24 Mart 2014 Pazartesi

Granada

Birine adres tarif etmek ilk bakışta kulağa basit bir şey gibi gelse de, fazlasıyla karmaşık ve zor bir iştir arkadaşlar.

Doğru bir adres tarifi için soran kişiye bir yön ve o yönde hangi uzaklıkta yürümesi gerektiğini söylemeniz gerekir. Eğer birden fazla yön değişikliği gerekiyorsa, yeni yön ve uzaklığı öncekine eklemeniz gerekir. Eski deyişiyle vektör vasıtalı seyrüsefer!

Örneğin, "Kuzeye doğru yüz metre, sonra kuzeybatıya iki yüz otuz metre, sonra yirmi derece güneye elli altı metre."

Olmadı dimi?

Olmaz tabii. Eğer elinizde bir pusula ve ne kadar yürüdüğünüzü hesaplamak için her adımınızı ölçecek bir metre yoksa, teknik olarak doğru ve kusursuz olan bu tip bir yol tarifi, gerçek hayatta hiçbir işe yaramaz.

Daha uygulanabilir bir yönteme gereksinimimiz var demek ki.

Gerçek hayatta yönleri çoğunlukla sağa dön, sola dön şeklinde belirtiriz. Gittiğimiz yol tam olarak sağ ve solun teknik anlamı olan kırkbeş derece olmasa bile bu ufak sapmaları beynimiz düzeltir, yol otuz beş derece sağa dönsede onu affeder, kırk beş dereceymiş gibi doğru yolu buluruz.

Yönleri belirtmenin başka yöntemleri de vardır. Mesela yönler elimizle, yada burnumuzun ucuyla "Nah bu tarafa dön" şeklinde de gösterilebiliriz. Uzuvlarımızı kullanmak, sofistike olmasa da tamamen doğru ve geçerli bir yöntemdir.

Her yol ayrımında trafik işaretleri olan medeni ülkelerde ise yön belirtmek için yolun gittiği yerin adı da kullanılabilir. Örneğin "Kavşakta Cenevre tarafına dön." şeklinde.

Yönü böylece hallettik, gelelim ikinci gerekli unsur olan uzaklığa.

Ne yazık ki uzaklık ölçer bir aletiniz yoksa doğrudan verilen uzaklıklar tamamen işe yaramaz olacaktır. Mesela biri size "Üç yüz altmış sekiz metre git." derse, yürüdüğünüz uzaklığı bu hassaslıkla ölçemezsiniz.

Metre, kilometre, vesaire cinsinden uzaklıkları ancak çok kaba biçimde bir fikir vermek için, mesela "Yüz metre ilerde," falan diyerek kullanırız. Birisi size yüz metre ilerde diyorsa bundan çıkarabileceğiniz en hassas sonuç, söz konusu uzaklığın bir kilometreden az olduğudur.

Hemen aynı derecede belirsiz başka bir yöntem ise bir zaman belirtmektir. Yani "Abi, beş dakika ilerde".

Burada ima edilen uzaklık, bir insanın ortalama yürüyüş hızı olan beş kilometre saat çarpı tarifi veren abbasın size verdiği zamandır. Söylemeye bile gerek yok. Her insanın yürüyüş hızı farklı olmasından, ve kimsenin de genelde yürürken kronımetre tutmamasından dolayı bu yöntem ancak çok kaba bir şekilde uzaklığı tanımlar.

Buna rağmen beni çok şaşırtsa da Roma'da herkes yol tarif ederken bu dakikaları kullanıyordu. "McDonald's on dakika ilerde." şeklinde bir tabela bile gördüm.

Akıllı insanlar ise uzaklığı, hedefte adres soran kişinin geri plandan kolayca ayırabileceği bir özelliği kullanarak belirtirler. Örneğin "Sağ tarafta üç katlı kırmızı binadan sağa dön.".

Bir GPS ile adres aramaktan sonra verilebilecek en hassas uzaklık belirtme yöntemidir bu.

On beş yaşında tazı gibi koşabilen bir atlet de, seksen yaşında bastonla yürüyen bir dede de, beş dakika denen yolda mecburen tuvalete girip çiş yaparken kaç dakika harcadığını hesaplayan bayan da büyük bir hassaslıkla kırmızı binayı, yani yeni yönüne döneceği doğru noktayı bulacaktır.

