6 Mart 2014 Perşembe

Malaga

Neredeyse iki senedir Jelena Sevilya'ya gidelim diye söyleniyor, ben ise her defasında ya bir bahane, ya da biraz daha çekici bir alternatif bulup bu geziyi erteliyordum.

İyi de bir sebebim vardı.

Niye yalan söyleyeyim, İspanya'ya bir türlü içim ısınmamıştı. Daha ilk ziyaretimde para, pasaport, herşeyimi çalmışlardı ve ben de Avrupa'nın yarısını bir tane döküman olmadan araba ile geçmek zorunda kalmıştım. O zamanlar AB, Şengen, Yengen falan yoktu, yani her ülkede resmi olarak sınır, gümrük kapıları, geçiş kontrolleri, vesaire vardı.

Barselona'da karakola gidip sigorta için rapor hazırlarken, ne olduğunu anlatmaya başladım. Daha iki cümle edemeden hemen lafımı kesip elime bir form tutuşturdular. Formda matbu olarak başıma ne geldiyse yazıyordu. Sadece detaylar için nokta nokta, yer bırakmışlardı ve ben sadece onları dolduruyordum.

"Ben, ........ ..........., ............. tarihinde, saat ......'de, ................ caddesinde kırmızı ışıkta durmuştum. .... yaşlarında, ......... cinsiyetli bir kişi ön cama yaklaşıp İspanyolca bir şeyler söyledi. Ben cevap verirken arka kapının kapandığını duydum. Dönüp baktığımda arka koltuktaki ........ renkli çantanın alındığını anladım.", vesaire, vesaire....

Anlayışlı adamlar ne olsa. Bakın nasıl kolaylaştırıyorlar karakolda insanın işini? Beş dilde matbu form düzenleyeceklerine, caddede gezip bu soytarılığı durdursalar ya...

Sonrası çile tabii. Önce Türk konsolosluğu arandı. O zamanlar Barselona'da sadece fahri bir konsolos vardı. O da nasıl yardımcı olamayacağını ve gerçek bir konsolosluğa gidilmesi gerektiğini uzun uzun anlattı.

Sonraki durak İsviçre konsolosluğu oldu. Onlar da duruma üzüldüler ve İsviçre sınırında problem çıkmayacağını garanti ettiler. İsviçre sınırına kadar hangi dökümanla gideyim diye sorunca da Türk konsolosluğundan bir kağıt al, onla gidersin dediler.

İşte böyleydi ilk tanışmam İspanya ile...

Tatsız birkaç gün geçirdim Barselona'da. Ramblas caddesinde kadınların çantalarına sarılıp yürüdüklerini gördüm. İşin güzel tarafı, çalınacak birşeyi kalmamış birinin rahatlığıyla tasasız bir biçimde gezdim etrafı. Şehrin her köşesinde, yere göğe koyamadıkları o peynir isimli mimarın (Gaudi) kiliselerini, tapınaklarını, renkli kertenkele heykellerini gördüm.

Ancak, ilk intibanın tersliğinden olsa gerek, hiç mi hiç ısınamamıştım İspanyaya.

İşin ilginçi, Lozan'da tanıdığım İspanyol arkadaşlar hiç de İspanyadakiler gibi değillerdi. Tersine, hepsi çok kıyak, çok iyi insanlardı. Bazılarıyla ciddi biçimde yakın arkadaş olduk.

Birgün bir-ikisiyle alkollü bir toplantıdaydık. Samimiyet ilerleyip geyik açılınca dayanamadım, anlattım başımdan geçenleri.

Hikayenin sonunda biri "Başka ne bekliyordun? Katalon'ların hepsi öyledir." dedi. Diğeri de başıyla ilkini tasdik etti.

Ne yalan söyleyeyim, bu yeni ortaya atılan "Katalon" işini pek anlayamamıştım.

"Ne yani, Barselona'da yaşayanlar İspanyol değil mi?" diye sordum. Sorarken de "İspanyol" kelimesi için İngilizce "Spanish" kelimesini kullandım.

