15 Aralık 2013 Pazar

ABBA

Waterloo'yla ilk ne zaman dinledim bilmiyorum. Geçmiş zaman. Bir de Alzhaymırz eklenince hatırlamak iyice zorlaşıyor.

Waterloo'nun melodisi kafamda kazılı olmasına rağmen, o zamanki yaşıma göre uzun sayılabilecek bir süre kimin söylediğini bilmeden dinledim.

İşte bu yüzden ABBA ile ilk tanışıklığımı Waterloo yerine SOS ile başlatırım kayıtlarımda. Çünkü SOS'i kim çalıyor, kim söylüyor, çok iyi biliyordum.

On yaşımın saflığıyla aklıma kazınmış, o zamana kadar gördüğüm en güzel yüz ve iki ön dişimin arasındaki o mistik aralık.

Mutlaka böyle bir kadınla evleneceğim demiştim kendi kendime. Ne mutlu ki çok daha güzel bir kadınla evliyim şu anda (Neyse, bu son manevrayla iyi kurtardık, çünkü konuştukça batıyordum).

Eminim ki, benimle birlikte Türkiye'de büyüyen artı-eksi beş yaş, tüm akranlarım ABBA'yı aşağıdakine benzer duygularla hatırlıyordur.

İki Viking güzeli ve diğer iki abbas...

Bu kuartet, Amerika'nın tekelindeki müziği, biz de varız deyip değiştirmiş, aradan geçen yıllara rağmen hala zevkle dinlenilen, ikonik bir gurup olarak kendilerini bize sevdirmişlerdi.

Waterloo, SOS, Ring Ring, Bang a Boomerang, Money, Money, Money, Summer Night City, Gimme, Gimme, Gimme, Eagle, Dancing Queen, So Long, Does Your Mother Know, The Winner Takes It All, Fernando, The Day Before You Came....

Daha sayayım mı? Hatırlamayanız yoktur bu şarkıları. İsimlerini unutmuş bile olsanız, ilk birkaç notasını duyunca "Bilmez miyim yaw? Tabii ki biliyorum bunu..." diyeceksinizdir.

Yine ben çocukken, ABBA ile bağlantılı, sonu gelmeyen bir tartışma vardı aramızda.

ABBA kızlarının hangisi daha güzel? Esmeri mi Sarışını mı? şeklinde (Bu arada esmer aslında tam esmer değil, kızıl saçlı, tarihsel doğruluk prensipleri açısından bir kere olsun yazalım, ve geyiğimize devam edelim).

Sonradan büyük bir mutlulukla öğrendim ki bu tartışma sadece biz Türk abbaslarına mahsus değilmiş. ABBA'nın sevildiği her ülkede benzer bir tartışma süregelmiş.

Hatta ABBA'nın kendi içinde bile.

Geçenlerde bir belgeselde, ABBA'nın esmeri dobra dobra ifşa etti.

"Evet, aramızda bir rekabet vardı."

Bu rekabetin sonucu yada kazananın kim olduğu tamamen akademik. Her iki hatun da güzel mi güzel. Artık aşmışlar olağan "Güzel mi?" kriterlerini. "Hangisi daha güzel?" sorusunun cevabı sadece cevaplayanın tercihlerini gösteriyor, yoksa birinin daha güzel olduğunu değil.

Hattızaatında, bendeniz bile hayatımın değişik dönemlerinde esmerin yada sarışının daha güzel olduğunu düşünmüşümdür. Ancak final ve ağırlıklı favorim, hem sesiyle, hem de yüzüyle sarışından yanadır.

Ne zaman tereddütte kalsam, aklıma çocukken izlediğim o klipdeki sahne gelir.

"I really tried to make it out, I wish I understood...."

Eriyip gider rekabet kafamın içinde ve o sarı saçlar, bir de iki ön dişinin aralığı kalır aklımda. Sonra hemen kesinleşmiş oyumu kullanırım.

"Sarışın!"

Bunu da her delikanlı, karısından korkmayan erkek gibi açıkça söylerim!

Yiyiyorsa siz de söyleyin fikrimizi.

Ayrıca karımın bu yazıyı okuyacak kadar Türkçe bilmemesinin, bu kadar rahat atıp tutmamla da en ufak bir bağlantısı yok, bu da böyle biline

(Bu arada olur da aranızdan biri Jelena'yla birlikte okuyorsa bu yazdıklarımı, pek öyle çevirmenize de gerek yok diyelim)

Şöyle bir geri dönüp yazıyı okuyunca farkettim. Resmen ayılık etmişim.

"Sarışın mı, esmer mi?"

Sanki birer isimleri yok bu iki hatunun...

Özür dileyerek size tanıtalım.

Sarışının...

Yine başladık. İslah olmayacağım. Özürlerimle.

Sarı saçlı bayanın adı Agnetha Fältskog. Türkçemizde "Anyeta" şeklinde okunuyor. Esmer bayanın uzun adı ise Anni-Frid Lyngstad. Bu arkadaşın "Prenses" falan gibi bir iki ünvanı daha var ancak onlara daha sonra geleceğiz. Şimdilik ona herkesin kullandığı kısa adıyla Frida diyelim. Gurubun diğer iki erkek üyesinin adları da şöyle. Gitar çalan, sarı uzun saçlı arkadaşın ismi Björn Ulvæu, yada Türkçe söylemiyle "Biyorn", piyano çalan hafif biraz daha esmerce ve sakallı olanının ismi ise Benny Andersson, yani "Beni".

Zaten bilmeyeniniz varsa, ABBA, bu sanatçılarımın isimlerinin baş harflerinden oluşmuş bir sözcük (Agnetha + Benny + Björn + Anni-Frid).

ABBA İsveçli bir gurup. Benny ve Björn ise neredeyse ABBA şarkılarının tümnü yazan gerçek birer müzisyen. İsveç'den çıktımı tam çıkıyor böyleleri. Alın Roxette"in Per Gessle'sini, yada daha da iyisi Yngwie (doğru haliyle Yngve) Malmsteen'i (İngvi Molmstin okunur). Bu adamların suyunu sıkın, müzik damlar.

Kızlara dönersek, tamam, güzeller, müzeller ama bir sesleri var ki, önlerinde şapkanızı çıkarın ve bir daha da giymeyin.

Yiyiyorsa Dancing Queen'i bir karaoke ile söylemeyi deneyin bakalım. "And when you get the chance..." 'den alın, "You can dance, you can jive..." 'a getirin, sonra da "See that girl, watch that scene, diggin' the dancing queen..." 'de bırakın.

Ayrı ayrı bir Alto, bir Soprano, iyisinden de iki oktav ses ister walla!

Gurup üyelerinin başka bir enteresanlığı da ABBA'nın tepeleri vurduğu zamanlarında erkeklerin kızlarla evli olmaları. Evet, uzunca bir süre Agnetha, Björn ile, Frida da Benny ile evliydiler. Sonradan her iki çift de boşandılar.

Gerçekten ilginç geçmişleri var gurup üyelerinin.

Agnetha 1950 yılında İsveç'de, Jönköping, Småland'da doğmuş. İlk şarkısını altı yaşında yazmış, sekiz yaşında piyano çalmayı öğrenmiş, on beş yaşında da okulu bırakıp hayata atılmış.

1970 yılına kadar değişik müzik işleriyle uğraşmış, sonrasında Björn ile beraberlikleri başlamış, sonrasında evlenmişler. Bu evlilikten iki çocukları var. 1980'de boşanmışlar, ancak ABBA bu ve diğer çiftin boşanmasıyla dağılmamış, biraz daha beraber müzik yapmaya devam etmişler.

ABBA sonrası solo çalışmaları devam etmiş Agnetha'nın. Bu arada bir doktorla, bir iki sene süren bir evlilik denemiş. Sonrasında bir Hollandalı ile beraberlikleri olmuş. Adama "Sen git artık..." deyince bu kez adam bunu tacize başlamış ve mahkeme kararı ile İsveçten atmışlar. Kararın süresi dolunca rivayete göre bu hollandalı arkadaş Agnetha'nın evinin etrafında görülmeye devam etmiş.

Karekter olarak fazlasıyla utangaç ve içine kapalı biriymiş Agnetha, o yüzden pek ortalıkta görünmemiş. Agnetha hala müzikle uğraşıyor ve yaşına rağmen güzelliği ve çekiciliği yerli yerinde duruyor.

Frida'nın hikayesi ise bence en renklisi.

Frida, ABBA'nın İsveç kökenli olmayan tek üyesi. 1945'de Norveç'de, Bjørkåsen, Ballangen'de doğmuş. Frida için İsveç kökenli sayılmaz dememin sebebi Norveç'li olması değil. Norveçlilerle İsveçlilerin arasındaki fark akademik, yani Ankara ve İstanbulluların arasındaki farktan daha az belirgin bence.

Frida'yı biraz daha farklı yapan babasının Alman olması. İkinci dünya savaşı esnasında Norveç'i işgal eden Alman ordusunda askermiş baba. Frida bu ilişkiden doğmuş. Alman ordusu çekilince baba da Almanya'ya dönmüş.

Savaşın sonunda ise işgalci Almanlarla ilişkiye giren Norveçli kadınlar pek de makbul sayılmamaya başlanmışlar. Bu konuda aslında çok ilginç hikayeler dinledim arkadaşlar. İskandinavya'da, Hollanda'da, Belçika'da birçok kadın Almanlarla işbirliği yaptılar diye kafaları kazınmış, sürülmüş, dövülmüş, hatta vurulmuş. Bazı durumlarda çocukları ellerinden alınmış. Tatsız konular yani.

Neyse, işte bu yüzden Frida'nın anne annesi onu alıp İsveçe göçmüş.

Frida uzun bir süre babasının geri çekilme esnasında Almanya yolunda gemisinin batıp öldüğüne inanmış.

Yıllar sonra ünlenmesiyle birlikte hayat hikayesini Almanya'da yayınlanam bir dergiye anlatırken babasının adını da söylemiş. Bu dergiyi okuyan Alman babanın diğer evliliğinden olan oğlu, dergiyi kapıp babasının yanına gitmiş ve ona savaş sırasında Norveç'de, Frida'nın köyünde olup olmadığını sormuş. Öldü sanılan baba da "He, o benim!" deyince iş ortaya çıkmış, baba-kız 1977 yılında ilk defa Stokholm'de bir araya gelmişler.

Hayat işte...

Frida, şarkı söylemeye onüç yaşında başlamış, 1967 yılında da İsveç'de bir yetenek yarışmasında birinci olmuş.

Onyedi yaşında da ilk evliliğini yapmış. Bu evlilik yedi sene sürmüş ve iki de cocuğu olmuş. Çocuklardan daha genç olanını 1998 yılında bir araba kazası sonunda kaybetmiş.

Müzik hayatı sürerken Benny ile nişanlanmış, sonrasında ABBA günleri ile birlikte evlilik gelmiş. Benny ile Frida, Agnetha ve Björn'den hemen sonra boşanmışlar.

Frida, ABBA dağıldıktan sonra solo çalışmalarını sürdürmüş, bu arada da İsveç'den ingiltereye taşınmış. 1986'da ise erkek arkadaşı Prens Heinrich Ruzzo Reuss'un yanında, İsviçre'nin Fribourg kentindeki aile şatosunda yaşamaya başlamış.

Hattızatında, bu şato, Jelena ile benim "aile şatomuza" yarım saatten az bir uzaklıkta olup bizi Frida'nın teorik olarak eski komşusu yapar, kayıtlara düşelim.

Frida, 1992 yılında bu prensle evlenmiş ve prenses ünvanını almış. Kocası ise sonrasında, 1999 yılında kanserden ölmüş.

Frida, şu anda İsviçre'nin Zermatt kazasında yaşamaktadır. Zermatt da bize iki saat mesafede olup, bizi yine Frida'nın uzaktan komşusu yapar.

Kader bizi defalarca boşu boşuna bu kadar yakınlaştırmadı tabii. Bir gün kapısını çalıp "Merhaba komşu!" diyeceğim

Björn abiye gelirsek, 1945 yılında İsveç'de, Gothenburg kentinde doğmuş. İşletme ve hukuk eğitimi almış. 1966 yılında Benny ile tanışıp şarkı yazmaya başlamışlar. Björn'un bundan sonraki tüm hayatı müzik olmuş. Agnetha ile tanışmalarını, ABBA günlerini ve boşanmalarını biliyorsunuz zaten.

ABBA sonrası ise Björn bir süre Benny ile çalışmaya devam etmiş. Bir ara bilgisayar işine bulaşsa da müzik ve sanat hiç durmamış anlayacağınız.

Björn, Agnetha'dan sonra yeniden evlenmiş ve bu evlilikten de iki çocuğu daha olmuş. Karısı ile şu an Stokholm'de yaşamakta.

Son olarak Benny ile biyografileri tamamlayalım.

