5 Aralık 2013 Perşembe

Fas, Agadir

Fas gezisinin planlarını yapmaya başladığımızda, ne yalan söyleyeyim, Mısır ve Tunus'dan sonra "Bir Kuzey Afrika ülkesi daha..." havasına sokmıştum kendimi.

Hani olur ya, ne göreceğinizi üç aşağı, beş yukarı bilirsiniz de, sadece marjinal farklar ilginizi çekmeye başlar... Aynen o duygu işte.

Bir insan bu kadar mı yanılabilir?

Fas "Başka Bir Kuzey Afrika Ülkesi" olmaktan çok öte bir yer arkadaşlar. İnsanlarıyla, doğasıyla, tarihiyle birçok özelliği kendine mahsus, inanılmaz cazibeli, bambaşka bir diyar.

Bu yüzden, başlangıçtaki kafama yerleşmiş monoton gezi, bir anda her günü ayrı heyecanlı, egzotik bir serüvene dönüştü.

Sizi de fazlaca sıkmadan anlatayım, dilimin döndüğünce...

Önce insanlar...

Kuzey Afrika ülkelerini sağdan sayarsak, önce Mısır, sonra da Tunus olmak üzere görme şansım oldu.

Mısır, tarihi bakımdan zenginliği tartışma götürmeyen, "Bir Numara" gezi durağı. Yedi bin yıllık tarih ülkenin her yanına saçılmış, gezmekle, görmekle bitmeyecek bir diyar.

Gel gör ki bu tarihin bu günkü sahipleri, ülkelerine gelen turistlere pek de arkadaşça davranıyor sayılmazlar.

Daha da açıkçası, Kahire'de dolaşırken sözün tam anlamıyla "üç buçuk" attım.

İnsanların yüzünüze bağırdığı, polislerin sizi "biraz fazlaca" bahşiş vermeye teşvik ettiği, satıcıların sizi dükkanlarına zorla sokup birşeyler satmaya çalıştığı pek güvenli olmayan bir ülke Mısır.

Hattızaatında, binlerce göstericinin arasında, herkesin gözünün önündeki bir meydanda, bir kadın televizyon muhabirine tecavüz edildiğini duyduğum ilk yer.

Tebes diye kalmış aklımda ama yanılıyor olabilirim, şu Ramses'in yatan bir heykelinin bulunduğu arkeolojik alanda geziyoruz. Dağın içine oyulmuş bir tapınakta yürüyoruz ama tam bir Bond filmi gibi, her yer labirent.

Koridorlar o kadar kısa ki sadece önüzde ve arkanızda ki birer kişiyi görme şansınız var. Gurup birbirinden kopmuş, ayrılmış durumda.

Jelena önümde, arkamda da guruptan biri, duvarlara sürüne sürüne gidiyoruz.

Bir süre sonra arkamdaki adamı göremez oldum.

Arkamda ayak sesleri ve yürüyen bir gölge var ancak sahibini göremiyorum.

Bir anda durup, arkamdaki kişinin yetişmesini bekledim.

Ben durunca gölge ve ayak sesleri de durdu.

Yeniden yürümeye başladım, gölge de arkamdan gelmeye devam etti.

Müzedeki hayalet, anasını satayım...

Labirent, büyük bir odada son buldu.

Ben koridordan çıktıktan sonra, arkamdan beyaz bir entari içinde, gurupla ilgisiz bir Arap, onun arkasından da yeşil entarili yine başka tanımadık bir Arap çıktı.

İkinci Arap'ın ardından da labirente girdiğimizde arkamda bulunan gurup üyesi turist belirdi.

Yani biz labirente girdikten sonra bu ikisi bir yolunu bulup aramıza girmiş, arkadaki gurubun gerisini geciktirirken, öndeki de benim arkamdan fırsat kolluyordu.

Beyaz entariliyi gözünün ucuyla elimdeki kameraya bakarken yakaladım sanki. Kamera da öyle ucuz, bir özelliği olmayan turist kamerası.

Neyse, bu ikisi, büyük odaya girdiğimizde sessizce ayrılıp kayboldular.

Gezi bitip tapınaktan çıktığımızda, Jelena ve gurubun geri kalanı ufak müze mağazasında satılan papirüs'lere bakarken ben de, yek başıma, dışarda bir sigara yaktım, o zamanlar içiyordum işte.