"Barselona'lılar 'Hispanic' olabilir ama 'Spanish' yani İspanyol değillerdir." dedi ve devam etti. "Onlara 'Katalon'dur"

Ben Katalon'ları İspanyolların belli bir bölgede yaşayan bir topluluğu olarak düşünürdüm hep. Demek İspanyanın geri kalanı, Katalon'ları, İspanyol sayılmayacak kadar uzak görüyormuş kendilerine.

İlgimi çekmişti. Biraz daha kurcalayım dedim.

"Peki siz İspanyollar niye Katalon'ları sevmiyorsunuz?"

Arkadaş ise, biraz da sinirle, "Ben İspanyol değilim." dedi.

İş karışıyordu.

"Peki sen nesin o zaman?" diye sordum.

"Ben Bask'ım." dedi.

Bask'lıları tabii ki biliyordum. Demek Bask'lılar da İspanyol sayılmıyormuş.

Bu aşamada artık kalan arkadaşa sazanlayıp İspanyol demeden önce sordum.

"Sen nerelisin?"

"Andaluzya'lıyım." dedi.

İlk defa duymuştum Andaluzya'yı. O da anladı bilmediğimi, "Sevilya'danım." diyerek ipucu ile karışık, ufak çaplı bir İspanya coğrafyası dersi verdi.

Ancak gecenin sonunda kelime hazineme ve akıl atlasıma 'Andaluzya' yı eklemiştim. Unutmadan, Sevilya da Andaluzya'daydı...

"Demek İspanya'da yaşayan guruplar kendilerini İspanyol saymıyormuş. Çok ilginç." dedim. Onlar da bana gülerek "Yok, biz hepimiz İspanyoluz ama hiçbirimiz İspanyol sayılmayız." şeklinde kriptik bir cevap verdi.

Üstelemedim.

İlerleyen yıllarda çok iyi bir iki Katalon arkadaşım da oldu. Onlar da İspanya'nın diğer bölgeleri için aynı "sevimli" duyguları besliyorlardı.

Siz yine bu yazdıklarıma bakıp, İspanyanın farklı bölgelerinden gelen insanların öyle birbirlerinin gırtlaklarına sarıldıklarını düşünmeyin. Yüzyılların kavgasından ders almış, birbirleriyle bir arada yaşamayı öğrenmişler. Darısı tabii ki bizim başımıza. Ancak aralarında tatlı-sert bir rekabet yok da değil. Kolay mı? On yedi tane otonom devletçik var İspanya'da. Sıkıysa yaşamasınlar bir arada...

İspanya ve İspanyollar işte böyle ilginçler.

Barselona maceramdan sonra çok uzun bir süre gitmedim İspanya'ya, taa ki Jelena'yla bir yıldönümümüzü Madrid'de geçirme kararımıza kadar. Madrid çok fena sayılmazdı. Sonrasında, biraz da Madrid'den cesaret de alarak, Barselona yakınlarında üç-beş seksi tatil kasabasını gezdiğimiz bir seyahatimiz daha oldu. Ancak hepsi o kadardı.

İspanya'nın dünyaca ünlü kentleri iki saatlik uzaklıktayken hiçbirine gitmemiştik. Ne Sevilya, ne Valensiya, ne İbiza, ne Majorka, ne Malaga, ne de Granada. Sanki İspanya Avusturalya'da bir ülkeydi...

Bu meşhur yerlerin ismini kitaplarda, filimlerde, haberlerde duymasıysanız bile, en azından La Liga'daki futbol takımlarından bilirsiniz. Örneğin çocukluğumda okuduğum bir casus romanı İbiza'da geçmekteydi. Küçük aklımla çok merak etmiştim bu adayı. Majorka ise gençliğimin hızlı bir disko şarkısının temasıydı.

Ancak o ilk deneyimin travması hala İspanya gezilerini ötelememe neden oluyordu.

