27 Mart 2014 Perşembe

Sevilya

Sevilya Andaluzya'nın neredeyse ismi en karışık kenti.

Orijinal İspanyolcasından başlayalım. Sevilya İspanyolca'da "Sevilla" yazılıyor ancak yanyana iki 'l', Fransızca'da olduğu gibi İspanyolca'da da 'y' gibi söylendiği için "Seviya" şeklinde okunuyor. Bazen sanki "Sebiya" gibi bile duyduğumu düşünüyorum.

İngilizce'de "Seville" yazılıp, "Sevil" şeklinde, Fransızca'da ise yine İngilizce gibi yazılıp, bu kez "Seviy" şeklinde söyleniyor.

Biz ise, herhalde biraz da futbol takımının katkısıyla "Sevilya" diyoruz.

Sevilya'nın kayda değer birçok özelliği var.

Mesela Andaluzya'nın başkenti. Bu arada kısaca niçin Endülüs değil de Andaluzya dediğimi anlatayım. Endülüs, Arapça tüm İberya adasının ismi. Andaluzya, aynı kökten gelse de, İspanyanın güneyindeki özerk bir devlet. O yüzden önceki iki yazım dahil hep Andaluzya diyorum, Endülüs yerine.

Sevilya mesela Macellan'ın ünlü dünya etrafında gemiyle dolaştığı gezisinin başlangıç noktası. İşin ilginçi Sevilya deniz kenarında bile değil, seksen kilometre içerde, ancak bir 'deniz limanı' olmasa da bir 'nehir limanı" olduğundan gemiyle ulaşılabiliyor.

Sevilya'nın dünyaca bilinen başka bir özelliği ise berberi. Yani Rossini'nin ünlü operası Sevil Berberi bu kentte geçiyor. Benim çocukluğumun Simpson'ları olan Güngörmüşler'in opera meraklısı Tonton'u çok söylerdi bunu. Bu arada böyle bilirmiş gibi yazdığıma bakmayın, Sevil Berberi'ni bilerek bir kere bile dinlemedim/izlemedim.

Aslen hayali bir karekter olan Don Juan (Don Huan okunur) efsanesi, ve dolayısıyla Mozart'ın Don Giovanni'si (Don Ciovanni okunur, İspanyolca'daki Huan'ın İtalyanca'daki karşılığı), ve yine Tonton'un favorisi, Mozart'ın Figaro'nun Düğünü hep temelde Sevilya'da geçer.

Bayaa operatik bir kent sizin anlayacağınız...

Otobüsümüz Sevilya'da ilerledikçe ağızımız daha da fazla açılmaya başladı. Sevilya gerçekten büyüleyici bir kent. Gezmeyi seven biri olarak söyleyebilirim ki her kentin kendine göre bir güzelliği, bir cazibesi vardır. Ancak bazı kentler vardır ki gerçekten özel yerlerdir, New York gibi, Floransa gibi, İstanbul gibi. İşte Sevilya da böyle bir kent. Her adımı tarih, her adımı cazibe.

Çantamızı otele atıp, rotamızı şehrin merkezine çevirdiğimizde hava neredeyse kararmıştı. Yürürken bir anda arkamızdan davul sesleri duyduk, hemen sonrasında da kırmızı-mavi polis ışığını gördük.

Görünüşe göre bir gösteri vardı. Kenara çekildik ve beklemeye başladık. Az sonra önde bir polis arabası, arkasında da yüz kadar genç hem davulla hem de pet şişeleri birbirine vurarak yürüyor, bir taraftan da slogan atıyorlardı.

Tabii ki ne kavga, ne biber gazı, ne toma, ne silah. Yürüdüler, gittiler. Muhtemelen Merkel'e kızıyorlardı.

Öyle gökdelenleri, yolları, köprüleri falan değil de, işte böyle şeyleri görünce Türkiye'nin geri kalmışlığını hissediyorum, içim sızlıyor.

Göstericilerin arkasından yolumuza devam ettik ve şehrin merkezine ulaştık. Burada karşımıza Andaluzya'da gördüğümüz en büyük katedral ve katedralin etrafındaki yüzlerce yıllık tarih çıktı. Binaları, çeşmeleri, sütunları, kalesi, meydanlarıyla gerçek bir tarih.

Turumuzu tamamladıktan sonra katedralin hemen yanıbaşında bir bara oturduk. Geleneksel şarap ve sangria'larımızı söyledik.

Ertesi sabah fotoğraf çekmek için en iyi saatler olan güneş doğuşunda uyandık. İki coffee-to-go ile birlikte, sokaklarda hazır kimse yokken her yerin bol bol fotoğrafını çektik. Saat on gibi de Starbucks'a oturup kahvaltımıza başladık.

Katedral açıldığında çoktan bilet kuyruğundaydık, o yüzden biletleri almak çok uzun sürmedi.

Katedralin gerçek boyutu gündüz gözüyle daha kolay görülebiliyordu. Bu yapı gerçekten çok büyüktü.

Dünyanın en büyük katedralleri sıralamasında üç numara bu katedral. Birincisi Vatikan'daki St-Peter katedrali. Ancak St-Peter, Vatikan binaları ve duvarları arasında kaldığı için büyüklüğü bence çok kolay hissedilmiyor. İkinci sıradaki katedral Brezilya'da, Aparecida şehrinde, ancak onu ziyaret etmedim, bilmiyorum.

Sevilya katedrali
Sevilya katedrali, aynı zamanda ilk yapıldığında dünyanın en büyük katedrali ünvanını Aya Sofya'dan alan yapı.

Bu katedral 1400'lü yıllarda, Araplar'ı kovaladıktan sonra yapılmaya başlanmış ve bitmesi yüz yıldan fazla sürmüş.

İlginizi çekerse, Kristof Kolomb da burada gömülü.

Biletlerimizi aldık ve dünyanın üçüncü büyük katedralini gezmeye başladık. Boyutları etkişeyici olsa da içerisi için çok yüksek beklentilerim yoktu. Katolik katedralleri, sade, karanlık ve hüzünlü yerlerdir. Gerçek sanat görmek istiyorsanız, bir Ortadoks katedrali gezmenizi öneririm. Özellikle de Saint Petersburg'daki Church of the Savior on Spilled Blood'ı, yani Dökülü Kan Üzerindeki Kurtarıcının Kilisesi'ni.

Sevilya katedralinin içi düşüncelerimi doğru çıkardı. Sevilya'yı ziyaret ediyor ve zamanınız da kısıtlıysa, içini görmeseniz de olur derim. Ancak Hristiyan inancındaysanız, yada ilginizi çekiyorsa, müze ve hazine dairesinde ilginç bulabileceğiniz yapıtlar var.

Çan kulesi
Katedralin en ilginç bulduğum yeri çan kulesi oldu. Bu çan kulesi aslında, katedral yapılmadan önce aynı alanda bulunan cami'nin minaresiymiş. Marakeş'deki büyük caminin minaresinin bir kopyası şeklinde yapmışlar. Yüz metrelik, bizdeki minarelerin aksine, dikdörtgen, muazzam bir yapı.

İşin güzel tarafı, bu minareye çıkabiliyorsunuz. Merdiven yerine basamaksız, meyilli rampalar var, bu da tırmanmayı kolaylaştırıyor. Tepede ise manzara harika. Tüm şehir ayaklarınızın altında!

Öğle güneşi, Mart'ın ortasında olmamıza rağmen ikimizi de bunaltmıştı. Katedral'i arkamızda bırakıp nehre, Sevilya gezisinin belki de en ilginç noktasına, yani arenaya doğru yöneldik.

Sevilya'daki arenanın özelliği, dünyadaki en eski arena olması. İsmi La Maestranza. 1760'lı yıllarda boğa güreşi için kullanılmaya başlanmış. Öyle İspanyolların ima ettikleri gibi çok eski bir, spor diyeceğim, içimden gelmiyor, fenomen değil bu boğa güreşi sizin anlayacağınız.

La Maestranza'nın başka bir özelliği oval şekildeki tek arena olmasıymış. Diğerleri hep daire biçiminde olurlarmış. Malaga'da tepeden gördüğüm arena, gerçekten de daire biçimindeydi.

La Maestranza
Arenanın dış duvarları bembeyaz boyanmış. Kapıları kırmızı, pencerelerin çerçeveleri sarı. Devasa bir bina. İçeride, tiribünlerin altında Kolezyum gibi bir halka koridor ve sağ tarafta odalar, sol tarafta da arenanın ringine açılan kapılar var.

Arenayı sadece rehber nezaretinde turlarla gezmek mümkün. Öyle labadak diye kendiniz giremiyorsunuz,

Tiribünler, bizim eski kale arkaları rahatlığında, yani öyle oturak, sıra falan yok. Betonun üzerine numaralar yapıştırılmış. Yerinizi böyle buluyorsunuz. Oturacak yerler, ringe yakınlığına göre iki ayrı fiyat kategorisinde ayarlanmış. En tepede de Roma usülü localar var. Locaların locası da gösterinin adet üzere onuruna yapıldığı şahsiyete ait. Artık başbakan mı olur, ringin sahibi mi olur, genelkurmay başkanı mı olur bilinmez.

Seyircileri ringden yarım metre yüksekliğinde beton bir duvar ayırıyor. Ringin bir metre kadar içinde de kıpkırmızı tahta bir duvarın ayırdığı bir halka daha var. Şanlı boğa güreşçileri muhtemelen zavallı boğayı çıldırtıp, sonra da kaçmak için kullanıyor bu alanı. Ring ise sapsarı renkli bir toprakla kaplı, büyük bir alan.

İşte bu 'anlı şanlı spor' bu arenada yapılıyor. Spor dediğime aldanmayın. Sporda bir kazanan yada kaybeden, eşit şanslar ve en önemlisi rekabet olur. Boğa güreşinde ise her şey zavallı boğayı önce çıldırtıp, sonrasında acı çektirerek öldürürken alınan zevkten ibaret.

Böyle söyleyince insanlar genellikle "boğanın da matadoru öldürme şansı var." deyip, olayı sanki eşit şartlarda bir mücadele gibi göstermeye çalışırlar ama işin aslı, matador eğer salak değilse genelde ölmüyor. Bir fikir vermesi açısından, Sevilya'daki bu ringin en eskisi olduğunu da hatırlayarak, tarihi boyunca burada sadece bir tek matadorun öldüğünü söyleyelim.

Onu öldüren boğayı hemen cart curt kesmişler zaten. Garip hayvanın kafası içerideki müzede bir duvara asılı. Üzerine, hırslarını hala alamayıp, bu boğanın annesi ineği de kesmişler, niye böyle hayırsız evlat doğurdun diye. Zavallı ineğin kafası da müzede bir duvara asılı. Hatta, duvara asılı tek inek kafası ünvanına sahip.

Yani, boğa da kazansa, matador da kazansa sonunda kabak zavallı boğanın başına patlıyor.

Ancak boğanın az da olsa yırtma şansı var. Eğer boğa, istisnai olarak iyi bir mücadele vermişse bağışlanabiliyor. Bağışlanan bir boğa ise bir daha arenaya çıkmıyor ve sadece damızlık olarak kullanılıyor. Güzel bir emeklilik yani.

Geleneksel bir boğa güreşi gösterisi çoğunlukla iki saat kadar sürüyor. Bu süre içerisinde altı boğa işkence edilerek öldürülüyor. Boğa başı yirmi dakika. Başka bir deyişle, zavallı hayvanlar yirmi dakika boyunca can çekişiyorlar.

Boğa güreşinin primadon'u, yani yıldızı hepinizin olasılıkla bildiği Matador isimli karekter. Matadorlar pavyon kadınları gibi altın püsküllü, açık mavi, yeşil tarzı cart renkli, tamamen elde dikilmiş kostümler giyiyorlar.

Bir gösteride takımlarıyla birlikte üç Matador bulunuyor, yani Matador başına iki boğa düşüyor.

Her Matadorun takımında ise iki Pikador, üç Banderillero, bir de Mozo de Espadas isimli altı alt-karekter bulunuyor.

Pikadorlar gösteriye at üzerinde katılıyorlar. Görevleri ise ellerindeki mızraklarla boğayı kızdırmak için şişlemek. Pikadorların atlarına da son zamanlarda zırh giydirmeye başlamışlar. Bu zırhdan önce arenalarda boğalardan çok atlar ölüyormuş.

Banderillero'ların görevi ise Pikador'ların şişleyip kızdırdıkları ve aynı zamanda yormaya başladıkları boğayı daha da kızdırıp, daha da yormak. Bunun için de ellerindeki şişleri boğaya batırıp üzerinde bırakıyorlar. Zavallı boğa da hem çıldırıyor, hem de kan kaybettiği için yorgun düşüyor.

Bu noktada Matador devreye giriyor. Sinirden gözü hiç birşey görmeyen boğa ise hareket eden herşeye saldırıyor artık. 'Asil kahraman' Matador kırmızı şalını sallayarak boğayı bir o yana, bir bu yana koşturuyor.

Yeri gelmişken, kırmızı rengin boğaları kızdırdığı külliyen yalan. Boğalar renk körü olduklarından kırmızıyı ayırt etmeleri mümkün değil.

Neyse. Artık boğanın mecali kalmayınca 'kahraman' Matador, kalbime bir kılıç sokarak boğayı öldürüyor. Tabii, çoğu zaman kılıç kalbe girmediği için zavallı hayvan daha da fazla acı çekerek koşuyor, yuvarlanıyor.

Takımın son üyesi Mozo de Espadas ise Matador'un uşağı. Zamanı geldiğinde Matador'a şalını, kılıçlarını falan veriyor.

Matadorlara ödeme, arenada özel bir odada, her zaman gösteriden önce yapılıyor. Dünya hali tabii. Ya boğa kazanırsa diye.

Feministleri de unutmamak bakımından söyleyelim, günümüzde kadınlar da Matador'luk yada daha doğrusu Matadora'lık yapmaya başlamışlar. Ancak, henüz ciddi bir isim yapanı yokmuş.

Müzede ise kesik insan kafalarını ellerinde tutan adam heykelleri ilgimi çekti. Boğa güreşi başlangıç askeri bir eğitim yada spormuş. Kesik kafaları da bu eğitim esnasında hedef olarak kullanıyorlarmış.

Boğa güreşini hiç bir şekilde onaylamasam da, arenaya yaptığımız ziyareti çok ilginç buldum. Boğaların ringe çıktıkları kapıdan geçmek, ringi, tirbünleri görüp o havayı koklamak için mutlaka görülmeli derim.

Arenanın hemen yakınında, Torre del Oro isimli gözetleme kulesi ve nehir kıyısı boyunca gençlerin doldurduğu yeşil alanlar ve açık hava kafeleri yine ziyarete değer.

Plaza de España
Otelimizin hemen yanında olsa da Plaza de España'yı ziyaret ikinci günün sonuna kalmıştı. Bu meydan, içinde bulunduğu park ve çevresindeki muazzam güzellikteki yapı pek öyle heryerde görülebilen türden değil. Zaten bu yüzden, Lawrence of Arabia ve çok daha önemlisi, Star Wars II, Attack of the Clones gibi filmlerim bazı sahneleri burada çekilmiş. Anikin Skywalker ve Padme (hadi madem Anikin'inkini yazdık, kızın da soyadını yazalım) Amidela, Naboo gezegeninde aganigiyi Plaza de España'da yapıyorlardı.

Naçolu, Tacolu, Margaritalı bir akşam yemeği yedik
Artık yorulmuştuk. Tempoyu biraz düşürerek, bir gün önce randevulaştığımız Iguanas and Ranas isimli Meksika restoranına yöneldik. Naçolu, Tacolu, Margaritalı bir akşam yemeği yedik, sonrasında da kendimize koca birer dondurma ısmarladık.

Ertesi sabah bu kez, katedralin yanındaki kaleyi ve etrafındaki Yahudi mahallesini gezdik. Yahudi mahallesi, daracık sokakları, eski binalarıyla kaçırılmaması gereken bir yer. Gerçekten çok güzel.