Benny'nin babası da, dedesi de çok iyi akordiyon çalarmış. Benny de kendi akordiyonuna altı yaşında kavuşmuş, piyanosuna ise on yaşında. On altı yaşımda ise kız arkadaşını hamile bırakmış. Altı senelik birlikteliklerinden iki çocukları olmuş. Sonrasında Frida ile dokuz yıl beraber olmuşlar ancak evlendikten iki yıl sonra boşanmışlar. Benny, aynı yıl şu anki karısı ile evlenmiş, bir çocuğu daha olmuş.

Bu süre içinde müzik hiç durmamış. Film müzikleri, müzikaller ve kendi gurubunu oluşturması dahil bu tutkusu devam etmiş.

Bu fazlasıyla ilginç yaşam öykülerine sahip kuartetin birleştikleri nokta da doğal olarak ABBA olmuş.

Beraberlikleri ve evlilikleri sırasında dünyanın hep birlikte mırıldandıkları ikonik şarkılar yapmışlar. Kendi adlarıyla bir moda yaratıp, yediden yetmişe herkesi peşlerinden koşturmuşlar.

İlişkilerinin kötüye gitmesi ve sonunda boşanmalarının sürecinde, yine müzikal olarak önemli ABBA şarkılarını vücuda getirmiş olsalar da, ben her nedense bu iç karartan dönemlerini pek zevk alarak dinlemem.

Kafayı yiyip "Chiquitita tell me what's wrong..." dedikleri, yada "I crossed the street, I had a dream..." türü anlam seviyesi fazlasıyla yüksek, iç bayan şarkıları, o güzelim "Bang A Boomerang" yada "Ring Ring" gibi neşe dolu, müzik dolu şarkılarıyla karşılaştırın bir.

Müzik olarak mükemmel bir şarkı da olsa ben şahsen "The Winner Takes It All" dan da hiç haz etmem. Aynı şekilde ABBA kariyerlerine noktayı koyan "The Day Before You Came" de Marilyn French okuyan modern iş kadınının saat saat hayatını anlatması, sadece beni değil herkesi baymıştı. Ancak denk gelirse sesi kısıp bu şarkının video klipini seyredebilir, Agnetha'nın güzelliğini bir kez daha takdir edebilirsiniz.

ABBA, dağıldıktan sonra bir daha müzik yapmak üzere bir araya gelmedi. Gurup, bir reunion ve dünya turnesi için kendilerine önerilen bir milyar dolarlık teklifi de geri çevirdi.

Bir milyar dolar... Ayyy!

Gerekçelerini Björn bir röportajda açıklamış.

"Hayranlarımızın bizi eski halimizle hatırlamalarını istiyoruz."

Walla, ben şahsen iki yüz elli milyon dolar için yeni halimle de hatırlanmayı tercih edebilirdim

Materyalist dünya, ne yapacaksınız?

Müzik yapmak için olmasa da, bu kuartet 1986'dan sonra ilk kez 2004 yılında bir video için, ve ikinci kez aynı yılda, Mamma Mia! müzikalinin galasında bir araya geldi. Hep beraber balkondan bir resim verdiler.

İşte ABBA'nın hikayesi böyle arkadaşlar. İlgilenenleriniz için Stokholm'de bir ABBA müzesi var. Duyduğuma göre renkli bir müzeymiş.

Çocukluğumu dinleyerek geçirdiğim bu guruba veda edip yazımızı bitirelim.

Goodbye ABBA, and thanks for all the music.

11 Aralık 2013 Çarşamba

Fas, Marakeş ve Essauira

Marakeş geçmiş yüzyıllarda bir süre Fas'a başkentlik yapmış bir kent. O yüzden böyle bir emperyal, yani imparatorsal bir havası var. Fas'ın günümüzdeki başkenti Rabat. Ancak Fes kenti de bir süre başkent olmuş. Zaten eski başkentleri Fes yüzünden Fas'a Dünyada Fas diyen tek millet biz Türkleriz. Normalde herkes Morok, Morokko falan der.

Yeri gelmişken Fas'ın en bütük ve ekonomisi için belki de en önemli kenti olan Kazablanka'ya dokındırmadan da geçmeyelim.

Kazablanka, İspanyolca'da beyaz ev anlamına geliyor. Biz genelde filmden hatırlarız. Aslen Mısır'da geçen filmler bile Fas'da çekilirken, ne yazık ki Fas'ta bulunan Kazablanka şehrinde geçen filmin bir karesi bile Kazablanka'da çekilmemiş. O yüzden Humpy Bogey'in canlandırdığı Rick'in barını görmeniz mümkün değil (2004'de açılmış Rick'in Kahvesi diye bir bar var ama filmdeki barla ilgisi yok, yani yalan, yemeyin, araştırdım).

Zaten biz de o yüzden gitmedik

Şaka bir kenara, birlikte çalıştığımız Faslı bir arkadaşa bahsetmiştim, Kazablanka'ya gitmek istiyorum diye.

Kız, bana acıyan gözlerle baktı, "Hiç mi başka gidecek yer bulamadın Fas'da?" dedi.

Gördüğümden değil söylediğim üzere ama birçok kaynaktan duyduğum kadarıyla, Kazablanka turistik olarak pek ilginç bir yer değil.

Biline.

Bu arada Fes için ise harika bir kent diyorlar. Bu gezide görmeyeceğiz, belki bir başka kez...

Yeni durağımız Marakeş ise tüm dünyanın turistlerini çeken bir mıknatıs sanki.

Bir gün öncesinin otobüs yolculuğu bizi Uarzazat'tan, Atlas dağlarını, inanılmaz güzellikteki manzarasıyla geçerek, gece geç saatte Marakeş'in dışındaki otelimize getirmişti. O saatten sonra Marakeş'e gidecek halimiz kalmadığından, biz de hızlı bir yemek yiyelim, telefonlarımızı edelim ve yatalım dedik.

Oda numaramız belli olunca iki bavulumuzu da sürükleyerek oda numaramızın bulunduğu işaretleri takip etmeye başladık.

Resepsiyon binasından çıktık, havuzu geçtik, etrafı ağaçlarla çevrili muhtemelen golf alanı olan bir açıklığı geçtik. Bir binaya girdik, bütün katı baştan başa geçtik. İki binanın artı şeklinde kesiştiği bir açıklıktan sola döndük, bir iki yüz metre kadar daha yürüdük, merdivenlerden bir üst kata çıktık, üç beş oda geçtik ve odamızı bulduk.

Abartmıyorum, belki bir on dakika yürümüştük.

Jelena normalde bir otel odasına ilk geldiğimizde, kendisini özel bir otomatik moda bağlar, Speedy Gonzalez gibi, zıp, zıp, bavulları açar, kozmetikleri yerleştirir, sabunların paketlerini açar, kirli torbasını çıkarır, vs...

Baktım bu kez kımıldamıyor.

"Ne iş?" diye sordum, "Yoruldum yürümekten Bugi" dedi.

"Hadi, birşeyler yiyelim, sonra uyuyalım." dedim.

Kapımızı kitleyip koyulduk yola.

Odamızdan çıktık, üç beş oda geçtik, merdivenlerden aşağı indik, iki yüz metre kadar binanın içinde yürüdük, binaların kesiştiği noktaya geldik, sağa döndük, bütün katı geçtik, binadan çıktık, golf alanını geçtik, havuzu geçtik, resepsiyonu geçtik, bar isimli, sahnesi ve dans pisti olan bölgeyi de geçtik, restoranı bulduk.

Masaya oturduk ama sanki askerde eğitimden gelmiş gibiydim. Bir süre dinlendik ve sonrasında yemeğimizi yedik.

Sonra başladık bu adı otel olan ancak daha ziyade bir tatil köyü, ya da başka bir bakış açısıyla toplama kampı olan bu kompleksi anlamaya çalışmaya.

Marakeş, deniz kıyısına iki yüz kilometre uzakta. Hangi akıllı buraya, belki de şimdiye kadar gördüğüm en büyük tatil kompleksini yapar?

Bu mesela Konya'ya Antalya'daki Hillside otelini yapmaya benziyor.

Hem de Agadir, Esauira gibi gerçekten güzel deniz kıyıları olan bir ülkede, kim niye Marakeş'e gelsin havuz tatili için demi?

İster inanın, ister inanmayın otel ful! Hem de Aralığın başındayız. Tamam, güneşli bir hava var ama öyle havuz havası falan değil. Yine düşünmeden edemedim, çünkü taa Fransa'dan uçakla gelmiş, sadece Marakeş'de, bu tatil köyünde on gün geçirip geri dönecek adamlar var.

Niye anlamadım. Çok da zorlamadım. Öncelikli hedef yemek ve uykuydu.

Yemekten sonra ismi bar olan, dans pistli ve sahneli bölgeye geldik.

Çünkü Wi-Fi donanımlı tek bölge buraydı.

Ancak sahne geldiğimiz anki gibi boş değildi. Sahnede siyahi birkaç kişi, hayal gücümü sonuna kadar zorlayarak zillere ve davullara benzetebileceğim, enstrüman desem olmayacak, daha ziyade bir hurdalıktan alınmış eski araba parçalarına benzeyen aletlerle, canhıraş sesler çıkarıyordu.

Jelena'ya "Ne oluyor burada?" diye sordum, iki işaret parmağıyla duymuyorum anlamında kulaklarını gösterdi. Sonra, o bana birşeyler söyledi ama duymak mümkün değildi. Sonra beni paçamdan çekiştire çekiştire sahnenin en uzağındaki noktaya sürükledi.

Bu alanda hala ancak bir uçak kazasında yada topçu ateşi altındaki Stalingrad'da duyabileceğiniz o sesler beynimizi tırmalamaya devam ediyordu, ne var ki bu kez eğer bağırırsak birbirimizi duyabiliyorduk.

Hemen, e-mail, Skype, vs. işlerimizi hallettik ve kendimizi dışarı, resepsiyon bölgesine attık.

Resepsiyon binasından çıktık, havuzu geçtik, etrafı ağaçları ve golf alanını geçtik. İlk binaya girdik, bütün katı baştan başa geçtik. İkinci binanın kesiştiği açıklıktan sola döndük, bir iki yüz metre kadar daha yürüdük, merdivenlerden bir üst kata çıktık, üç beş oda geçtik ve odamıza girdik.

Ben kendimi odadaki kanepenin üzerine attım, hiç konuşmadan bir süre öylece uzandım.

Ta ki Jelena'nın sesini duyana kadar.

"Bugi, odadaki kasa çalışmıyor."

Kadınlar affetsin ama tipik bir kadın refleksi. Ne ben bir kasa tamircisiyim, ne de ona zaten bilmediği birşey söyleyeceğim.

Ne yapalım, "the world is a stage and each must play a part", yani dünya bir sahne, herkes de kendi rolünü oynamalı.

"Call the reception babe."

"Ok"

Resepsiyonla yapılan bir telefon görüşmesinden sonra anladım ki birileri kasayı tamir etmeye gelecek.

On dakika sonra kapı vuruldu. Açtık. Genç bir çocuk. Bonsuar'laştık, içeri girdi, kasayı biraz kurcaladı ve bize dönüp:

"Bu kasa bozuk" dedi.

Sinirlenecek kadar bile enerjim kalmamıştı, sadece uyumak istiyordum. Çocuk ise kasanın bozuk olduğunun tesbitiyle görevinin bittiğine inanmış, gitmek için hazırlanıyordu.

"Yarın teknisyenler gelip tamir edecek." dedi.

Hala akşamın bir saatinde onu çağırmamızın nedeninin, kasanın bize YARIN gerektiğini anlamıyor yada anlamak istemiyordu. Jelena girdi araya:

"Ama kasa bize yarın lazım."

Çocuk, "Haaa." dedi, başladı düşünmeye. Jelena, bir kez daha denedi:

"Belki bizim odamızı değiştirebilirsiniz."

Eureka! Dünyayı yerinden oynatacak, sadece destek noktasını bulmaya kaldı iş.

Hemen telefonu kaptı, bir numarayı çevirdi, "Yaa, yallaa, ayvaa!", telefonu kapadı, bize döndü.

"Arkadaşım yardım etmeyi kabul etti (sanki burada bize lütuf gösteriyor şabalak), valizlerinizi alın, resepsiyona gidiyoruz!"

"Yok yaa?" dedik ikimiz de.

"Yeni odamızın numarası kaç?"

"Bilmiyorum!"

"Ya bu yakınlardaysa? Niye yirmi dakka valizleri önce resepsiyona, sonra da geri buraya taşıyoruz?"

"Haaaa." dedi çocuk, aklına yatmıştı savunmamız. Yine Jelena araya girdi.

"Sen istersen önce yeni odamızı öğren, biz sonra taşınırız."

Telefonu kullanmayı reddetti ve fırladı, koşmaya başladı Speedy Seyfullah!

On dakika sonra yine kapı vuruldu.

"Yeni odanız burada değil, köyün diğer tarafında."