Benim ötelemelerime artık dayanamayan Jelena, bu sene artık Sevilya'ya gidelim mi diye sormadı bile. Sadece beni karardan haberdar etti.

"Bu sene doğum günümü Sevilya'da geçiriyoruz Bugi."

Şimdi gel de bir bahane bul...

"İsteklerin benim için emir sayılır karıcım. Sevilya, bekle bizi, geliyoruz!"

"Sadece Sevilya değil, Malaga ve Granada da var programda, Sıkı bir Andaluzya gezisi olacak."

Jelena böyle 'Andaluzya' gibi bildiğim kelimeleri kullanınca çok hoşuma gidiyor. Bu arada Malaga ve Granada da Andaluzya'daymış, onu da öğrenmiş oldum. Ama bozuntuya vermedim, "Ben de Andaluzya'yı merak eder dururdum, iyi bile oldu sadece Sevilya'ya gitmeyeceğimiz." falan diye geveledim.

"Eee, tabii ki anlıyorum merakını." dedi.

Haydaaa...

"Niye merakımı anlıyorsun?" diye sordum.

"Eee, Müslümanlar falan, merak edersin tabii." dedi.

Kafamdaki minik mikro işlemci turbo mod'da çalışmaya başladı, yine kafamdaki hard disk döndü, döndü, 'Andaluzya', 'İspanya', 'Müslüman' sözcüklerini gugılladı.

Evraka!

Bu Andaluzya bizim Endülüs değil miymiş? Hani tarihte Endülüs Emevileri, Endülüs Abbasları falan vardı ya, işte bu bölge!

Müslümanlar 700'lü yıllardan 1500'lü yıllara kadar, şu yada bu şekilde, bu bölgede bulunmuşlar.

Az buz zaman değil bu arkadaşlar. Üç aşağı, beş yukarı, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşundan yıkılışına kadar ki süreden uzun, ya da tüm cumhuriyet tarihinin sekiz katından fazla.

İslam'ın doğuşundan sonra Araplar tüm kuzey Afrikayı ele geçirip, Cebeli Tarık'dan Endülüs'e geçmişler. Bu bölgeyi de ele geçirdikten sonra, karşılarında direnen bir güç yada coğrafi bir engel bulunmadığı halde, anlaşılmaz bir nedenden ötürü ilerlemelerini durdurmuşlar.

Andaluzya yani Endülüs aslında coğrafik olarak bütün İberya yarımadasının ismi. Ancak doğal olarak Emeviler, işgalin başladığı güney bölgelerinde yoğunlaştıkları için bu günün Andaluzya'sı daha ziyade Güney İspanya'nın ismi olmuş.

Bu uzun süreli Müslüman varlığı, Hristyan nüfus için oldukça travmatik olmuş tabii. Bazı kaynaklar, İspanyolların ve Portekizlilerin dinlerine koyu bağlılıklarını bu İslami işgale bağlamakta.

Doğal olarak bu kadar uzun bir süre yerleşik kalınca, Müslümanlar da arkalarında bir çok eser bırakmışlar. Bu yüzden Andaluzya bölgesindeki hemen her kentte, o dönemden bir iz bulmak mümkün.

Biletleri aldığımız gün ile gezinin arasında dört ay kadar bir zaman olduğu için bol bol okuma fırsatım oldu. Bahaneyle de Arap tarihi öğrenmiş oldum. Fotoğraf makinesinin yağını suyunu tamamladım, köpeği köpek pansiyonuna bıraktık ve rotamızı ilk olarak Malaga kentine çevirdik.

Malaga havaalanına indiğimizde, karımın yavaş yavaş bir İsviçreliye dönüştüğünü farkettim. Hem elindeki kağıtta, hem de iPhone'unda hava alanından otele hangi otobüsle gidileceği, kaç durak sonra inileceği, indikten sonra hangi tarafa ne kadar yürüyeceği falan yazılıydı.