Yahudi mahallesi
Şimdi buralarda hala Yahudiler yaşıyor mu bilmiyorum ancak İspanyol Yahudileri, Alhambra Fermanı isimli bir ferman sonrasında ya İspanya'dan göçe, ya da Hristiyanlığa dönmeye zorlanmışlar. Hatta bu olaydan sonra Sultan Bayazit, baskı altındaki bu insanları Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yerleştirmiş. Taa o zamanda gösterilen bu bilgelik keşke günümüzün Müslüman ve Hristiyan yobazlarına örnek olsa.

İşte böyle.

Sevilya, her kişinin görmesi gereken, tarihiyle, güzelliğiyle harikulade bir kent. Yolunuz düşmese de zorlayın ve görün mutlaka.

24 Mart 2014 Pazartesi

Granada

Birine adres tarif etmek ilk bakışta kulağa basit bir şey gibi gelse de, fazlasıyla karmaşık ve zor bir iştir arkadaşlar.

Doğru bir adres tarifi için soran kişiye bir yön ve o yönde hangi uzaklıkta yürümesi gerektiğini söylemeniz gerekir. Eğer birden fazla yön değişikliği gerekiyorsa, yeni yön ve uzaklığı öncekine eklemeniz gerekir. Eski deyişiyle vektör vasıtalı seyrüsefer!

Örneğin, "Kuzeye doğru yüz metre, sonra kuzeybatıya iki yüz otuz metre, sonra yirmi derece güneye elli altı metre."

Olmadı dimi?

Olmaz tabii. Eğer elinizde bir pusula ve ne kadar yürüdüğünüzü hesaplamak için her adımınızı ölçecek bir metre yoksa, teknik olarak doğru ve kusursuz olan bu tip bir yol tarifi, gerçek hayatta hiçbir işe yaramaz.

Daha uygulanabilir bir yönteme gereksinimimiz var demek ki.

Gerçek hayatta yönleri çoğunlukla sağa dön, sola dön şeklinde belirtiriz. Gittiğimiz yol tam olarak sağ ve solun teknik anlamı olan kırkbeş derece olmasa bile bu ufak sapmaları beynimiz düzeltir, yol otuz beş derece sağa dönsede onu affeder, kırk beş dereceymiş gibi doğru yolu buluruz.

Yönleri belirtmenin başka yöntemleri de vardır. Mesela yönler elimizle, yada burnumuzun ucuyla "Nah bu tarafa dön" şeklinde de gösterilebiliriz. Uzuvlarımızı kullanmak, sofistike olmasa da tamamen doğru ve geçerli bir yöntemdir.

Her yol ayrımında trafik işaretleri olan medeni ülkelerde ise yön belirtmek için yolun gittiği yerin adı da kullanılabilir. Örneğin "Kavşakta Cenevre tarafına dön." şeklinde.

Yönü böylece hallettik, gelelim ikinci gerekli unsur olan uzaklığa.

Ne yazık ki uzaklık ölçer bir aletiniz yoksa doğrudan verilen uzaklıklar tamamen işe yaramaz olacaktır. Mesela biri size "Üç yüz altmış sekiz metre git." derse, yürüdüğünüz uzaklığı bu hassaslıkla ölçemezsiniz.

Metre, kilometre, vesaire cinsinden uzaklıkları ancak çok kaba biçimde bir fikir vermek için, mesela "Yüz metre ilerde," falan diyerek kullanırız. Birisi size yüz metre ilerde diyorsa bundan çıkarabileceğiniz en hassas sonuç, söz konusu uzaklığın bir kilometreden az olduğudur.

Hemen aynı derecede belirsiz başka bir yöntem ise bir zaman belirtmektir. Yani "Abi, beş dakika ilerde".

Burada ima edilen uzaklık, bir insanın ortalama yürüyüş hızı olan beş kilometre saat çarpı tarifi veren abbasın size verdiği zamandır. Söylemeye bile gerek yok. Her insanın yürüyüş hızı farklı olmasından, ve kimsenin de genelde yürürken kronımetre tutmamasından dolayı bu yöntem ancak çok kaba bir şekilde uzaklığı tanımlar.

Buna rağmen beni çok şaşırtsa da Roma'da herkes yol tarif ederken bu dakikaları kullanıyordu. "McDonald's on dakika ilerde." şeklinde bir tabela bile gördüm.

Akıllı insanlar ise uzaklığı, hedefte adres soran kişinin geri plandan kolayca ayırabileceği bir özelliği kullanarak belirtirler. Örneğin "Sağ tarafta üç katlı kırmızı binadan sağa dön.".

Bir GPS ile adres aramaktan sonra verilebilecek en hassas uzaklık belirtme yöntemidir bu.

On beş yaşında tazı gibi koşabilen bir atlet de, seksen yaşında bastonla yürüyen bir dede de, beş dakika denen yolda mecburen tuvalete girip çiş yaparken kaç dakika harcadığını hesaplayan bayan da büyük bir hassaslıkla kırmızı binayı, yani yeni yönüne döneceği doğru noktayı bulacaktır.

Yer tarifini doğru yapmak isteyen biri yönün hangi noktada değişeceğini söylerken, yüz metre ilerde, üç durak sonra (otobüs her durakta durmayabilir), on dakika uzaklıkta gibi muğlak tarifler yerine, kırmızı binayı görünce, Aslan Eczanesinin sokağında, Atatürk heykelinin karşısında, üç sokak ilerde gibi çevrede kolayca tanınabilecek, geri plandan ayrılabilecek bir özelliği kullanmalıdır.

Unutmayın, her zaman yön ve uzaklık, yeni yön ve uzaklık, yeni yön ve uzaklık. Ve Et Voila!

"You have reached your destination."

Demek ki uzaklığı belirtirken de metre, kilometre, dakika falan değil, 'kolayca tanınabilecek bir noktaya kadar' şeklinde veriyoruz.

Benim yön duygum sıfırdır. O yüzden yol tariflerine çok sık ihtiyaç duyarım ve de kim iyi, kim kötü yol tarif eder bilirim. Mesela Amerikalılar, İsviçreliler çok iyi becerir yol tarifi vermeyi. Çünkü yolları eksiksiz ve doğru olarak işaretlenmiştir.

ABD'de interstate yolların kodlamasına bakarak bile doğu-batı yada kuzey-güney yönlerine gittiğini anlayabilirsiniz. Çift numaralı otoyollar doğu-batı, tek numaralılar kuzey-güney yönlerinde gider. Ünlü Route 66 mesela Amerikayı doğu-batı yönünde baştan başa geçer. Bundan başka, çıkış ve giriş rampalarında numaraların sonunda 'N', 'S', 'W' ve 'E' şeklinde kuzey, güney, doğu ve batının ilk harflerini basarlar ki siz de mesela Interstate 66'yı aldığınızda doğuya mı, batıya mı gittiğinizi anlarsınız.

Yol tarifi konusunda ise benim şimdiye kadar gördüğüm en kötüsü biz Türk'lerizdir.

Kaç kere gelmiştir başınıza yol sorduğunuzda.

"Abi, şimdi şuradan sağdan dal, bir sağ, bir sol, tam önüne çıkarsın."

Yönler iyi de mesafeler yok.

Genelde, sağ, sol yapacağınız yerler ilk sağa yada sola dönen yollar olmaz, aksine, size yol tarif eden baltanın kafasında canlandırıp, sizin de kafanızda aynı görüntünün olduğunu düşündüğü sağ ve sollardır onlar.

Bu tarif sizin hedefinize ne kadar uzakta olduğunuz hakkında hiçbir ipucu vermez. İlk solu ararken, daracık bir sokak görür, "Lan acaba ilk sol derken bunu saydı mı?" diye tereddütte kalırsınız.

Ancak hor görmeyin. Bu yine tarif sayılabilecek bir tarif.

Bazen sorarsınız.

"Aslantürk sokağı nerde oğlum?"

'Oğlum' durur, gözlerini uzak bir noktaya diker, kafasını kaşır....

"Aslantürk mü dedin abi?"

Kafayı kaşımaya devam eder, bir süre sonra "Abi, şimdi şurdan aşağıya git, pazarın yanında sağ tarafta."

Gel de güven bu tarife...

Soru sordun ya, bilmese de bir cevap vermesi lazım, yoksa karizması çizilir. Sözlüğünde "Bilmiyorum" yoktur, çünkü o herşeyi bilir.

Bir felaketizdir. Arabasıyla adres soran adama sanki yürüyormuş gibi yol tarif ederiz, sonra adam tek yönlü sokaklara girmek zorunda kalır, çıkmaz sokaklardan geri döner. Yine yol soranın bilmesinin mümkün olmadığı dönüş noktaları veririz, "Muhtarın yanından sağa dön, hassasın hemen altında" falan gibi.

Yada görmeyeceği yerleri anlatırız. "Şimdi abi, kırmızı ışığa, bankaya gelmeden sola döneceksin."

Bir Temel fıkrasında olduğu gibi. Temel, otoyolda lokantası için bir tabela koyar. "Temel'in yeri, 500 metre geridedur!"

En kötüsü biziz dedim ya, işte bu fikrim Granada'da değişti arkadaşlar. İspanyollar yol tarifinde en az bizler kadar feciatlar.

Havaalanından çıktık. Jelena tabii ki kaç numaralı otobüse binip, nerede ineceğimizi falan biliyor. Otobüse atladık, ineceğimiz durakta indik. Şehirin merkezi. Dibimizde Granada'nın devasa katedrali var.

Şimdi tek iş oteli bulmak...

İlk Rodrigez'i durdurduk.

"Otel Don Juan nerede abi?"

Rodrigez boş gözlerle bize baktı.

Jelena bu kez otelin bulunduğu caddenin nerede olduğunu sordu.

"Calle Martinez de la Rosa nerede abi?"

Boş gözler...

Jelena, bu kez otelin adı ve adresinin yazılı olduğu kağıdı gösterdi, ancak Rodrigez boş gözlerle bize bakmaya devam etti.

Olayı anlayın diye burada biraz daha detay vereyim. Arkadaş yardım etmek istemediği için cevap vermiyor değil. Kağıda gözünün ucuyla baktı çünkü, yani belirgin bir ilgi gösterdi sorunumuza. Hattızatında, yardım etmek istemeyen biri yürüyüp gidecekken bu bizim karşımızda durmaya devam ediyor.

Baktım, içinde bulunduğumuz durum iyiye doğru bir gelişme göstermiyor, araya girdim ve "Herhalde bilmiyorsun. Sağol abicim." dedim, ayrıldık. Rodrigez hala birşeyler söylemek istiyor ama sadece bakmakla kalıyordu.

Biraz daha yürüdük. Bu sefer Sanchez'i durdurup sorduk.

"Calle Martinez de la Rosa nerede abi?"

Sanchez, "Uzak, çok uzak, taksiye binmeniz lazım." dedi.

Lan ne taksisi?

Otelin yakınında bu durak, İnternet'te okuduk, biliyoruz, ondan indik.

Sanches'den de iş çıkmadı. Yürümeye devam ettik, bu kez Rositta'ya sorduk.

"Ablacım, Calle Martinez de la Rosa nerede?"

"Çok uzak, otobüse binin."

Yemezler ablacım. Devam...

Bu kez Carmen'e sorduk.

"Ablacım, Calle Martinez de la Rosa nerede?"

"Hemen aşağıda. On dakika yürüyün."

Bak bu oldu işte. Ben on dakikadan daha az bir yürüme bekliyordum ama olsun, yürürüz.

Jelena, bu arada elimizdeki otelin internet sayfasından bastığımız küçük haritaya bakıyor, geçtiğimiz caddelerin herhangi birinin o haritada olup olmadığını kontrol ediyordu.

Böyle sora sora bırakın on dakikayı, bir kırk beş dakika yürüdük.

Her yeni sorduğumuz kişi, bizi bir öncekinden farklı bir yöne gönderiyordu.

Çaresizce yürürken bir anda mucize gerçekleşti ve Calle Martinez de la Rosa yakınında haritada da gördüğümüz bir caddeyi bulabildik. Artık iş sadece bu caddenin hangi yönüne gideceğimizi bulmaya kalmıştı.

Tam bu esnada yanımızdan geçen Jose'yi durdurduk.

"Calle Martinez de la Rosa hangi taraf Jose abi?"

"Çok uzak, taksiye binin."

No way Jose! Haritaya göre otel ikiyüz metre yarıçaplı bir alan içerisinde. Ne taksisi?

Jelena dayanamadı, haritayı Jose'nin burnuna soktu.

"Bak, burası bilmemne caddesi. Calle Martines la Rosa ya sağda, ya solda. Hangi tarafa gidelim?"

Jose haritaya baktı, kafasını kaşıdı, eliyle şu tarafa diye işaret etti ama adamın işaret ettiği tarafta koca bir bina var. İşaret ettiği yöne gidebilmek için binanın üzerinden atlamamız lazım.

Gözüm yüz metre ilerde, caddeyi kesen bir sokaktaki, dikey yazılmış sarı bir otel tabelasına takıldı. "Hotel" kısmı okunsa da, ne oteli olduğu bir ağacın arkasımda kalmış, okunmuyordu.

Kırk beş dakikadır yürüyoruz anasını satayım, iki dakika fazla yürümekten zarar gelmez dedim, o ana kadar çeke çeke sürüklediğim çantayı Jelena'ya bırakıp otelin ismini okuyabileceğim bir açıya geçtim.

Evraka! Valla Hotel Don Juan!

Jelena bile takdir etti bu hamlemi. Pek bana giden şeyler değildir bu doğru yöne gitmek, onun göremediği oteli görmek falan.

Otele girdiğimizde kendimi lobide ilk bulduğum koltuğa attım. Jelena'nın, çantayı sürüklemediği için, biraz daha enerjisi kalmıştı. Check-in'i o halletti.

Çantayı odaya bırakıp geri resepsiyona geldik.

Benim aklım yemekteydi. Malaga'da bir Taco Bell bulunduğuna göre, Granada'da da bulunmaması için hiçbir neden yoktu. Resepyoniste sordum.

"Granada da Taco Bell var mı?"

"Taco Bell nedir?"

"Amerikan Meksika fast food."

"Yok."

"Ama Malaga da vardı." deyince arkadaşın torpağına laf söylemiş olduk. Malaga'da varsa Granada'da kesin olmalıydı. Olaya ilgi göstermeye karar verdi.

"Nasıl yazılıyor?" diye sordu, söyledik.

Hemen bilgisayarda yazıp gugılladı.

"Gerçekten de varmış." dedi, şaşırarak. "Bu hangi cadde ki?" falan diye kendi kendine konuşurken bir kırmızı yandı ve söndü.

"Evet, Granada'da bir Taco Bell var. Granada, Utah!"

Güldük.

"Kaliforniya da, Granada tepelerinde de var bir tane."

Daha da fazla güldük.

İspanya Granada'sında Taco Bell yokmuş. Ne yapalım. Bilseydim Malaga'dan beş on taco paket yaptırırdım.

Dışarı çıkmadan resepsiyonistle geleneksel, neredeyiz, nereye nasıl gideriz geyiğini yaptık. Merkeze geri, kırk beş dakika yürümemek için otobüse mi, taksiye mi binelim diye sorduk.

Az önceki Taco Bell geyiği yüzünden zaten hafif limoni resepsiyonist, yüzümüze siz sapıttınız mı gibisinden baktı.

"Şu aradki yoldan çıkın, beş dakika." dedi.

Demek önünde otobüsten inip yürümeye başladığımız katedral merkezde değilmiş, beş dakika dediğine göre...

Soruyu düzelterek yeniden sordum.

"Peki katedral'e nasıl gideriz?"

Yine yüzüme anlamsız anlamsız baktı.

"Şu yoldan çıkın, beş dakika." dedi ve "Az önce söyledik ya..." kısmını hala korumayı başardığı kibarlığından söylemedi.

Bu sefer biz Jelena'yla birbirimize anlamsız anlamsız baktık.

"Babacım, biz kırk beş dakika yürüdük buraya gelmek için..."

Resepsiyonist bir kez daha kibarca aynı şeyi tekrarladı.

"Şu yoldan çıkın, beş dakika."

