden Barones Jenny von Westphalen ile nişanlandı. Jenny, Karl için başka bir aristokratla nişanını bozmuştu.

Berlin Üniversitesinde hukuk okuyor olsa da Karl'ın aklı felsefede kalmıştı. Önemli biçimde Hegel isimli filozofun etkisi altında kaldı. İlerleyen zamanlarda doktorasını tamamladı ve arkadaş olduğu Bauer ile birlikte din ile felsefe arasımdaki ilişkiyi inceledi.

Herhalde söylemeye gerek yok, Karl bir ateistti ve teolojinin felsefeye boyun eğeceğini savunuyordu. Ateist olması, caddelerde içip, içip eşekler üzerinde gezmesi ve kilisede gülüp gürültü çıkarması yüzünden, zamanın dindar kesimi ile önemli sürtüşmeler yaşamıştı.

Karl, 1842 yılında Köln'e yerleşti ve gazeteciliğe başladı. Yazılarında daha kafasında yeni gelişmeye başlamış sosyalizm ve ekonomi konularına yer veriyor, sağ eğilimli görüş ve partileri eleştiriyordu. Prıusya polisi gazeteyi gözlem altına almış, beğenmediği yazıları sansürlemeye başlamıştı.

Karl, 1843 yılında nişanlısı Jenny ile evlendi.

İlerleyen günlerde Karl fikirleri ve bunları ifade biçiminde gitgide keskinleşecekti. Radikal solcu bir gazetede yazmaya başladı ve Alman ve Fransız solcularını biraraya getirme işine soyundu. Aynı yıl karısıyla Paris'e yerleşti.

Artık görüşleriyle ve eylemleriyle bugün bilinen Marx kişiliğine evrilmişti.

1844 yılında, Paris'te, adı artık neredeyse sürekli kendisiyle birlikte anılacak Alman filozof Frederich Engels ile tanıştı. Engels, Marx'ı, komünist devrimin işçi sınıfı tarafından yapılması gerektiğine ikna etti.

Marx, Paris'te kaldığı süre boyunca ekonominin politikayla, daha geniş planda, ideolojilerle bağlantısını inceledi. Bu ilgisi ileride, belki de en önemli eseri olacak üç ciltlik Das Kapital ile sonuçlanacaktı.

Radikal görüşleri sebebiyle artık Fransa'da kalması olanaksızlaşınca, ekonomi ve politika yazmamak için söz vermesi karşılığında Bürüksel'e yerleşti. Daha sonra Engels de Bürüksel'de Marx'a katıldı.

Marx ile Engels'in en bilinen yapıtı olan Komünist Manifesto 1848 yılında yayınlandı. Bu kitapta ilkin sınıflar arası mücadele ve kapitalizmin sorunları sıralanıyor, sosyal yaşam ve politikanın doğasını inceleniyor ve kapitalist düzenin nasıl önce sosyalizme, sonra da komünizme evrileceği anlatılıyordu.

Marx 1849 yılında, karısı ile birlikte hayatının geri kalanını geçireceği Londra'ya yerleşti. Burada komünist örgütlenme için çalışmalarına devam etti.

Marx, 1860 yılında Das Kapital'i yazmaya yeniden başladı. Bu kitabın ilk cildi 1867'de yayınlamdı. İçerik olarak kapitalizmi eleştiriiyor ve çöküşünü öngörüyordu. Diğer iki cilt ise Marx'ın ölümünden sonra Engels tarafından toparlandı ve basıldı.

Marx'ın yedi çocuğu olmuştu ancak bunların sadece üçü uzun sayılanilecek kadar yaşadı. İddiaya göre evin hizmetçisinden, meşru olmayan bir çocuğu daha olmuştu

Marx, 1883 yılında, Londra'da hastalanıp öldü. Öldüğünde bir vatanı yoktu ve cenazesine de sadece onbir kişi gelmişti.

İşte, ideolojisine girmeden, bir filozofun yaşam öyküsünü aktardım size.

Beğenirsiniz, beğenmezsiniz, aynı fikirde olursunuz, olmazsınız, sizin takdiriniz ancak Marx'ın dünya üzerinde iz bırakan, gelmiş geçmiş en önemli fikir insanlarından biri olduğu tartışılmaz.

Ben Marx'ı tam anlamıyla anladığımı iddia edemem. Das Kapital'in çok yalın bir özetini okudum. Komünist Manifesto'ya da şöyle bir göz gezdirdim.

Bana sorarsanız (Ayy, Ayy, Ayy!) öyle çok evrensel görüşler değil yazdıkları. Ondokuzuncu yüzyılın koşullarına daha fazla uyuyor. İşçi sınıfı artık kaybolmak üzere. Üretim toplumundan bilgi toplumuna geçiyoruz. Kapitalizmin beşiği Amerika'da bile üretim durdu. Her şey ya robotlarla, ya da dünyada işçilerin en az ücret aldığı, en kötü koşullarda çalıştığı "Komünist" Çin'de üretiliyor. Bunlar pek Marx'ın öngörülerine uymuyor sanki.

Bence fazlaca romantik ve biraz da sürrealist bir ideoloji bu komünizm, Enerji başta, kaynakların kısıtlı olduğu bir ortamda, öyle lay lay lom, herkes eşit olsun, kaynaklar eşit paylaşılsın olmuyor işte.