Bu söylediklerim, İsviçreliliğe dönüşümü tam garantilemese de sağlam birer işarettir. Ancak size biraz sonra anlatacağım son hareket, olayı tartışmasız kesinliğe kavuşturdu.

Jelena, otobüste bilet almak için gerekli bozuk parayı tam olarak, her ikimiz için de ayrı ayrı hazırlamıştı!

Jelena Malaga merkezinde
Otobüs bizi kentin merkezinde bıraktı. Malaga zaten küçük bir kent, ve merkezi de aynı oranda küçük, ancak daha ilk bakışta söyleyebilirdim ki, kentin bir ruhu vardı.

Kentin merkezinde bir tepe, tepenin üzerinde bir Kazba, yani Arap kalesi, kalenin eteklerinde ise antik bir Roma tiyatrosu. Tüm bunların çevresinde ise hayal gücünüzü oldukça zorlayıp düşleyebileceğiniz cazibeleriyle tarihi sokaklar ve yapılar.

Kent merkezinin hemen yakınında kırmızı ve beyaz renkli duvarlarıyla bir boğa güreşi ringini, yani arenasını görüyorsunuz.

Aksi yöne doğru bir kaç yüz metre ise sizi yine tarih kokan bir meydana çıkarıyor.

Bu meydanın köşesindeki eski ve yüksek bir sarı binanın birinci katı ise dünyaca ünlü ressam Pablo Picasso'nun doğduğu ev. Picasso çocukluğunun bir bölümünü de bu evde geçirmiş.

Hernedense çok etkilenirim böyle tarihi şahısların yaşadıkları yerlerden. Onların doğduğu, zamanlarını geçirdiği bu özel mekanlar bence bizi bu özel insanları anlamaya bir adım daha yaklaştırır.

Benzer duyguları Kristof Kolomb'un, Mozart'ın, Salvador Dali'nin, Rembrantd'ın doğdukları yada yaşadıkları yerleri gezerken de yaşadım.

Size saçma gelecektir ancak bu kişilerin yaşamları, eserlerinden daha çok ilgimi çeker. Zaten ne Picasso'nun resimlerini, ne Mozart'ın müziğini anlayacak sanatsal birikime sahibim. Hatta bir müzeyi gezdiğim nadir zamanlarda bile onuncu tablodan sonra sıkıntı basar.

Ancak bu insanların doğduğu odayı görmek, oynadığı bahçede yürümek, kullandığı eşyalara bakmak çok büyük bir haz verir bana.

İşte bu yüzden Malaga'da ilk işimiz Picasso'nun evini görmek için bilet almak oldu.

Bilet kombine bir biletmiş. Hem Picasso'nun evini, hem de Picasso vakfında bilmem kimin resim sergisini gezebiliyormuşuz. Ben bir an acaba evine ek olarak bir de Picasso müzesinin biletini mi aldık diye korktum ama neyse ki değilmiş. Sergi, Felipe Cayento Lopez Martinez Gonzales falan gibi kontenprer bir ressamınmış.

Salonun bir ucundan girip diğer ucundan çıkmam otuz saniyeden daha az sürdü. Ne mutlu ki karım da benle aynı kafadadır bu sanat müzeleri konusunda. Onun sergiyi bitirmesi biraz daha uzun zaman aldı, ancak sadece benim daha hızlı olmamdan dolayı, yoksa onun resimlerle daha çok ilgilenmesinden değil.

Bu konuda rekorum Louvre müzesindedir. Gezdiyseniz bilirsiniz, hakkıyla her yerini dolaşmak iki hafta alır. Benimkisi ise sadece bir saat civarı sürdü.

Tek bir hedefim vardı, Mona Lisa'yı görmek. Yıl 1997 falan, gençim yani, tazı gibi koşabiliyorum.

Biletimi kapıp başladım koşmaya. Louvre muazzam büyük bir kompleks. Kapısından ik sergi alanına gitmek için dekatlon yapmanız gerekiyor.