Olabilirmiydi?

Valla olabilirdi...

Otobüsten indiğimiz andan başlayarak, oteli bulana kadar adres sorduğumuz herkese küfür ettim içimden. Hemde renkli, fantastik küfürler.

İçimde hala bir umut, resepsiyonistin "beş dakika" 'sı abartılı, yine yarım saat alacak diye ancak beş dakikadan biraz daha kısa bir zamanda ulaştık katedral'e.

Yorgunluğu unutup etrafı keşfe daldık hemen.
Granada'dayız
İspanyollar koyu katoliklerdir arkadaşlar. O yüzden katedralleri, kiliseleri ciddi büyüktür. Malaga'daki katedral zaten devasa bir yapıydı, Granada'daki ondan bile büyük.

Şehir merkezi de aynı şekilde daha büyük. Malaga'daki Ortaçağ kasabası gibi cazibeli şehre göre sanki daha bir meteopol Granada. Caddelerde daha çok insan, daha çok araba, mağaza, restoran görüyorsunuz.

Ancak Granada'nın görülmesi gereken tartışmasız en önemli yeri Alhambra.

Bizim Türkiyede pek bilinmez. Ben Alhambra'yı, Civilization isimli video oyununda bir dünya harikası olmasından bilirim. Oyunda, Alhambra'yı yaptığınız şehirde ürettiğiniz her asker dağlarda ve ormanlarda daha iyi savaşmaları için otomatik olarak bir kıdem alırlar. Faydalı bir dünya harikasıdır yani.

Gerçek hayatta Alhambra, bir cümleyle Arap yapımı, bir kale ve saray kompleksi. Ama devasa, büyük, geniş bir kale-saray. Bir fikir vermesi açısından binaların kapladığı alan üç aşağı, beş yukarı Topkapı sarayı kadar.
Alhambra içerideki yerleşim alanları
Alhambra, Granada sultanları Yusuf ve Muhammed tarafından 1300'lü yılların sonuna doğru yapılmış. Emevi'lerin egemenliğinin son günlerine denk gelen bu yıllarda, İspanyolların, Endülüs'ü geri alması esnasında kaçan birçok Müslüman sanatçının sığınma noktası olmuş.

Sanatsal ayrıntılarıyla içinizi baymayayım. Alhambra'nın içinde bir saray, bir kale, bir de bahçe kompleksi var. Kalenin kulelerimden Granada,nın çok güzel, panoramik bir manzarasını görmeniz mümkün. Ayrıca, kalenin hemen yakınlarındaki Fas mahallesi de bütün güzelliğiyle bu kulelerden görülebilir.

Bahçeler ise tipik İslami, ucu sivrilmiş yarım daireli çitlerle bezenmiş. Havuzları, ağaçları, çiçekleri ile bahçeler bence Alhambra'nın en görülmeye değer yeri.

Alhambra
İçerde bir de Charles'ın Sarayı isimli, geri kalan hiçbir binanın mimarisine uymayan, abuk bir bina var. Kendi başına başka bir yerde çok güzel bir bina olabilecek olsa da, Alhambra'nın içinde çok abes kalmış.

Gezmek isterseniz, aklınızda olsun. Her noktasına sadece belirli saatlerde girebiliyorsunuz. O yüzden, gezerken uzun uzun tadını çıkarabilmek için en az bir yarım gün ayırmanızı öneririm.

İşte biz bu muazzam alanı iki saatte gezdik ama canımız da çıktı. Hemen girişte oturmak için banklar ve daha da önemlisi, içmek için kahve görmüştük. Haşat bir vaziyette kahve bölümüne gittik.

Kahveler otomatik makinelerden alınıyor. Şansımıza sıra da yok. Yanyana iki makinenin birine Jelena, diğerine ben geçtik.

İspanyolcadan anladığımız kadarıyla önce para attık, sonra da kafvemizi seçmeye başladık.

Jelena bana yardım etmek için yan taraftan sesleniyordu.

"Bugiii, süt leçe demek."

"Sağol. Şeker ne demek?"

"Bilmiyorum. Sugar benzeri birşey olsa gerek."

"Azucar diyor o olabilir mi?"

"Tamam o. Sin azucar, şekersiz demek."

"Anladım. Sağol."

"Bugiii, parayı önce mi, seçtikten sonra mı atıyorsun?"

"Önce atıyorsun. Baksana, attıkça kredin artıyor."

"Espera diyor babe. Yani bekle. İngilizcedeki aspire gibi. Expectation, aspiration, beklenti."

"Esperanza zaten umut demek bugi...."

"Esperanza ediyoruz ama hala kahve yok..."

Tam bu anda arkadan biri geldi, fotoğraf malinesi, sandallarıyla bizim gibi bir turist.

"Merhaba. Size yardım edeyim." dedi İngilizce, ama gerçekten kibarca. "Bu yeşil düğmeye basmazsanız kahve gelmez."

Bastı düğmeye. Makina gur-gur etti ve foşşş diye kahveyi doldurdu.

Benim kahvem hallolunca, Jelena'nın makinesinin yanına gitti.

"Sizin kahveniz nasıl olacak?" diye sordu. Jelena, kapuçino, az şekerli falan diye siparişini verdi. Adam da uzay yolunda Mister Sulu gibi çat, çat düğmelere bastı ve gur-gur, foşşşş. Jelenanın kahvesi de geldi.

Kahveleri alıp geri döndüğümüzde anladım durunu. Biz İspanyolcanın inceliklerini tartışırken arkamıza en az elli kişi sıraya girmiş, bizim kahve almamızı bekliyorlardı.

Utandım, kafamı önüme eğip kaçtım dışarı.

Bizi şehir merkezine götürecek minibüse bindiğimizde ayaklarım artık yeter diyorlardı. Jelena benden de vahim durumdaydı. Şehir merkezinde kendimize wi-fi'ı olan bir kafe bulduk ve kendimize iki saatlik bir R&R ısmarladık.

Kafeden çıktığımızda güneş batmış, hava neredeyse kararmak üzereydi. Şehir merkezinde ızun uzun dolaşıp şehrin havasını kokladık. Her şehir hava karardığında güzeldir ancak Granada gözüme sanki daha da güzel görünmeye başlamıştı. Siesta bitmiş, restoranlar, barlar açılmış, etraf neonlar ve müzikle renklenmişti.

Tam otelimize gidecekken yol değiştirdik ve otelin yakınındaki bir bara girdik. Öyle turistik bir bardan çok yöresel bir bardı. İzlediyseniz, Cheers dizisindeki gibi, herkesin birbirini tanıdığı, işten çıkıp eve gitmeden bir tek attıkları bir bar.

Yabancı olmamıza rağmen garson kız güler bir yüzle bizi köşede minderli falan, küçük bir masaya oturttu. Jelena Sangriasını, bem de Granada şarabımı söyledik. İçkilerle birlikte geleneksel olarak ikram edilen tapaları da getirdiler.

Şansıma, ikramlardan biri, patates böreği dedikleri, patates, soğan, baharattan yapılan çok lezzetli bir tapaydı. O mükemmel şarapla nasıl zevk aldım, bir ben bilirim, bir de okuduğunuz için şimdi siz biliyorsunuz.

Karı-koca tam geyik havamızı bulmuştuk. Bir bardak şarap için girdiğimiz barda iki saat ve bir şişe şaraplık kaldık. Çok güzel bir akşam geçirdik.

Fas mahallesi
Ertesi sabah hedef Fas mahallesiydi. İslam zamanından kalma bu mahalle, beyaz evleri, dar sokaklarıyla inanılmaz cazibeli bir yerdi. Yüksek bir noktasında bir kilise, önünde de açık bir alan var. Tam karşısında da bütün azametiyle Alhambra.

İnternet'te Alhambra yazıp görsel arama yaptığınızda göreceğiniz yüz Alhambra fotoğrafının doksan'ı bu noktadan çekilmiştir, emin olabilirsiniz. Ben de üç beş fotoğrafımla bu Alhambra kirliliğine katkıda bulundum.

Fas mahallesinden şehir merkezine yaptığımız yürüyüş ise sayılı zevk aldığım yürüyüşlerden biri oldu.

Nehrin üzerindeki eski binalar
Fas mahallesinin beyaz evlerini geride bırakıp Alhambra'nın eteklerine geldik. Alhambra'yı şehirden ayıran nehirin üzerindeki eski köprüler ve etrafındaki yüzlerce yıllık binalar gerçekten görülmeye değer, eşsiz bir manzara.

Otobüs garına gelip Sevilya otobüsünün üç saat sonra kalkacağını öğrendiğimizde biraz bozulduk, ancak bu kötü sürprizi bir fırsata dönüştürdük. Otobüs garının karşısında bir Çin restoranı bulduk ve mükemmel bir öğle yemeyi yedik.

Otobüste ise bol bol uyuduk.

Bir sonraki durağımız Sevilya, Sevilya ise Andoluzya gezimizin en çok heyecanla beklediğimiz kentiydi.

6 Mart 2014 Perşembe

Malaga

Neredeyse iki senedir Jelena Sevilya'ya gidelim diye söyleniyor, ben ise her defasında ya bir bahane, ya da biraz daha çekici bir alternatif bulup bu geziyi erteliyordum.

İyi de bir sebebim vardı.

Niye yalan söyleyeyim, İspanya'ya bir türlü içim ısınmamıştı. Daha ilk ziyaretimde para, pasaport, herşeyimi çalmışlardı ve ben de Avrupa'nın yarısını bir tane döküman olmadan araba ile geçmek zorunda kalmıştım. O zamanlar AB, Şengen, Yengen falan yoktu, yani her ülkede resmi olarak sınır, gümrük kapıları, geçiş kontrolleri, vesaire vardı.

Barselona'da karakola gidip sigorta için rapor hazırlarken, ne olduğunu anlatmaya başladım. Daha iki cümle edemeden hemen lafımı kesip elime bir form tutuşturdular. Formda matbu olarak başıma ne geldiyse yazıyordu. Sadece detaylar için nokta nokta, yer bırakmışlardı ve ben sadece onları dolduruyordum.

"Ben, ........ ..........., ............. tarihinde, saat ......'de, ................ caddesinde kırmızı ışıkta durmuştum. .... yaşlarında, ......... cinsiyetli bir kişi ön cama yaklaşıp İspanyolca bir şeyler söyledi. Ben cevap verirken arka kapının kapandığını duydum. Dönüp baktığımda arka koltuktaki ........ renkli çantanın alındığını anladım.", vesaire, vesaire....

Anlayışlı adamlar ne olsa. Bakın nasıl kolaylaştırıyorlar karakolda insanın işini? Beş dilde matbu form düzenleyeceklerine, caddede gezip bu soytarılığı durdursalar ya...

Sonrası çile tabii. Önce Türk konsolosluğu arandı. O zamanlar Barselona'da sadece fahri bir konsolos vardı. O da nasıl yardımcı olamayacağını ve gerçek bir konsolosluğa gidilmesi gerektiğini uzun uzun anlattı.

Sonraki durak İsviçre konsolosluğu oldu. Onlar da duruma üzüldüler ve İsviçre sınırında problem çıkmayacağını garanti ettiler. İsviçre sınırına kadar hangi dökümanla gideyim diye sorunca da Türk konsolosluğundan bir kağıt al, onla gidersin dediler.

İşte böyleydi ilk tanışmam İspanya ile...

Tatsız birkaç gün geçirdim Barselona'da. Ramblas caddesinde kadınların çantalarına sarılıp yürüdüklerini gördüm. İşin güzel tarafı, çalınacak birşeyi kalmamış birinin rahatlığıyla tasasız bir biçimde gezdim etrafı. Şehrin her köşesinde, yere göğe koyamadıkları o peynir isimli mimarın (Gaudi) kiliselerini, tapınaklarını, renkli kertenkele heykellerini gördüm.

Ancak, ilk intibanın tersliğinden olsa gerek, hiç mi hiç ısınamamıştım İspanyaya.

İşin ilginçi, Lozan'da tanıdığım İspanyol arkadaşlar hiç de İspanyadakiler gibi değillerdi. Tersine, hepsi çok kıyak, çok iyi insanlardı. Bazılarıyla ciddi biçimde yakın arkadaş olduk.

Birgün bir-ikisiyle alkollü bir toplantıdaydık. Samimiyet ilerleyip geyik açılınca dayanamadım, anlattım başımdan geçenleri.

Hikayenin sonunda biri "Başka ne bekliyordun? Katalon'ların hepsi öyledir." dedi. Diğeri de başıyla ilkini tasdik etti.

Ne yalan söyleyeyim, bu yeni ortaya atılan "Katalon" işini pek anlayamamıştım.

"Ne yani, Barselona'da yaşayanlar İspanyol değil mi?" diye sordum. Sorarken de "İspanyol" kelimesi için İngilizce "Spanish" kelimesini kullandım.

"Barselona'lılar 'Hispanic' olabilir ama 'Spanish' yani İspanyol değillerdir." dedi ve devam etti. "Onlara 'Katalon'dur"

Ben Katalon'ları İspanyolların belli bir bölgede yaşayan bir topluluğu olarak düşünürdüm hep. Demek İspanyanın geri kalanı, Katalon'ları, İspanyol sayılmayacak kadar uzak görüyormuş kendilerine.

İlgimi çekmişti. Biraz daha kurcalayım dedim.

"Peki siz İspanyollar niye Katalon'ları sevmiyorsunuz?"

Arkadaş ise, biraz da sinirle, "Ben İspanyol değilim." dedi.

İş karışıyordu.

"Peki sen nesin o zaman?" diye sordum.

"Ben Bask'ım." dedi.

Bask'lıları tabii ki biliyordum. Demek Bask'lılar da İspanyol sayılmıyormuş.

Bu aşamada artık kalan arkadaşa sazanlayıp İspanyol demeden önce sordum.

"Sen nerelisin?"

"Andaluzya'lıyım." dedi.

İlk defa duymuştum Andaluzya'yı. O da anladı bilmediğimi, "Sevilya'danım." diyerek ipucu ile karışık, ufak çaplı bir İspanya coğrafyası dersi verdi.

Ancak gecenin sonunda kelime hazineme ve akıl atlasıma 'Andaluzya' yı eklemiştim. Unutmadan, Sevilya da Andaluzya'daydı...

"Demek İspanya'da yaşayan guruplar kendilerini İspanyol saymıyormuş. Çok ilginç." dedim. Onlar da bana gülerek "Yok, biz hepimiz İspanyoluz ama hiçbirimiz İspanyol sayılmayız." şeklinde kriptik bir cevap verdi.

Üstelemedim.

İlerleyen yıllarda çok iyi bir iki Katalon arkadaşım da oldu. Onlar da İspanya'nın diğer bölgeleri için aynı "sevimli" duyguları besliyorlardı.

Siz yine bu yazdıklarıma bakıp, İspanyanın farklı bölgelerinden gelen insanların öyle birbirlerinin gırtlaklarına sarıldıklarını düşünmeyin. Yüzyılların kavgasından ders almış, birbirleriyle bir arada yaşamayı öğrenmişler. Darısı tabii ki bizim başımıza. Ancak aralarında tatlı-sert bir rekabet yok da değil. Kolay mı? On yedi tane otonom devletçik var İspanya'da. Sıkıysa yaşamasınlar bir arada...

İspanya ve İspanyollar işte böyle ilginçler.

Barselona maceramdan sonra çok uzun bir süre gitmedim İspanya'ya, taa ki Jelena'yla bir yıldönümümüzü Madrid'de geçirme kararımıza kadar. Madrid çok fena sayılmazdı. Sonrasında, biraz da Madrid'den cesaret de alarak, Barselona yakınlarında üç-beş seksi tatil kasabasını gezdiğimiz bir seyahatimiz daha oldu. Ancak hepsi o kadardı.

İspanya'nın dünyaca ünlü kentleri iki saatlik uzaklıktayken hiçbirine gitmemiştik. Ne Sevilya, ne Valensiya, ne İbiza, ne Majorka, ne Malaga, ne de Granada. Sanki İspanya Avusturalya'da bir ülkeydi...