Yer tarifini doğru yapmak isteyen biri yönün hangi noktada değişeceğini söylerken, yüz metre ilerde, üç durak sonra (otobüs her durakta durmayabilir), on dakika uzaklıkta gibi muğlak tarifler yerine, kırmızı binayı görünce, Aslan Eczanesinin sokağında, Atatürk heykelinin karşısında, üç sokak ilerde gibi çevrede kolayca tanınabilecek, geri plandan ayrılabilecek bir özelliği kullanmalıdır.

Unutmayın, her zaman yön ve uzaklık, yeni yön ve uzaklık, yeni yön ve uzaklık. Ve Et Voila!

"You have reached your destination."

Demek ki uzaklığı belirtirken de metre, kilometre, dakika falan değil, 'kolayca tanınabilecek bir noktaya kadar' şeklinde veriyoruz.

Benim yön duygum sıfırdır. O yüzden yol tariflerine çok sık ihtiyaç duyarım ve de kim iyi, kim kötü yol tarif eder bilirim. Mesela Amerikalılar, İsviçreliler çok iyi becerir yol tarifi vermeyi. Çünkü yolları eksiksiz ve doğru olarak işaretlenmiştir.

ABD'de interstate yolların kodlamasına bakarak bile doğu-batı yada kuzey-güney yönlerine gittiğini anlayabilirsiniz. Çift numaralı otoyollar doğu-batı, tek numaralılar kuzey-güney yönlerinde gider. Ünlü Route 66 mesela Amerikayı doğu-batı yönünde baştan başa geçer. Bundan başka, çıkış ve giriş rampalarında numaraların sonunda 'N', 'S', 'W' ve 'E' şeklinde kuzey, güney, doğu ve batının ilk harflerini basarlar ki siz de mesela Interstate 66'yı aldığınızda doğuya mı, batıya mı gittiğinizi anlarsınız.

Yol tarifi konusunda ise benim şimdiye kadar gördüğüm en kötüsü biz Türk'lerizdir.

Kaç kere gelmiştir başınıza yol sorduğunuzda.

"Abi, şimdi şuradan sağdan dal, bir sağ, bir sol, tam önüne çıkarsın."

Yönler iyi de mesafeler yok.

Genelde, sağ, sol yapacağınız yerler ilk sağa yada sola dönen yollar olmaz, aksine, size yol tarif eden baltanın kafasında canlandırıp, sizin de kafanızda aynı görüntünün olduğunu düşündüğü sağ ve sollardır onlar.

Bu tarif sizin hedefinize ne kadar uzakta olduğunuz hakkında hiçbir ipucu vermez. İlk solu ararken, daracık bir sokak görür, "Lan acaba ilk sol derken bunu saydı mı?" diye tereddütte kalırsınız.

Ancak hor görmeyin. Bu yine tarif sayılabilecek bir tarif.

Bazen sorarsınız.

"Aslantürk sokağı nerde oğlum?"

'Oğlum' durur, gözlerini uzak bir noktaya diker, kafasını kaşır....

"Aslantürk mü dedin abi?"

Kafayı kaşımaya devam eder, bir süre sonra "Abi, şimdi şurdan aşağıya git, pazarın yanında sağ tarafta."

Gel de güven bu tarife...

Soru sordun ya, bilmese de bir cevap vermesi lazım, yoksa karizması çizilir. Sözlüğünde "Bilmiyorum" yoktur, çünkü o herşeyi bilir.

Bir felaketizdir. Arabasıyla adres soran adama sanki yürüyormuş gibi yol tarif ederiz, sonra adam tek yönlü sokaklara girmek zorunda kalır, çıkmaz sokaklardan geri döner. Yine yol soranın bilmesinin mümkün olmadığı dönüş noktaları veririz, "Muhtarın yanından sağa dön, hassasın hemen altında" falan gibi.

Yada görmeyeceği yerleri anlatırız. "Şimdi abi, kırmızı ışığa, bankaya gelmeden sola döneceksin."