Ben hem koşuyorum, hem de salonlardaki kalabalıktan Mona Lisa'nın orada olup olmadığını anlamaya çalışıyorum. Bu koşma esnasında, arkamda bir süredir aynı sesleri duyduğumu farkettim. İki Amerikalı kız beni takip ediyor.

Amerikalıları böyle ortamlarda rahatlıkla duyarsınız arkadaşlar. Herkesin fısıldadığı yerlerde avazları çıktığı kadar bağırır gibi konuşurlar.

Neyse, üç beş salondan sonra kalabalıktan taşmış bir salona daldık. Mona Lisa'nın burada olduğuna emindim ama kalabalıktan görmek neredeyse imkansızdı. Biraz gençliği, biraz Türklüğü kullanarak, ite kaka kalabalığı yardım.

Duvara ulaştığımda el kadar tabloyu görünce gözlerime inanamamıştım. Mona Lisa, o zamana kadar koca kallavi bir tabloydu hayalimde. Gerçeğini görünce allahtan biri göremeyip kazayla üzerine basmamış diye düşünmüştüm.

Bu arada da Mona Lisa'yı bulduğum için, beni takip eden Amerikalı kızlardan da geçer not almıştım. Ben müzeden çıkmak için koşmaya başlayınca bunlar yine beni takibe başladılar. Kim bilirdi değil mi, ya başka önemli bir sanat eserini arıyorsam? Mesela Mikelanj'ın David'ine gidiyor olabilirdim. David, hattızatında Floransa'da olsa da, ha Paris, ha Floransa, sonunda Amerikalılara hepsi Avrupa

Neyse, son kapı yangın merdiveni ile temizlik malzemelerinin saklandığı bir aralığa açılınca üçümüz de kendimizi bu rahatsız konumda bulduk. Beni takip ettikleri artık alenen ortadaydı, çünkü bizden başka kimse yoktu bu acayip bölgede. Utandılar, kendi aralarında konuşarak kapıyı açıp yine müze bölgesine döndüler.

Böyle işte. Malaga'ya dönersek, Sançez Rodrigez'in sergisinin bulunduğu binadan çıktık ve bir iki blok ötedeki Picasso'nun evine yöneldik.

Girişte bileti alan adama fotoğraf çekebilir miyim diye sordum, o da bana "Yes" dedi. Nasıl sevindim... Sonra biraz daha üsteledim.

"Peki, flaş?"

"No flaş! No flaş!"

Tamam abi kızma, kullanmayız flaşı. Hemen içeri girdim.

Duvarda asılı bir resim gördüm ve sadece ışığı denemek için makineyi kaldırıp bir okuma aldım. Aney! Az önce ki adam şahin gibi atladı üzerime.

"No foto! No foto!"

Lan sen az önce bana fotoğraf çek ama flaş kullanma demedin mi?

Saf saf "Flaş yok baba, düz çekiyorum..." falan diyorum ama sanki eşşoğlueşşeğin kızını kaçırıyorum. Yırtıyor kıçını "No foto" diye...

Makineyi indirdim ama itoğluit beni on beş santim arayla takip etmeye başladı. Şüpheliyiz ya artık...

Hadi dedim, daha ilk günden tadımız kaçmasın, yeniden Picasso'nun evine konsantre olmaya çalıştım. Ama Franco hala peşimde...

Ben evin hangi odasında olduğumu anlamak için bakınırken gözüm Jelena'ya takıldı. Gülüyordu, "Burası Picasso'nun evi değil, başka bir sergi. Ev üst katta." dedi.

Bir sergi daha kaldıracak durumda değildim. Hemen merdivenlerden üst kata çıktım. Casa Picasso gibi bir yazıyı görünce rahatladım. Malum casa, ev demek.

Picasso'nun evi
Ancak içerisi evden ziyade bir pavyonu andırıyordu. Cart renkli duvarlar, karanlık bir ambiyans ve sözde sanatsal ışıklandırmalar vardı. Ancak en can sıkıcısı, yine duvarlarda tablolar, resimler, vesaire.