Bir anda, az önceki iki Arap belirdi.

"Halidbinvelid" ve "Omarbinşerif" diye kendilerini tanıttılar. Ben sadece "hay" deyip zoraki selamladım bunları.

"Halidbinvelid" ve "Omarbinşerif"
"Bizim bir resmimizi çekermisin?" diye sordular.

"Tamam" deyince, duvarın önünde poz verdiler, ben de çektim resimlerini.

Sonra beyaz entarili, "Şimdi de ben senin resmini çekeyim." deyip kamerayı tuttu.

İşin rengi belli olmuştu.

Ancak çok nazik bir noktaya gelmişti olay.

Kamera, bileğime kordonla bağlıydı ve beyaz entarili de onu elinin içinde tutmuş çekiyordu. Ancak kameranın çekmekle gelmeyeceği belliydi. Bu da bu ikisine kamerayı alabilmek için tek bir yol bırakıyordu.

O anda ne düşündüm bilmiyorum, yalnız sol yumruğumu sıkıp olaya hazırlandığımı hatırlıyorum.

Neyse ki tam bu sırada gurup mağazadan çıktı ve bu ikisi gene bir anda kayboldu gitti.

Otobüse binip oradan ayrılana kadar sigara migara içmeyi bıraktım ve bir daha da guruptan ayrılmadım.

Gize'de piramitlerin dibinde başka bir çocuk, devesiyle geldi. "Bunun adı Michael Jackson" dedi ve sordu "Bir resmimizi çeker misin?"

Cevap bile vermedim.

"Bir resim çekmek istermisiniz?"

Yine piramitlerle Sfenks arasında deve üstünde bir polis güler yüzle durdurdu bizi. Otantik olsun diye polisler turistik alanlarda develere biniyordu.

"Bir resim çekmek istermisiniz?"

Soru şeklinde gelse de emir Mısır polisinden. Gel de hayır de...

Çektik fotoğrafı, halkla ilişkilere katkısı olsun diye.


Tam gudbay'larken adam elini açtı. "Bakşiş?"

En komiğini sona sakladım.

Kahirede geniş mi geniş bir caddeden karşıya geçmeye çalışıyoruz.

Trafik ışığı falan hak getire.

Caddenin ortasında bir trafik polisi var ve dört yöne sırasıyla dönüp deli gibi düdük çalıyor ve elini kolunu frantik bir biçimde sallayarak, pandomim ile bale karışımı bir gösteri sergiliyor.

Polisin ne istediğimi anlamak imkansız. Arabalar her yönden aynı anda geliyor, burun buruna gelince acı acı frene basıyorlar.

Biz bir iki adım atıp karşıya geçmeye yeltendik ama hemen kendimizi geri kaldırıma atıp canımızı zor kurtardık.

Polis bizi görünce, bale yapmayı bıraktı, kendini arabaların önüne atıp düdüğünü uzun uzun çaldı ve herkesin anlayacağı biçimde elini dur işareti vererek kaldırdı.

Arabalar zınk diye durdu.

Jelena'yla ben kral ve kraliçe gibi telaşsızca geçmeye başladık caddeyi.

Tam orta noktada duran polisin yanına geldiğimizde polis bize baktı, gülümsedi ve avucunu açtı.

Kahire'de caddeyi karşıdan karşıya geçmek "bakşiş" 'e tabiydi

Mısır böyleydi işte...

Tunus Mısır'a göre bir çağ ilerde bu arkadaşçalılık konusumda arkadaşlar, ancak durum yine de çok iyi sayılmaz.

Zarzis'de örneğin bir ayının, Jelena'nın peşimden "Gazel!" diye bağırıp koştuğu, benim de ona "Sen git hayatım, bunu bana bırak!" 'ladıktan sonra adamın önünü kesip "Ne diyon lan!" 'ladığım vukuu bulmuştu.

Başka bir okazyonda, bir satıcı Jelena'nın koluna yapışıp, dükkanın içine çekmeye çalışmıştı.

"Kom gazel, veri gud tings to buy"

"Yok kardeşim, almayacağız hiç birşey."

Bu sefer Jelena'ya sarılıp:

"O zaman gel bir fotoğraf çektirelim..."

"Siktir lan!"

"Tamam yaa, ne kızıyon?"

Havasında bir de şaşkın şaşkın cevap vermişti.