Bir Temel fıkrasında olduğu gibi. Temel, otoyolda lokantası için bir tabela koyar. "Temel'in yeri, 500 metre geridedur!"

En kötüsü biziz dedim ya, işte bu fikrim Granada'da değişti arkadaşlar. İspanyollar yol tarifinde en az bizler kadar feciatlar.

Havaalanından çıktık. Jelena tabii ki kaç numaralı otobüse binip, nerede ineceğimizi falan biliyor. Otobüse atladık, ineceğimiz durakta indik. Şehirin merkezi. Dibimizde Granada'nın devasa katedrali var.

Şimdi tek iş oteli bulmak...

İlk Rodrigez'i durdurduk.

"Otel Don Juan nerede abi?"

Rodrigez boş gözlerle bize baktı.

Jelena bu kez otelin bulunduğu caddenin nerede olduğunu sordu.

"Calle Martinez de la Rosa nerede abi?"

Boş gözler...

Jelena, bu kez otelin adı ve adresinin yazılı olduğu kağıdı gösterdi, ancak Rodrigez boş gözlerle bize bakmaya devam etti.

Olayı anlayın diye burada biraz daha detay vereyim. Arkadaş yardım etmek istemediği için cevap vermiyor değil. Kağıda gözünün ucuyla baktı çünkü, yani belirgin bir ilgi gösterdi sorunumuza. Hattızatında, yardım etmek istemeyen biri yürüyüp gidecekken bu bizim karşımızda durmaya devam ediyor.

Baktım, içinde bulunduğumuz durum iyiye doğru bir gelişme göstermiyor, araya girdim ve "Herhalde bilmiyorsun. Sağol abicim." dedim, ayrıldık. Rodrigez hala birşeyler söylemek istiyor ama sadece bakmakla kalıyordu.

Biraz daha yürüdük. Bu sefer Sanchez'i durdurup sorduk.

"Calle Martinez de la Rosa nerede abi?"

Sanchez, "Uzak, çok uzak, taksiye binmeniz lazım." dedi.

Lan ne taksisi?

Otelin yakınında bu durak, İnternet'te okuduk, biliyoruz, ondan indik.

Sanches'den de iş çıkmadı. Yürümeye devam ettik, bu kez Rositta'ya sorduk.

"Ablacım, Calle Martinez de la Rosa nerede?"

"Çok uzak, otobüse binin."

Yemezler ablacım. Devam...

Bu kez Carmen'e sorduk.

"Ablacım, Calle Martinez de la Rosa nerede?"

"Hemen aşağıda. On dakika yürüyün."

Bak bu oldu işte. Ben on dakikadan daha az bir yürüme bekliyordum ama olsun, yürürüz.

Jelena, bu arada elimizdeki otelin internet sayfasından bastığımız küçük haritaya bakıyor, geçtiğimiz caddelerin herhangi birinin o haritada olup olmadığını kontrol ediyordu.

Böyle sora sora bırakın on dakikayı, bir kırk beş dakika yürüdük.

Her yeni sorduğumuz kişi, bizi bir öncekinden farklı bir yöne gönderiyordu.

Çaresizce yürürken bir anda mucize gerçekleşti ve Calle Martinez de la Rosa yakınında haritada da gördüğümüz bir caddeyi bulabildik. Artık iş sadece bu caddenin hangi yönüne gideceğimizi bulmaya kalmıştı.

Tam bu esnada yanımızdan geçen Jose'yi durdurduk.

"Calle Martinez de la Rosa hangi taraf Jose abi?"

"Çok uzak, taksiye binin."

No way Jose! Haritaya göre otel ikiyüz metre yarıçaplı bir alan içerisinde. Ne taksisi?

Jelena dayanamadı, haritayı Jose'nin burnuna soktu.

"Bak, burası bilmemne caddesi. Calle Martines la Rosa ya sağda, ya solda. Hangi tarafa gidelim?"

Jose haritaya baktı, kafasını kaşıdı, eliyle şu tarafa diye işaret etti ama adamın işaret ettiği tarafta koca bir bina var. İşaret ettiği yöne gidebilmek için binanın üzerinden atlamamız lazım.