Hevesim orada kaçtı. Bu evin dizaynı ne yazık ki sanat tarihçilerine verilmişti. Onlar da evi, akıllarınca Picasso'nun sanatına uygun bir mabede, daha doğru bir deyişle kübik bir gece kulübüne çevirmişlerdi.

Halbuki bu eve gelen ziyaretçiler Picasso'nun evini, yani yaşamının o özel kesitini görmeye gelmişlerdi. Picasso'nun sanatını görmek isteyen biri Picasso'nun evi yerine, yüz metre ilerisindeki Picasso müzesine gidip, istediği kadar tabloları izleyebilirdi.

Bir sonraki odaya girerken gözüm kapının üzerindeki tabelaya takıldı. "Malaga Odası". Bir sonraki oda ise "Dünya Odası" idi.

Yine sanatsal zırva tabii, gerçek hayatla hiçbir ilgisi yok. Sanki Picasso'nun anası babasına her gün "Hayatım, haydi Malaga odasına gel, yemek hazır.", adam da ona "Hemen geliyorum hayatım, Dünya odasındaki ampulü değiştiriyorum, beş dakika." diyordu.

Yine sanat tarihçilerin işi sizin anlayacağınız.

Kör karanlıkta, çerçeveli, paspartulu açıklamaları okumaya çalıştım ama nafile. Sanat olsun diye koca kağıdın ortasına minicik minicik yazmışlar. Cep telefonuyla zumlasam bu sefer de Franco, fotoğraf çekiyorsun diye atacak dışarı.

Lanet olsun dedim, etrafa biraz daha bakıp çıktım dışarı.

Biraz fazlaca sanatsal da olsa, Picasso'nun doğup büyüdüğü evde bulunmuştum işte.

Yine de düşünmeden edemedim. Bu özel mekanı resim sergisi yerine Picasso'nun doğumu ve çocukluğunu anlatan, ziyaretçilere yaşatan bir yer yapsalar ne iyi olacakmış.

Bu kendi keyiflerine göre değil de ziyaretçileri düşünerek bir mekanı düzenleme işinin piri Amerikalılardır arkadaşlar. İki yüzyıllık bir binayı size tarih diye pazarlarlar, her metrekaresinin hikayesini anlatırlar, filimlerle, şovlarla süsleyip size bir de tişört satıp yollarlar. Çıktığınızda mutlu olursunuz yani.

New York'da bir taksiyle hava alanına gidiyorum, taksici de Ermeni. Hala hatırlıyorum söylediklerini:

"Bunlar Ellis adasına 'tarih' diye gemi, gemi adam taşıyorlar. Benim babamın Erivan'daki oturduğu ev bile bu adadan eski."

Picasso'nun evinin ardından, Malaga'da ayaklarımız bizi yeniden ana caddeye geri götürdü. Kalenin eteklerindeki o güzelim parkın içinden yürüdük. Birileri sanki eline cetveli alıp çizmiş o çitleri. Kaleyle parkın arasında ise ekvatordan kalma palmiyeler, portakal ağaçları.

İki yüz metrelik bir yürüyüş bizi bir sonraki durağımıza götürdü. Bu ne eski bir Arap kazbası, ne Picasso gibi tarihi bir şahsiyetin doğduğu evdi. Bence çok daha önemli, çok daha zevkli bir yerdi.

Taco Bell.

Bilmeyenleriniz için, Taco Bell bir Amerikan fast food restoran zinciri. Amerikadaki yemeklerin kalitesini de göz önüne alarak, Amerikalıların bile kalitesiz bulduğu bir restoran. Anlayın yani.