Aynı zamanda (Ayy, Ayy, Ayy!), adam öyle şeytani ve kötü niyetli biri de değil. Eğer istediği düzen olabilseydi, herkes mutlu olurdu. Kim bilir, belki herkese yetecek bir enerji kaynağı bulduğumuzda, fikirlerine kucak açabiliriz. Uzay Yolu dizisinin dramatize ettiği evren sanki Marx'ın düşlediği düzen gibi :)

Ancak Marx dünyamızı pek kendi istediği şekilde olmasa da kökünden değiştirdi.

Herkes komünizm ya da komünizm korkusunu kullanarak bir kazanç, bir öncelik sağladı.

Hitler ve Mussolini'den mislisiyle fazla insan öldüren tüm zamanların en kanlı diktatörü Stalin, bütün zulmünü Marx'ın ideolojisi komünizm adına, komünizmi kullanarak yaptı. SSCB Rusyası komünizm adı altında egemenliği kapitalist sermayeden alıp Komünist Partisi adlı başka bir zümreye devretti.

Kapitalist ABD komünizm korkusunu kullanarak yarım yüzyıl dünyanın yarısına silah satarken, komünist SSCB'de dünyanın geri kalan yarısına komünizm adına silah sattı.

Hitler, iktidarını komünistlerin Alman parlemento binası Reichstag'ı yaktıklarını iddia ederek perçinledi. İkinci Dünya Savaşı esnasında (yanlış okumadınız) ABD ve İngiltere ile ittifak halinde Ruslarla komünizmi durdurmak adına savaşmayı planlıyordu.

Amerikalı General George S. Patton, savaşın sonunda Almanlar teslim olduktan sonra, "Hazır gelmişken komünistlerle savaşı başlatalım, nasılsa birkaç sene içerisinde bunlarla savaşmak zorunda kalacağız." demişti.

Soğuk savaş sırasında Avrupa'da, Güney ve Kuzey Amerika'da, Avrupa'da milyonlarca insan komünizm adına yada komünist oldukları için eziyet gördü, hapislerde çürüdü ya da öldürüldü.

Ülkemizde, "Kırmızı Elma" dedikleri için, ya da dedelerinin resimlerinin Marx'ın resmine benzettiklerinden insanlara komünist damgası vuruldu, eziyet gördüler, hapse atıldılar.

Gerçekten komünizme inananlar, 70'li yıllarda ülkemizde varolmayan işçi sınıfını kurtarmak için kendi mücadelelerini verdiler. O günlerin Türkiyesi üretmiyordu. Patronların zulmünden inleyen işçiler yoktu. Tam tersine, az sayıdaki "kapitalist" özel sektör fabrikalarında çalışan işçilerin keyfi gayet yerindeydi. Zamanın Marksist hareketi peşinde koşanlar, daha çok devlet çalışanlarıydı. Bu devlet çalışanları eğer komünizm gelseydi, olasılıkla aynı işi, aynı paraya yine aynı devlet için yapıyor olacaklardı.

Varolmayan işçi sınıfını kurtarmaya çalışan komünistlere karşı, anti-komünist milliyetçi, ülkücü güçler karşılık verdi. Bugün, bu iki gurup ittifak halinde, artık siz düşünün...

Yani bu yarım yüzyıldan fazla, tüm dünyayı etkileyen hareket ve anti-hareket sonunda, numunelik de olsa bir komünist devlet çıkmış olsaydı, içim yanmayacaktı. Marx, bence yattığı yerden bütün bu olan bitene gülüyordur.

Bu yazdıklarım sonunda sevgili solcu arkadaşlarım beni Marx'ı küçümsemekle, anlamamakla ve onla aynı fikirde olmamakla suçlarken, sevgili sağcı arkadaşlarım da bana niye komünist propagandası yapıyorsun diyecekler.

Ben ikisini de yapmıyorum. Yaptığım tek şey, işte bu kadar yazıyı kaldıracak önemde bir kişiliğin evini ziyaret etmek, hepsi o :) Marx'ı sevme yada ondan nefret etme işini size bırakıyorum.

Trier kenti, Çin'li turistlerin Avrupa'da en çok ziyaret ettikleri kent. Karl Marx Müzesi de Çin'li turistlerin Avrupa'da en çok ziyaret ettikleri müze. Bilin bakalım niye?

Marx'ın evinde
Hattızatında, Çinli olmasam da, ben de Mao ve Lenin'in mozolelerini ziyaret etmiştim. Üzerine bir de Marx'ın evini koyun. Hatta biraz daha düşününce, Buenos Aires'de Che Guevera'nın orijinal bir resminin olduğu bir sergiyi de gezmiştim ki.. Aney! Eski günlerde olsa kesin bu komünist diye atarlardı içeri. Allahtan, Rusya ile Çin kapitalist olmaya karar verdiler de "Alın bu gomonisti" modası geçti :)

Neyse, hal böyle olunca müzede gözleri çekik olmayan bir Jelena, bir ben, bir de girişteki biletçi vardı desem yeri. Geri kalan herkes Çinli.

Müze estetik olarak mükemmel bir şekilde tasarlanmış. Ancak Almanca yada Çince bilmiyorsanız yandınız. İçerde herşey bu iki dilde yazılmış desem yeri. Ziyaret ederseniz mutlaka bir audio guide alın. Biz almadık, çok pişmanım.