Bu meşhur yerlerin ismini kitaplarda, filimlerde, haberlerde duymasıysanız bile, en azından La Liga'daki futbol takımlarından bilirsiniz. Örneğin çocukluğumda okuduğum bir casus romanı İbiza'da geçmekteydi. Küçük aklımla çok merak etmiştim bu adayı. Majorka ise gençliğimin hızlı bir disko şarkısının temasıydı.

Ancak o ilk deneyimin travması hala İspanya gezilerini ötelememe neden oluyordu.

Benim ötelemelerime artık dayanamayan Jelena, bu sene artık Sevilya'ya gidelim mi diye sormadı bile. Sadece beni karardan haberdar etti.

"Bu sene doğum günümü Sevilya'da geçiriyoruz Bugi."

Şimdi gel de bir bahane bul...

"İsteklerin benim için emir sayılır karıcım. Sevilya, bekle bizi, geliyoruz!"

"Sadece Sevilya değil, Malaga ve Granada da var programda, Sıkı bir Andaluzya gezisi olacak."

Jelena böyle 'Andaluzya' gibi bildiğim kelimeleri kullanınca çok hoşuma gidiyor. Bu arada Malaga ve Granada da Andaluzya'daymış, onu da öğrenmiş oldum. Ama bozuntuya vermedim, "Ben de Andaluzya'yı merak eder dururdum, iyi bile oldu sadece Sevilya'ya gitmeyeceğimiz." falan diye geveledim.

"Eee, tabii ki anlıyorum merakını." dedi.

Haydaaa...

"Niye merakımı anlıyorsun?" diye sordum.

"Eee, Müslümanlar falan, merak edersin tabii." dedi.

Kafamdaki minik mikro işlemci turbo mod'da çalışmaya başladı, yine kafamdaki hard disk döndü, döndü, 'Andaluzya', 'İspanya', 'Müslüman' sözcüklerini gugılladı.

Evraka!

Bu Andaluzya bizim Endülüs değil miymiş? Hani tarihte Endülüs Emevileri, Endülüs Abbasları falan vardı ya, işte bu bölge!

Müslümanlar 700'lü yıllardan 1500'lü yıllara kadar, şu yada bu şekilde, bu bölgede bulunmuşlar.

Az buz zaman değil bu arkadaşlar. Üç aşağı, beş yukarı, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşundan yıkılışına kadar ki süreden uzun, ya da tüm cumhuriyet tarihinin sekiz katından fazla.

İslam'ın doğuşundan sonra Araplar tüm kuzey Afrikayı ele geçirip, Cebeli Tarık'dan Endülüs'e geçmişler. Bu bölgeyi de ele geçirdikten sonra, karşılarında direnen bir güç yada coğrafi bir engel bulunmadığı halde, anlaşılmaz bir nedenden ötürü ilerlemelerini durdurmuşlar.

Andaluzya yani Endülüs aslında coğrafik olarak bütün İberya yarımadasının ismi. Ancak doğal olarak Emeviler, işgalin başladığı güney bölgelerinde yoğunlaştıkları için bu günün Andaluzya'sı daha ziyade Güney İspanya'nın ismi olmuş.

Bu uzun süreli Müslüman varlığı, Hristyan nüfus için oldukça travmatik olmuş tabii. Bazı kaynaklar, İspanyolların ve Portekizlilerin dinlerine koyu bağlılıklarını bu İslami işgale bağlamakta.

Doğal olarak bu kadar uzun bir süre yerleşik kalınca, Müslümanlar da arkalarında bir çok eser bırakmışlar. Bu yüzden Andaluzya bölgesindeki hemen her kentte, o dönemden bir iz bulmak mümkün.

Biletleri aldığımız gün ile gezinin arasında dört ay kadar bir zaman olduğu için bol bol okuma fırsatım oldu. Bahaneyle de Arap tarihi öğrenmiş oldum. Fotoğraf makinesinin yağını suyunu tamamladım, köpeği köpek pansiyonuna bıraktık ve rotamızı ilk olarak Malaga kentine çevirdik.

Malaga havaalanına indiğimizde, karımın yavaş yavaş bir İsviçreliye dönüştüğünü farkettim. Hem elindeki kağıtta, hem de iPhone'unda hava alanından otele hangi otobüsle gidileceği, kaç durak sonra inileceği, indikten sonra hangi tarafa ne kadar yürüyeceği falan yazılıydı.

Bu söylediklerim, İsviçreliliğe dönüşümü tam garantilemese de sağlam birer işarettir. Ancak size biraz sonra anlatacağım son hareket, olayı tartışmasız kesinliğe kavuşturdu.

Jelena, otobüste bilet almak için gerekli bozuk parayı tam olarak, her ikimiz için de ayrı ayrı hazırlamıştı!

Jelena Malaga merkezinde
Otobüs bizi kentin merkezinde bıraktı. Malaga zaten küçük bir kent, ve merkezi de aynı oranda küçük, ancak daha ilk bakışta söyleyebilirdim ki, kentin bir ruhu vardı.

Kentin merkezinde bir tepe, tepenin üzerinde bir Kazba, yani Arap kalesi, kalenin eteklerinde ise antik bir Roma tiyatrosu. Tüm bunların çevresinde ise hayal gücünüzü oldukça zorlayıp düşleyebileceğiniz cazibeleriyle tarihi sokaklar ve yapılar.

Kent merkezinin hemen yakınında kırmızı ve beyaz renkli duvarlarıyla bir boğa güreşi ringini, yani arenasını görüyorsunuz.

Aksi yöne doğru bir kaç yüz metre ise sizi yine tarih kokan bir meydana çıkarıyor.

Bu meydanın köşesindeki eski ve yüksek bir sarı binanın birinci katı ise dünyaca ünlü ressam Pablo Picasso'nun doğduğu ev. Picasso çocukluğunun bir bölümünü de bu evde geçirmiş.

Hernedense çok etkilenirim böyle tarihi şahısların yaşadıkları yerlerden. Onların doğduğu, zamanlarını geçirdiği bu özel mekanlar bence bizi bu özel insanları anlamaya bir adım daha yaklaştırır.

Benzer duyguları Kristof Kolomb'un, Mozart'ın, Salvador Dali'nin, Rembrantd'ın doğdukları yada yaşadıkları yerleri gezerken de yaşadım.

Size saçma gelecektir ancak bu kişilerin yaşamları, eserlerinden daha çok ilgimi çeker. Zaten ne Picasso'nun resimlerini, ne Mozart'ın müziğini anlayacak sanatsal birikime sahibim. Hatta bir müzeyi gezdiğim nadir zamanlarda bile onuncu tablodan sonra sıkıntı basar.

Ancak bu insanların doğduğu odayı görmek, oynadığı bahçede yürümek, kullandığı eşyalara bakmak çok büyük bir haz verir bana.

İşte bu yüzden Malaga'da ilk işimiz Picasso'nun evini görmek için bilet almak oldu.

Bilet kombine bir biletmiş. Hem Picasso'nun evini, hem de Picasso vakfında bilmem kimin resim sergisini gezebiliyormuşuz. Ben bir an acaba evine ek olarak bir de Picasso müzesinin biletini mi aldık diye korktum ama neyse ki değilmiş. Sergi, Felipe Cayento Lopez Martinez Gonzales falan gibi kontenprer bir ressamınmış.

Salonun bir ucundan girip diğer ucundan çıkmam otuz saniyeden daha az sürdü. Ne mutlu ki karım da benle aynı kafadadır bu sanat müzeleri konusunda. Onun sergiyi bitirmesi biraz daha uzun zaman aldı, ancak sadece benim daha hızlı olmamdan dolayı, yoksa onun resimlerle daha çok ilgilenmesinden değil.

Bu konuda rekorum Louvre müzesindedir. Gezdiyseniz bilirsiniz, hakkıyla her yerini dolaşmak iki hafta alır. Benimkisi ise sadece bir saat civarı sürdü.

Tek bir hedefim vardı, Mona Lisa'yı görmek. Yıl 1997 falan, gençim yani, tazı gibi koşabiliyorum.

Biletimi kapıp başladım koşmaya. Louvre muazzam büyük bir kompleks. Kapısından ik sergi alanına gitmek için dekatlon yapmanız gerekiyor.

Ben hem koşuyorum, hem de salonlardaki kalabalıktan Mona Lisa'nın orada olup olmadığını anlamaya çalışıyorum. Bu koşma esnasında, arkamda bir süredir aynı sesleri duyduğumu farkettim. İki Amerikalı kız beni takip ediyor.

Amerikalıları böyle ortamlarda rahatlıkla duyarsınız arkadaşlar. Herkesin fısıldadığı yerlerde avazları çıktığı kadar bağırır gibi konuşurlar.

Neyse, üç beş salondan sonra kalabalıktan taşmış bir salona daldık. Mona Lisa'nın burada olduğuna emindim ama kalabalıktan görmek neredeyse imkansızdı. Biraz gençliği, biraz Türklüğü kullanarak, ite kaka kalabalığı yardım.

Duvara ulaştığımda el kadar tabloyu görünce gözlerime inanamamıştım. Mona Lisa, o zamana kadar koca kallavi bir tabloydu hayalimde. Gerçeğini görünce allahtan biri göremeyip kazayla üzerine basmamış diye düşünmüştüm.

Bu arada da Mona Lisa'yı bulduğum için, beni takip eden Amerikalı kızlardan da geçer not almıştım. Ben müzeden çıkmak için koşmaya başlayınca bunlar yine beni takibe başladılar. Kim bilirdi değil mi, ya başka önemli bir sanat eserini arıyorsam? Mesela Mikelanj'ın David'ine gidiyor olabilirdim. David, hattızatında Floransa'da olsa da, ha Paris, ha Floransa, sonunda Amerikalılara hepsi Avrupa

Neyse, son kapı yangın merdiveni ile temizlik malzemelerinin saklandığı bir aralığa açılınca üçümüz de kendimizi bu rahatsız konumda bulduk. Beni takip ettikleri artık alenen ortadaydı, çünkü bizden başka kimse yoktu bu acayip bölgede. Utandılar, kendi aralarında konuşarak kapıyı açıp yine müze bölgesine döndüler.

Böyle işte. Malaga'ya dönersek, Sançez Rodrigez'in sergisinin bulunduğu binadan çıktık ve bir iki blok ötedeki Picasso'nun evine yöneldik.

Girişte bileti alan adama fotoğraf çekebilir miyim diye sordum, o da bana "Yes" dedi. Nasıl sevindim... Sonra biraz daha üsteledim.

"Peki, flaş?"

"No flaş! No flaş!"

Tamam abi kızma, kullanmayız flaşı. Hemen içeri girdim.

Duvarda asılı bir resim gördüm ve sadece ışığı denemek için makineyi kaldırıp bir okuma aldım. Aney! Az önce ki adam şahin gibi atladı üzerime.

"No foto! No foto!"

Lan sen az önce bana fotoğraf çek ama flaş kullanma demedin mi?

Saf saf "Flaş yok baba, düz çekiyorum..." falan diyorum ama sanki eşşoğlueşşeğin kızını kaçırıyorum. Yırtıyor kıçını "No foto" diye...

Makineyi indirdim ama itoğluit beni on beş santim arayla takip etmeye başladı. Şüpheliyiz ya artık...

Hadi dedim, daha ilk günden tadımız kaçmasın, yeniden Picasso'nun evine konsantre olmaya çalıştım. Ama Franco hala peşimde...

Ben evin hangi odasında olduğumu anlamak için bakınırken gözüm Jelena'ya takıldı. Gülüyordu, "Burası Picasso'nun evi değil, başka bir sergi. Ev üst katta." dedi.

Bir sergi daha kaldıracak durumda değildim. Hemen merdivenlerden üst kata çıktım. Casa Picasso gibi bir yazıyı görünce rahatladım. Malum casa, ev demek.

Picasso'nun evi
Ancak içerisi evden ziyade bir pavyonu andırıyordu. Cart renkli duvarlar, karanlık bir ambiyans ve sözde sanatsal ışıklandırmalar vardı. Ancak en can sıkıcısı, yine duvarlarda tablolar, resimler, vesaire.

Hevesim orada kaçtı. Bu evin dizaynı ne yazık ki sanat tarihçilerine verilmişti. Onlar da evi, akıllarınca Picasso'nun sanatına uygun bir mabede, daha doğru bir deyişle kübik bir gece kulübüne çevirmişlerdi.

Halbuki bu eve gelen ziyaretçiler Picasso'nun evini, yani yaşamının o özel kesitini görmeye gelmişlerdi. Picasso'nun sanatını görmek isteyen biri Picasso'nun evi yerine, yüz metre ilerisindeki Picasso müzesine gidip, istediği kadar tabloları izleyebilirdi.

Bir sonraki odaya girerken gözüm kapının üzerindeki tabelaya takıldı. "Malaga Odası". Bir sonraki oda ise "Dünya Odası" idi.

Yine sanatsal zırva tabii, gerçek hayatla hiçbir ilgisi yok. Sanki Picasso'nun anası babasına her gün "Hayatım, haydi Malaga odasına gel, yemek hazır.", adam da ona "Hemen geliyorum hayatım, Dünya odasındaki ampulü değiştiriyorum, beş dakika." diyordu.

Yine sanat tarihçilerin işi sizin anlayacağınız.

Kör karanlıkta, çerçeveli, paspartulu açıklamaları okumaya çalıştım ama nafile. Sanat olsun diye koca kağıdın ortasına minicik minicik yazmışlar. Cep telefonuyla zumlasam bu sefer de Franco, fotoğraf çekiyorsun diye atacak dışarı.

Lanet olsun dedim, etrafa biraz daha bakıp çıktım dışarı.

Biraz fazlaca sanatsal da olsa, Picasso'nun doğup büyüdüğü evde bulunmuştum işte.

Yine de düşünmeden edemedim. Bu özel mekanı resim sergisi yerine Picasso'nun doğumu ve çocukluğunu anlatan, ziyaretçilere yaşatan bir yer yapsalar ne iyi olacakmış.

Bu kendi keyiflerine göre değil de ziyaretçileri düşünerek bir mekanı düzenleme işinin piri Amerikalılardır arkadaşlar. İki yüzyıllık bir binayı size tarih diye pazarlarlar, her metrekaresinin hikayesini anlatırlar, filimlerle, şovlarla süsleyip size bir de tişört satıp yollarlar. Çıktığınızda mutlu olursunuz yani.

New York'da bir taksiyle hava alanına gidiyorum, taksici de Ermeni. Hala hatırlıyorum söylediklerini:

"Bunlar Ellis adasına 'tarih' diye gemi, gemi adam taşıyorlar. Benim babamın Erivan'daki oturduğu ev bile bu adadan eski."

Picasso'nun evinin ardından, Malaga'da ayaklarımız bizi yeniden ana caddeye geri götürdü. Kalenin eteklerindeki o güzelim parkın içinden yürüdük. Birileri sanki eline cetveli alıp çizmiş o çitleri. Kaleyle parkın arasında ise ekvatordan kalma palmiyeler, portakal ağaçları.

İki yüz metrelik bir yürüyüş bizi bir sonraki durağımıza götürdü. Bu ne eski bir Arap kazbası, ne Picasso gibi tarihi bir şahsiyetin doğduğu evdi. Bence çok daha önemli, çok daha zevkli bir yerdi.

Taco Bell.

Bilmeyenleriniz için, Taco Bell bir Amerikan fast food restoran zinciri. Amerikadaki yemeklerin kalitesini de göz önüne alarak, Amerikalıların bile kalitesiz bulduğu bir restoran. Anlayın yani.

Taco başta olmak üzere Meksika yemekleri sunuyor. Soft yani yumuşak taco, lavaş kılıklı, ancak mısır unundan yapılmış tortilla (tortiya okunuyor) içine kıyma, dünyanın en tatsız peyniri olan boyama çedar, marul ve meksika sosundan oluşuyor. Hard yani sert taco ise tortilla yerine sert mısır cipsi kıvamında yarım ay şeklinde, ancak mısır cipslerinden çok daha büyük bir sandviç, içeriği ise soft tacoyla aynı.