Herhalde bir önceki hayatımın günahlarını ödüyordum. Aldık valizleri, düştük yola.

Odadan çıktık, üç beş oda geçtik, merdivenlerden aşağı indik, iki yüz metre kadar binanın içinde yürüdük, binaların kesiştiği noktaya geldik, sağa döndük, bütün katı geçtik, binadan çıktık, golf alanını geçtik, havuzu geçtik, resepsiyona geldik.

Yeni key-card'ımızı aldık. Yola devam ettik.

Detaylarına girmiyorum, bir on dakika daha yürüdük.

Giysilerimi çıkarmadan yatıp uyumuşum...

Bir sonraki gün kahvaltıda yarım kilo mergez yedikten sonra yola koyulduk.

İlk durağımız, dağlardan gelen nehirlerin beslediği, Marakeş'e içme suyu sağlayan bir rezervuardı. Guruptan kimse niye buraya geldiğimizi anlamadı. Bir benzetme yaparsak, İstanbul'u ziyarete gelip Terkos gölüne gitmek gibi oldu bu.

Neyse, ayıp olmasın diye, "Se joli!" falan deyip, üç beş resim çektik. Yola devam ettik.

Ve sonunda Marakeş'in içlerini görme şansımız oldu.

Gerçek Fas'ı sonunda görmüştük. Uarzazat ne kadar bir Berber kenti ise, Marakeş de o kadar bir Arap kenti. Alçak, kahverengi binaları, pazarları, camileri ile Arap mimarisini hissediyor insan.

Dikkat çekici bir özelliği ise bu mimaride minarelerin kübik, yani köşeli olmaları. Merkezdeki dev caminin minaresi, Empire State Building gibi.

Ara sokaklarda yürürken, rehberimiz Azdin'in tavsiyesini tutup, soldan tek sıra gidiyoruz. Çünkü, trafik tam bir keşmekeş. Mobiletler her yerde. Göbeğim sığmadığından yan dönüp geçebildiğim daracık sokaklara bile vızır vızır dalıyorlar. Her ikiyüz metrede bir mobilet kazası. Demek ki bundan her yer mobilet dolmuyor - zayıflar elimine oldukları için.

Bir kasap dükkanının önünden geçerken ne kadar pil ömrü kaldı diye fotoğraf makinesini kaldırdım, göz hizama getirdim. Tam o anda kasap başladı bağırmaya. Sakallı, cüppeli, sarıklı bir kasap. Resmini çektiğimi zannetti. Elimle "yok, çekmedim" gibi bir işaret yaptım.

Tezgahın üzerinden atlayıp bana doğru koşmaya başladı. "Show me, show me (göster)!" diye bağırıyor bir taraftan.

İçimden çok ciddi olarak o kamerayı alıp, o hayvanın ağızının içine sokmak geçti, hadi yabancı yer, ne olacağı bilinmez dedim, Jelena'yı düşündüm. Önce dirseğimi burnunun hizasına kaldırdım. Durdu, yaklaşmaktan vaz geçti. Sonra uzaktan son kareyi gösterdim.

Hayvan, kendisinin karede olmadığına kani oldu, "Tamam o zaman..." gibisinden birşeyler söylemeye başladı. Elimle kenara ittim, yürümeye devam ettik.

Aynı şey gurupta başka bir çiftin de başına gelmiş az önce. Yine bir hayvan fırlamış, koşmuş peşlerinden, "Niye resmimi çekiyorsun?" diye.

Rehber açıklık getirmişti daha önceden. Resmini çektiğiniz Faslılar genelde para istemek için yanınıza gelir diye, ancak bu sonuncusu bana daha ziyada "günah" bazlı bir tepki gibi geldi.

Konuya biraz açıklık getirirsek, ben de kimsenin özel hayatına karışma taraftarı değilim. Ne ben özel olarak gidip insanların resmini çekerim, ne de kendi resmim çekilsin isterim.

Ancak umumi alanlarda fotoğraf çekilmesi dünyanın heryerinde serbesttir. Eğer özel hayata saygı diye kimsenin fotoğrafını çekmeseydik, Antalya, Marmaris yada Kapalı Çarşı'nın hiç fotoğrafı olmazdı. Çünkü her daim birileri vardır buralarda.

Marakeş gibi turistik bir yerde de insanlar fotoğraf çeker abi. Bu arada anlamış olduk ki Marakeş, öyle Agadir kadar arkadaş canlısı bir yer değil.

Neyse, bu tatsız olayı kısa zamanda unuttuk, yolumuza devam ettik.

Saaddin Türbeleri
Bir sonraki durağımız Saaddin Türbeleriydi. Bir aile toptan, askerleri, uşakları dahil, burada gömülmüş. Kare biçiminde bir iç avlu var, etrafı da dört bina ile çevrili. Bahçeler dahil her yer mezar dolu. Mezarlar mavi, beyaz, yeşil mozaiklerle kaplı. Daha yüksek rütbeli aile üyeleri kapalı bölümlerde gömülü. Bu salonlar renkleriyle, mimarileriyle birer harika.

Türbeden çıkıp bu kez Bahia Sarayına yürüdük. Bu saray da gerçekten görülmeye değer. Her odası birbirinden ilginç, çok büyük bir alan. Yazıyla anlatılması zor, insanın güzelliğini takdir edebilmesi için gerçekten görmesi gerekiyor.

Bahia Sarayı
Gurupla birlikte herkes kendi canını kurtarsın aşamasına gelebilmemiz için son bir öğlen yemeyi kalmıştı. Yemeğimizi yedik, yine Fransızca kelime oyunlarıyla yapılan şakaları geride bıraktık. Herkeze "atutalör", yani sonra görüşürüz dedik, sonrasında dağıldık.

Artık özgürdük!

Ve sıra Marakeş deyince akla ilk gelen yeri, yani Madina'yı görmeye gelmişti.

Madina, Arap şehirlerinin merkezi. Genelde büyük bir meydan, binlerce dükkan, mağaza ve kahve, restoran gibi fasiliteleri var. Google'da Marrakesh deyip image'lerı seçerseniz karşınıza ilk çıkan resimler Madina'nın resimleri, yani Marakeşin Madinası çok meşhur.

Ancak Madina'da daha iki dakika geçiremeden kendimizi Suk dedikleri, bir nevi kapalı çarşının içinde bulduk. geri dönmek istedikçe kaybolduk, daha da içlerine girdik dükkanların.

Jelena Suk'da Arap Prensesi oldu
Muazzam bir yer. Sonsuz sayıda dükkan var. Uzay-zaman burada bükülmüş, bir kara delik olmuş, çekim gücünden kurtulmak, geri çıkmak mümkün değil. Binlerce halıcı, fenerci, kılıççı, semaverci, tavlacı, kumaşçı, boyacı, elbiseci, baharatçı, ipekçi, peştemalcı, eşekci, ayakkabıcı, ıvır-zıvırcı (hatıra eşyacı - eğer Jelena yanınızda ve tercüme ederseniz taş olun), portakal sucu, turşucu, aklınıza ne gelirse var.

Yollar öyle grid değil yani kare biçiminde sağa, sola, öne ve geriye gitmiyorlar. Karşıyakanın arka sokakları gibiler, denize arkanızı dönüp içlere doğru yürümeye başlayınca, hiç sağa sola sapmadan sonunda denizi karşınızda bulursunuz ya, aynen öyle

Satıcılar hevesli ama yapışkan değiller. Yürürken "Köböy" yani, Jelena'nın şapkası yüzünden Kovboy, "Gazel" falan diye laf atıyorlar ama rahatsız etmiyorlar. Jelena fener almaya burada da devam etti. Ev bir tapınağa benzeyecek, ondan endişeliyim.

Aşağı yukarı iki saat geçirdik bu üstü kapalı çarşı biçimli labirentte. Jelena "bile" artık çıkalım buradan dedi.

Çıkalım da nasıl çıkalım? Ne soralım? O kadar içerilerdeyiz ki çıkış diye merkezin uzağında abuk sabuk biyerde bulursak kendimizi, olay biraz karışabilir.

Son bir fenercide, Jelena yeni fenerlerin peşindeyken, dükkan sahibiyle "Nerelisin-Türküm" muhabbeti yaptık. Biraz da Galatasaray ve Amrabad ekleyince adam bayağı sevdi beni. İngilizcesi de fena değildi.

Ben çıkış yolunu sordum ama cami, minare falan diye Madina'yı anlatmaya çalışıyorum. Adam "Haaa sen 'Big Square' demek istiyorsun." dedi. "Big Square", yani Büyük Meydan, gayet uygun, kısa ve anlaşılır bir tarif.

Teşekkür ettik, ayrıldık.

Dükkanların önünden geçerken "Big Square" diyorum, ya elleriyle, ya başlarıyla, ya kaşlarıyla bize bir yönü işaret ediyorlar. Biz de koşuyoruz.

Tam hangi noktada bilmiyorum, genç bir çocuk bizle yürümeye başladı. İngilizce sohbete başladık. Hadi ben sizi götüreyim Madina'ya dedi. Tamam, dedik. Bir yüz metre yürüdük, bir dükkanın önünde durduk. "Bu benim amcam, ipek dükkanı var." dedi, ben daha şarlamadan "Hiçbirşey almaya gerek yok, istersen girmeyiz bile." dedi. Böyle deyince tabii biz "Bakalım bi" dedik, girdik içeri. Çırak masmavi bir şal ile Jelena'ya bir peçe yaptı, "Böyle güzel mavi gözlere, böyle güzel mavi ipek yakışır" gibisinden biraz da cila geçti. Sonra mor bir ipekle bu sefer bana peçe yaptı.

Fiyatları sorduk ve sonrasında kozmik rollerimizi oynadık.

"Üç yüz yuro."

Jelena:

"On yuro veririm."

"Yüz elli yuro"

"On yuro"

"Son fiyatın ne?"

"On yuro"

"Yirmi ver?"

"Olmaz..."

Dükkandan çıktık, bizi getiren çocuğa iki yuro verdik, sağol diye. Çocuk, ben para istemiyorum, falan dedi ama sonumda attı parayı cebine.

Bizi yeni bir çocuğa transfer etti. Bu yeni rehber baharatçıymış. Jelena da Agadir'den sonra biraz baharat almak istiyordu. Peşinen söyledik, öyle uçuk fiyat isteyeceksen hiç başlamayalım diye. O da merak etmeyin dedi.

Bir on dakika daha yürüdük. Çıkışa yakın olduğumuz belliydi. Pasaj genişlemiş, bende de sanki burayı daha önce görmüştüm izlenimi oluşmuştu.

Çocuk, dükkanından içeri girerken, Jelena ile vakit kaybetmeden üç torba baharat alıp hemen çıkalım diye konuştuk.

Çocuk bizi içeri aldı, arkasından gittik ve kendimizi o oditoryum benzeri baharat sunum salonlarından birinde bulduk. Bu raflardan kavanozları, kremleri indirmeye başlayınca Jelena parladı:

"Biz hepsini biliyoruz, Agadir'de anlattılar."

"Ama bu krem kırışıklara iyi gelir..."

"İstemiyoruz. Sadece baharat. Ne var sende?"

Garip cocuğun prezentasyonunu alt üst etmişti Jelena. Haklıydı da. Kremler en az yarım saat alıyordu. Olay bir de masaja gelirse bu iş ebediyete uzayacaktı.

Çocuk bu kez baharatları anlatmaya başladı:

"Fas safranı sarı değil kırmızıdır. Sarı safran kötü, kırmızı safran iyidir."

Jelena yine atladı:

"Biliyoruz. Uzatma. Safran kaç para?"

"Üç yuro ama üç torba altı yuro."

"Tamam, bir safran, bir kimyon, bir de otuz beş baharat harmanı."

"Hepsi bu mu?"

"Bu. Al altı yuro,"

"Bir torba daha alırsanız dokuz yuroya anlaşırız"

"Bir torba zaten üç yuro dedin başta, neresine anlaşalım?"

"Yedi yuro."

"Tamam. Bir torba da tarçın ver, biz de gidelim artık."

Çocuk baharatları paketlerken bana döndü:

"Mister" dedi,

"Senin hayatın cidden zor!"

"Senin hayatın cidden zor!"
Jelena da ben de gülmek için dükkandan çıkmayı bekledik.

Üzeri kapalı, pasaj benzeri yol biraz genişlemiş, tavan yükselmişti. Demek çıkışa yaklaşıyorduk. Hala mobiletler, el arabaları ve eşek arabaları insanların arasına son hız dalıp zig-zag'larla çarpışmayı zar zor önlüyorlardı.

Ben tam "Ne biçim iş bu?" derken, finali koca bir kamyonet kornasını çala çala gelirken yaptı. Kamyonetin sağında ve solunda zar zor bir karış mesafe kalmıştı. İnsanların bir bölümü dükkanlara attı kendilerini. Vakti olmayanlar sırtlarını duvara yapıştırıp gözlerini kapadı.