Das Kapital'in el yazması müsveddeleri
Sergilenen kalemler arasında Marx ailesinin kullandığı ev eşyaları, Marx'ın saati, Das Kapital'in el yazması müsveddeleri, Komünist Manifesto'nun değişik dilde örmekleri falan var. Ancak beni en çok etkileyen, diğer ünlü kişilerin evini ziyaret ederken olduğu üzere, o insanların içinde bulunduğu ortamı hissetmek, yaşadıkları odaları, oynadıkları bahçeleri, yemek yedikleri mutfakları görmek. Bu nedenle ben evin kendisini gezerken inanılmaz zevk aldım.

Evden çıktığımızda, dış cepheden de bir fotoğrafını çekmek istedim.

İlk gözüme çarpan, girişte, evin duvarına yaslanmış bisikletler oldu.

Ayıp birşey bu. Hayvanlar, utanmasa, müzeye bisikletle girecekler. Avrupanın yeni asilik işareti bu bisikletler. Bunları kullanan zıpırlar böyle salakça hareketler yaparak sözde "aykırı" oluyorlar.

Ne yapayım, bekledik on beş dakika. Sonunda iki eşek çıktı kapıdan. Fotoğraf çekmek için onları beklediğimi görseler de istiflerini bozmadılar. Haha, hihi, kasklarını bağladılar. Yavaş yavaş bisikletlerine oturdular ve bir süre de bisikletin üzerinde geyiğe devam ettiler.

Marx'ın evinin dış cephesi
Yüksek bir sesle ancak maymunların bisikletlerini bir müzenin duvarına dayalı bırakabileceklerini söyledim ve bisikletlerini park etmek için alternatif olarak bir organlarını önerdim.

Duymamazlıktan ya da anlamamazlıktan geldiler, sonrasında bisikletleriyle uzaklaştılar.

Evin önünden geçen caddenin karşısında dursam da, cadde dar olduğu için evi fotoğraf karesine sığdıramadım. Biraz yanda, müzenin karşısındaki binanın girişi vardı. Kapısını açıp, içeri girdim, olabildiğince yere yakın bir biçimde çömeldim ve fotoğraf makinesinden eve baktım.. Zar zor sığmıştı kareye.

Tam resmi çekecekken, biri yetmiş yaşında kadın, digeri on yaşında erkek çocuk, iki Çinli çıktı müzeden.

Yaşlı kadının yüzümden nalet akıyor....

Yolun ortasına geldiler. Yaşlı kadın "Arabayabada Hoy Hagaaaaa" diye bağırdı ve gerilip sağ eliyle "Çaaat!" diye öyle bir tokat çaktı ki çocuğa....

Çocuk bu tokadı beklemiyordu. Ayakları yerden kesildi, yere düştü ve asfalt üzerinde yuvarlandı.

Kadın yeniden çocuğun yanına gitti. Ben yerden kaldıracak diye bekliyorum ancak eğildi ve çocuğa bağırmaya devam etti. Ağızını açıyor, gözünü yumuyor, anlayın yani.

Çocuk bir silkindi, önce dizlerinin üstüne, sonra da ayaklarının üstüne kalktı. Sonrasında da dönüp yaşlı kadına öyle bir tokat çaktı ki sesi sokakta yankılandı.

Yaşlı kadın hiç beklemeden çocuğa bir tokat daha çaktı.

Çocuk bu sefer hazırlıklı olduğundan yere düşmedi ve hala bağıran kadına, bu kez o bir tane daha çaktı.

Ben gülmekten kıçımın üstüne yere düşmüştüm. Gözlerimden yaş geliyordu. Filimlerde göremezdiniz böyle bir sahneyi. Bu ikisi hacıyatmaz gibi, "Çaat", "Çuut", birbirlerini tokatlıyorlardı.

Jelena'ya baktım, yüzü gülmekten kıpkırmızı, bir köşeye sinmişti. "Bu gerçek miydi?" diye sordum, gülmekten cevap veremedi.

Kadınla çocuk, birbirlerini kovalamaya başlamışlardı, ancak ikisi de sıralarına sadık kalıyor, önce biri, sonra diğeri tokadı basıyordu.

Kovalama esnasında bir ara evin sınırlarından dışarı çıktılar. Jelena "Pardon!" diye seslendi bunlara ve bir fotoğraf çeksin mi gibisinden beni işaret etti. Bunlar ne oluyor diye durunca ben de hemen fotoğrafı çektim.

Yaşlı kadın bana "Tamam mı?" gibisinden bir baktı, başımla tamam işareti yaptım. Bu tekrar çocuğa döndü ve "Çaat!" diye çaktı tokadı.

Sonraki on dakika gülmekten birbirimizle konuşamadık. Bu yazıyı yazarken bile gülmekten Jelena'yı uyandırdım. Bana "Sarhoş musun?" diye soruyor...

Siz şimdi "Abartma lan, olmaz bu kadarı..." diyorsunuz değil mi? Eğer bir kelimesi yalansa taş olayım :)

Tekrar geri o güzelim meydana döndük. Almanya'nın en sevdiğim taraflarından biri kahvesi. Normal kahve bir kola şişesi, büyük kahve bir hamam tası hacminde geliyor. Kahveye doyuyorsunuz yani. Köşede, pazar haçının yanında bir cafe'ye oturduk ve manzara eşliğinde aile boyu kahvemizi yudumladık.