Bu yalancı Meksika yemeklerine Tex-Mex derler. Yani Texan (Teksasdan) ve Mexican (Meksikadan). Duyan Amerika ve Meksika mutfağından bir füzyon zannedecek.

Bu Tex-Mex mutfağının tanımlamasında iki büyük hata vardır. Bir, Meksika mutfağıyla füzyonlanacak yani birleşecek geleneksel anlamda bir Amerikan mutfağı yoktur, ve iki, eğer bir Teksas mutfağı olsaydı bile bu bir Amerika değil yine Meksika mutfağı olacaktı.

Çünkü Teksas aslen Amerika'nın değil, öz be öz Meksika'nın bir parçasıdır.

Amerikalılar Teksas devrimi deseler de daha ziyade Teksas işgali olan bir eylemin sonunda, Teksas Meksika'dan koparılıp ABD'ye bağlanmıştır. İşsiz güçsüz göçmenler Teksas'a yerleşmiş, sayıları büyüyünce de Meksikalılara baş kaldırmışlardır.

Alamo kuşatmasını ve Davy Crockett öyküsünü hatırlayın. Kahraman Amerikalılar, başka bir deyişle kanun kaçakları ve işsiz güçsüz bir güruh, ülkelerinin işgalini engellemeye çalışan Meksika ordusu tarafından Alamo kalesinde kıstırılır. Yardım istekleri kasten Amerikan ordusu tarafından dikkate alınmaz ve Santa Anna adlı Meksikalı bir general bunları bir kuşatma sonucunda ortadan kaldırır.

Eski bir senatör olan Davy Crockett, rivayete göre artık tüfeğini dolduramayacak kadar sıkışır ve tüfeğini namlusundan tutup kabzasıyla Meksikalı askerlere karşı kendisini savunurken öldürülür. Hatta cesedini bulduklarında, etrafında bıçağıyla öldürdüğü on küsür Meksikalı askerlerin cesetleri yayılmıştır, vesaire, vesaire.

Yine Davy Crockett'in aslen tüfeğinin kabzasıyla Meksikalıları döverken değil de teslim olduktan sonra Santa Ana'nın emriyle kılıçtan geçirildiğine dair kayıtlar olsa da bunlar doğru kabul edilmez. Çünkü Davy Crockett bir kahramandır ve kahramanlar da öyle teslim falan olmaz.

Gözünü sevdiğimin Amerikası.

Sen git, adamın ana yurduna yerleş, sonra dağdan gelip bağdakini kovma hesabına adamın topraklarını elinden al, buna bir de devrim de, vatanını koruyor diye adamı hain ilan et, hıyar gibi kıstırılıp ölen kanun kaçaklarını da ulusal kahraman yap.

Only in America, yani sadece Amerikada olur bunlar

Bunların hiçbiri koymuyor da güzelim Taco'ya Tex-Mex diye Amerikan yemeği muamelesi yapmıyorlar mı, işte bu kadarı fazla geliyor. Portakal, orda kal yani...

Amerikalılar kalitesiz fast-food muamelesi yapsalar da ben deli oluyorum Taco Bell'e. 1990'lı yıllarda amerikadaki ilk günlerimde manyak olmuştum, her gün on taco yiyiyordum.

2000 civarlarında Manhattan'da Taco Bell bulmak biraz zorlaşmıştı. Geçmiş zaman, Broadway'in üzerinde, Midtown civarlarında bir tane bulmuş, etrafımdakileri utandıracak miktarda taco yemiştim. Yine aynı günlerde Stamford civarlarında bir Taco Bell'e daha götürmüştü arkadaşlar.

2007 yılında balayımızda Jelena'yla önce Manhattan'da arandık, bir tane Taco Bell bulamadık. Los Angeles'a geçtik, yine etrafta izi bile kalmamış. Sonrasında bir araba kiralayıp Las Vegas'a doğru yola koyulduk.

Los Angeles'den Las Vegas'a gitmek için bütün Mojave (Mohavi okunur) çölünü geçmeniz gerekir. İşte Tam çölün başında, Red Kit maceralarında olduğu gibi bir Last Chance Town, yani Son Şans Kasabasında bir Taco Bell bulduk.

Arkadaşlar, ister inanın ister inanmayın, yirmi kadar tacoyu bir torba içinde şoför ve yolcu koltuğunun arasına koyduk. Jelena ilk tacosunu bitirdiğinde ben beşinci tacomu yiyiyordum.

Malaga Taco Bell
İşte bu tacolar Malaga'ya gelene kadar yediğim son tacolardı. Kaderin işine bakın ki, yedi sene sonra, hem de Avrupa'da bir Taco Bell bulmuştuk.

Buradan sonrasını ne siz sorun, ne ben söyleyeyim. Malaga'da geçirdiğimiz yirmi dört saat boyunca başka hiçbir şey yemedim. Bunda İspanyol mutfağının payı da yok değil arkadaşlar.

İspanya cennet gibi bir ülke olsa da yemek bakımından pek öyle başarılı bir yer sayılmaz. Andaluzya da bu iddiamı doğruluyor. Deniz mahsulü seviyorsanız biraz idare edebilirsiniz ama benim gibi deniz mahsulü özürlü biri için işler bayağı zor.

Malaga merkezi
İspanyolların yere göğe koyamadıkları tapa'lar aslında az gelişmiş mezeler. Bizim meze arabasını bir tatsınlar, bir daha tapa yemezler. Paella yani falanfilanlı pilav gibi yine iddialı yemekleri ise bana sorarsanız hep sınıfta kalır.

Belki de bundan, Avrupada en çok dönerci gördüğüm yer Andaluzya idi. Adım başı dönerci, yarısını da Türkler değil, İspanyollar yada Hintliler işletiyor.

Taco Bell'deki pit stop sonrası, güneşin batımını yakalamak için kaleye çıkan rampayı tırmanmaya başladık. Önümüzde de el-ele iki top. Hala alışamadım, tuhaf geliyor ama kendileri bilir dedim, başka tarafa bakmaya çalıştım.

Güneşi kalede batırdık
Bu dik yokuşu çıkmak gerçekten tepedeki manzaraya değiyor arkadaşlar. Hem kale güzel, hem de kaleden gördükleriniz. Tüm liman, deniz feneri, arena ve antik şehir merkezi ayaklarınızın altında. Yolunuz düşerse üşenmeyin, çıkın mutlaka.

Güneşi batırıp yeniden aşağı, merkeze indik. Devasa katedralin etrafında kendimize bir bar bulduk ve yorgunluk çıkardık.

Malaga'nın yemeklerine az önce laf attım ancak şarapları için söylenecek tek şey tek kelimeyle mükemmel oldukları. Son günlerde İspanyol şaraplarına ilgim arttı. Bazıları en az Fransız şarapları kadar güzeller. İşte Malaga şarapları bu güzelin de güzeli, krem dö la krem yani.

Boğa güreşi arenası
Sonrası ise otelde uyku, sabah otelin yakınında bir barda sadece kahve, kızarmış ekmek ve peynirden oluşma basit ama lezzetli bir kahvaltı, katedral ve çevresini gün ışığında bir daha dolaşma ve Jelena'nın detaylı seyahat planının madde madde takibi ile otobüs terminaline varış.

Andaluzya'da gezmenin en kısa ve kolay yöntemi otobüs. Biz de Malaga'ya veda ettikten somra kendimizi ilk Granada otobüsüne attık ve yola koyulduk.

8 Şubat 2014 Cumartesi

Manüpülasyon

Hepimize olmuştur, kocanızla, karınızla, çocuklarınızla, arkadaşlarınızla, işyerinde patronunuzla, iş arkadaşlarınızla aynı düşünceyi paylaşmadığınız anlar vardır.

Her iki taraf da fikrini söyler ve tartışma başlar.

Tartışmanın sıcaklığı artar ve taraflar fikirlerini biraz daha şiddetle savunmaya başlar. Olay uzar da uzar, ancak kimse fikrini değiştirmez, canlarınız pahasına pozisyonlarınızı savunmaya devam edersiniz.

Sonunda öyle bir noktaya gelirsiniz ki söylenecek birşey kalmaz, olayı gidişine bırakır, öylece susar kalırsınız.

Bu noktada taraflarda tartışılan konunun önemi ikinci hatta üçüncü dereceye iner. Baskın olarak genelde iki duygu kalır.

Çaresizlik ve sinir.

Bazen her iki tarafta kendi argümanının doğruluğuna inandığı için, diğer tarafın bunu anlamaması karşısında çaresizlik hisseder.

Şimdi niye "bazen" dediğim için şaşıracak, bundan daha doğal ne var diyeceksiniz. Tartışmanın ABC'si değil midir, adı üzerinde tartışılan farklılıklar?

Normal koşullarda, iki farklı fikir varsa her iki taraf da kendi fikrinin doğru olduğuna inanır, fikrini savunur ve karşısındaki de ikna olmayınca da çaresizlik hisseder.

Ancak kırk yedi senelik yaşam deneyimim bana bir tartışmada, tartışılan konumun her zaman tartışma nedeni olmadığını öğretti arkadaşlar.

N'olur bana "Günaydın, yeni mi anladın?", ya da "Ne diyor bu yahu, bu saatten sonra bize hayat dersi mi veriyor?" demeyin.

Sadece dertleşiyorum sizle.

Çünkü, inanın bir çok kişiye göre hayatımın ileri sayılabilecek bir evresinde anladım iki kişi arasındaki iletişimin ögelerini. Hem de aldığım bir dolu yönetim, iletişim, vesaire derslerine, seminerlerine rağmen.

O ana kadar da tartışmalarda karşımdakilerin söylediklerini önemsedim, onları değerlendirdim, değerlendirmemi karşı birer argüman olarak seslendirdim ve sonrasında saf saf argümanlarımın doğruluğu yüzünden tartışmanın lehime sonlanmasını bekledim.

Başarı oranı zar zor yüzde beş.

İnsanlar beni daha ziyade Mister Spak yada Kumandan Data gibi saf, naif görüp güldüler yada üzüldüler benim için.

Neyse konumuz ben değil, genelde tartışmalar.

Peki tartışmaların nedeni sadece "bazen" tartışılan konu ise, çoğu zaman nedir? Buna şimdilik gizli neden diyelim ve eğer farklı bir bilimsel adı varsa özür dileyip devam edelim.

Aklıma gelen, aslında başıma da gelen, hatta başıma geldiği için aklıma gelen birkaç gizli tartışma nedenini sayayım.

Mesela "Geçen gün sen bana toplantıda terslik çıkarmıştın, şimdi sıra bende." tarzı bir amaç, başka bir deyişle intikam oldukça popülerdir.

Alın başka bir tane. Aynı ortamdaki başka bir kişiyi etkilemek için tartışma başlatmak ve sürdürmek. İş hayatında çok popüler bir gizli tartışma nedenidir bu. Bir toplantıda patronu da varsa onu etkilemek için kalkar, zart zurt eder insanlar. Bu müptezeller yüzünden toplantılar uzar, verimsizleşir.

Başka popüler bir gizli neden de sekstir. Sadece aganigi olarak düşünmeyin seksi. Karşı cinsle her şekilde bir iletişime yada etkileşime girme isteği yüzünden birçok tartışma yapılır. Yine dağılmamak açısından bir tekrar yapalım. Burada tartışılan konu politika yada Antalya"daki en ucuz otel olabilir. Ancak konumuz tartışan kişilerin gerçek tartışma sebebidir.

Biraz hızlanarak devam edelim...

"Yarım saattir buradayım, farkında bile değilsin. sana burada olduğumu bir hatırlatalım...", yani önemsenme arzusu.

"Yandaki karının ağızının içine düştün neredeyse...", yani kıskançlık.

"Vakit geçmek bilmiyor, şunla biraz laflayalım.", yani can sıkıntısı.

"Toplantı uzarsa bir gün daha danışmanlık bedeli yazarız...", yani mali bir çıkar.

Vesaire...

Ancak en önemlisini en sona sakladım.

Manüpülasyon, yani art niyet.

Bir tartışma başlatıp, karşısındakine işine yarayabilecek, bir çıkar sağlayabilecek, kendisini zor duruma düşürebilecek yada daha önemli bir konunun ortaya çıkmasını önleyecek/geciktirebilecek bir şey söyletmek yada bir sonuç çıkartmak.

Bu konuda şimdiye kadar gördüğüm tartışmasız en başarılı örnek Tayyip Erdoğan'dır.

Türban konuyken özgürlükleri, İnternet kısıtlamaları konuyken özgürlükleri unutup özel hayatın kutsallığını, öğrenci evlerine girerken de özel hayatın kutsallığını unutup toplumun ahlaki değerlerini tartıştırıyor bize.

Arada da farkında bile olmadığımız çok daha önemli sorunlarını sessiz sedasız hallediyor.

Tartışmayı da sadece tartışılan konu zanneden avanaklar, Tayyip Erdoğan'ın argümanlarına karşı argümanlar üretiyor, sonuç alamayınca da çileden çıkıyorlar (bu arada siyaset olmasın diye Ana Avanakların başkanını ve diğer avanakları isimleri ile anmıyorum).

Ben Tayyip Erdoğan'ın akşam evde olanı biteni seyrederken çok eğlendiğini düşünüyorum. Haksız da değil bence. Bu başarının önünde şapkamı çıkarıyorum.

Başa dönersek, ciddi olarak tartışılan konuyu tartışan ve bir yere varamayanlar işte bu yüzden çaresizlik ile birlikteki sinir duygusunu yaşarlar.

Toplumda başarılı kişiler - dikkat, iyi yada faydalı kişiler demiyorum - çoğunlukla iletişimin bu gizli boyutunu hissedebilen ve onu kendi çıkarları yönünde kullanabilenlerdir, ne acı ki.

Bu arada siyaset tartışmama kararım devam ediyor. Tayyip Erdoğan örneği psikolojik bir örnek.

Kalın sağlıcakla...

30 Ocak 2014 Perşembe

DNA

Özellikle bilim kurgu filimlerinde kullanılan dramatik bir çekim tekniği vardır. Uzaktan bir gezegene bakılarak başlanır ve kamera yavaş yavaş gezegene yaklaşır. Kamera yaklaştıkça uzaktan görünmeyen ayrıntılar açığa çıkar, detaylar belirginleşir.

Şimdi aynı tekniği insan vücuduna uygulayalım. Kamera vücudun herhangi bir noktasına odaklansın, mesela burnunuzun ucuna.

Kamera burnunuza yaklaştıkça derinin ayrıntıları, minik kıllar, kıvrımlar, büyüyerek görünebilir bir hale gelir.

Yaklaşmaya devam ettikçe insan vücudunun yapı taşları olan hücreler görülmeye başlar.

Hücre duvarını aşıp, içindeki sıvıyı geçtiğinizde ise hücrenin merkezindeki çekirdeğe ulaşırsınız.

Kamera daha da yaklaştıkça, bu çekirdeğin içerisinde bir "x" harfi şekinde dizili, ikiz sayılabilecek kadar birbirine benzeyen yirmi üç çift, toplam kırk altı tane bağ görürsünüz.

Bu bağlara kromozom derler.

Bu kromozom çiftlerinden biri annenizden, diğeri babanızdan gelmiştir.

Biraz daha yaklaşıp, kromozomların içine baktığımızda ise doğanın en çarpıcı yapıtlarından birini görürüz.

Bir ip merdiven canlandırın kafanızda. Sonra bu ip merdivenin üstünü ve altını ters yönlere çevirerek burmaya başlayın.

İşte, her kromozomun içersinde, yukardaki burulmuş hayali ip merdivene benzeyen bir yapı bulunur.

Her şeyin ismi olduğu gibi, bu yapının da bir ismi vardır elbette.

"Deoksiribonükleikasit"

Yada bilinen kısa ismi ile DNA.

DNA bir moleküldür. Yani atomların bir araya gelerek oluşturduğu bir gurup.

DNA molekülü dev sayılabilecek boyutlardadır.