Biz de duvarlara yapışan guruptaydık. Kamyonetin aynası "vızzzz" diye burnumun ucunu sıyırdı geçti. Araplar bile sinirlenmişti bu olaya.

Toparlandık, yürümeye devam ettik. Artık temiz havayı hissedebiliyordum. Biraz ilerleyince gün ışığını da gördük.

İşte arkadaşlar, Suk'dan dışarı çıktığımızda ne yorgunluk kaldı aklımızda, ne baharatçı, ne de kamyonet.

İnsanın belleğine kazınıp bir daha unutamayacağı manzaralardan biri vardı önümüzde.

Bem diyeyim Indiana Jones, siz deyin Binbir Gece Masalları.

Devasa bir meydanda, kendi çadır ve şemsiyeleri altında yüzlerce satıcı, et kızartmalarının yoğun dumanları sütunlar halinde gökyüzüne yükseliyor. Kesik kesik zurna sesleri eşliğinde kobralar, pitonlar kıvrıla kıvrıla dans ediyor, bir Berber maymunu ile yürüyor.

Renk renk kumaşlar yere serili halıların üzerinde alıcılarını bekliyor. At arabaları çocukları gezdiriyor. Meydanın etrafındaki üç camiden Kuran okunuyor.

Bu mistik havayı uzun uzun kokladık. Fas gezisinin bir dönümünü daha geçmiştik. Önce meydanda dolandık biraz, sonra da yorgunluk atmak için Medina'yı yukardan gören bir teras-cafe'ye çıltık.

Bir süre konuşmadan izledik meydanı, sonra da bol bol resim çektik.

Yılancı
Bir yarım saat sonra, gün batımında geri dönmek üzere cafe'den çıktık. İlk iş bir yılancı bulmak oldu. Güneşe göre doğru yerde konuşlanmış birinin yanına gittim. "Kaç para fotoğraf çekmek?" diye sordum. Yılancı, "Önemli değil abi..." dedi.

Ben doğru pozisyon almak için sağa sola kayıp, oturup kalkmaya başlamam yılancının hoşuna gitti. Eeee zanaatın kıymeti ortaya çıkıyor tabii. Bir kobrayı aldı eline. Kobra "tıssss" diye atıldı üzerine. Bu hemen başını çekti geriye.

Baktım arkadaş da hevesli, "Al birini eline, kaldır şöyle havaya." dedim. Yılancının bir hoşuna gitti bu iş ki sormayın. Bir on dakika fotoğrafçılık oynadık. Yılancı kobra'ya dilini çıkartıp kızdırıyor, kobra da "Hıssss" diye atlıyordu üstüne.

Bir ara oturmuş, yerdeki kobraları çekerken bir tanesi beni sevdi, zıp diye atladı bana doğru. Ben "Hoooo!" diye bağırıp hemen kalktım ayağa. Yılancı güldü, kobrayı kuyruğundan tutup salladı attı başka tarafa.

Cesur yürek zevcem Jelena bir elli metre kadar uzaktan "Haydi Bugi!" diye bağırınıyordu. "Kaç para?" diye sordum yılancıya, "Yirmi yuro." dedi, iki yuro'ya anlaştık sonunda

Meydanda dolaşmaya devam ettik. Marakeş'in bir de filim festivali varmış. Meydanın bir köşesinde koca bir ekran, bir dolu da sandalye vardı. Bir "Köböy" filmi gösteriyorlardı. Faslılar hernedense bu Western işine çok sarmışlardı.

Kutubia Camii
Yüzlerce faytonun sıralandığı geniş bir "yaya" yolu, bizi Kutubia Camiinine getirdi. Bu devasa camii, köşeli minaresiyle özellikle yuvarlak minarelere alışmış ben şahsıma çok ilginç geldi.

Geri meydana döndüğümüzde Güneş batmaktaydı. Jelena, kendisini bir paşmina bulmaya adadı. Sonunda da buldu istediği gibi birini.

Tekrar teras-cafe'ye çıktık ve günün geceye dönüşmesini büyük bir keyif ile izledik.

Medina
Geceyi bitirip odamıza döndüğümüzde Marakeş'i bir daha gelinebilecek yerler listemize yazdık ve fazlasıyla hakettiğimiz uzun bir gece uykusuna bıraktık kendimizi.

Ertesi sabah bu sefer gurupla bir yarım saat geçirdik Medina ve Suk'da. Yeniden camiye gidip üç palmiye ile minarenin karede olduğu geleneksel fotoğrafını çektik. Sonrasında ise otobüse binip son durağımız olan Esauira'ya çevirdik rotamızı.

Marakeş unutulmayacak bir deneyim olarak kayıtlarımıza geçmişti.

Essauira, yine Atlas Okyanusu kıyısında, turistik bir kent. Hatta Agadir'den bile turistik diyebilirim.

Essauira
Şehirdeki tüm binalar beyaz. Kapı ve pencereler ise mavi. Yine bir ressamın elinden çıkmış düşsel bir kent Esauira.

Çok fazla büyük bir yer sayılmaz ancak yine resimsel bir limanı ve hayli turistik bir Madina'sı var.

Önce sahilde dolaştık bir süre, sonra da kale duvarlarının altındaki resim ve heykel atelyelerini ziyaret ettik. Buralarda daha ziyade Afrika tarzı heykeller ve tablolar var. Çok sanatsal, çok romantik bir yer. Biraz bizim Ortaköy'e benziyor.

Yine bir dükkanın yanından geçerken öyle bir resim çektim.

Ve hemen arkamda ağızından yağ damlayan bir sülüğün sesi geldi.

"Maaay firend!"

"Ha canım söyle."

"Sen şimdi resim çektin."

"Eee?"

"Bana sordun mu önce?"

"Sen kimsin?"

"Buranın sahibi."

Yalan. İtoğluit on sekiz yaşında bile değil.

"Ben fotoğraf çekerken kimse yoktu burada."

"Öyle bile olsa çekmemen gerekir."

"Burası umumi yer, istediğim gibi çekerim."

"Bak arkadaşım, eğer sorsaydın, hiç problem yoktu, istediğin kadar çekerdin."

Dedi ve ona "Peki o zaman çekebilir miyim?" diye sormamı bekledi, ağızı kulaklarında.

"Defol git lan." dedim, yürüdüm gittim.

Güneş batımını limanda yakalamaya çalışıyorduk. Jelena bir ara bişey almak için ayrıldı, ben de bir duvara çıktım, güneşi batarken kale duvarınım arasında yakalamaya çalışıyorum. Arkamda yine bir ses:

"Maay fireeend!"

Bir döndüm baktım ve gülmemek için dilimi ısırdım.

Karşımda Karayiplerin Korsanları filminden kaçmış bir gemici duruyordu. Uzun kıvırcık ve bembeyaz saçlar, güneşin köseleye çevirdiği bir yüz, elinde yapma bir sigara ve ağızında tek bir diş.

"Hello may firend. Vat ken ay du for yu?"

"Sen İngilizsin, ben de Almanyada çalıştım."

İngilizce de fena deği ha...

"Yok babacım, ben Türküm."

"Ben Almanya'da çok Türk tanıyorum."

"İyi ediyorsun da bak burada resim çekiyorum, bana gün batımını kaçırtacaksın."

"Tamam çek ama günbatımı ilerde, iskelenin orda daha güzel."

"Tamam amcacım, oraya da gideriz. Sağol."

"Gel ben götüreyim."

"Hayır, ben kendim giderim."

"Tamam, iyi tatiller."

Sallana sallana gitti. Ya alkol, ya da daha tesirlisi, ama adam uçmuş...

Neyse, fotoğrafları çektim, bu arada Jelena da geldi. Ben hala duvarın üstünde yürüyorum, Jelena da aşağıdan.

Karşıdan bizim amca yine geldi.

"Gel iskeleye gidelim."

Jelena da Fransızca cevap verdi.

"İstemiyoruz, sağol. Biz kendimiz gideriz."

Amca nasıl bozuldu. "Ama o Türk." dedi, beni gösterip, sana ne oluyor gibisinden. Sonra dönüp Jelena'ya şöyle ağız dolusu bir küfür edip kaçtı gitti.

Güldük n'apacaksın?...

Esauira'nın asıl turist cazibesi "Kite-Surfing" dedikleri, uçurtmayla yapılan sörf. Rüzgar ve dalgalar çok uygunmuş. O yüzden şehir Kuzey Afrika'dan çok Avusturalya sahilleri gibi, herkesin elinde surf-board'lar var.

Esauira'ya kısa ziyaretimizi bitirip otele dönmek için bir taksiye bindik, ancak ağızımız daha önceden yandığı için otelimizi söyleyip, fiyatı sorduk. Şoför Fransızca "huit", yani sekiz dedi. Sekiz yuro makul geldi. Atladık taksiye, geldik otele. Jelena sekiz yuro karşılığı seksen dirhem çıkardı. Şoför "Yok" falan dedi, on dirhemi alıp bize para üstü iki dirhem vermeye kalktı. Meğer sekiz yuro değil, sekiz dirhemmiş, taksi ücreti. Üstü kalsın dedik ve restorana attık kendimizi.

Bu tempo ne yazık ki bedelini almaya başlamıştı. Baş ağrısı, ateş, terleme, öksürük, yarım saatte bir paket peçete bitirmiştim.

Neyse ki son günümüzdü. Ertesi gün bir geceliğine Agadir ve sonrasında üç saat ve iki paket selpak boyunca bir Boeing 737-800 içinde eve dönüş.

Normalde eğlendiğimiz bir seyahat sonrası ülkeden ayrılırken bir iç burukluğu gelir. Fas'ı unutmak mümkün olmadığı halde bu Afrika gribi iç burukluğunu, miç burukluğunu bir tarafa bıraktırdı.

Aradan bir haftadan fazla zaman geçmesine rağmen hala yıkık durumdayım.

Ama değdi arkadaşlar.

Fas gezimizin detayları böyle. Umarım çok uzatıp canınızı sıkmadım.

Eğer bana sorarsanız, durmayın, hemen gidin. Yılın tüm ayları güneşli Fas. O yüzden özellikle kışın gidilmesi çok cazip oluyor. Vize mize de gerekmiyor.

Sağlıcakla kalın.

8 Aralık 2013 Pazar

Fas, Uarzazat

Bir bardağa üç çay kaşığı bal, kaynar su, bir çay poşeti, nane, tarçın, limon ve en önemlisi bolca rom koyup karıştırın. Grog derler bu içeceğe. Monkey Island oynadıysanız bilirsiniz, Guybrush Threepwood'un en favori içkisidir grog.

Mükemmel tatda bir sıcak alkol olsa da Grog'un diğer önemli bir güzelliği soğuk algınlığına karşı birebir olmasıdır. Bizim nane limon falan halt etmiş. Bir tas grog için, ertesi gün soğuk algınlığı falan kalmaz.

Kalsa kalsa akşamdan kalmalık kalır ama yine de soğuk algınlığından iyidir.

Sevgili arkadaşlar, işte Fas'da kaptığım soğuk algınlığı yüzünden size bu satırları grog içerken yazıyorum. O yüzden yazının (ve grog'un) sonuna geldiğimde zırvalamaya başlarsam nedenini bilin diye söyledim.

Neyse, dönelim konumuza...

Agadir'den ayrılırken bıraktığımız Fas gezisi yazımıza şöyle devam edebilirdik:

"Ertesi sabah havaalanına doğru yola çıktık. Biniş işlemlerinin tamamlanmasından hemen sonra uçağımız kalktı ve yirmi dakikalık kısa bir uçuştam sonra tekerleklerimiz Uarzazat havaalanına dokunmuştu..."

Ne yazık ki hayat bu kadar kolay değildi.

Agadir'den otobüse havaalanına gitmek için değil ikinci durağımız olan Uarzazat'a gitmek için bindik. İsviçrede dört saat alacak dört yüz kilometre, Fas'da duraklamalarla yedi saat'i bulacaktı.

Otobüs yolculuğunun güzelliği yol üzerinde normalde göremeyeceğiniz yerleşim merkezlerini ve doğayı görme şansınızın olması. Kötü tarafı ise saatlerce oturma zorunluluğu.

Beni gençliğimde görecektiniz. Bir kahve içmek için otobüse atlayıp Ankara'dan İstanbul'a gider, aynı gün otobüsle dönüp Ankara'daki King akşamına yetişirdim.

Hey gidi günler...

Şimdi altı saat otobüste oturacağım diye miyavlıyorum.

Dikkatli okuyucular olabileceğini düşünerek ufak bir tekzip yapalım. Agadir-Uarzazat arası önce yedi saat deyip sonra da altı saat otobüste oturmaktan şikayet etmem alzhaymırz belirtisi değil, otobüs dışında yemek falan için harcayacağımız bir saat.