Tam bu noktada, eğer "Lan ne biçim yerlermiş buraları..." gibi bir izlenime kapıldıysanız, yeri gelmişken söyleyeyim, Türkiyeye gelen yabancıların, özellikle kadınların, başlarına gelenler yukardakilerden pek de farklı değil.

Tamam, bizde polis cadde geçenden bahşiş almaz ama satıcıların ve sokaktaki diğer Tarzanların verdiği rahatsızlık efsanevi boyutlara ulaşmış durumda.

Neyse, dönelim konumuz olan Fas'a...

Fas'ta durum ben diyeyim siyah-beyaz, siz deyin gece-gündüz, o kadar farklı.

Fas kralı, sanki her Faslı'ya birer psikolog tutmuş. Hepsi birer elma şekeri.

Sizi tehdit eden, taciz eden, rahatsız eden kimse yok. Satıcılar yolunuzu kestiğinde "Yok" dediğiniz anda "Nasıl isterseniz..., İyi günler." diyip gidiyorlar.

Üç beş aksilenenin dışında herkes güler yüzlü, yardımsever. Yol sorunca gösteriyorlar, hiç birşey olmasa oturup sizinle konuşuyorlar falan.

Sanki Kuzey Afrika'da değil Lozan sokaklarında geziyorsunuz.

Fas'da hemen herkes Fransızca konuşuyor. Fransızca okullarda zorunlu ders. Tüm tabelalar, menüler, dökümanlar Arapça ve Fransızca. Yani Fransızca bilenler için Fas ziyaret edilmesi çok kolay bir ülke.

En çok Fransızca bilen topluluk Fransızlar olduğundan Fas sanki Fransızlar için ikinci tatil adresi olmuş.

Örneğin bizim gurubumuzda bir Türk, yani ben kulunuz, bir Sırp, zevcem Jelena, bir de İsviçreliye - ki ana dili Fransızca, karşılık on beş tane Fransız vardı.

Fransızlar için Fransızca konuşmak çok önemlidir arkadaşlar.

Dillerini için deli olurlar, kelimelerle oynayarak birbirlerine şaka yaparlar ve en önemlisi başka bir dili konuşmayı pek sevmezler. Bu yüzden Kanada, Martinik, La Reunıon, Senegal, Tunus ve Fas gibi Fransızca konuşulan ülkeler turist olarak büyük bir Fransız çoğunluğuna sahiptir.

Mesela Fransızca konuşulmaya Tayland'ı alın, çok küçük bir Fransız turist yüzdesi görürsünüz.

Faslılar da bu Fransızca konuşma işini çok benimsemiş, hatta bence biraz gereğinden çok önemsemiş durumdalar. Fransızca konuşmayı bir ayrıcalık, bir önemsenme kaynağı olarak görmekteler çoğunlukla. Fransa ise, büyük abi, en önemli hedef ve ulaşılacak en yüksek mertebe, Nirvana yani.

Bu biraz üzücü, çünkü Fransa gördüğüm kadarıyla Fas'a öyle bir önemli katkıda bulunmamış. Ne yapalım, kendi bilecekleri iş.

Ülke büyük sayılabilecek bir alana sahip. Aşağı yukarı Türkiyenin yarısı kadar. Nüfusu ise otuz iki milyon. Ülkenin bir kralı var, yukarda söylediğim gibi. Yani monarşik bir yönetim var Fas'da.

Ülkenin hem Akdeniz'de, hem de Atlas Okyanusunda kıyısı var. Ülkenin önemli sayılabilecek büyüklükte bir alanı Atlas dağlarıyla kaplı. Sahara çölünün batısı da Fas'ın içerisinde.

Yani hem demografik, hem de coğrafik olarak eğlenceli bir ülke.

Fas'daki ilk durağımız Agadir kenti.

Agadir'deyiz
Atlas okyanusunun kıyısında, çok mu çok yeni bir yerleşim merkezi. O yüzden tarihi bir havası yok.

Zaten, kentin Kuzey Afrika'yla da bir ilgisi yok. Daha çok Kankun'a benziyor.

Kısacası tüm kent turistler için var.

Herşey yapay, sahte. Trafik işaretleri uyulsun diye değil, medeni görünsün diye koyulmuş. Park yerleri kare kare boyanmış. Çarşıda, kamyonların mal getirebilmeleri için bile ayrı yollar ve duraklama noktaları var. Kötü bir Cote d'Azur kopyası.