Yazımız uzun oldu, hissemiz kıssanın içine karışıp kaldıysa çıkaralım.

Trier'i görmemek hem ayıp, hem yazık olur.

Kalın sağlıcakla...

6 Ağustos 2014 Çarşamba

Bastogne

Jelena, arabadan iner inmez sağını solunu kolaçan etti ve hemen bana dönüp bağırdı:

"Aaaa! Sherman!" 
"Aaaa! Sherman!"

Gerçekten de meydanın tam ortasında koskoca, yemyeşil bir Sherman (Şörmın) tankı duruyordu.

Bunda da şaşırtıcı bir tarafı yoktu. İkinci dünya savaşının bir simgesi haline gelmiş bu tankın, yine ikinci dünya savaşının başka simgesel bir kenti olan Bastogne'da (Baston) bulunması kadar normal birşey olamazdı.

Benim için çok normal olmayan, hatta fazlasıyla sevindirici olan nokta, karım Jelena'nın bir Sherman tankını uzaktan görünce tanıyabilmesiydi. İlk tanıştığımız günlerde Jelena, bir tankı çöp kamyonundan ayıramayacak kadar ilgisizdi bu askeri işlere. Demek dokuz yıl sonra biraz da olsa bir etkim olmuştu karımın üzerinde.

Yine yanlış anlamayın, "Ben seviyorsam, karım da sevecek!." gibi şovenlik yapmıyorum, ancak niye yalan söyleyeyim, bu olaydan ufak bir haz almamış da değilim. Nasıl ben Jelena'nın sayesinde Louis Vuitton'un eski bir Fransız kralı olmadığını ya da Christian Louboutin'ın kırmızı tabanlı ayakkabı yaptığını öğrendiysem, o da bir Sherman'ı görünce tanısın dimi? :)

Bir gün öncesinin yorgunluğu hala ikimizin de üzerindeydi. Avrupa'nın bu bölümü için nadir sayılabilecek hem güneşli hem de tatil olan bir Cuma gününden faydalanabilmek için erkenden arabaya atlamış, yönümüzü Lüksemburg'a çevirmiştik.

Lüksemburg'a ulaştık
Yolda zaman kaybetmemek için bir gün öncesinden hazırladığımız sandviç ve içecekleri portatif buz kutumuza koymuştuk. Planımız sadece bir kere, şoför değişimi için durarak, saat öğleden sonra bir gibi Lüksemburg'a varmaktı.

Vardık da...

Ancak hemen otele gitmek yerine, arabayı bırakmadan Amerikan Ordu Mezarlığı'mı ziyaret edelim dedik ve yolumuzu pek uzatmayacak küçük bir sapmayla mezarlığa ulaştık.

Mezarlık ziyaret etmekten açıkçası pek haz etmem. Normandiya'daki mezarlığı sadece Saving Private Ryan (Seyving Prayvıt Rayın) filminin açılış sahnesinin anısına ziyaret etmiştik. Bu mezarlığı ise sadece General George S. Patton'ın (Corc Es Pettın) mezarı için ziyaret ettik.

Millyeti ne olursa olsun, her kahraman askerin kalbimde bir yeri vardır. Patton, hayatım boyunca etkilendiğim gerçek bir militarist, içgüdüsel bir askeri kişilik olmuştu. O yüzden bu ziyaret fırsatını kaçırmak istemedim.

General Patton'ın mezarı
"Beni birlikte savaştığım askerlerimle gömün." vasiyeti üzerine Lüksemburg'daki Askeri Mezarlığa, Üçüncü Ordusunun hayatlarını kaybetmiş askerleri ile birlikte defnedilmişti. Mezarının yeri en öndeydi. Arkasında ise birlikte savaştığı binlerce askerin mezarı, gerçekten etkileyici bir görüntü oluşturuyordu.

Geri arabaya döndük ve yolumuza devam ettik.

Otelimizi elimizle koymuş gibi bulduk. Çek-in, valizleri bırakma, odanın keşfi gibi geleneksel işlemleri tamamlayıp, bir otobüsle şehir merkezine attık kendimizi.

Lüksemburg, yarım milyon nüfusuyla, ufacık bir ülke. Başkenti yine Lüksemburg, biz de oradayız zaten.

Ülke teknik olarak monarşik, doğru deyişiyle bir dükalık. Haliyle, başında da bir dük var. Ülke ufacık da olsa, üç beş dil konuşuluyor, ancak benim bulunduğum yerlerde Fransızca hep asli dildi.

Lüksemburg yemyeşil bir kent
Lüksemburg, her yeri yemyeşil, doğal bir cennet. Kentin yerleşik bölgeleri ise biraz Karadenizli mütheait işini andıran, otuz-kırk sene öncelerinin tarzı binalarla kaplı, ancak şehrin eski merkezi inanılmaz etkileyici. Yetmişli yıllarda sahip olduğu cazibesini biraz yitirmiş de olsa hala adı gibi "lüks" ve havalı bir yer.

Haliyle alış veriş bakımından fiyatlar da biraz "lüks" - ve bunu size İsviçre gibi Avrupa'nın en pahalı ülkelerimden birinde yaşayan biri olarak söylüyorum, anlayın artık. Eğer amacınız alış veriş ise, başka kentlere yönelin derim.