Gözüm yüz metre ilerde, caddeyi kesen bir sokaktaki, dikey yazılmış sarı bir otel tabelasına takıldı. "Hotel" kısmı okunsa da, ne oteli olduğu bir ağacın arkasımda kalmış, okunmuyordu.

Kırk beş dakikadır yürüyoruz anasını satayım, iki dakika fazla yürümekten zarar gelmez dedim, o ana kadar çeke çeke sürüklediğim çantayı Jelena'ya bırakıp otelin ismini okuyabileceğim bir açıya geçtim.

Evraka! Valla Hotel Don Juan!

Jelena bile takdir etti bu hamlemi. Pek bana giden şeyler değildir bu doğru yöne gitmek, onun göremediği oteli görmek falan.

Otele girdiğimizde kendimi lobide ilk bulduğum koltuğa attım. Jelena'nın, çantayı sürüklemediği için, biraz daha enerjisi kalmıştı. Check-in'i o halletti.

Çantayı odaya bırakıp geri resepsiyona geldik.

Benim aklım yemekteydi. Malaga'da bir Taco Bell bulunduğuna göre, Granada'da da bulunmaması için hiçbir neden yoktu. Resepyoniste sordum.

"Granada da Taco Bell var mı?"

"Taco Bell nedir?"

"Amerikan Meksika fast food."

"Yok."

"Ama Malaga da vardı." deyince arkadaşın torpağına laf söylemiş olduk. Malaga'da varsa Granada'da kesin olmalıydı. Olaya ilgi göstermeye karar verdi.

"Nasıl yazılıyor?" diye sordu, söyledik.

Hemen bilgisayarda yazıp gugılladı.

"Gerçekten de varmış." dedi, şaşırarak. "Bu hangi cadde ki?" falan diye kendi kendine konuşurken bir kırmızı yandı ve söndü.

"Evet, Granada'da bir Taco Bell var. Granada, Utah!"

Güldük.

"Kaliforniya da, Granada tepelerinde de var bir tane."

Daha da fazla güldük.

İspanya Granada'sında Taco Bell yokmuş. Ne yapalım. Bilseydim Malaga'dan beş on taco paket yaptırırdım.

Dışarı çıkmadan resepsiyonistle geleneksel, neredeyiz, nereye nasıl gideriz geyiğini yaptık. Merkeze geri, kırk beş dakika yürümemek için otobüse mi, taksiye mi binelim diye sorduk.

Az önceki Taco Bell geyiği yüzünden zaten hafif limoni resepsiyonist, yüzümüze siz sapıttınız mı gibisinden baktı.

"Şu aradki yoldan çıkın, beş dakika." dedi.

Demek önünde otobüsten inip yürümeye başladığımız katedral merkezde değilmiş, beş dakika dediğine göre...

Soruyu düzelterek yeniden sordum.

"Peki katedral'e nasıl gideriz?"

Yine yüzüme anlamsız anlamsız baktı.

"Şu yoldan çıkın, beş dakika." dedi ve "Az önce söyledik ya..." kısmını hala korumayı başardığı kibarlığından söylemedi.

Bu sefer biz Jelena'yla birbirimize anlamsız anlamsız baktık.

"Babacım, biz kırk beş dakika yürüdük buraya gelmek için..."

Resepsiyonist bir kez daha kibarca aynı şeyi tekrarladı.

"Şu yoldan çıkın, beş dakika."

Olabilirmiydi?

Valla olabilirdi...

Otobüsten indiğimiz andan başlayarak, oteli bulana kadar adres sorduğumuz herkese küfür ettim içimden. Hemde renkli, fantastik küfürler.

İçimde hala bir umut, resepsiyonistin "beş dakika" 'sı abartılı, yine yarım saat alacak diye ancak beş dakikadan biraz daha kısa bir zamanda ulaştık katedral'e.

Yorgunluğu unutup etrafı keşfe daldık hemen.
Granada'dayız
İspanyollar koyu katoliklerdir arkadaşlar. O yüzden katedralleri, kiliseleri ciddi büyüktür. Malaga'daki katedral zaten devasa bir yapıydı, Granada'daki ondan bile büyük.