Taco başta olmak üzere Meksika yemekleri sunuyor. Soft yani yumuşak taco, lavaş kılıklı, ancak mısır unundan yapılmış tortilla (tortiya okunuyor) içine kıyma, dünyanın en tatsız peyniri olan boyama çedar, marul ve meksika sosundan oluşuyor. Hard yani sert taco ise tortilla yerine sert mısır cipsi kıvamında yarım ay şeklinde, ancak mısır cipslerinden çok daha büyük bir sandviç, içeriği ise soft tacoyla aynı.

Bu yalancı Meksika yemeklerine Tex-Mex derler. Yani Texan (Teksasdan) ve Mexican (Meksikadan). Duyan Amerika ve Meksika mutfağından bir füzyon zannedecek.

Bu Tex-Mex mutfağının tanımlamasında iki büyük hata vardır. Bir, Meksika mutfağıyla füzyonlanacak yani birleşecek geleneksel anlamda bir Amerikan mutfağı yoktur, ve iki, eğer bir Teksas mutfağı olsaydı bile bu bir Amerika değil yine Meksika mutfağı olacaktı.

Çünkü Teksas aslen Amerika'nın değil, öz be öz Meksika'nın bir parçasıdır.

Amerikalılar Teksas devrimi deseler de daha ziyade Teksas işgali olan bir eylemin sonunda, Teksas Meksika'dan koparılıp ABD'ye bağlanmıştır. İşsiz güçsüz göçmenler Teksas'a yerleşmiş, sayıları büyüyünce de Meksikalılara baş kaldırmışlardır.

Alamo kuşatmasını ve Davy Crockett öyküsünü hatırlayın. Kahraman Amerikalılar, başka bir deyişle kanun kaçakları ve işsiz güçsüz bir güruh, ülkelerinin işgalini engellemeye çalışan Meksika ordusu tarafından Alamo kalesinde kıstırılır. Yardım istekleri kasten Amerikan ordusu tarafından dikkate alınmaz ve Santa Anna adlı Meksikalı bir general bunları bir kuşatma sonucunda ortadan kaldırır.

Eski bir senatör olan Davy Crockett, rivayete göre artık tüfeğini dolduramayacak kadar sıkışır ve tüfeğini namlusundan tutup kabzasıyla Meksikalı askerlere karşı kendisini savunurken öldürülür. Hatta cesedini bulduklarında, etrafında bıçağıyla öldürdüğü on küsür Meksikalı askerlerin cesetleri yayılmıştır, vesaire, vesaire.

Yine Davy Crockett'in aslen tüfeğinin kabzasıyla Meksikalıları döverken değil de teslim olduktan sonra Santa Ana'nın emriyle kılıçtan geçirildiğine dair kayıtlar olsa da bunlar doğru kabul edilmez. Çünkü Davy Crockett bir kahramandır ve kahramanlar da öyle teslim falan olmaz.

Gözünü sevdiğimin Amerikası.

Sen git, adamın ana yurduna yerleş, sonra dağdan gelip bağdakini kovma hesabına adamın topraklarını elinden al, buna bir de devrim de, vatanını koruyor diye adamı hain ilan et, hıyar gibi kıstırılıp ölen kanun kaçaklarını da ulusal kahraman yap.

Only in America, yani sadece Amerikada olur bunlar

Bunların hiçbiri koymuyor da güzelim Taco'ya Tex-Mex diye Amerikan yemeği muamelesi yapmıyorlar mı, işte bu kadarı fazla geliyor. Portakal, orda kal yani...

Amerikalılar kalitesiz fast-food muamelesi yapsalar da ben deli oluyorum Taco Bell'e. 1990'lı yıllarda amerikadaki ilk günlerimde manyak olmuştum, her gün on taco yiyiyordum.

2000 civarlarında Manhattan'da Taco Bell bulmak biraz zorlaşmıştı. Geçmiş zaman, Broadway'in üzerinde, Midtown civarlarında bir tane bulmuş, etrafımdakileri utandıracak miktarda taco yemiştim. Yine aynı günlerde Stamford civarlarında bir Taco Bell'e daha götürmüştü arkadaşlar.