Uzun bir yürüyüşün ardından ikimizin de canının çıktığı bir anda, kendimizi bir bara attık. Yeterli miktarda şarap, bizi biraz da olsa kendimize getirdi. Dört sene önce geldiğimizde bulunduğumuz bir iki cafe, bar ve restoranı görünce o gezimizi yeniden hatırladık, o zamanlar yanımızda olan Koni'yi andık ve sonrasında bizi otele götürecek otobüste bulduk kendimizi.

Kendimizi bir bara attık
Ertesi sabah kahvaltının ardından bir saatlik araba yolculuğu bizi ilk durağımız olan Bastogne'a getirdi ve Jelena'nın bulduğu Sherman tankının yanına bıraktı.

Bastogne çok küçük bir yerleşim merkezi, ancak küçük olduğu kadar da sevimli. Kentin merkezi hafifçe yüksek bir tepenin üzerinde. Burada, ismimi İkinci Dünya Savaşı sırasında kenti koruyan Amerikan birliklerinin komutanı General McAuliffe'den (Mekolif) almış.

Yönetmenliğini Steven Spielberg (Stivın Spiilbörg) ve Tom Hanks'in (Tom Henks) yaptığı Band of Brothers (Bend ov Bradırs) isimli, mini televizyon dizisinin bir bölümü Bastogne kentinin kuşatmasını anlatır. Kentin içinde ve etrafında, bu dizide anlatılan olayların geçtiği bazı yerleri görmek mümkün.

Dizide revir olarak kullanılan kilise
Bunlardan biri, dizide revir olarak kullanılan kilise. Meydana on beş dakika yürüyüş uzaklığında, koca bir yapı. Bahçesinde kuşatma günlerini hatırlatan bir heykel var. Kilisenin içi de çok güzel. Jelena ile birlikte heyecanla içeri girerken o şapkasını, ben bandanamı çıkarmayı unutmuştuk. Yaşlı bir adam bizi kibarca uyardı, biz de kafamızdakileri çıkardık.

Meydanın diğer tarafında ise üçüncü ordunun toplanma yerini ziyaret ettik.

Hava raporuna göre, öğleden sonrası yağmurlu olacaktı. O yüzden biraz da acele ederek arabaya bindik ve bizi Foy (Fua) köyü yakınındaki, 101 inci Paraşütçü Tümeni'nin mevzilendiği ormanlık bölgeye götürecek koordinatları GPS cihazına girdik. Bu alanda, askerlerin kazdığı foxhole (fakshool) isimli siperleri de görebilecektik.

Bastogne kenti, bu İkinci Dünya Savaşı ziyaretleri için hiç de hazır değildi. Savaşın geçtiği önemli noktalar için ne bir işaret, ne de bir reklam vardı. Eğer ne aradığınızı bilmiyorsanız işiniz biraz zor yani.

Ancak Normandiya'daki İngiliz kumsallarından edindiğimiz acı deneyim sonucunda, Bastogne civarındaki biri hariç tüm İkinci Dünya Savaşı noktalarını GPS koordinatlarına kadar belirlemiştim.

Foy civarındaki orman
Foy civarındaki foxhole'ların bulunduğu bu alan kentin oldukça dışında, o yüzden ulaşmak için mutlaka bir araba gerekiyor. Koordinatların gösterdiği noktaya ise ancak yürüyerek ulaşabiliyorsunuz. Biz de yol kenarında uygun bir nokta bulup arabayı parkettik ve Jelena ile birlikte ormanın içlerine doğru yürümeye başladık.

O güne kadar görmediğim, değişik bir ormandı bu. Zannedersem bir tür çam ağaçlarından oluşmuş, ancak bu ağaçlar bildiğimiz çamlar gibi değil, daha çok kavak gibi ince ve uzunlardı. Bir de oldukça yoğun bir biçimde toplanmışlardı. Ağaçların gövdeleri yeşil, toprak ise kırmızıya çalan kahverengi rengindeydi.

Band of Brothers'i seyredip de bu manzaranın etkisi altında kalmamak imkansız. Topçu ateşi altında patlayan ağaçlar, bir foxhole'dan diğerine koşan sıhhiyeci, hep tek tek gözümde canlandı. Bütün foxhole'ları gezdik, Jelena'yla içlerine girip fotoğraf çektik.

Easy Company foxhole'ları
Az ileride de, bütün dizinin konusu olan Easy Company (İyizi Kampıni) için ağaçların altına konulmuş bir haç doğru yerde olduğumuzu bir kez daha kanıtlamıştı.

Yürümeye devam ettik.

Tam bu anda ağır bir Alman aksanıyla, "Bunlar Easy Company'nin foxhole'ları mı?" diye bir soru işittim. Dönüp bakınca bu orta yaşlı iki herifi gördüm. Sanki mahalle arkadaşlığından biraz ilerisi (!) gibiydiler.

Kamuflajlı pantolon giydim diye bölük yazıcısı mı zannettilerse... Ne bileyim hangi foxhole, hangi Company'nin?

İçimden "He babacım, Malarkey'le Perconte çişe gittiler, gelirler şimdi..." desem de, hernedense aksilik etmedim ve ağızımdan "Bunlar foxhole, ama Easy Company mi bilmiyorum." çıktı.