Bir karşılaştırma için etrafımızdaki en yaygın moleküllerden biri olan su molekülünü alalım. Bir su molekülünde iki hidrojen ve bir oksijen olmak üzere toplam üç atom vardır. DNA molekülleri bulundukları kromozomlara ve ait oldukları canlıların türüne göre farklı boylarda oluşurlar ancak orta karar bir DNA molekülünde on beş milyar kadar atom bulunur.

Üç atom nire, on beş milyar atom nire... Anlayın ne kadar büyük olduğunu.

İşte bu toplam kırk altı DNA molekülünde hem yaşamın, hem de ölümün sırları yazılıdır.

Dünyanın en verimli flaş belleğidir bu arkadaşlar. İçindeki bilgi sıfırdan bütün bir insan vücudunu oluşturabilir.

Dört rakamdan oluşan bir kodlama sistemi vardır, ancak bu dört rakam tüm kombinasyonları ile kullanılamaz. Rakamlar çiftler halinde sıralanır ve bir rakamı ancak belirli başka bir rakam takip edebilir. O yüzden bu kodlamaya kaba bir benzetme ile kısıtlı bir dörtlü sistem diyebiliriz.

Bilgiler atom seviyesinde kodlanır. Her bir rakam için ortalama otuz civarı atom kullanılır.

Ve bu muazzam bellek vücudumuzun tek bir yerinde değil bütün hücrelerde bir kopyesi ile saklanır. O yüzden bozulma korkunuz olmasın, milyarlarca yedeği vardır. Buna rağmen arada bir kazaların olduğu da olur. Bu konuya az sonra geleceğiz.

Yine bu belleğin çok büyük bir bölümü tabiri caiz ise boştur, yani kullanılmaz. Formatlanmış hazır biçimde kullanılacağı günü bekler. Birgün gelip bu boş alan kullanıldığında ise, bu DNA'nın sahibi canlıya artık insan denemeyecektir. Evrim onu başka ve daha ileri bir canlı haline getirmiş olacaktır.

İşte bilgi depolamayla görevli bu koca molekülün kullanılan bölümleri vücudun oluşumu ve fonksiyonu ile ilgili daha ziyade komutlara benzeyen bilgiler içerir. Örneğin "Saç rengi siyah olsun!" şeklinde.

Saç renginin siyah olmasını sağlayan atom kombinasyonu, örneğin sarı olmasını sağlayan kombinasyondan farklı olsa da saç renginin komutunun DNA molekülündeki yeri hep aynıdır.

Aynı bir kitabın sayfaları gibi.

Atıyorum, sayfa elli altıda saç rengi, sayfa elli yedide ayak boyu bulunur. Sayfaların içeriği farklı olsa da - ki hepimizi kendine özgü, farklı bireyler yapan bu içeriğin farklı olmasıdır, yerleri hep aynıdır.

Bu vücudumuz ile ilgili komutlar için DNA molekülünün üzerinde, rezerve edilmiş yerlere de gen adı verilir. Her gen DNA molekülünün üzerindeki bir alanı, bu alandaki atomların kombinasyonu ise genin içerdiği komutu belirler.

Bir insanın vücudunun oluşumu ile ilgili tüm bilgi vücuttaki her hücrede bulunduğundan, hücrelerin vücutta kullanıldığı yere ve vücudun yaşına göre bu genlerin bazıları kullanılır, bazıları kullanılmaz.

Anne rahmindeki çocuğun örneğin karaciğerini geliştirirken kullandığı genler, organ oluştuktan sonra bir daha kullanılmaz. Hangi genin ne zaman kullanılacağını bile yine başka genler belirler. Aynı kendi programını yazan bir bilgisayar gibi.

İnsan vücudu, anne rahminde tek bir hücrenin oluşması ile ölümüne kadar sürecek yolculuğuna başlar. İşte bu ilk hücrede, bizi biz yapan kırk altı tane DNA molekülü bulunur.

Hücreler bölünerek çoğaldıkça bu DNA molekülleri de kendilerini kopyalayarak yeni hücrelerde yerlerini alırlar.

Ben burada işi uzatıp karıştırmamak için değinmeyeceğim ancak bu kopyalama işi çok ilginçtir arkadaşlar, ilginizi çekerse nasıl olduğunu okuyun. Windows işletim sistemine taş çıkarttıracak kadar hassas ve kesin bir kopyalama sistemidir bu. Zaman zaman kopya bozulsa bile kendini tamir edebilir.

Şimdi bunca şeyi size ansiklopedik bilgi olsun diye yazmıyorum. İnternette genetik ile ilgili bir dolu bilgi var, hem de benden çok daha kalifiye kişilerce, çok daha anlaşılır biçimde yazılmış biçimde. İlginizi çekerse okumaya devam edebilirsiniz.

Benim asıl konum bu DNA moleküllerinin doğru olarak çalışmamalarının faydaları.

Yanlış okumadınız, yada ben yanlış yazmadım.

Bu kopyalama işlemi esnasında, nadir de olsa bir iki şey yanlış gider, ortaya çıkan yeni DNA molekülleri eskisinden biraz farklı olur.

DNA moleküllerinin yanlış kopyalanması aslında iyi bir şeydir. Eğer tamamen doğru kopyalansalardı, ne siz, ne ben burada bunu tartışıyor olabilirdik. Hatta insanlar, hayvanlar, bitkiler de olmazdı. Bütün gezegen tek hücreli ilkel canlılarla dolu olurdu.

Konumuza dönersek, bu orijinalinden accık farklı DNA oluşumuna mutasyon, farkların yeterince büyük olduğunda ortaya çıkan yeni canlıya mutant, mutasyona yol açan etkenlere de mutajen derler.

DNA'nın kopyalanması kimyasal bir tepkimedir. Kimyasal tepkimeler oluşmaları için öyle çok fazla enerjiye gerek duymazlar ve göreceli olarak kolayca gerçekleşirler. Bu sebeple de kolayca bozulabilirler.

Kimyasal bileşikler yada mor ötesi yani ultra-viyole radyasyonu gibi zayıf radyasyonlar bile mutasyona yol açabilir.

Mutasyon hemen her zaman kötü sonuçlara yol açar. "Kötü" sözcüğü bu sonuçları tam boyutu ile doğru olarak açıklamaya yetmez. "Facia" daha doğru bir tanımlama olacaktır. Kanser'den organ bozukluklarına, sakatlıktan ölüme kadar feci sonuçları vardır mutasyonun.

Ancak tüm mutasyonlar facia ile sonuçlanmaz. Sonu ölümle biten milyonlarca mutasyona karşılık bir mutasyon, canlıya avantaj kazandıracak bir şekilde sonuçlanabilir.

İlkel çağları düşünelim.

Maymuna benzer ilkel bir canlının, başparmak oluşumunu düzenleyen geni mutasyona uğrayıp biraz daha uzunca bir baş parmak oluşumuna yol açmış olsun. Bunun sonucunda, uzun başparmağa sahip bu yeni canlı taş sopa gibi ilkel araçları kullanma yetisine sahip olur.

Alet kullanabilen uzun başparmaklı bu canlı ve çocukları, alet kullanamayan kısa başparmaklı akrabalarına göre daha fazla hayatta kalabilme şansına sahip olduklarından eski akrabalarının zararına çoğalırlar.

İşte biz bu faydalı mutasyona evrim diyoruz.

Evrim, yani faydalı mutasyonun gerçekleşmesi için katlanmamız gereken, sonu facia ile bitecek zararlı mutasyonun da bir adı var. Genetik yük.

İşte evrimin buz gibi soğuk fiyatı arkadaşlar.

Evrimin gerçekleşmesi, yani daha başarılı yeni canlı türünün gelişmesi için, eski canlı türünün acı çekmesi ve ortadan kalkması gerekir.

Genetik yük her zaman vardı ve olmaya da devam edecektir. Kendimizi istediğimiz kadar korumaya çalışalım, kimyasal maddelerden arınmış bir ortamda yaşayalım, sadece organilk besinler tüketelim, mutasyondan kaçamayız.

Özellikle kendine has bir mutajen vardır ki, oluştuğunda genetik yük kat be kat artar.

Bu mutajenin kaynağı dünyamızda bile değildir.

Güneşi düşünün. Güneş, bildiğiniz üzere bir yıldızdır. Bir yıldızı, örneğin bir gezegen olan dünyamızdan ayıran özellik, yıldızın ısı ve ışık vermesidir.

Güneşin kütlesi dünyamızdan milyonlarca kez büyüktür. Bu sebeple de yerçekimi çok güçlüdür.

Bu muazzam yerçekimi, güneşi oluşturan ana madde olan hidrojen atomlarını sıkıştırır. Sıkışan hidrojen atomları birbirine yaklaşır, çekirdeğin etrafındaki elektronlar dejenere olur ve hidrojen çekirdeği olan bir proton, başka bir hidrojen çekirdeği protonla birleşir.

Bu birleşme sonunda ortaya helyum atomu ve aynı zamanda büyük bir enerji çıkar. Hidrojen bombasına, yani termonükleer silahlara güçlerini veren bu tepkimedir.

Güneşe dönersek, ortaya çıkan bu enerji, yerçekimi ile sıkışmaya devam eden atomları aksi yöne doğru iter ve güneş şişerek çökmekten kurtulur, bir dengeye ulaşır.

Güneş, hidrojen atomlarını helyum atomlarına çevirerek yakıtını tükettiğinde, yerçekiminin gücüne karşı koyamayacak ve maddesi sıkışıp çökerek bu günkü halinden hayli farklı bir yıldıza dönüşecektir.

Ancak, evrendeki her yıldız güneş ile aynı büyüklükte değildir.

Bazı yıldızlar güneşten kat be kat fazla madde içerirler. Bu yıldızların yakıtları bittiğindeki çöküşü ise, güneşin gelecekteki sakin sayılabilecek çöküşünün aksine, akıl almaz büyüklükte bir patlamayla son bulur.

Süpernova adı verilen bu patlama, mutajen olduklarını önceden söylediğimiz mor ötesi ışımayla aynı özellikte ancak çok daha fazla enerjik - ve mutajenik - X ışlınları ile daha bile enerjik Gamma ışınları yayar.

İş bunla da bitmez. Bu patlama henüz helyuma dönüşmemiş hidrojen ve zaten varolan helyum çekirdeklerini de evrenin her tarafına saçar. Hidrojen çekirdekleri olan aktif protonlar ve çok fazla kimyasına girmeden helyum çekirdekleri, X ve Gamma ışımasından daha da mutajeniktir.

Düşünün...

Tam aganigi esnasında bu protonlardan biri döllenmiş hücrenin DNA'sına çarpmış ve yeni genler üretmiş olsun. Alın size birinci sınıf bir X-Men yada Heroes dizisi.

Bizi biz yapan, atomların küçük dünyasından, dev yıldızların çöküşüne kadarki uyum arkadaşlar. Bu uyumu değiştirmeye biz fanilerin gücü yetmiyor.

İşte ölüm de bu uyumun bir parçası. Doğmamızı sağlayan güç, ölmemizi de emrediyor. Biz ölünce, yeni canlara, daha farklı ve daha başarılı türlere yol açıyoruz.

Fakiri-zengini, uzunu-kısası, genci-yaşlısı, hepimiz bu kozmik uyumun bir parçasıyız. Hep beraber, namusumuzla rolümüzü oynayalım ve sahneyi yenilere bırakalım.

Zaten kısa hayatımızı hırsla, şirretlikle, kötülükle tahammül edilemez bir hale dönüştürmeyelim.

Bu hafta bilimle başladık, felsefeyle bitirdik.

Beni bilimle anla iki gözüm, felsefeyle yargıla, haydi yorgun demokrat

Yarın ola hayrola.

19 Ocak 2014 Pazar

Hıyarlık

Bu yazının anahtar sözcüğü obnoxious arkadaşlar. Latince kökenli bir sözcük, "abnakşıs" şeklinde telaffuz ediliyor. Bir sözcükle Türkçemizdeki karşılığı 'hıyar'. Burada tabii ki salatalarda kullanılan sebzeden bahsetmiyoruz.

Sözcüğün türevleri olan obnoxiously 'hıyarca', obnoxiousness ise 'hıyarlık' demek.

Obnoxius biri sizin sinirinizi kaldırır, saldırganca konuşur, öyle şeyler söyler ki, kaka gibi kalırsınız bir anda.

Biraz medeni bir insansanız ne söyleyeceğinizi bilemez, eve gidince kafanızda kurar, "Lan keşke şöyle cevap verseydim..." dersiniz, ancak artık çok geçtir. Olayın siniri bir süre devam eder, sonrasında etkisi azalır ve kaybolur. Bu süre kişiden kişiye değişir.

Yok medeni biri değilseniz, bu hıyarın ağızının ortasına çakarsınız bir tane. Sinir falan kalmaz, gece rahat rahat uyursunuz.

Medeni olmayan seçenek obnoxious kişilere uygulanabilecek aslında en doğru ve en etkili yöntemdir, ancak yaygınca kullanılmaz.

Çünkü obnoxious kişiler obnoxious olduklarının bilincindedirler. Uzun yıllar obnoxious olmanın verdiği deneyim ile ne zaman obnoxious olmaları gerektiğini çok iyi hesaplarlar. Sizi hiç beklemediğiniz bir anda yakalarlar ve saldırılarını yaparlar.

Gafil avlandığınız için gereken tepkiyi, yani ağızlarının ortasına bir tane çakmayı, gösteremezsiniz. Olayın bilincine vardığınızda ise artık çok geçtir. Obnoxious rakibiniz saldırısını bitirmiş, amacına ulaşmıştır.

Size de eve gidip "Lan, keşke şöyle deseydim..." demek düşer.

Obnoxiousness, yani hıyarlık aslında herkesin içinde vardır. Zaman zaman hepimiz biraz obnoxious oluruz. Ancak bunun derecesi, içimizdeki obnoxiousness'ı ne kadar kontrol edebildiğimize bağlıdır. Bu yüzden, etrafımızda gördüğümüz hıyarlar, farklı bir insan modeli değil, içlerindeki hıyarlığı kontrol edemeyen siz, ben gibi sıradan kişilerdir.

İşe biraz filozofik bir açıdan bakarsak, hayat bir mahzende el yordamıyla yürümeye benzer arkadaşlar. Etrafınızdaki herşeyi bir bakışta göremezsiniz. Yürüdükçe yeni bir şeyle karşılaşır, deneyimlerinizi güncellersiniz.

İşte bu karanlık yolculuğunuzda, arada bir de obnoxious insanlara denk gelirsiniz. Yürümeye devam ettikçe, yani yaşlandıkça, rastladığınız obnoxious insanların sayısı artar, siz de hıyarlığın gün geçtikçe yaygınlaştığı izlenimine kapılırsınız.

Bu noktada paniğe kapılıp gelecek için endişelenmenize gerek yoktur, çünkü hıyarlık artarak büyüyen bir fenomen değildir. En baştan beri aynı miktarda bulunmaktaydı, sadece siz yaşayarak bunlarla daha fazla karşılaştınız, hepsi o.

Ve hayatın karanlık mahzeninde el yordamıyla yürüdükçe de obnoxious insanlarla karşılaşmaya devam edeceksiniz.

Yada edecektiniz.

Çünkü günümüzde sosyal medya bu gidişatı kökünden değiştirdi.

Sanki birisi, hayatın karanlık mahzeninde düğmeye basıp bir anda ışıkları yaktı. Gözünüz aydınlığa alıştığında, belki de önünüzdeki on sene içerisinde yavaş yavaş karşılaşacağınız hıyarların tümünü bir anda görmüş oldunuz.

Sosyal medya, etrafınızdaki obnoxious insanları ortaya çıkarmakla kalmadı, bir de bunlara obnoxiousness'larını daha da başarılı icra edebilmelerini sağlayan bir ortam yarattı. Bu kişiler artık çok daha geniş bir kitleye, çok daha kısa bir süre içinde ve çok daha etkili bir biçimde hıyarlıklarını ulaştırabilmekte.

Bu yazıyı yazmamın sebebi, eğer siz de, insanların hıyarlıklarımdan sıkıntılıysanız, size yalnız olmadığınızı hatırlatmak.