Otobüs sabahın yedisinde kalkacaktı. Kahvaltı için otelden kroasanlar toplanacak, otobüste yenilecekti. Bu da normalde sabahın altısında, Jelena ile beş buçuk'ta kalkmak demekti.

Planlandığı üzere kroasanları almak için kahvaltı bölgesine gittiğimizde sadece kuru ekmek bulabildik. Gurubumuz otobüste kahvaltı edilecek talimatına uyarak kuru ekmekleri torbalara doldurmaya başladılar. On beş dakika önce yada sonranın fark etmeyeceği düşüncesiyle ben kuru ekmeğimi hemen orada yedim.

İşin güzelliği, kuru ekmeğin yanında kahve sayılabilecek sıcak içecek de vardı kahvaltı bölgesinde. Otobüste kahve bulacağımız şüpheliydi. Sonradan da göreceğimiz üzere otobüste kuru yada ıslak herhangi bir yiyecek yada içecek yoktu.

Doğru kararı vermenin şevkiyle ekmeğimi yerken kahvemi de içtim.

Aklıma 1977'de rahmetli annemle beraber gittiğimiz bir Kıbrıs tatili geldi. Tur yarım pansiyondu ve gurupta yaşlı bir amca vardı. Restoranlardan akşam odada yemek için ekmek çalar, çayın ücretsiz olduğu konaklama yerlerinde altı-yedi bardak çay içerdi.

Her şeyi en ince noktasına kadar hesaplar, her olanağı sonuna kadar zorlar ve limon gibi sıkıp, faydasını çıkarırdı.

Kendimi bir an ona benzettim.

Neyse, lafı fazla uzatmayalım, otobüse atladık ve rotamızı Uarzazat'a çevirdik.

Uarzazat, Türkçemizde hafif komik geliyor kulağımıza. Onu bir de Fransız aksanıyla söylendiğini düşünün, iki kat komik oluyor.

Kelimenin kökü Berber dilinden, "gürültüsüz" demekmiş.

Ancak kendisi de Berber olan rehberimiz Azdin, kusursuza yakın Fransız aksanıyla "ooo-uuu-ağğ-zzazzat-te" dedikçe, bende fazlasıyla bir "gürültülü" gülme arzusu oluşmaktaydı. Ama sıktım dişimi...

Azdin'i ilk gördüğümüzde hemen lakabını tescil ettim. "The Priest", yani Rahip.

Çünkü ilk tanıştığımızda üzerinde geleneksel berber giyisisi vardı. Kapşonlu, ayak bileklerine kadar uzanan bir cüppe. Kapşon devamlı kafasında ve belinde de bir kordon. Fas'da olduğumu bilmesem, Rasputin mezarından kalkmış diyeceğim.

Bu Berber kostümünü Tunus'da birkaç kez görmüştüm ama Fas'daki kadar yaygın değildi. Renkleri de çok ilginç bu cüppelerin. Mor, yeşil, mavi, kahverengi, krem, aklınıza gelebilecek hemen her renkteler...

Berberler Fas'da, Tunus'a göre etnik kimliklerini biraz daha fazla korumuş gibiler. Gitmekte olduğumuz Uarzazat da aslında bir Berber kenti.

Bir de Fas'a bir Arap ülkesi deyince Faslılar biraz "Iııh" oluyorlar. Araplar'da tabii ki Fas'da önemli bir etnik gurup, hatta Berberlerle bayağı karışmışlar ama Berberler de "biz de varız" demek istiyorlar.

İşin aslı, bir Türk olarak bana da Arap muamelesi yapılınca ben de sinirleniyorum. Bu Avrupada nadir oluyor, ne de olsa bir sevgi olmasa da epey bir tanışıklık var Avrupa ile.

Ancak Kuzey Amerika bir felaket. Çoğu, Türkleri bir Arap kabilesi zannediyor. Müslümanız ya...

Ciddiye aldığım üç-beşine "Şimdi ben de sana her ikiniz de Hristiyansınız diye Meksikalı desem olur mu?" falan şeklinde bir gayrette bulunsam da hala bizi evlerimizin önüne deve park ettiğimizi düşünmeye devam ediyorlardı, ABD günlerimde.

Geçmiş zamandı bu, tabii. Başbakan sağolsun, artık öğrenmişlerdir aradaki farkı...

Burada bir de yanlış anlamaya meydan vermeyelim. Arap olmakta hiçbir problem yok benim gözümde.

Sadece değilken Arap denmesi, yada Türkken Türk denmemesi gıcık yapıyor o kadar.

Şu günlerde dünyanın birçok bölgesinde Arap denilince hafif ekşi yüzler oluşsa da, hattızatında bir etnik topluluk olarak Araplar, uygarlıkları, bilimleri, dilleri ve müzikleri ile Avrupadaki bir çok etnik topluluğu ve biz Türkleri'de solda sıfır bırakacak bir derinliğe sahiptirler.

Bu gün dört işlem yapabiliyorsak bunu Araplara borçluyuz. Eğer Romalılara kalsaydık, bırakın bilgisayarları ve ikili sistemdeki teraflop işlem sayılarını, dört basamaklı iki sayıyı bir ayda çarpamazdık.

Onluk sisteme çevirmeden deneyin bakalım

MLXIV x MCLIX

Kuzey yarımkürede gözle görebildiğimiz yıldızların birçoğunun ismi hala Arapça. Örneğin, bugün Kuzey Amerikalı astronomların "Eaal-goool" diye, sanki doğma büyüme Anglo-Saxonmuş gibi telaffuz ettikleri Algol yıldızı aslında arapçadan gelme "Al Ghul" dur. Yada Türkçe-Arapçasıyla El Gul. Bu "gul" ise bizim Gulyabani'nin "gul" 'u.

Gul Arapçada şeytani bir yaratık. Algol yıldızının parlaklığının sürekli değişmesi sebebiyle, bu dengesiz doğasından ötürü yıldıza bu şeytani isim verilmiş.

İşin özünde yıldız şeytani falan değil tabii.

Tek bir yıldız zannettikleri aslında birbirinin etrafımda dönen üç yıldızlı bir sistem ve bu üç yıldız birbirlerinin önünden geçerken arkadakinin ışığını kapadığı için parlaklığı değişmekteydi, o kadar.

Ancak adı çıkacağına, canı çıksın derler ya, Algol bugün bile "Demonic", yani Şeytani bir yıldız olarak bilinir.

Eğer illa bela bir yıldız istiyorsanız size ismi Arapçada öyle şeytani olmayan, masum, sakin, "Diz Çökmüşün Başı" anlamına gelen Ras Alcati'yi önerebilirim. Bu yıldız, Herkül takımyıldızında bulunur ve şu anda bir "Kızıl Dev" aşamasındadır. Yani nükleer yakıtını bitirip normal yıldızlık durumundan çıkmıştır. Gerçek bir devdir Ras Alcati, güneşin beş yüz katı kadar büyük. Eğer Güneşin yerinde dursaydı, tüm Dünya, Mars ve Jüpiteri içine alırdı.

Bu yıldızı bela yapan şey ise arkadaşın bu Kızıl Dev aşamasından sonra bir süpernova olarak patlayacak olmasıdır. Bu süpernova da yaşamın başlangıcından bu güne, Dünyaya en yakın süpernova olacaktır.

Bu süpernovanın vereceği zararı şimdilik kestiremiyoruz ancak tüm yaşamı ciddi biçimde etkileyecek, hatta sonlandıracak kadar yıkıcı olabilir.

Arapların astronomideki bu başarıları tesadüfi değildi. Astronomi bildiğiniz üzere bir gece işidir, şarkıcılık gibi. Çünkü gün boyu gökyüzünde Güneşten başka bir gökcismi görmek imkansızdır. Ne zaman ki Güneş batar, gökyüzü binlerce yıldızla dolar.

Orta Doğu'nun çöllerinde aklı olan kimse o günlerde Güneşin altında yolculuk etmediğinden bu iş sadece geceleri yapılırmış. Ee, hattızatında geceleri yön bulmanın birincil yöntemi de yıldızlara bakmak olduğundan Arapların astronomi deneyimi günün koşullarına göre oldukça ileriymiş.

İşte böyle yani...

Hernedense bu Fas yazısı çok astronomi ağırlıklı oldu. Baştan pek bu kadarını planlamamıştım, doğaçlamayla büyüdü demek ki

Neyse, Araplara dönersek, gerçekten büyük bir uygarlık ve derin bir kültüre sahiptir bu ırk.

Kökleri Asurlulara, Babillilere kadar uzanır.

Wikipedia'ya göre Han Çinlilerinden sonra, Dünyadaki ikinci büyük etnik gurupturlar.

Orijinleri ise Orta Doğudur.

Aslında çoğunlukla da barışcı bir toplumdurlar.

Sadece İslam'ı kabul etmelerinin ardından aşka gelmiş, tüm Kuzey Afrikayı baştan aşağıya ele geçirmişler, bununla da kalmayıp Batı Avrupaya girmişler, bu günün İspanya ve Portekiz'ini de topraklarına katmışlardı. Doğuda ise sınırları Pakistanı ve Hint Okyanusuna kadar uzanmaktaydı.

Toprakları Osmanlı İmparatorluğunun en geniş halinden üç kat daha geniş hale gelmişti.

Sonrasında ise kimsenin tam olarak anlayamadığı sebeplerden dolayı yeter bu kadar deyip ilerlemelerini durdurmuşlardı.

Asıl konumuz Berberler ise Kuzey Afrikanın yerlileriydiler. Sahara Çölünün üstünde, Atlas Okyanusu kıyılarından Mısıra kadarki bölgede yerleşmişlerdi.

Yani tam bu Arap hareketinin yolu üzerinde.

Kuzey Afrikanın fethi ile birlikte Berberler İslam'ı kabul etti/ettirildi ve Araplar da bu bölgeye yerleştiler. Sonrasında, günümüz Kuzey Afrika'sının demografik yapısı oluştu.

Berberlerin dilleri, müzikleri, yemekleri hep kendilerine özgü, Araplardan farklı. Ancak Arap kültürüyle bir uyum içerisinde kaynaşmışlar. Bir opresyon, küçümseme, çözüm süreci, kısaca bir "Berber Sorunu" yok Fas'da, tabii ki benim hissettiğim kadarıyla.

Yine de işin raconu Berber'e Berber, Arap'a da Arap demek.

Bir Berber kenti olan Uarzazat, göreceli olarak yeni bir yerleşim merkezi olsa da bölge Berber tarihi olarak çok eskilere gidiyor. Bu tarihin günümüze ulaşmış en renkli kalıntıları da "Kazba" adı verilen kaleler.

Bu kaleler, amaçları toprak sahibinin korunması olan Avrupa şatolarının aksine ticaretin güvenliğini sağlamak için yapılmışlardı.

Sahara çölünün güneyinde çıkarılan başlıca altın olmak üzere diğer değerli taşların önce Orta Doğuya, sonrasında Hindistan'a kadar ki yolu Uarzazat bölgesinden geçmekteydi. Bu kervanların koruma ve konaklamaları da bu Kazba'larda yapılmaktaymış.

Mimari olarak da birer harika bu Kazbalar. Bölgedeki hemen tüm yapılar gibi kırmızıya çalan bir çok güzel kahverengi renkleri var. Yüksek duvarları, mazgalları ve köşeli burçlarıyla ilkokul günlerimizde çizdiğimiz kale resimleri gibiler.

Tarodant
Yolumuz bizi bir mola için Kazba'ların en büyüklerinden birinin olduğu Tarodant kentine götürdü. Kısa molamızın elverdiği kadarıyla kalenin muazzam duvarları altında dolandık, Agadir'den sonra lolipop olmayan ilk Fas deneyimimizi edindik.

Tarodant, Agadir'e göre tabii ki daha az ışıltılı. İnsanlar daha fakir, yollar daha bakımsız.

Ancak yanlış izlenime kapılmayın. İnsanlar fakir olsa da saygılı, yollar bakımsız olsa da işler, şehir ışıltısız olsa da tertemiz.

Jelena nasıl bulduysa buldu ve otobüs yeniden hareket etmeden hemen önce ikimize de birer take-away kahve getirdi. Kuru ekmeklerin hala hazım mücadelesi verdiği midem için bir şölen oldu bu kahve.

Otobüsümüz hareket etti. Sıra Küçük Atlas Dağlarını geçmeğe gelmişti.

İsminin öyle "Küçük" olduğuna bakmayın, bu dağ sırası yeteri kadar heybetli. Manzarası ise tadından yenmiyor. İlk başlarda yeşil sayılabilecek bir bitki örtüsü, Uarzazat'a yaklaştıkça yerini kahverengi ağırlıklı, taşlık bir manzaraya bırakıyor.