İkisinden konuşkan olanı "Biz hem kitabını okuduk, hem de televizyomda seyrettik, çok etkilendik." dedi.

Şimdi ne söylesem bilmiyorum, kaldım ortada. Adamlar Alman, ama Amerikan Easy Company"yi sempatik buluyorlar gibi. Hadi dedim, taraf olacağıma, bitaraf olayım. "Burada mücadele çok çetin geçmiş." falan gibi orta yolda birşeyler geveledim. Neyse, hemen sonra Easy Company'nin haçını gördüler de içleri rahatladı.

101'inci Paraşütçü Tümeni'nin siperleri hiçbir şekilde işaretlenmemiş ve bakımsız bırakılmış olsa da, 101'inci Paraşütçü Tümeni için yol kenarına dikilen bir anıt gayet iyi bakılmıştı. Defalarca yazdığım gibi ben bu anıtları hiç de işe yarar bulmuyorum. Geometrik taşlar ve bayraklar, anın ve olayın anlaşılması için hiç fayda sağlamıyor, hatta insanı trajedi, zafer, mutluluk gibi artık konu ne ise, bu olayın ortamından alıp alakasız, soyut, sanatsal bir beğeniye taşıyor. Ben özel olarak bu anıtları ziyaret etmeyi bıraktım. Yoluma çıkarsa ancak gidip görüyorum.

Bu anıt da böyle oldu işte. Yakınındayken görmüş olduk. Geometrik kesilmiş siyah mermerler, paraşütçü kartalı ve bayraklar var.

Hala yağmur başlamamıştı. Acaba Alman tanklarını da kuru bir havada görebilir miyiz diye düşündük. Olur mu olur, atladık arabaya ve bastık gaza.

Bu tank, top, uçak işlerine beş yaşımdan beri tutku ile bağlıyımdır. Hayatım boyunca fırsat bulduğum her zaman, askeri müzeleri, savaş noktalarını, ordu sergilerini gezdim, izledim. Ancak elli yaşına merdiven dayadığımız şu uzun sayılabilecek hayatımda daha bir kez bile bir Alman tankı görmüş değildim. O yüzden bu geziyi planlarken yakınlarda iki Alman tankının sergilendiğini duyunca çocuk gibi sevinmiş, içim kıpır kıpır olmuştu.

Yakınlık, tabii ki göreceli bir kavram. İlk tank aşağı yukarı yüz kilometre kuzeyimizdeydi.

Çoğunluğu otoyol olan bu yüz kilometre çabuk geçti. GPS bizi tankın dibine kadar getirip bıraktı.

King Tiger
Bu tank, Tiger II, ya da bilinen adı ile bir King Tiger'dı (King Taygır). İnanılmayacak kadar da iyi bir durumdaydı.

Savaşın sonuna doğru üretimine başlanmış, zamanına göre modern sayılabilecek bir tank, bu King Tiger. 10 metre boyunda, 68.5 ton ağırlığında devasa bir araç. 12 silindirli, 700 beygirlik bir motoru var. Ön tarafındaki zırhı 20 cm'e yakın kalınlıkta. Bu tankı önden vurarak etkisiz hale getirmek imkansız gibi.

Sergilenen tank, tam cepheden iki direkt isabet almıştı. Mermi izleri hala zırhın üzerinde duruyordu, ancak zırha sadece bir-iki santim girebilmişlerdi.

Elimle bu zırha dokundum. Daha önce denemediyseniz, bu zırhlara ilk dukunuş çok ilginç bir etki bırakır insanda. Diğer motorlu araçlara dokununduğunuzda hissettiğiniz tenekemsi duygu yerini bir dağa dokunuyormuş hissine bırakır. Bu King Tiger'ın zırhı ise sanki Himalayalar'dı.

8.8 cm çapındaki devasa topunun savaş alanında yok edemeyeceği bir araç yoktu. Müttefik tanklar ise King Tiger'a saatlerce ateş etseler bile önündeki zırhına zarar veremiyordu. Kısacası bu tankı durdurmak mümkün değildi. İşte bu yüzden King Tiger, Amerikan piyadesinin en çok koktuğu Alman tankı haline gelmişti.

Hala yağmur başlamamıştı. "Acaba.", dedik ve atladık arabaya. Hedefimiz ikinci Alman tankı, efsanevi Panther'di. Panther, King Tiger kadar "kodumu oturtan" bir tank olmasa da, Almanların hemen her harekatında kullanılmış, tam bir İkinci Dünya Savaşı simgesiydi.

Ancak yine bir yüz kilometre daha gitmemiz gerekiyordu, hem de otoyolda değil, köy yollarında. Bir de üstüne Tour de France (Tuur dö Frans) artığı binlerce bisikletliyi eklerseniz, niye iki saat yolarda tırmalandığımızı anlarsınız.

Avrupa'da yeni gelişen bir tür isyan, elegant bir asilik bu bisikletliler. Eski günlerde adamlar deri giyer, Harley'lere binerlerdi, biz de anlardık kim asi, kim değil. Evrim işte böyle, bu yeni "zarif" asileri yarattı.

Adamların hiç eyvallahı yok. Tek şeritli yolda, bir anda önünüzde saatte yirmi ile giden bir bisikletli buluyorsunuz. Adamın ipinde değil, yolun ortasında oflaya, puflaya, basıyor pedala. Arkasında yirmi araba konvoy olmuş, takmıyor bile.