Şehir merkezi de aynı şekilde daha büyük. Malaga'daki Ortaçağ kasabası gibi cazibeli şehre göre sanki daha bir meteopol Granada. Caddelerde daha çok insan, daha çok araba, mağaza, restoran görüyorsunuz.

Ancak Granada'nın görülmesi gereken tartışmasız en önemli yeri Alhambra.

Bizim Türkiyede pek bilinmez. Ben Alhambra'yı, Civilization isimli video oyununda bir dünya harikası olmasından bilirim. Oyunda, Alhambra'yı yaptığınız şehirde ürettiğiniz her asker dağlarda ve ormanlarda daha iyi savaşmaları için otomatik olarak bir kıdem alırlar. Faydalı bir dünya harikasıdır yani.

Gerçek hayatta Alhambra, bir cümleyle Arap yapımı, bir kale ve saray kompleksi. Ama devasa, büyük, geniş bir kale-saray. Bir fikir vermesi açısından binaların kapladığı alan üç aşağı, beş yukarı Topkapı sarayı kadar.
Alhambra içerideki yerleşim alanları
Alhambra, Granada sultanları Yusuf ve Muhammed tarafından 1300'lü yılların sonuna doğru yapılmış. Emevi'lerin egemenliğinin son günlerine denk gelen bu yıllarda, İspanyolların, Endülüs'ü geri alması esnasında kaçan birçok Müslüman sanatçının sığınma noktası olmuş.

Sanatsal ayrıntılarıyla içinizi baymayayım. Alhambra'nın içinde bir saray, bir kale, bir de bahçe kompleksi var. Kalenin kulelerimden Granada,nın çok güzel, panoramik bir manzarasını görmeniz mümkün. Ayrıca, kalenin hemen yakınlarındaki Fas mahallesi de bütün güzelliğiyle bu kulelerden görülebilir.

Bahçeler ise tipik İslami, ucu sivrilmiş yarım daireli çitlerle bezenmiş. Havuzları, ağaçları, çiçekleri ile bahçeler bence Alhambra'nın en görülmeye değer yeri.

Alhambra
İçerde bir de Charles'ın Sarayı isimli, geri kalan hiçbir binanın mimarisine uymayan, abuk bir bina var. Kendi başına başka bir yerde çok güzel bir bina olabilecek olsa da, Alhambra'nın içinde çok abes kalmış.

Gezmek isterseniz, aklınızda olsun. Her noktasına sadece belirli saatlerde girebiliyorsunuz. O yüzden, gezerken uzun uzun tadını çıkarabilmek için en az bir yarım gün ayırmanızı öneririm.

İşte biz bu muazzam alanı iki saatte gezdik ama canımız da çıktı. Hemen girişte oturmak için banklar ve daha da önemlisi, içmek için kahve görmüştük. Haşat bir vaziyette kahve bölümüne gittik.

Kahveler otomatik makinelerden alınıyor. Şansımıza sıra da yok. Yanyana iki makinenin birine Jelena, diğerine ben geçtik.

İspanyolcadan anladığımız kadarıyla önce para attık, sonra da kafvemizi seçmeye başladık.

Jelena bana yardım etmek için yan taraftan sesleniyordu.

"Bugiii, süt leçe demek."

"Sağol. Şeker ne demek?"

"Bilmiyorum. Sugar benzeri birşey olsa gerek."

"Azucar diyor o olabilir mi?"

"Tamam o. Sin azucar, şekersiz demek."

"Anladım. Sağol."

"Bugiii, parayı önce mi, seçtikten sonra mı atıyorsun?"

"Önce atıyorsun. Baksana, attıkça kredin artıyor."

"Espera diyor babe. Yani bekle. İngilizcedeki aspire gibi. Expectation, aspiration, beklenti."

"Esperanza zaten umut demek bugi...."

"Esperanza ediyoruz ama hala kahve yok..."

Tam bu anda arkadan biri geldi, fotoğraf malinesi, sandallarıyla bizim gibi bir turist.

"Merhaba. Size yardım edeyim." dedi İngilizce, ama gerçekten kibarca. "Bu yeşil düğmeye basmazsanız kahve gelmez."