Yine tavsiyem, bu hıyarlar yüzünden hayatınızı da değiştirip, insanlığa yada sosyal medyaya küsmeyin.

Bu hıyarların tedavisi çok zordur ancak kendinize bir anti-obnoxiousness terapisi yapabilirsiniz.

Bu Pazar'lık da bu kadar. Herkese iyi haftalar...

9 Ocak 2014 Perşembe

Kopenhag

Jelena tüm İskandinavya gezisi boyunca mükemmel bir plan yapmıştı. Nerede ne zaman hangi toplu taşım aracını kullanacağımız, fiyat ve çabukluk bakımından da optimize edilmiş bir halde tek tek belirlenmişti.

Otelimize doğru...

Kopenhag'a indiğimizde de herşey İsviçre saati gibi tıkır tıkır çalıştı. Hemen bir tren ile metro bağlantısı olan bir istasyona, oradan da metro ile otelimize gittik.

Tüm bunlar yirmi dakika içerisinde olmuştu.
Otelimiz İskandinavyanın en büyük oteli. İki kulesi, restoranları ve barlarıyla küçük bir şehir gibi.

Odamızı bulunca hemen bavul ve çantaları bırakıp kendimizi metroya attık ve kent merkezinin yolunu tuttuk.

Metro otelin civarında yer üstünden gidiyordu. Üst dediysem yer seviyesi değil, onun da üstü. Uzay Yolu benzeri, havadan giden bir ray. Trende ise makinist, biletçi falan yok. Bu yüzden trenin en önü, boydan boya camı ile mükemmel bir panoramik manzara sunuyor.

Şans eseri en ön sıra boştu. Hop oturduk ve sanki trenin makinisti gibi kurulup yolumuza devam ettik. Jetgiller gibi şehire tepeden baka baka gidiyorduk. Üç beş durak sonra tren bu kez yerin altına indi. Olay atari oyununa dönüşmüştü. Dehlizlerden, ışıkların arasından, büyük bir hızla zıp zıp geçiyorduk.

Metrodan çıktığımızda, etrafı kültürel binalarla dolu koca bir meydan, bu meydanın elli metre ilerisinde ise o insanın aklına bir kez kazındığında, bir daha çıkmayacak olağan üstü bir manzara çıkmıştı karşımıza.

Bir liman...

Bir ressam eline fırçasını almış, bütün o evleri ve tekneleri tek tek boyamış gibiydi.

Yeni Liman
Bir kanal düşünün arkadaşlar ve onun her iki tarafında da birer sıra kırmızı, sarı, mavi, kahverengi, her renkten bir kaç katlı yapılar. Her ev ayrı bir renk, ayrı bir şekilde yapılmış.

Kanalın sağında ve solunda, yelkenleriyle, direkleriyle onlarca tekne.

Güzel sözcüğü, anlamını bu limanda bulmuş.

Jelena Yeni Limanda
Kopenhag'ın simgesel yerlerinden biri olan bu limanın ismi Yeni Liman ama etrafındaki en yeni bina birkaç yüzyıllık. Gün boyunca buradan Kopenhag'ın kanallarını dolaşıp denize ulaşan gemi turları kalkıyor. Kopenhag'a gelince kaçırılmaması gereken bir tur.

Jelena ile kanalın her iki yakasından da sonuna kadar yürüdük, manzarayı sindirdiğimize emin olduktan sonra ise geri döndük.

Şehirde gezdikçe cazibesini daha da fazla hissediyorduk. Şehirin merkezi bir müze havasında. Yine yakınında Slotsholmen, yada İngilizce ismi ile Castle Island, yanı Kaleler Adası isimli bir adada, ard arda yapılmış kaleler, saraylar ve diğer kültür yapıları var. Bu yapıların herbiri ayrı ayrı güzel ve görülmeye değer.

Slotsholmen Civarı
Kopenhag'ın mimarisi Avrupada çok az görebileceğiniz kadar iyi korunmuş ve gezilmeye uygun hale getirilmiş.

Castle Island'ın ardından, yönümüzü Tivoli Bahçelerine çevirdik. Yolda, kentin en eski bölgelerinden biri olan Strøget'den geçtik. Bugün, bu bölge bir alış veriş mabedine dönüşmüş.

Tivoli Bahçelerinin bir ucunda bulunduğu City Hall Meydanı, yani Valilik Meydanındaki yapılar insanın soluğunu kesiyor.

Kopenhag, başlı başına müze sayılabilecek bir kent. Eğer İskandinavya'da sadece bir kenti göreceğim deseydim, bu herhalde Kopenhag olurdu.

Yeni yıl akşamı plan Hard Rock Cafe'de bir yemek ve sonra bir yerlerde birşeyler içmekti, ancak bir iki kişiyle konuşunca planları değiştirdik. Çünkü, herkesin ortak görüşü bizi Tivoli'ye yönlendiriyordu.

N'apalım, Roma'dayken Romalılar'ın yaptığını yap derler ya... Biz kim Kopenhag'ın adetlerini sorgulamak kim. Tivoli olsun anasını satayım dedik. Biletlerimizi önceden aldık, sonrasında akşam için rezervasyon yaptırmaya Hard Rock Cafe'ye yöneldik.

Hard Rock Cafe rezervasyon almıyordu. "Nasıl olacak?" diye sorduk, "Saat yedide gelin, barda beklersiniz bir saat kadar..." dediler.

N'apalım, Roma'dayken....

Sonrasında Jelena "Gel o zaman 'Küçük Denizkızı'nı görelim." dedi.

"Ha?" dedim. "Ne kızı?'

"Aaa, bilmiyor musun Küçük Denizkızını?" diye öyle bir sordu ki, utandım.

"Hatırlıyacağım sanki, rings a bell..." falan diye geveliyordum ama ilk defa duyduğuma emindim neredeyse.

"Küçük Denizkızı Kopenhag'ın simgesidir." dedi zevcem.

Nasıl dersen öyle olsun, ne diyeyim, simgesiyse simgesi. Problem, ben niye atlamışım bu simgeyi?

Aslında bu iki oluyor. Benzeri bir olayı Brüksel'de de yaşamıştım. Yanımızda Jelena'nın kardeşi de vardı.

"Atomiyum'u ne zaman göreceğiz?" diye sordu.

Ben boş boş bakınca "Aaa, Atomiyum'u bilmiyormusun?" olduk. Ben durumu geçiştirmek için "Boşverin Atomiyum'u, pozitif olalım, gelin Atoyum'a gidelim." benzeri savuşturma hamleleri yapsam da yemediler.

Meğer o da Brüksel'in simgesiymiş - haa, bu arada eğer siz de Atomiyum'u bilmiyorsanız ne olduğunu nah söylerim. Gidin kendiniz Google'layın

Benim için geç artık, ancak evlenirken dikkat edin, kayınvalide coğrafya öğretmeni olmasın...

Az önce bahsettiğim kanal turu Küçük Denizkızı'na gidiyormuş. Yürümekten de kurtarır diye düşündüm ve atladık gemiye. Burada başınızı ağrıtmayayım, o kanala gittik, çok güzeldi, bu kanala geldik, o da çok güzeldi diye. Tek söyleyeceğim, yolunuz düşerse mutlaka alın bu turu.

Neyse, turun bir noktasında, kanallardan çıkıp denize açıldık, bir süre gidip kıyıda bir noktaya yaklaştık. Ben dışarda fotoğraf çekerken, Jelena üşüyüp içeri girmişti. Bir baktım, gelmiş yanıma, "Hadi, kaçırmayalım, çek resmimizi..." dedi. Ben "Neyin resmini?" diye sorunca, "Küçük Denizkızı'nın resmini... Bak orada!" dedi.

Abicim, baktım etrafa, öyle denizkızı, menizkızı yok.

"Nerede bu?" diye sorunca, Jelena parmağıyla, şöyle yarım metre boyunda bir iki kayanın üzerinde, yine yarım metre boyunda bir heykeli gösterdi, ancak eğer işaret etmeseydi hayatta göremezdim.

Demek Küçük Denizkızı buydu...

Ben Kopenhag'ın simgesi falan deyince, öyle Özgürlük Heykeli ebatlarında birşey bekliyordum. Bu Küçük Denizkızı cidden adı gibi küçükmüş.

Biraz daha yaklaşımca heykelin önünün kıyıya baktığını gördüm. Gemiden sadece göre göre Küçük Denizkızı'nın kıçını görebilmiştik!

Bu anlamsız ziyaret sonucunda Jelena Küçük Denizkızı'nı doğru düzgün göremediği için üzülmüştü tabii, ama beni de bir daha zorla, bu sefer karadan götürmek istemediği için konuyu değiştirdi.

Sadece Jelena'nın üzülmesi değil, bu sefer ben de meraklanmıştım. Kara tarafında heykeli görmeye gelmiş yüzlerce turist vardı, hem de Aralığın otuz birinde. Demek bu heykelin görülmeye değecek bir şeyleri vardı.

"Sen merak etme karıcım, yarın ilk iş buraya karadan geleceğiz." dedim.

Gelecektik, gelmeliydik de...

Akşam yemeğinin ardından Tivoli'ye geçtik. Bir yirmibeş sene önce bir daha gelmişliğim vardı ancak yeni yıl gecesi tabii ki bambaşkaydı.

Girişte ağızımı açtım, bir daha da kapamadan gezdim tüm bahçeyi.

Kremlinin simgesi Aziz Bazil'den tutun Buda tapınaklarına, korsan gemilerine kadar ışıl ışıl yapmışlar koca bahçenin her köşesini. Yine çok az görmüştüm bu kadar güzelini.

Tivoli Bahçeleri
Parkın bir bölümünde ise roller coaster, uçan salıncak falan gibi Luna Park vari eğlenceler de vardı ancak sadece çarpışan arabalar çalışıyordu.

Saat oniki den bayağı önce ciddi bir havai fişek şovu başladı.

Uzun bir süre sonra ilk defa ciddi boyutta havai fişeklerle yeni yıla giriyorduk. Geçen sene Paris'te bir tane bile havai fişek atmamışlardı, sadece göz yaşartıcı gaz fişekleri vardı, kavga edenleri dağıtmak için...

Bir önceki sene Hong Kong'da "puf" diye üç beş tane atmışlardı ama dişimizin kovuğuna bile sığmadı.

Tivoli Bahçeleri
Daha önceki sene ise Brüksel'deydik. Şov güzeldi ama yine bir tane bile havai fişek yoktu.

Kopenhag'da ise sabahın dördünde bile hala havai fişek atıyorlardı.

Otelimizin penceresinden uyuyana kadar havai fişekleri izledik.

Ertesi gün metro istasyonundan çıktığımızda etrafta kimse yoktu. Ocağın biri, yani sebebi ortada tabii.

Tam yönümüzü bizi denizkızına götürecek yirmi altı numaralı otobüsün durağına çevirmişken hemen yakınımızda trampet, davul ve borazan sesleri duyduk.

Jelena geçit töreninin başında...

Biraz yürüyünce kırmızı ceketleri, uzun kürklü şapkalarıyla Danimarka kraliyet askerlerini gördük. Bir tür resmi geçit yapıyorlar, arkalarında da bir dolu insan, resim çekiyor, onlarla birlikte yürüyorlardı.

Koşmaya başladık, bütün kıtayı geçtik ve önlerinden resim çekebildik. Bahaneyle, Jelena sekiz sene boyunca ilk defa beni koşarken görmüş oldu

Sonunda geldik yirmi altı numaralı otobüsün durağına. Tarifeye göre yirmi dakika vardı gelmesine.

Biz tam ne yapalım, bekleriz moduna girmişken, 1A numaralı otobüs geldi.

Niye numara yetmemiş de sonuna bir de "A" koymuşlar diye sormayın. Büyük olasılıkla şehir planlarının kodlaması yüzünden sadece üç beş belediye çalışanının işine yaraması nedeniyle uyguladıkları bu aptalca kodlamanın otobüslerin gerçek kullanıcıları olan yolculara hiçbir faydası olmamasına rağmen yine de eminim bir yüz sene değişmeyecektir.

Daha önce de söylemiştim, aynı numaralı otobüsler her zaman aynı yere gitmiyor diye. Şansımıza yirmi altı numaralı hat denizkızını geçtikten sonra iki yöne ayrılıyormuş, o yüzden her yirmi altı numaralı otobüs işimize yarıyordu.

Böyle şeyler olur Avrupada. Neyse, konumuza dönelim.

1A numaralı otobüs kapısını açınca Jelena "Soranın bir yüzü kara..." deyip, şoföre sordu.

"Bu otobüs Küçük Denizkızı'na gider mi?"

"Gider ama yirmi altı kadar yakınından geçmez. Biraz yürümeniz gerekir."

Biz binelim mi, binmeyelim mi diye vicdan muhasebesi yaparken, şoför seslendi.

"Yapmayın, gelin benle gidin. Hava güzel, biraz yürümekle birşey olmaz..." dedi.

Güzel hava eksi iki derece bu arada...

Daveti kırmadık, atladık otobüse. Otobüs dura kalka gidiyor. Bir beş dakika sonra yine durdu. Şoför el frenini çekti, kabininden çıktı, yürüyerek otobüsün ortasına, yanımıza geldi.

Şeffaf plastik bir kutudan turistik bir şehir haritası çıkardı. Üzerinde bize nerede olduğumuzu gösterdi, sonra da denizkızına nasıl gidebileceğimizi anlattı.

Anlayacağınız, koca otobüs seferini durdurdu bizim için...

Ben her an diğer yolculardan bir protesto bekliyorum. "Gitsek artık...", "İşimiz var..." şeklinde.

Yolcular ise şoför anlattıkça başlarıyla şoförü tasdik ediyorlar, arada diyaloğa katılıyorlar.

"Doğru, parkın içinden geçmeyin, etrafından dolaşın, sarayı da görürsünüz..."

"Kiliseyi de görün mutlaka..."

Başka bir dünya işte, anasını satayım, n'apalım

Bir beş dakikalık yürüyüşten sonra önce saraya gittik. Saray, asli kraliyet sarayı değil, genellikle kraliyet ailesinin gemiye binmek için kullandıkları bir "banliyö" sarayı. Günün ilerleyen saatlerinde asli kraliyet sarayını da gördük.

Her ikisi de güzeldi tabii.

Ve sonrasında, deniz kıyısında ufak bir yürüyüşten sonra "muhteşem" küçük denizkızına ulaştık.

Yakından görünce daha iyi bir fikir sahibi oldum.

Küçük Denizkızı
Allah için kız güzel bir kız, ancak pek öyle denizkızı izlenimini vermedi bana. Bu bildiğimiz alelade "kara" kızı, bana sorarsanız.

Çünkü bacakları var, yani belden aşağı pullu balık şekli yok. Ayak uçlarına doğru yüzgeçimsi uzuvları olsa da, bunlar daha ziyade kıvrılmış etek gibi duruyorlar.

Bir de fazlaca dikkatli bakarsanız pedofil diye yakanıza yapışabilirler. Ufacıcık bir kız çünkü

N'apalım, gelmişken bol bol denizkızı resimleri çektik. Ben de coğrafya bilgime de son eklememi pekiştirmiş oldum.

Denizkızından merkeze doğru yürürken, bir önceki gün de gördüğümüz iki kilisenin yakınından geçtik. Bunlardan ilki bir Rus Ortodoks Kilisesi, diğeri ise Frederik'in Kilisesi, yada popüler ismiyle Mermer Kilise.

Mermer Kilise, kiliseden çok bir Roma tapınağını andırıyor. Çok güzel bir mimarisi var, ancak içi biraz karanlık. Rus Kilisesi ise kapalıydı, gezemedik.

Rosenborg Kalesi
On dakikalık bir yürüyüş, bizi bir sonraki durağımız olan Rosenborg Kalesine getirdi. Bana ilk görüşte popüler video oyunundaki Wolfenstein'ın şatosunu çağrıştırdı.

Bu güzel yapı beni gerçekten çok etkiledi.

Girişi kısa kenarındaydı. Her iki tarafında da - zannedersem - aslanlar bulunan bir bahçe kapısı, ve bu kapının önünde de kız arkadaşının fotoğrafını henüz çekmiş bir adam duruyordu.