Afrika'dasın lan, insaf...

Ruhsuz, lolipop bir yer Agadir, sizin anlayacağınız...

Çölde bir vaha yani...

(Tamam, edebiyatı burada bırakıyorum. Hepimiz anladık Agadir'in nasıl bir yer olduğunu)

Ancak Agadir'de öyle bir şey var ki arkadaşlar, sadece bunun için bile Agadir'e gidilebilir.

Günbatımı.

Agadir'de gün batımı
Atlas okyanusunun bu tarafında gün batımları, Amerikan tarafında ise gün doğumları çok güzeldir.

Bunun en önemli sebebi ise aslında çok basittir:

Güneş Doğudan doğar...

...ve Batı'dan batar.

Bu yüzden okyanusun bu tarafında güneş Batı tarafında bulunan denizin üstünden batar ve çoğunlukla da size kartpostallarda görmeye alıştığınız o dehşet gün batımlarını sunar.

Hele biraz da şanslıysanız ve günbatımının kızıllığını tutacak bulutlar da varsa etrafta, işte o kan kırmızı gökyüzünü yaşarsınız. İster fotoğrafını çekin, ister manitanızın elini tutun ama yalnız başınıza yaşamayın o gün batımını.

Etrafta ellerinde sörf tahtası, kendi resimlerini çekmeye çalışan yalnız kelleler ve, yazsam mı bilmiyorum ama yazalım anasını satayım, iki erkek beraber tatile gelmiş toplar için tüm kalbimle üzüldüm.

Burada geçen her yalnız günbatımı, Deep Purple'ın bir şarkısında anlattığı gibi "One too many wasted sunset", yani gereğinden bir fazla ziyan olmuş bir günbatımı.

Agadir de gün batımını dehşet güzel yapan, Güneş'in Batı'dan batmasının dışında, ikinci bir astronomik fenomen var arkadaşlar.

Gel-git'ler...

Bu yazıyı Türkçe okuduğunuza göre büyük olasılıkla siz de benim gibi Akdeniz çocuğusunuzdur.

Akdeniz, bence dünyadaki en güzel denizdir, nokta.

Hele Ege, hem Türk, hem Yunan tarafı.

Sadece Ege de değil. Adriyatik, Cote d'Azur, sayın aklınıza gelen diğer Akdeniz kıyılarını, herbiri cennetten birer parçadır.

Ancak diğer birçok denizlerde bulunup da Akdeniz'de görmediğimiz bir fenomen vardır ki bu da gel-git'lerdir.

Gel-git'ler sonucu karayı kaplayan sular 
Pek bilmeyiz nasıl olduklarını, ne zaman geldiklerini, ne zaman gittiklerini.

Öyle kafanızı ilimle çok şişirmeden anlatayım.

Newton, bir ağacın altında uyurken kafasına dank diye düşen elmadan sonra evrendeki her cismin birbirini çektiğini buldu. Cisimler ağırlaştıkça ve birbirine yaklaştıkça bu çekim gücü artmaktaydı. Hatta cisimlerin birbirine yakın olması ağırlıklarından daha fazla artırıyordu bu çekim gücünü.


Kendisi de Dünya'ya oldukça yakın bir cisim olan Ay, ki üç günlük yoldadır, bu sebeple Dünyayı ciddi olarak çeker.

Haa, Dünya da Ay'ı çeker, hem de çok daha kuvvetli, ama bunun konumuzla ilgisi yok.

Ay'ın bu çekimi karaları, ya da daha genel anlamda, katı maddeleri pek fazla etkilemez. Karalar şöyle bir "gırç" eder ve sonunda hareketsiz kalırlar.

Siz de, ben de öyle deforme olmayız, yani Ay'ın çekimiyle boyumuz uzamaz. Ancak, eğer biraz moralinizi düzeltmek istiyorsanız, teraziye Ay tepenizdeyken çıkın. Daha hafif olduğunuzu görürsünüz - bu bir şaka değil.

Sıvılar ise şekillerini çok kolay kaybederler. Dünyada en çok bulunan sıvı da deniz suyu olduğu için Ay'ın çekimi okyanusların Ay'a bakan taraflarında bir kabartı oluşturur. Yani sular yükselir. Bu kabartı, yada yükselme Dünya'nın Ay'a bakan tarafının tam tersinde de gerçekleşir.