Gözünü sevdiğimin memleketim, bunlar doğal yollardan elenir bizde. On dakika dayanamaz, ya bir kamyon ezer, ya da bir taksici döver, bir daha çıkmaz trafiğe :)

Şakası bir kenara, bisikletliler Avrupa'da gerçekten trafiği tehlikeye atıyorlar.

Bisikletlilerin arkasında, iki saatten sonra bir yol ayrımında, trafik polisinin işaretiyle durduk. Biz sola dönen şeritin en başındayız, bisikletliler de sağa dönen şeritte. Polis bize git dedi, ancak tam bu anda bisikletlilerden biri sağdaki şeriti bırakıp bizim şeride girdi, tam önümüzde durdu, tek ayağının üstüne bisikletini dayadı ve başladı su içmeye.

İşte tam bu anda Jelena'nın gözünü kan bürüdü. Öyle bir bastı ki kornaya, ben yerimde zıpladım. Ancak, bisikletlinin kılı bile kıpırdamıyor, suyunu içmeye devam ediyordu.

Ben eyvah, bu polis bizi karakola götürür dedim ama belli ki polis de bezmişti. İki elini iki yanına açıp "N'apayım?" gibisinden bize baktı.

Bisikletli hayvan suyunu bitirdi ve yavaş yavaş, ayaklarını sürüye sürüye, sağa, kendi şeridine girdi. Biz de yolumuza devam edebildik. Kısa bir süre sonra ikinci Alman tankının yanındaydık.

Panther tankı, ne yazık ki King Tiger kadar şanslı değildi. Yanındaki plaketten okuduğumuz kadarıyla, savaşta canı çıkmış, taklalar atıp ters dönmüş bir şekilde bulunmuştu. Tureti ve topu hala görülebilir olsa da tekerlekleri ve paletleri yoktu. Bir tanktan ziyade, terkedilmiş bir kulübeyi andırıyordu.

Panther Tankı
Yine de bir Panther'in yanındaydık ve sağlam kalmış taraflarını inceleyip, bol bol resim çektik.

Yağmur hala başlamamıştı...

Otoyoldan Bastogne'a dönmek çok zaman almadı.

Bastogne'a ulaştığımızda, sıra planın en zor ve en umutsuz bölümüne gelmişti. Size daha önce bahsetmiştim, kuşatma esnasında Alman komutan, Bastogne'u savunan Amerikalı General McAuliffe'e teslim olması için uzun bir mesaj göndermiş, McAuliffe de bu mesaja "NUTS!", yani "defol git" şeklinde cevap vermişti.

İşte sıradaki ziyaret noktası, bu olayın gerçekleştiği çiftlikti.

İşin beteri, bu çiftliğin koordinatlarını İnternet'ten bulamamıştım. Elimdeki tek ipucu çiftliğin ismi, yani 25 Kessler, ve bir de fotoğrafıydı. Resimde beyaz bir çiftlik evi, bu eve bitişik bir ahır ile depo karışımı ahşap bir yapı ve bol bol da ekili arazi vardı.

İlk önce turist bilgi merkezine gittik. Bastogne'lu, gençten bir çocuk görevliydi. "Bu 'Nuts' olayının gerçekleştiği çiftlik nerede?" diye sorduk.

Önce bilmiyorum dedi. Sonra da bilgisayarının başına geçti. Bir on dakika, oraya klik, buraya klik, sonra geldi yanımıza.

"Resmini buldum ama adresi yok." dedi. Eh, demek ki Google yeteneklerimde bir problem yokmuş, içim rahatladı.

"Resmi biz de gördük ama adresini bulamamıştık." dedik.

"Ben de..." dedi.

Olayı tespit etmiştik. Bu yüzden arkadaş da kendi görevini tamamlamış saydı ve bizi uğurladı.

Jelena'nın aklına bir anda mükemmel bir fikir geldi. "Haydi Bugi, 101st Airborne Müzesine soralım, adamlar sonuçta Amerikalı, bilirler mutlaka." dedi.

Atladık, gittik müzeye ve girişteki hatuna sorduk, "Bu 'Nuts' olayının geçtiği çiftlik nerede?" diye. Kız da bize "Yok, o olay çiftlikte değil, Bastogne'daki barakalarda geçti. Rehberli bir turla gezebilirsiniz." cevabını verdi.

İpe sapa gelir tarafı yok söylediklerinin. Bütün olayı satır satır okumuştum. Herşey kent dışında bir çiftlikte geçiyordu.

"Yok ablacım, olay 25 Kessler isimli bir çiftlikte geçmiş."

"Hangi köy?"

Eh işte, köyü bilsek, 25'e kadar sayma kısmını kıvıracağız da...

N'apalım, çıktık geri, arabaya yürümeye başladık. Ne var ki Jelena çoktan yaratıcılık moduna geçmişti. Böyle zamanlarda gerçekten büyük hayranlık duyarım ona. Altımdan girer, üstünden çıkar, sonuca ulaşır.

"Meydanda bir 'Nuts Cafe' gördüm. Onlar bilebilir."

Oturduk cafe'ye. Gerçekten ismi Nuts Cafe. Kahvelerimizi söyledik, garsonla muhabbet ediyoruz.