Ve bir noktaya gelince insan artık hayranlığını gizleyemiyor. Otobüsten "Oooo!", "Aaaaa!"', "Se Magnifik!", "Se tre joli!" sesleri yükseliyor. Etrafını sarı'dan kahverengiye birçok farklı renklerden oluşmuş tepelerin çevirdiği yeşil, ağaçlık bir düzlük ve tam ortasında yükselen bir tepenin üzerindeki kızıl'a yakın kahverengi kale ve eteklerinde yüzlerce yıllık aynı kızıl-kahverengi evler.

Bir insan hayatında bu kadar güzel, bu kadar büyüleyici bir manzarayı çok az görür.

Rehberimiz "Aid Benhadu" dedi, bu yerin ismi için. Hemen Jelena'yla bir sonraki günün programına aldık bu güzelliği.

Birkaç kilometre ileride, başka bir düzlükte, duvarlarla çevrili, etrafında muazzam boyutlarda firavun heykellerinin bulunduğu bir yapı kompleksinin yanında durduk. Burası Atlas Stüdyolarının Kleopatra kampüsüymüş.

Atlas Stüdyolarının Kleopatra kampüsü
Parmaklıklardan içeri baktığımızda bir askeri cip, bir de gerçek boyutuna yakın bir F-16 maketi gördük. Jelena uçağı görür görmez tanıdı "Aaa, bu The Jewel Of The Nile'dan".

The Jewel of the Nile, Jelena'nın favorisi bir filim. Ben bir kere seyrettim ancak sorsanız zar zor konuyu hatırlarım, ancak o belki de elli kere seyrettiği için her sahneyi hatırlıyor tabii.

Uarzazat'ın bu renkli, çöllü, vadili, kaleli, köylü manzarası, bölgenin güvenliğine eklenince, onu birçok Orta Doğu filmi için ideal bir set haline getirmiş.

Gladiator, The Jewel Of The Nile, Cleopatra, Babel, Prince Of Persia, Charazad, Lawrence Of Arabia, Ali Baba And The Fourty Thieves, Jesus Of Nazareth, Bible, The Last Cavalier, Young Indiana Jones ve başka bir dolu filmin önemli sahneleri hep Uarzazat'ta çekilmiş.

Taurit
Şehir dışındaki tipik bir Fas restoranında yediğimiz öğle yemeyi ardından şehir merkezini ilk defa görmüş olduk. Uarzazat'daki her bina aynı renk, o kızılımsı kahve rengi. Geniş caddeleri ile bir anda Kızıl Meydan'ı hatırlattı bana.

Tertemiz bir kent.

Kentin tam ortasında ise yine harika bir Kazba var. İsmi Taurit. Eski olmasına rağmen çok iyi durumda. Uarzazat'ın turla birlikte yaptığımız son planlı ziyareti oldu bu Kazba. Kalenin son dönemlerdeki sahibi paşanın hareminden kilerine kadar her yeri gezdik.

Şehir içinde geçirdiğimiz akşamın ardından kendimizi otelin barına attık, birer kadeh Porto şarabından sonra ilk iş ertesi günkü Aid Benhadu gezisinin lojistiğini ayarlamak oldu.

Resepsiyonun yardımı ile bizi götürecek bir taksi bulduk.

Akşam yemekteki bir şaraptan sonra daha da güzel bir hale büründü. Masa etrafında Fransızca yapılan kelime oyunları şakalarını dinliyor gibi yaparken günün fotoğraflarını gözden geçirdim ve akşamı kapadık.

Ertesi gün saat sekizde taksimiz bizi bekliyordu. Şoförle bonjurlaşıp atladık arabaya. İsimlerimizi söyleyince bana "Sen nerelisin?" Diye sordu. Türküm deyince "Vay Anam Babam" olduk. Fas'da Türkleri seviyorlar.

Biraz geyikten sonra şoförümüz Omar, ünvan değiştirdi ve rehberimiz oldu. İlk şl bizi Uarzazat'ı tepeden gören eski bir Fransız Lejyonunun garnizonuna götürdü. Mükemmel panorama fotoğrafları çektik.

Kan kırmızı kayalarla kaplı dik yamaçlar
Sonrasında şehirden çıkıp, yönümüzü Atlas stüdyolarına çevirdik. Bir noktada Omar yoldan çıktı ve bizi içerilerde bir yamaça götürdü. Kleopatra filmininde savaş sahnesinin birinin çekildiği bir düzlüğe bakan kan kırmızı kayalarla kaplı dik yamaçlar arasımda inanılmaz bir manzara.

Foroğraf makinesinin bozulabileceğini düşünüp korktum. Garanti olsun diye iPhone ile de bol bol resim çektim. Jelena da son hız Paparazzi modunda resim çekiyordu.

Bir sonraki gizli vista noktasında ise kendimi bir an Kapadokya'da zannettim. Farklı renklerde kayaların oluşturduğu konik tepeler ve vadinin ucunda ise Aid Benhadu. Hiç konuşmadan sadece fotoğraf çekiyorduk.

Tekrar arabaya binip Aid Benhadu'nun hemen yanıbaşındaki köye ulaştık. Girişi gösteren işaretleri dikkate almadan bizi yan sokaklardan geçirdi Omar. "Eğer normal yoldan gidersek satıcılar yüzünden yarım saatte çıkamayız." dedi.

Aid Benhadu
Aid Benhadu UNESCO'nun kültür mirasına dahil ettiği bir alan, ancak bana sorarsanız, yanıbaşındaki köy bile bir kültür mirası. Dünyanın hiçbir yerinde benzerini görmediğim güzellikte, kızıl kahverengi tek katlı binaları ile köy sanki binbir gece masallarından fırlamış, gelmiş.

Köyü geçip kalenin ve etrafındaki tarihi evlerin bulunduğu tepeye doğru yürürken Jelena bir anda bir çığlık attı.

"Aaa, Jewel Of The Nile'da, uçağın geçtiği kapı..."

Gerçekten de ileride, üst bölümünde dikdörtgen şeklinde bir açıklığın bulunduğu kıpkırmızı tuğlalardan yapılma, devasa bir kapı.

Omar biraz ilerde, girişin hemen sağındaki bir alanı işaret etti.

"Gladyatör filmindeki arena..."

Önce evleri yürüyerek geçtik, sonrasında da tepenin zirvesindeki kaleye ulaştık. Burada kendimi ne kadar parçalasam boşuna. Kendi gözlerinizle görmeden bu güzelliği anlamak imkansız. Eğer Fas gezimiz o an bitip eve dönseydik, tüm çilesine değmiş olacaktı.

Köye dönerken Jelena kendisine deve derisinden bir kovboy şapkası aldı.

İşte bu hareket kısmetimizi bağlamıştı. Önümüzdeki birkaç gün, bütün Fas arkamızdan "köboy", "köboy" diye bağıracaktı.

Otele döndük, yeniden otobüsümüze bindik. Öğlen yemeyini başka bir Kazba'da yedik ve Uarzazat'a veda ettik.

Uarzazat, mutlaka görülmesi gereken bir yer arkadaşlar. Aid Binhadu da aynı şekilde. Uarzazat'ı görmenin başka bir alternatifi ise Uarzazat gezisini bir Sahara turu ile birleştirmek.

Çevrede aynı zamanda Fint Vahası diye başka ilginç bir gezi bölgesi var. Oasis Fint isimli bu turda ilginç doğası olan bir vahayı ve orada yerleşik bir siyahi Afrika topluluğunu görebilirsiniz. Bizim guruptan bir kaç çift bu turu aldı ve çok memnun kaldılar.

Kısaca Uarzazat, unutulmaz bir gezi olarak aile tarihimizde yerini aldı.

Sonrasında otobüse binip, rotamızı Marakeş'e çevirdik.

Devam edeceğiz.

5 Aralık 2013 Perşembe

Fas, Agadir

Fas gezisinin planlarını yapmaya başladığımızda, ne yalan söyleyeyim, Mısır ve Tunus'dan sonra "Bir Kuzey Afrika ülkesi daha..." havasına sokmıştum kendimi.

Hani olur ya, ne göreceğinizi üç aşağı, beş yukarı bilirsiniz de, sadece marjinal farklar ilginizi çekmeye başlar... Aynen o duygu işte.

Bir insan bu kadar mı yanılabilir?

Fas "Başka Bir Kuzey Afrika Ülkesi" olmaktan çok öte bir yer arkadaşlar. İnsanlarıyla, doğasıyla, tarihiyle birçok özelliği kendine mahsus, inanılmaz cazibeli, bambaşka bir diyar.

Bu yüzden, başlangıçtaki kafama yerleşmiş monoton gezi, bir anda her günü ayrı heyecanlı, egzotik bir serüvene dönüştü.

Sizi de fazlaca sıkmadan anlatayım, dilimin döndüğünce...

Önce insanlar...

Kuzey Afrika ülkelerini sağdan sayarsak, önce Mısır, sonra da Tunus olmak üzere görme şansım oldu.

Mısır, tarihi bakımdan zenginliği tartışma götürmeyen, "Bir Numara" gezi durağı. Yedi bin yıllık tarih ülkenin her yanına saçılmış, gezmekle, görmekle bitmeyecek bir diyar.

Gel gör ki bu tarihin bu günkü sahipleri, ülkelerine gelen turistlere pek de arkadaşça davranıyor sayılmazlar.

Daha da açıkçası, Kahire'de dolaşırken sözün tam anlamıyla "üç buçuk" attım.

İnsanların yüzünüze bağırdığı, polislerin sizi "biraz fazlaca" bahşiş vermeye teşvik ettiği, satıcıların sizi dükkanlarına zorla sokup birşeyler satmaya çalıştığı pek güvenli olmayan bir ülke Mısır.

Hattızaatında, binlerce göstericinin arasında, herkesin gözünün önündeki bir meydanda, bir kadın televizyon muhabirine tecavüz edildiğini duyduğum ilk yer.

Tebes diye kalmış aklımda ama yanılıyor olabilirim, şu Ramses'in yatan bir heykelinin bulunduğu arkeolojik alanda geziyoruz. Dağın içine oyulmuş bir tapınakta yürüyoruz ama tam bir Bond filmi gibi, her yer labirent.

Koridorlar o kadar kısa ki sadece önüzde ve arkanızda ki birer kişiyi görme şansınız var. Gurup birbirinden kopmuş, ayrılmış durumda.

Jelena önümde, arkamda da guruptan biri, duvarlara sürüne sürüne gidiyoruz.

Bir süre sonra arkamdaki adamı göremez oldum.

Arkamda ayak sesleri ve yürüyen bir gölge var ancak sahibini göremiyorum.

Bir anda durup, arkamdaki kişinin yetişmesini bekledim.

Ben durunca gölge ve ayak sesleri de durdu.

Yeniden yürümeye başladım, gölge de arkamdan gelmeye devam etti.

Müzedeki hayalet, anasını satayım...

Labirent, büyük bir odada son buldu.

Ben koridordan çıktıktan sonra, arkamdan beyaz bir entari içinde, gurupla ilgisiz bir Arap, onun arkasından da yeşil entarili yine başka tanımadık bir Arap çıktı.

İkinci Arap'ın ardından da labirente girdiğimizde arkamda bulunan gurup üyesi turist belirdi.

Yani biz labirente girdikten sonra bu ikisi bir yolunu bulup aramıza girmiş, arkadaki gurubun gerisini geciktirirken, öndeki de benim arkamdan fırsat kolluyordu.

Beyaz entariliyi gözünün ucuyla elimdeki kameraya bakarken yakaladım sanki. Kamera da öyle ucuz, bir özelliği olmayan turist kamerası.

Neyse, bu ikisi, büyük odaya girdiğimizde sessizce ayrılıp kayboldular.

Gezi bitip tapınaktan çıktığımızda, Jelena ve gurubun geri kalanı ufak müze mağazasında satılan papirüs'lere bakarken ben de, yek başıma, dışarda bir sigara yaktım, o zamanlar içiyordum işte.

Bir anda, az önceki iki Arap belirdi.

"Halidbinvelid" ve "Omarbinşerif" diye kendilerini tanıttılar. Ben sadece "hay" deyip zoraki selamladım bunları.

"Halidbinvelid" ve "Omarbinşerif"
"Bizim bir resmimizi çekermisin?" diye sordular.

"Tamam" deyince, duvarın önünde poz verdiler, ben de çektim resimlerini.

Sonra beyaz entarili, "Şimdi de ben senin resmini çekeyim." deyip kamerayı tuttu.

İşin rengi belli olmuştu.

Ancak çok nazik bir noktaya gelmişti olay.

Kamera, bileğime kordonla bağlıydı ve beyaz entarili de onu elinin içinde tutmuş çekiyordu. Ancak kameranın çekmekle gelmeyeceği belliydi. Bu da bu ikisine kamerayı alabilmek için tek bir yol bırakıyordu.

O anda ne düşündüm bilmiyorum, yalnız sol yumruğumu sıkıp olaya hazırlandığımı hatırlıyorum.

Neyse ki tam bu sırada gurup mağazadan çıktı ve bu ikisi gene bir anda kayboldu gitti.