Bastı düğmeye. Makina gur-gur etti ve foşşş diye kahveyi doldurdu.

Benim kahvem hallolunca, Jelena'nın makinesinin yanına gitti.

"Sizin kahveniz nasıl olacak?" diye sordu. Jelena, kapuçino, az şekerli falan diye siparişini verdi. Adam da uzay yolunda Mister Sulu gibi çat, çat düğmelere bastı ve gur-gur, foşşşş. Jelenanın kahvesi de geldi.

Kahveleri alıp geri döndüğümüzde anladım durunu. Biz İspanyolcanın inceliklerini tartışırken arkamıza en az elli kişi sıraya girmiş, bizim kahve almamızı bekliyorlardı.

Utandım, kafamı önüme eğip kaçtım dışarı.

Bizi şehir merkezine götürecek minibüse bindiğimizde ayaklarım artık yeter diyorlardı. Jelena benden de vahim durumdaydı. Şehir merkezinde kendimize wi-fi'ı olan bir kafe bulduk ve kendimize iki saatlik bir R&R ısmarladık.

Kafeden çıktığımızda güneş batmış, hava neredeyse kararmak üzereydi. Şehir merkezinde ızun uzun dolaşıp şehrin havasını kokladık. Her şehir hava karardığında güzeldir ancak Granada gözüme sanki daha da güzel görünmeye başlamıştı. Siesta bitmiş, restoranlar, barlar açılmış, etraf neonlar ve müzikle renklenmişti.

Tam otelimize gidecekken yol değiştirdik ve otelin yakınındaki bir bara girdik. Öyle turistik bir bardan çok yöresel bir bardı. İzlediyseniz, Cheers dizisindeki gibi, herkesin birbirini tanıdığı, işten çıkıp eve gitmeden bir tek attıkları bir bar.

Yabancı olmamıza rağmen garson kız güler bir yüzle bizi köşede minderli falan, küçük bir masaya oturttu. Jelena Sangriasını, bem de Granada şarabımı söyledik. İçkilerle birlikte geleneksel olarak ikram edilen tapaları da getirdiler.

Şansıma, ikramlardan biri, patates böreği dedikleri, patates, soğan, baharattan yapılan çok lezzetli bir tapaydı. O mükemmel şarapla nasıl zevk aldım, bir ben bilirim, bir de okuduğunuz için şimdi siz biliyorsunuz.

Karı-koca tam geyik havamızı bulmuştuk. Bir bardak şarap için girdiğimiz barda iki saat ve bir şişe şaraplık kaldık. Çok güzel bir akşam geçirdik.

Fas mahallesi
Ertesi sabah hedef Fas mahallesiydi. İslam zamanından kalma bu mahalle, beyaz evleri, dar sokaklarıyla inanılmaz cazibeli bir yerdi. Yüksek bir noktasında bir kilise, önünde de açık bir alan var. Tam karşısında da bütün azametiyle Alhambra.

İnternet'te Alhambra yazıp görsel arama yaptığınızda göreceğiniz yüz Alhambra fotoğrafının doksan'ı bu noktadan çekilmiştir, emin olabilirsiniz. Ben de üç beş fotoğrafımla bu Alhambra kirliliğine katkıda bulundum.

Fas mahallesinden şehir merkezine yaptığımız yürüyüş ise sayılı zevk aldığım yürüyüşlerden biri oldu.

Nehrin üzerindeki eski binalar
Fas mahallesinin beyaz evlerini geride bırakıp Alhambra'nın eteklerine geldik. Alhambra'yı şehirden ayıran nehirin üzerindeki eski köprüler ve etrafındaki yüzlerce yıllık binalar gerçekten görülmeye değer, eşsiz bir manzara.

Otobüs garına gelip Sevilya otobüsünün üç saat sonra kalkacağını öğrendiğimizde biraz bozulduk, ancak bu kötü sürprizi bir fırsata dönüştürdük. Otobüs garının karşısında bir Çin restoranı bulduk ve mükemmel bir öğle yemeyi yedik.

Otobüste ise bol bol uyuduk.

Bir sonraki durağımız Sevilya, Sevilya ise Andoluzya gezimizin en çok heyecanla beklediğimiz kentiydi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...