2007 yılında balayımızda Jelena'yla önce Manhattan'da arandık, bir tane Taco Bell bulamadık. Los Angeles'a geçtik, yine etrafta izi bile kalmamış. Sonrasında bir araba kiralayıp Las Vegas'a doğru yola koyulduk.

Los Angeles'den Las Vegas'a gitmek için bütün Mojave (Mohavi okunur) çölünü geçmeniz gerekir. İşte Tam çölün başında, Red Kit maceralarında olduğu gibi bir Last Chance Town, yani Son Şans Kasabasında bir Taco Bell bulduk.

Arkadaşlar, ister inanın ister inanmayın, yirmi kadar tacoyu bir torba içinde şoför ve yolcu koltuğunun arasına koyduk. Jelena ilk tacosunu bitirdiğinde ben beşinci tacomu yiyiyordum.

Malaga Taco Bell
İşte bu tacolar Malaga'ya gelene kadar yediğim son tacolardı. Kaderin işine bakın ki, yedi sene sonra, hem de Avrupa'da bir Taco Bell bulmuştuk.

Buradan sonrasını ne siz sorun, ne ben söyleyeyim. Malaga'da geçirdiğimiz yirmi dört saat boyunca başka hiçbir şey yemedim. Bunda İspanyol mutfağının payı da yok değil arkadaşlar.

İspanya cennet gibi bir ülke olsa da yemek bakımından pek öyle başarılı bir yer sayılmaz. Andaluzya da bu iddiamı doğruluyor. Deniz mahsulü seviyorsanız biraz idare edebilirsiniz ama benim gibi deniz mahsulü özürlü biri için işler bayağı zor.

Malaga merkezi
İspanyolların yere göğe koyamadıkları tapa'lar aslında az gelişmiş mezeler. Bizim meze arabasını bir tatsınlar, bir daha tapa yemezler. Paella yani falanfilanlı pilav gibi yine iddialı yemekleri ise bana sorarsanız hep sınıfta kalır.

Belki de bundan, Avrupada en çok dönerci gördüğüm yer Andaluzya idi. Adım başı dönerci, yarısını da Türkler değil, İspanyollar yada Hintliler işletiyor.

Taco Bell'deki pit stop sonrası, güneşin batımını yakalamak için kaleye çıkan rampayı tırmanmaya başladık. Önümüzde de el-ele iki top. Hala alışamadım, tuhaf geliyor ama kendileri bilir dedim, başka tarafa bakmaya çalıştım.

Güneşi kalede batırdık
Bu dik yokuşu çıkmak gerçekten tepedeki manzaraya değiyor arkadaşlar. Hem kale güzel, hem de kaleden gördükleriniz. Tüm liman, deniz feneri, arena ve antik şehir merkezi ayaklarınızın altında. Yolunuz düşerse üşenmeyin, çıkın mutlaka.

Güneşi batırıp yeniden aşağı, merkeze indik. Devasa katedralin etrafında kendimize bir bar bulduk ve yorgunluk çıkardık.

Malaga'nın yemeklerine az önce laf attım ancak şarapları için söylenecek tek şey tek kelimeyle mükemmel oldukları. Son günlerde İspanyol şaraplarına ilgim arttı. Bazıları en az Fransız şarapları kadar güzeller. İşte Malaga şarapları bu güzelin de güzeli, krem dö la krem yani.

Boğa güreşi arenası
Sonrası ise otelde uyku, sabah otelin yakınında bir barda sadece kahve, kızarmış ekmek ve peynirden oluşma basit ama lezzetli bir kahvaltı, katedral ve çevresini gün ışığında bir daha dolaşma ve Jelena'nın detaylı seyahat planının madde madde takibi ile otobüs terminaline varış.

Andaluzya'da gezmenin en kısa ve kolay yöntemi otobüs. Biz de Malaga'ya veda ettikten somra kendimizi ilk Granada otobüsüne attık ve yola koyulduk.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...