Otobüse binip oradan ayrılana kadar sigara migara içmeyi bıraktım ve bir daha da guruptan ayrılmadım.

Gize'de piramitlerin dibinde başka bir çocuk, devesiyle geldi. "Bunun adı Michael Jackson" dedi ve sordu "Bir resmimizi çeker misin?"

Cevap bile vermedim.

"Bir resim çekmek istermisiniz?"

Yine piramitlerle Sfenks arasında deve üstünde bir polis güler yüzle durdurdu bizi. Otantik olsun diye polisler turistik alanlarda develere biniyordu.

"Bir resim çekmek istermisiniz?"

Soru şeklinde gelse de emir Mısır polisinden. Gel de hayır de...

Çektik fotoğrafı, halkla ilişkilere katkısı olsun diye.


Tam gudbay'larken adam elini açtı. "Bakşiş?"

En komiğini sona sakladım.

Kahirede geniş mi geniş bir caddeden karşıya geçmeye çalışıyoruz.

Trafik ışığı falan hak getire.

Caddenin ortasında bir trafik polisi var ve dört yöne sırasıyla dönüp deli gibi düdük çalıyor ve elini kolunu frantik bir biçimde sallayarak, pandomim ile bale karışımı bir gösteri sergiliyor.

Polisin ne istediğimi anlamak imkansız. Arabalar her yönden aynı anda geliyor, burun buruna gelince acı acı frene basıyorlar.

Biz bir iki adım atıp karşıya geçmeye yeltendik ama hemen kendimizi geri kaldırıma atıp canımızı zor kurtardık.

Polis bizi görünce, bale yapmayı bıraktı, kendini arabaların önüne atıp düdüğünü uzun uzun çaldı ve herkesin anlayacağı biçimde elini dur işareti vererek kaldırdı.

Arabalar zınk diye durdu.

Jelena'yla ben kral ve kraliçe gibi telaşsızca geçmeye başladık caddeyi.

Tam orta noktada duran polisin yanına geldiğimizde polis bize baktı, gülümsedi ve avucunu açtı.

Kahire'de caddeyi karşıdan karşıya geçmek "bakşiş" 'e tabiydi

Mısır böyleydi işte...

Tunus Mısır'a göre bir çağ ilerde bu arkadaşçalılık konusumda arkadaşlar, ancak durum yine de çok iyi sayılmaz.

Zarzis'de örneğin bir ayının, Jelena'nın peşimden "Gazel!" diye bağırıp koştuğu, benim de ona "Sen git hayatım, bunu bana bırak!" 'ladıktan sonra adamın önünü kesip "Ne diyon lan!" 'ladığım vukuu bulmuştu.

Başka bir okazyonda, bir satıcı Jelena'nın koluna yapışıp, dükkanın içine çekmeye çalışmıştı.

"Kom gazel, veri gud tings to buy"

"Yok kardeşim, almayacağız hiç birşey."

Bu sefer Jelena'ya sarılıp:

"O zaman gel bir fotoğraf çektirelim..."

"Siktir lan!"

"Tamam yaa, ne kızıyon?"

Havasında bir de şaşkın şaşkın cevap vermişti.

Tam bu noktada, eğer "Lan ne biçim yerlermiş buraları..." gibi bir izlenime kapıldıysanız, yeri gelmişken söyleyeyim, Türkiyeye gelen yabancıların, özellikle kadınların, başlarına gelenler yukardakilerden pek de farklı değil.

Tamam, bizde polis cadde geçenden bahşiş almaz ama satıcıların ve sokaktaki diğer Tarzanların verdiği rahatsızlık efsanevi boyutlara ulaşmış durumda.

Neyse, dönelim konumuz olan Fas'a...

Fas'ta durum ben diyeyim siyah-beyaz, siz deyin gece-gündüz, o kadar farklı.

Fas kralı, sanki her Faslı'ya birer psikolog tutmuş. Hepsi birer elma şekeri.

Sizi tehdit eden, taciz eden, rahatsız eden kimse yok. Satıcılar yolunuzu kestiğinde "Yok" dediğiniz anda "Nasıl isterseniz..., İyi günler." diyip gidiyorlar.

Üç beş aksilenenin dışında herkes güler yüzlü, yardımsever. Yol sorunca gösteriyorlar, hiç birşey olmasa oturup sizinle konuşuyorlar falan.

Sanki Kuzey Afrika'da değil Lozan sokaklarında geziyorsunuz.

Fas'da hemen herkes Fransızca konuşuyor. Fransızca okullarda zorunlu ders. Tüm tabelalar, menüler, dökümanlar Arapça ve Fransızca. Yani Fransızca bilenler için Fas ziyaret edilmesi çok kolay bir ülke.

En çok Fransızca bilen topluluk Fransızlar olduğundan Fas sanki Fransızlar için ikinci tatil adresi olmuş.

Örneğin bizim gurubumuzda bir Türk, yani ben kulunuz, bir Sırp, zevcem Jelena, bir de İsviçreliye - ki ana dili Fransızca, karşılık on beş tane Fransız vardı.

Fransızlar için Fransızca konuşmak çok önemlidir arkadaşlar.

Dillerini için deli olurlar, kelimelerle oynayarak birbirlerine şaka yaparlar ve en önemlisi başka bir dili konuşmayı pek sevmezler. Bu yüzden Kanada, Martinik, La Reunıon, Senegal, Tunus ve Fas gibi Fransızca konuşulan ülkeler turist olarak büyük bir Fransız çoğunluğuna sahiptir.

Mesela Fransızca konuşulmaya Tayland'ı alın, çok küçük bir Fransız turist yüzdesi görürsünüz.

Faslılar da bu Fransızca konuşma işini çok benimsemiş, hatta bence biraz gereğinden çok önemsemiş durumdalar. Fransızca konuşmayı bir ayrıcalık, bir önemsenme kaynağı olarak görmekteler çoğunlukla. Fransa ise, büyük abi, en önemli hedef ve ulaşılacak en yüksek mertebe, Nirvana yani.

Bu biraz üzücü, çünkü Fransa gördüğüm kadarıyla Fas'a öyle bir önemli katkıda bulunmamış. Ne yapalım, kendi bilecekleri iş.

Ülke büyük sayılabilecek bir alana sahip. Aşağı yukarı Türkiyenin yarısı kadar. Nüfusu ise otuz iki milyon. Ülkenin bir kralı var, yukarda söylediğim gibi. Yani monarşik bir yönetim var Fas'da.

Ülkenin hem Akdeniz'de, hem de Atlas Okyanusunda kıyısı var. Ülkenin önemli sayılabilecek büyüklükte bir alanı Atlas dağlarıyla kaplı. Sahara çölünün batısı da Fas'ın içerisinde.

Yani hem demografik, hem de coğrafik olarak eğlenceli bir ülke.

Fas'daki ilk durağımız Agadir kenti.

Agadir'deyiz
Atlas okyanusunun kıyısında, çok mu çok yeni bir yerleşim merkezi. O yüzden tarihi bir havası yok.

Zaten, kentin Kuzey Afrika'yla da bir ilgisi yok. Daha çok Kankun'a benziyor.

Kısacası tüm kent turistler için var.

Herşey yapay, sahte. Trafik işaretleri uyulsun diye değil, medeni görünsün diye koyulmuş. Park yerleri kare kare boyanmış. Çarşıda, kamyonların mal getirebilmeleri için bile ayrı yollar ve duraklama noktaları var. Kötü bir Cote d'Azur kopyası.

Afrika'dasın lan, insaf...

Ruhsuz, lolipop bir yer Agadir, sizin anlayacağınız...

Çölde bir vaha yani...

(Tamam, edebiyatı burada bırakıyorum. Hepimiz anladık Agadir'in nasıl bir yer olduğunu)

Ancak Agadir'de öyle bir şey var ki arkadaşlar, sadece bunun için bile Agadir'e gidilebilir.

Günbatımı.

Agadir'de gün batımı
Atlas okyanusunun bu tarafında gün batımları, Amerikan tarafında ise gün doğumları çok güzeldir.

Bunun en önemli sebebi ise aslında çok basittir:

Güneş Doğudan doğar...

...ve Batı'dan batar.

Bu yüzden okyanusun bu tarafında güneş Batı tarafında bulunan denizin üstünden batar ve çoğunlukla da size kartpostallarda görmeye alıştığınız o dehşet gün batımlarını sunar.

Hele biraz da şanslıysanız ve günbatımının kızıllığını tutacak bulutlar da varsa etrafta, işte o kan kırmızı gökyüzünü yaşarsınız. İster fotoğrafını çekin, ister manitanızın elini tutun ama yalnız başınıza yaşamayın o gün batımını.

Etrafta ellerinde sörf tahtası, kendi resimlerini çekmeye çalışan yalnız kelleler ve, yazsam mı bilmiyorum ama yazalım anasını satayım, iki erkek beraber tatile gelmiş toplar için tüm kalbimle üzüldüm.

Burada geçen her yalnız günbatımı, Deep Purple'ın bir şarkısında anlattığı gibi "One too many wasted sunset", yani gereğinden bir fazla ziyan olmuş bir günbatımı.

Agadir de gün batımını dehşet güzel yapan, Güneş'in Batı'dan batmasının dışında, ikinci bir astronomik fenomen var arkadaşlar.

Gel-git'ler...

Bu yazıyı Türkçe okuduğunuza göre büyük olasılıkla siz de benim gibi Akdeniz çocuğusunuzdur.

Akdeniz, bence dünyadaki en güzel denizdir, nokta.

Hele Ege, hem Türk, hem Yunan tarafı.

Sadece Ege de değil. Adriyatik, Cote d'Azur, sayın aklınıza gelen diğer Akdeniz kıyılarını, herbiri cennetten birer parçadır.

Ancak diğer birçok denizlerde bulunup da Akdeniz'de görmediğimiz bir fenomen vardır ki bu da gel-git'lerdir.

Gel-git'ler sonucu karayı kaplayan sular 
Pek bilmeyiz nasıl olduklarını, ne zaman geldiklerini, ne zaman gittiklerini.

Öyle kafanızı ilimle çok şişirmeden anlatayım.

Newton, bir ağacın altında uyurken kafasına dank diye düşen elmadan sonra evrendeki her cismin birbirini çektiğini buldu. Cisimler ağırlaştıkça ve birbirine yaklaştıkça bu çekim gücü artmaktaydı. Hatta cisimlerin birbirine yakın olması ağırlıklarından daha fazla artırıyordu bu çekim gücünü.


Kendisi de Dünya'ya oldukça yakın bir cisim olan Ay, ki üç günlük yoldadır, bu sebeple Dünyayı ciddi olarak çeker.

Haa, Dünya da Ay'ı çeker, hem de çok daha kuvvetli, ama bunun konumuzla ilgisi yok.

Ay'ın bu çekimi karaları, ya da daha genel anlamda, katı maddeleri pek fazla etkilemez. Karalar şöyle bir "gırç" eder ve sonunda hareketsiz kalırlar.

Siz de, ben de öyle deforme olmayız, yani Ay'ın çekimiyle boyumuz uzamaz. Ancak, eğer biraz moralinizi düzeltmek istiyorsanız, teraziye Ay tepenizdeyken çıkın. Daha hafif olduğunuzu görürsünüz - bu bir şaka değil.

Sıvılar ise şekillerini çok kolay kaybederler. Dünyada en çok bulunan sıvı da deniz suyu olduğu için Ay'ın çekimi okyanusların Ay'a bakan taraflarında bir kabartı oluşturur. Yani sular yükselir. Bu kabartı, yada yükselme Dünya'nın Ay'a bakan tarafının tam tersinde de gerçekleşir.

Hemen toparlayalım. Bir daire çizin, bu Dünya olsun. Bu dairenin soluna daha küçük bir daire daha çizin. Bu da Ay olsun. Soldaki Ay'ın çekimi yüzünden Dünyanın sağ ve solundaki okyanuslar kabarırken yukarı ve aşağıdakiler çöker.

Böylece günde iki kere okyanus kıyılarında sular yükselir ve çekilir.

Akdeniz, ve hattızaatında Karadeniz, Marmara, Hazar Denizi, vs. kapalı iç denizlerdir. Bu denizlerin suyu okyanuslara olan bağlantılarından yükselmeyi ve düşmeyi sağlayacak miktarlarda geçemez.

Bu yüzden de gel-git bu denizlerde hissedilmez.

Ancak Agadir gibi okyanus kıyılarında sular çekildiğinde arkalarında onlarca metre ıslak kum ve su birikintileri bırakır.

Eğer bu "git" olayı, bir de gün batımına denk gelirse, gökyüzünün kızıllığı fotokopisi çekilmiş gibi kumsala çıkar.

İşte Agadir'de geçirdiğimiz ikinci günbatımı hem bulutlarıyla, hem de gelgitlerin zamanlamasıyla böyle şanslı bir günbatımıydı. Birinci de fena sayılmazdı, ancak üçüncü gün batımında çok az bulut vardı.