"Bu Nuts olayının geçtiği çiftlik nerede?"

"Tam yerini çok yakın zamanda tesbit ettiler ama ben bilmiyorum. 101st Airborne Müzesine sorun, onlar bilir."

Güldük. "Onlar da bilmiyor.", dedik.

Hazır wi-fi varken resimleri post ediyor, Facebook'ta yeni bir şey var mı, ona bakıyordum. Yine şeytan dürttü, gittim bir U.S. Veterans forumundan öyküye ve yorumlara bir daha baktım, belki bir ipucu buluruz diye.

Bir on dakika kadar okudum ve sonunda Eureka!, şöyle bir cümleye denk geldim.

"Arlon yolu üzerinde, Bastogne'dan iki kilometre sonra."

Hemen hesabı ödedik, koştuk arabaya. Kilometre sayacını sıfırlayıp Arlon'a doğru iki kilometre gittik. Hafif kent dışı gibi duruyor ama fotoğraftaki gibi etrafı araziyle çevrili bir çiftlik yoktu ortada.

Anayoldan çıkıp içerilere girdik, bir yarım saat dolandık, ancak "nada"... Bizim çiftliğe benzer en az on tane çiftlik bulsak da hiçbiri aradığımız çiftlik değil.

Jelena yine bir yaratıcılık halesi altında, "Biz Arlon'a doğru iki kilometre gitsek de, Arlon yolunun üzerindeki ikinci kilometrede değiliz.", dedi.

Haklıydı. Arlon yolu hemen yakınımızdaki bir kavşaktan başlıyordu. Hemen kavşağa gidip, kilometreyi sıfırladık ve iki kilometre daha gittik.

Sonunda fotoğraftakine benzer tarım arazileri üzerindeydik.

"Kessler çiftliği nerede mösyö?"
Bizimkine benzer bir çiftlik gördük ve hemen durduk, ancak yakınına gittiğimizde bizim aradığımız çiftliğin olmadığını anladık. Jelena, çiftliğin sahibi olduğunu tahmin ettiğimiz, en az seksen yaşında bir dede gördü, hemen yanına koşup sordu.

"Kessler çiftliği nerede mösyö?"

Dede "Şu Almanların geldiği çiftlik mi?" diye sorunca, kalbime bir ferahlık geldi.

"Evet, evet o çiftlik."

Dede bizim geldiğimiz yönde bir tepeyi işaret etti.

"Bak şu beyaz binayı görüyor musunuz? Orası işte."

Dedeye sarıldık, elini sıktık. Otoyolda bir "U" çekip, geri, dedenin gösterdiği tepeye ulaştık.

Çiftliğin etrafı benim boyundan yüksek mısırlarla kaplıydı. Eve doğru giden yolda bir süre yürüdük ve sonunda evi gördük.

Vallaha da burasıydı...

Eve yaklaşırken, beyaz üstüne kırmızı bir tabela üzerinde "Özel Arazi, Girmek KESİNLİKLE Yasak!" yazıyordu. Belli ki bir iki kişi "Nuts" aşkına bunları taciz etmişti.

Ancak bu açıdan çiftliğin düzgün bir fotoğrafını çekmek mümkün değildi. Biz de geri dönüp, etrafı çitle çevrili arazi tarafından yaklaşmayı denedik. Çitlerin altından geçerken "Cart" diye elektrik çarptı. Arazide inekler otluyordu ve kaçmamaları için çitlere elektrik vermişlerdi.

"Nuts" Çiftliği
Bu arazi tepenin oldukça altında kalıyordu ve yine fotoğraf için uygun bir açı bulamamıştım.

Sonunda otoyoldan bir kilometre kadar aşağı yürüdüm ve uzaktan telefoto bir objektifle çiftliğin tamamının resmini çekebildim.

Ben geri yürürken, Jelena da otoyolun kenarına oturmuş, gülüyordu.

"Ne oldu?" diye sorunca anlattı. Doğru yerde olduğumuza emin olmak için evden çıkan bir kıza "Kessler Çiftliği burası mı?" diye sormuş. Kız da "Nuts çiftliği mi? Evet burası." demiş. İngilizce "The Nuts Farm" (Dı Nats Farm) aynı zamanda "Deliler Çiftliği" gibi anlaşılıyor, ona gülüyormuş.

Görev başarılmıştı. Rotamızı otele çevirdik. Artık biraz huzur bulabilirdik.

Ardennes bölgesi işte böyle.

İkinci Dünya Savaşı'na ilginiz varsa zaten ziyaretin kaçınılmaz olduğunu biliyorsunuzdur. Ancak lütfen hazırlıksız gitmeyin, ne göreceğinizi koordinatlara kadar önceden planlayın, çünkü pek lokal yardım bulamayacaksınız.

Bir de Bastogne'lular tarihe sahip çıkmaya pek gönüllü görünmediler gözüme. Örneğin Patton anıtının etrafını bir sirk için park yeri olarak kullanmışlardı. Her yer karavan, kablo, jeneratör dolmuştu. Patton herhalde mezarında ters dönmüştür...

Eğer İkinci Dünya Savaşı ilginizi çekmiyorsa, bu güzel kenti yolunuzu çok fazla değiştirmeden görün derim. Hatta bizim gibi bir Lüksemburg ziyareti ile birleştirebilirsiniz.

Sağlıcakla kalın...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...