Fotoğraf çekmek için mükemmel bir vista noktasıydı. Çiftin işini bitirip manzarayı boşaltmalarını bekliyordum.

Kız fotoğrafa baktı, tam memnun, ayrılacakken benim elimde kamerayla beklediğimi gördü.

Ban de tam o anda acı gerçeği idrak ettim.

Aklıma gelen başıma gelmişti. Daha konuştukları bir kelimeyi bile duymadan anladım.

Bu çift Fransızdı.

Bu da demekti ki, önümüzdeki on dakika çok zor geçecekti.

Fransızlar iyi, hoş insanlardır ancak bazıları eğer birinin onların bir işi bitirmelerini beklediğini anlarlarsa, tarif etmesi imkansız bir "Ben kendimi önemli hissetmek istiyorum!" moduna girerler. O makul ergen insanlar, beş yaşında bir çocuk gibi davranmaya başlarlar ki inanamazsınız.

Ne demek istediğimi canlı bir örnekle anlatayım...

Bir hafta sonu, Annecy'de, bir park yerinde boş bir yer bulabilmek için arabayla turluyoruz.

Tam önümüzde iki kadın arabalarına doğru yürüdü ve soldaki arabaya girip motoru çalıştırdı. Sağdaki tam arabaya girerken bizim beklediğimizi gördü ve hemen binmekten vazgeçip açtığı kapıyı kapattı.

Şoför koltuğundaki ne olduğunu anlamadı ama diğerinin indiğini görünce camı açıp "Sa va?", yani "Ne iş?" diye sordu. O anda, o da bizi gördü, geri döndü, kontağı kapadı ve arabadan çıktı.

İki insan, arabalarını park edebilmek için onların park yerini boşaltmalarını bekliyordu. Bu fırsat kaçmazdı...

Biz de hemen sonrasında, iki ergen kadının çocukluğa geri evrimini izledik.

Arabalarının arkasına geçmiş, ayakta konuşuyorlardı.

"Fıs, fıs fıs...."

"Me noooo!"

"Aaaa-hahaha!"

"Fıs, fıs fıs...."

"Se ankroyabl!"

"Me uiiiiii!"

"Hahahaha!"

Bu diyalog bir beş dakika sürdü. Beş dakika uzun bir zaman arkadaşlar, saate beş dakika devamlı bakmayı deneyin bakalım...

Sonrasında, bir harita çıkarıp - sözde - gidecekleri yol üzerinde tartışmaya başladılar.

Bir beş dakika daha. "Oradan mı gidelim, buradan mı gidelim?" Geyiği yaptılar. Bu arada Annecy avuç içi kadar yerdir ha!

Gözünü sevdiğim memleketim. Olmaz böyle şeyler bizde... Erkekmiş, kadınmış, farketmez. Biri sıkıyorsa yapsın bunların yaptığını. Detaylarıma girmeden sadece sonu iyi olmaz demekle yetiniyorum

Medeniyet böyle bir şey işte. Sizi beklemeye zorluyor... Bekliyorsunuz...

Tam harita geyiği sürerken, bunların yanında başka bir araba geri geri çıkmaya başladı. Arz artmış, yeni bir park yeri açılmaya başlamıştı. Artık onları beklemek zorunda değildik.

Tam bu anda iki kadının arasındaki harita tartışması bıçak gibi kesildi. "A bon..." dediler, arabalarına atlayıp geri çıkmaya başladılar.

Bunları sizi eğlendirmek için abartarak anlattığımı düşünebilirsiniz. Bir santim abartıyorsam taş olayım!

Bir başka gün, bu kez Evian'dayız, hani şu suyu ile ünlü şehirde. Arabayla bir saatten az uzaklıkta, o yüzden fırsat buldukça gideriz. Çok güzel bir şehirdir...

Sahil yolunda gidiyoruz. Arabayı Jelena kullanıyor. Bir hafta sonu olduğu için, iki şeritli yolun her iki yönünde de bayağı bir trafik var. Yolun sağ ve sol kenarlarında da park etmiş arabalar dizili.

Ancak yol eski bir yol, o yüzden bayağı dar. Araba da büyük... Soldaki refujla sağdaki park etmiş arabalar arasından zar zor kurtarıyor kızcağız.

Jelena birden frene bastı. Yola bakmıyordum, ne olduğunu hemen anlayamadım. Kafamı kaldırınca sağda park etmiş arabalardan birisinin kapısının açık olduğunu gördüm. Kiloluca bir kadın arabasına binmeye çalışıyordu.

Kapı açıkken geçmemiz mümkün değil.

Olur tabii ki böyle şeyler. Medeniyettir. Kadının arabasına binmesini beklemeye başladık.

Bu arada arkamızda da arabalar birikmeye başlamıştı.

Endişeye gerek yoktu. Arkadaki arabalar da medeni arabalardı. Bekleyebilirlerdi.

Tam bu anda, kadının cep telefonu çaldı ki, çantasından çıkarıp kulağına götürdü.

Kapısı açık, henüz arabasına binmemişti.

"Uii, bonjuuurr..."

Bu arada dönüp arkasında kapısının kapanmasını bekleyen konvoyu gördü. O ana kadar farketmediği için kendine kızdı. Artık kendisini önemli hissedebilirdi.

"Salüü şeriii... Sa va?"

Telefonla konuşurken Arabasına binip kapısını kapasa, yada binmeyecekse de, kapısını kapayıp kaldırıma çıksa onu bekleyen onlarca araba yoluna devam edebilecekti.

O ise kapısı açık, konuşmasına devam ediyordu. Konuşurken de ortalama her otuz saniyede bir doksan derece dönüp etrafını seyrediyor, bekleyen arabaları gördüğü yüzseksen derecelik üçüncü ve dördüncü kadranda, daha da mutlu oluyordu.

Jelena, karım diye söylemiyorum, tanıdığım en iyi, en candan, en sabırlı insanlardan biridir. Öyle kolay kolay bağırıp, çağırıp mesele çıkarmaz. Ne var ki bu saygısızlık onu çileden çıkarmış, sinirden kıpkırmızı olmuştu.

Kadının önüne doğru döndüğü, yani bizi görmediği bir anı bekledi ve olanca gücüyle kornaya bastı.

"Zaaaaaaaaaart!"

Bir on saniye devamlı çaldı, sonra "Zart! Zart! Zart" şeklinde bir süre de kesik kesik çaldı kornayı. Ben iki senedir kullandığım arabanın kornasını belki de ilk defa duyuyordum.

Telefonla konuşan kadın da beklemiyordu bunu. Arkası dönük olduğu için afalladı, biraz da korktu.

Bizim kornayı duyan diğer arabalar da başladı kornalarını çalmaya. Ortalık yangın yerine dönmüştü.

Kadın hemen kendisini arabasının içine attı ve kapısını kapadı. Jelena da bastı gaza, tam kadının arabasının yanında durdu, sağ camı açıp benim üzerimden uzanarak başladı kadına Sırpça bağırmaya.

Kadın Jelena'nın ne dediğini anlamıyordu, ancak o da Fransızca başladı küfretmeye.

Gülmekten gözlerimden yaş geliyordu.

Jelena, rahatlamış bir vaziyette koltuğuna döndü ve bastı gaza. Ben kafamı camdan çıkarıp geriye baktım. Arkamızdaki arabalar da yanına geldiklerinde durup kadına bağırıyor, bazıları da küfrediyordu.

Hatırladıkça hala güleriz

Bu kendini önemli hissetme işi Lozan'da da böyledir arkadaşlar. Mesela iki (genelde) kadın asansöre binip, muhabbete başlarlar. İlkinin ineceği katta asansör durur, kapı açılır. İnecek kadın bir ayağını dışarı atar, ancak sohbet henüz bitmediğinden asansörden çıkmaz.

"Apel mua döman."

"Bien sür, me a kel ör?"

"Siz ör u set ör."

"Jö ve, ma bel."

"A tutalör."

"Kuku..."

"Çavçav..."

Asansördeki diğerleri de hıyar gibi beklerler. Medeniyet işte...

Yada yine bir park yerinde sizin beklediğinizi görür (genelde) bayan...

Arabasının kapısını açar, ceketini çıkarır, katlar, arka koltuğa koyar, üstünü başını düzeltir, arabaya biner, güneşliği indirir, aynada makyajını tazeler, güneşliği kaldırır, anahtarını arar, anahtarını bulur, anahtarını kontağa sokar, çevirir, motor çalışır ancak araba daha bir süre kımıldamaz, yavaş yavaş gaza basar, vesaire...

Siz tabii bu arada beklemeye devam edersiniz.

Herhalde anladınız, dertliyim bu işten.

Neyse, dönelim Wolfenstein'ın şatosunda, aslanların önünde resim çektiren çifte...

Benim elimde kamerayla beklediğimi gören kız tam gidecekken, oğlana "Göster bana resmi." dedi.

Oğlan kamerasını kaldırdı, arkadaki ekranda çektiği resmi gösterdi.

"Se jöli ma bel."

"Me nooo! Se pa vre!"

Bu konuşmayı iki metre kenarda yapsalar ben de fotoğrafı çekip gidebileceğim.

"Nooooooo!" dedi kız, "Ankor ün fua, sil tü ple...", yani "Bir daha..."

Kız yine döndü aslanların ortasındaki yerine. Soldaki aslana sarıldı, bir ayağını kaldırıp gülümsedi, oğlan da "Cırt!", çekti resmi.

Sonra oğlan yeniden gitti kızın yanına, yeniden baktılar resme, kız yine beğenmedi, bir daha baştan.

"Cırt!"

On dakika bu iş böyle sürdü...

Bu arada başınıza geldiyse bilirsiniz, böyle turistik yerlerde "Fotoğraf Çeken Turist Sendromu" isimli bir fenomen oluşur. Elinde bir kamera, fotoğraf çeken bir turisti gören diğer turistler "Lan demek ki burada fotoğraf çekmeye değer birşey varmış..." diyerek dururlar ve güzel, çirkin, manalı, manasız, hiç farketmez, bir fotoğraf da onlar çeker.

Bizim mizansende ise fotoğraf çeken yalnız bir turist değil, bir de fotoğraf çekmek için onların fotoğraflarını çekip gitmesini bekleyen başka bir turist, yani ben varım. İki bağımsız turist aynı bölgede beklediğine göre, bu fotoğraf demek ki hayatta kaçırılmaması gereken bir fotoğraf!

Dolayısıyla yukarda anlattığım fenomen kaçınılmaz olarak hemen oluştu.

İtalyan bir çift akbaba gibi aslanların etrafında dolanmaya başladı.

Fransızlar kendilerini yeteri kadar önemli hissettiklerine kani olunca, aslanlı bölgeyi boşalttılar.

Ben tam kamerayı kaldırdım, fotoğrafı çekeceğim ki, kadrajımda, iki aslanın ortasında altın bulmuş gibi ağızı kulaklarında bir kız.

Makineyi indirdiğimde ise benim yanımda, kızın resmini çekmeye çalışan adam...

Anger management (asabiyet kontrolu)! Gülümsedim.

"Prego!" dedim. "Ver kamerayı, ben ikinizin resmini çekeyim."

"Çok teşekkürler." dedi, çok da sevindi.

"Biz heteroseksüel çiftler birbirimizi desteklemeliyiz." dedim, İngilizce konuşuyoruz, anladı mı bilmiyorum...

Kendi kameramı Jelena'ya verdim, aldım bunların kamerasını elime...

Sonra başladım, sen sağa git, sen başını sola çevir, kafanı kaldır, vesaire şeklinde usta fotoğrafcı repliklerine. Ben de oturuyor, kalkıyor, sağa sola zıplayıp hesapta doğru açıyı bulmaya çalışıyorum. Portre fotoğrafdan bir kuruşluk anlamam işin gerçeği.

Bu arada gözüm Jelena'ya takıldı, kız gülmekten iki büklüm....

Neyse, "Cırt!", çektim fotoğrafı. Gittim yanlarına, gösterdim. "Beğenmediyseniz bir daha çekelim." deyince, sağa bak, sola bak korkusuna "Çok iyi!, Mükemmel.." falan dediler ve teşekkür edip gittiler.

Başladım sinirimden bağrınmaya...
Etraf boşalınca bende başladım sinirimden bağrınmaya, Jelena da benim resmimi çekiyor ben söylenirken

Sonunda aslanlı kapıyla şatonun fotoğrafını çekebildim. Bir de Jelena'ya poz verdirttim aslanların ortasında. Sonra bir de ben de aynı yerde...

Toplam yarım saate mal olsa da deydi.

Yağmur başlamış, sonuna kadar kullandığımız iyi hava şansımız artık bizim de enerjimizle birlikte tükenmişti.

Son bir gayret, Hard Rock Cafe'ye bir daha gittik, çünkü bir önceki gün kolleksiyonumuz için bira bardağını yeni yıl gecesinde yanımızda taşımamak için almamıştık.

Erken sayılabilecek bir saatte otelimize döndük ve yirmi bilmem kaçıncı kattaki Sky Bar'a çıktık. Jelena bir bardak çay, ben de bir bardak Malbec şarap söyledim. Yan masadaki iki lezbiyen hanıma zor da olsa bakmamaya çalışarak o güzlim manzarayı seyrettik ve yorgunluk çıkardık.

Ertesi gün İskandinavya'ya veda zamanı gelmişti. Otelden çıkıp metroya bindik. Yan sırada tek başına oturan genç bir çocuk vardı. Ya alkol, ya da daha kuvvetlisinden almış gibi başını öndeki sıranın demirine dayamış, kımıldamadan duruyordu.

Güvenlik kamerasından görmüş olacaklar ki bir sonraki durakta bir görevli bindi vagona. Çocuğun yanına geldi ve başladı onla konuşmaya. Ne söylediğini anlamadık. Ses tonu sertti, ancak bağırmıyordu.

Bir sonraki durağa kadar konuşmaya devam etti. Genç çocuk ise bir milim bile kımıldamadı, başını kaldırmadan oturmaya devam etti.

Tüm bu esnada görevli, çocuğa bir kere bile dokunmadı.

Bir sonraki durakta başka bir görevli daha geldi. Bu sefer ikisi birden iki durak boyunca, yine hiç dokunmadan çocukla konuşmaya devam ettiler. Çocuk yine hiç kımıldamadı ve cevap vermedi.

İki durak sonra artık ne dedilerse çocuk başını kaldırdı, kendi başına ayağa kalktı ve her üçü de trenden indi.

Olayın başından sonuna kadar görevlilerden hiçbiri çocuğa parmağının ucuyla bile dokunmamıştı.

Vah memleketim vah!

Bir sonraki durakta ise geldiğimizden beri ilk defa bilet kontrolü yapıldığını gördük. Vagona binen görevli biletlere bakıyordu. Biri hariç her yolcunun bileti vardı.

Yetmiş yaşından fazla yaşlı, süper iyi giyimli bir teyze biletsiz binmişti. Hiç mesele çıkarmadan cezasını ödedi.

Metrodan indik ve tren bağlantısına gittik.

Havaalanına bizi götürecek trende ilk vagondaydık. En önde kontrol kokpitinde kimse yoktu ve kapı ardına kadar açıktı. Bütün kontroller gözümün önündeydi. Hayatımda ilk defa modern bir trenin kontrol konsoluna bakıyordum.

Vagonda o kadar çocuk olmasına rağmen biri kafasını uzatıp bakmadı bile. Ne düğmelere basan, ne kolları kurcalayan kimse vardı.

Bu diyar işte böyle bir diyar arkadaşlar.

İnsanların birbirlerini din, mezhep, güç, para, renk diye öldürdükleri bu dünyada, tüm bunlar olmasaydı, nasıl olurdu diye sorarsanız kendinize, İskandinavya'da bir kaç gün geçirip kendi gözünüzle görün derim.

Çölde bir vaha da olsa, insanın istediğinde ne kadar medeni olabileceğini göstermesi bakımından önemli bu soğuk diyar.

Kalın sağlıcakla...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...