Bunca lafın kıssadan hissesi ise şöyle. Dünyanın en güzel gün batımlarından birini görmek için alın kocanızı, karınızı, erkek/kız arkadasınızı yanınıza ve atlayın uçağa. Sadece bunun için bile gidilebilir Agadir'e.

Yeri gelmişken bir hatırlatma yaparak astronomi konusunu kapayalım. Anlayacağınız üzere Atlas Okyanusu'nun doğu kıyısının her yerinde Güneş deniz'e batmayabilir. Mesela Kanarya adalarının doğu kıyısındaysanız Güneş dank diye karadan batar. Bir de her kıyı kuzey-güney doğrultusunda düz değildir. O yüzden yukardaki genellemenin her koşulda doğru olacağını düşünmeyin.

Ve sonrasında bana da kızmayın.

Günbatımı dışında da Agadir'de yapacak çok şey var.

Yemek mesela.

Bol bol Hint, Doğu Asya, Orta Doğu ve olmazsa olmaz Fransız, İtalyan ve İspanyol restoranları var. Fiyatlar da çok uygun. Fas şarabı insanın ayaklarını yerden kesmiyor ama gayet içilebilir bir şarap.

Fas'ın yemekleri tipik Kuzey Afrika mutfağından. Bir tür arpadan yapılan Kuskus pilavı ve Tajin isimli, sebzeli, etli ve ÇOK BAHATATLI bir yemekleri var.

Bir de tabii ki Mergez.

Mergez bizim bildiğimiz sosis, ancak sadece koyun etiyle hazırlanıyor ve zehir gibi de baharatlı. Ancak bir kilo yiyebilirim, bir oturuşta. Son zamanlarda Mergez için bir tat geliştirdim. Çok seviyorum.

Ve tabii ki bol bol deniz mahsülü. Yiyenler çok memnundu.

Fas'ın baharatları
Fas aynı zamanda bir baharat cenneti. Hem çok güzel baharatları var, hem de çok güzel piyazlıyorlar turistlere.

Baharatçılar, turistleri oditoryum kılıklı odalara alıp tek tek anlatıyor, hangi baharat nedir, nasıl kullanılır diye.

Mesela otuz beş baharatın karışımı bir harmanları var ki yere göğe koyamıyorlar. Balık için kullandıkları beş baharatlık başka bir harmanları da var.

Başkaca, Fas safranı diye bir baharatları var ki Hint safranı gibi sarı değil, aksine kırmızı. Yine Fas körisi dedikleri bir körileri var. Ben şahsen beğendim.

Doğal olarak afrodizyak olduğu iddia edilen bir dolu baharatı da satıyorlar turistlere. Bir çoğu da alıyor ha....

Ancak en çok kullanılan baharat kümin, yani bizim kimyon. Portakal ve elmanın üzerine bile döküyorlar. Çok popüler.

Bu baharatçılar aynı zamanda ev yapımı kozmetik ürünleri de satıyorlar. Bu bayağı bir endüstri olmuş arkadaşlar. İnanın Vichy'den çok çeşitli kremleri, hacı yağları falan var.

İsterseniz bir de masaj yapıyorlar size bu kremleri kullanarak. İlginizi çekerse denemenizi tavsiye ederim.

Her turistik belde de olduğu gibi Agadir'de de binlerce incik-boncuk hatıra malzemesi satan mağazalar var.

Develer
Şehir içinde yine ilginç gelebilecek bir balık pazarı ve bir sebze-meyve pazarı var. Bu iki yerde biraz Agadir'in yapmacıklığından kurtulup gerçek ülkeyi gördüğünüzü düşünüyorsunuz ama serüven buralarda değil.

Şehirin biraz dışında bir kale ve surlarının altında deveciler var, eğer deve hatırası isterseniz.

Agadir, Kuzey Afrika havası koklayabileceğiniz bir yer değil.

Zaten rehberimiz de söyledi:

"Bu gördüklerinizin Fas'la ilgisi yok. Gerçek Fas'ı yarın göreceksiniz..."

Devam edeceğiz.

Sevgiler.

10 Kasım 2013 Pazar

Kitap

Sevgili arkadaşlar, İsviçre'de kış resmi olarak geldi diyebiliriz. Şu anda bahçeye kar yağıyor. Jelena'yla mükemmel hatta biraz fazlaca mükemmel bir öğlen yemeyi yedik, sobayı yaktık, kahvelerimizi içtik ve tam bir tembel kış Pazarı havasına girdik.

Böyle günlerde yaşlı adam egzersizimi yaparken artık neredeyse değişmez bir adet haline dönüşen kitap okuma fiiline atfetmeye çalıştım kendimi.

Ancak kitap yerine bir dolu başka ıvır zıvır gereksiz işlere bakmaya başladım.

Mesela Adana valisi bir vatandaşa "gavat" demiş, ona takıldım. Üç beş habere herkezin zaten farkında olduğu gereksiz yorumlarımı yazdım, sildim, falan.

Sonra biraz TV seyrettim, köpeği taciz ettim, Jelena'ya bulaştım, vs.

Ancak elim bir türlü yarım kalmış kitabıma gidemedi.

Niye derseniz, başladığım kitap o kadar kötü ki gece rüyalarıma giriyor.

Kitabın ismi The Atlantis Gene, yani Atlantis Geni. A. G. Riddle diye ABD'li bir genç yazarın ilk kitabı.

Az buz değil, beş yüz sayfalık bir Bilim-Kurgu ve Terör harmanı.

Amazon'da değişik birşey ararken denk geldim. Nasıl güzel piyazlamışlarsa hemen indirdim Kindle'a.

İlk yirmi sayfadan sonra yavaş yavaş baymaya başladı. Ellinci sayfa civarları artık baygınlıklar geçirmeye başlamıştım.

Kitap - bence tabii - öyle kötü yazılmış ki insanın bir daha elime alası gelmiyor.

Kitap okumak çok kişisel bir eylemdir. Herkesin beklentileri, umdukları ve aldıkları zevk farklıdır.

Ders kitapları, ansiklopediler yada kanun kitapları gibi özel amaçlı kitapları bir kenara bırakırsak, bir romanı elime aldığımda beklentim ve aynı zamanda yazarın başarısı, beni ne kadar konunun içine çekebildiği, kişi olarak olaya ne kadar dahil edebildiğidir.

Güzel diye tanımladığım kitapları okurken kendimi olayın geçtiği yerde, olayın kahramanlarıyla birlikte olayı yaşarken bulurum.

Plot (konu) benle birlikte gelişir, gizemi kahramanla birlikte ben de çözerim. Çözümleme (revelation) herkesle birlikte beni de şaşırtır.

İyi bir yazar gizemin çözümü için kahramana verdiği her ipucunu okuyucuya da verir.

Okuyucu bu işi kendisi çözerse gururlanır, mutlu olur. Yok eğer çözemezse vay anasını satayım, nasıl atlamışız bunu diye hayıflanır.

Kısacası bu çaba bile tüm kitap okuma eyleminin hazzı ve tadıdır.

Mesela Agatha Christie bu çözümleme işini okuyucuya bırakacak kadar ipuçlarını vermeyi resmi bir hale getirmiştir.

Benim okuduğum kitaplarının çoğunda, Christie boş bir sayfa bırakır ve "Bu noktada gizemin çözülmesi için bütün ipuçları okuyucuya verişmiştir." der.

Siz de Poirot'dan önce katili bulmak için kıçınızı yırtarsınız :)

Benim başarı oranım kabaca yüzde yirmi civarında, yani her beş kitaptan birinde katili doğru olarak öngörebildim diyebiliriz. Ancak sadece bu gizemi çözme çabası bile beni herzaman olayın bir parçası yapmaya yetmiştir. Katili kendim bulsam da bulmasam da inanılmaz zevk almışımdır Christie'nin kitaplarından.

İşte şu an okuduğum kitap bunun tam aksini yapıyor.

Bir yazarın işi size hikayesini anlatmaktır.

Bu arkadaş ise hikaye anlatma işini kitaptaki karekterlere yüklemiş.

Yani plot'u yada konuyu kitaptaki kişilerin birbirlerine plot'u anlatmasıyla anlıyorsunuz.

Alın size bir örnek. Kitapta bir prof, büyük patrona anlatıyor:

"We know that the therapy they received was something cutting edge. Possibly something so new we don’t have anything to compare it to. But we have some theories.

There’s been another recent breakthrough in genetics—what we call epigenetics. The idea is that our genome is less like a static blueprint and more like a piano.

The piano keys represent the genome. We each get different keys, and the keys don’t change throughout our life: we die with the same piano keys, or genome, we’re born with. What changes is the sheet music: the epigenetics.

That sheet of music determines what tune is played—what genes are expressed—and those genes determine our traits—everything from IQ to hair color. The idea is that this complex interaction between our genome and the epigenetics that control gene expression really determines who we become.

What’s interesting is that we have a hand in writing the music, in controlling our own epigenetics.

And so do our parents and even our environment. If a certain gene is expressed in your parents and grandparents, it’s more likely to activate in you.

Essentially, our actions, our parents’ actions, and our environment influence what genes could be activated.

Our genes might control the possibilities, but epigenetics determines our destiny. It’s an incredible breakthrough. We’ve known something more than pure static genetics was at work for some time. Our twin studies in the thirties and forties told us that.

Some twins survived longer in the machine than others, despite having almost exactly the same genome. Epigenetics is the missing link."

İngilizce bilmiyorsanız dert etmeyin. İçerikle işimiz yok zaten. Konumuz yöntem.

Şimdi siz gerçek hayatta hiç yukardaki gibi bir dialog, yada doğru deyişi ile bir monolog, gördünüz mü, duydunuz mu?

Gidin karınıza, kocanıza, patronunuza yukardaki gibi bir konuşma yapın.

Sopa yersiniz valla...

Babaya sanki yeni kitabının konusu ne diye sorsanız, size yukardaki konferansı verecek.

İşte beş yüz sayfa okumadan sadece yukardaki benzeri birkaç diyaloğu okursanız kitabın konusunu anlıyorsunuz.

Geri kalan sayfalardan ise mükemmel bir Segal yada Norris filmi çıkabilir. Vur da vur gözüne, çalsın davullar, patlasın bombalar :)

Ne yazık ki bu çocukça yazım tarzı kitabı okunması saçma ve amaçsız bir hale getirmiş.

Okuyucuya kalmış birşey yok. Bir gizem (mystery) ve çözümleme (revelation) yok. Bekleyin ki, iki kişi yan yana gelsin ve size olanı biteni anlatsın.

Hadi bu taze genç, ondan zırvaladı diyelim. Size aynı şeyi Da Vinci Code'un ulvi yazarı Dan Brown son kitabı Inferno'da yapmış desem ne dersiniz?

Tabii yazım zerafeti ve deneyimi ile Brown kitabını hala okunur kılmış ama işin özüne dönerseniz kitabın kahramanı Robert Langdon tüm kitap boyunca hafızasını kaybetmiş bir eblek (doğrusu ebleh olsa da tarihi sebeplerden eblek diyelim burada) biçiminde ne yaptığını bilmeden önce bir genç kadını takip eder, sonrasında da daha yaşlı bir kadın ona olan biteni anlatır, yakalayınca da ilk genç kadın hikayenin son rötuşlarını aktarır Langdon'a.

Sonunda ise zaten faciaya engel de olamazlar ve kitap da biter.

Ne bir gizem, ne de okuyucunun olayı çözme şansı.

Ancak gizemle ilgili olmasa da geleneksel Brown anlatımıyla Floransa, Venedik ve İstanbul mükemmel okunuyor. Bir de Dante tabii.

Böyle kitabı ben de yazarım.

Mesela uzaylılar İstanbulun tepesinde, şehri yok etmeye hazırlanıyor. Size bu hikayeyi, üç beş ailenin yaşadığı korku ve kaçma çabasıyla garnitür ederek iki yüz sayfa rahatlıkla anlatabilirim.

Sonunda da uzaylı "yok et" düğmesine bastığında İstanbul yerine uzay gemisi patlar.

Siz daha "Lan ne oldu?" bile diyemeden Protonus gezegeninde iki uzaylı konuşurken patlamanın sebebini öğrenirsiniz:

"İşte kumandan Zork uzay gemisinin tingamatörünün quantum seviyesini bozdu, ondan proyon ışını gemiyi patlattı.."

Döversiniz valla :)

Benim okuduğum kitaba dönersek, "Madem bu kadar gıcık oldun, manyak mısın, niye bırakıp başka bir kitap okumuyorsun?" diye haklı olarak sorabilirsiniz tabii.

N'apayım, rahmetli babamın mirası, başladığı hiçbir kitabı yarım bırakmamıştı. Ondan kaldı bu huy.

İyi hafta sonları...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...