Hemen toparlayalım. Bir daire çizin, bu Dünya olsun. Bu dairenin soluna daha küçük bir daire daha çizin. Bu da Ay olsun. Soldaki Ay'ın çekimi yüzünden Dünyanın sağ ve solundaki okyanuslar kabarırken yukarı ve aşağıdakiler çöker.

Böylece günde iki kere okyanus kıyılarında sular yükselir ve çekilir.

Akdeniz, ve hattızaatında Karadeniz, Marmara, Hazar Denizi, vs. kapalı iç denizlerdir. Bu denizlerin suyu okyanuslara olan bağlantılarından yükselmeyi ve düşmeyi sağlayacak miktarlarda geçemez.

Bu yüzden de gel-git bu denizlerde hissedilmez.

Ancak Agadir gibi okyanus kıyılarında sular çekildiğinde arkalarında onlarca metre ıslak kum ve su birikintileri bırakır.

Eğer bu "git" olayı, bir de gün batımına denk gelirse, gökyüzünün kızıllığı fotokopisi çekilmiş gibi kumsala çıkar.

İşte Agadir'de geçirdiğimiz ikinci günbatımı hem bulutlarıyla, hem de gelgitlerin zamanlamasıyla böyle şanslı bir günbatımıydı. Birinci de fena sayılmazdı, ancak üçüncü gün batımında çok az bulut vardı.

Bunca lafın kıssadan hissesi ise şöyle. Dünyanın en güzel gün batımlarından birini görmek için alın kocanızı, karınızı, erkek/kız arkadasınızı yanınıza ve atlayın uçağa. Sadece bunun için bile gidilebilir Agadir'e.

Yeri gelmişken bir hatırlatma yaparak astronomi konusunu kapayalım. Anlayacağınız üzere Atlas Okyanusu'nun doğu kıyısının her yerinde Güneş deniz'e batmayabilir. Mesela Kanarya adalarının doğu kıyısındaysanız Güneş dank diye karadan batar. Bir de her kıyı kuzey-güney doğrultusunda düz değildir. O yüzden yukardaki genellemenin her koşulda doğru olacağını düşünmeyin.

Ve sonrasında bana da kızmayın.

Günbatımı dışında da Agadir'de yapacak çok şey var.

Yemek mesela.

Bol bol Hint, Doğu Asya, Orta Doğu ve olmazsa olmaz Fransız, İtalyan ve İspanyol restoranları var. Fiyatlar da çok uygun. Fas şarabı insanın ayaklarını yerden kesmiyor ama gayet içilebilir bir şarap.

Fas'ın yemekleri tipik Kuzey Afrika mutfağından. Bir tür arpadan yapılan Kuskus pilavı ve Tajin isimli, sebzeli, etli ve ÇOK BAHATATLI bir yemekleri var.

Bir de tabii ki Mergez.

Mergez bizim bildiğimiz sosis, ancak sadece koyun etiyle hazırlanıyor ve zehir gibi de baharatlı. Ancak bir kilo yiyebilirim, bir oturuşta. Son zamanlarda Mergez için bir tat geliştirdim. Çok seviyorum.

Ve tabii ki bol bol deniz mahsülü. Yiyenler çok memnundu.

Fas'ın baharatları
Fas aynı zamanda bir baharat cenneti. Hem çok güzel baharatları var, hem de çok güzel piyazlıyorlar turistlere.

Baharatçılar, turistleri oditoryum kılıklı odalara alıp tek tek anlatıyor, hangi baharat nedir, nasıl kullanılır diye.

Mesela otuz beş baharatın karışımı bir harmanları var ki yere göğe koyamıyorlar. Balık için kullandıkları beş baharatlık başka bir harmanları da var.

Başkaca, Fas safranı diye bir baharatları var ki Hint safranı gibi sarı değil, aksine kırmızı. Yine Fas körisi dedikleri bir körileri var. Ben şahsen beğendim.

Doğal olarak afrodizyak olduğu iddia edilen bir dolu baharatı da satıyorlar turistlere. Bir çoğu da alıyor ha....

Ancak en çok kullanılan baharat kümin, yani bizim kimyon. Portakal ve elmanın üzerine bile döküyorlar. Çok popüler.

Bu baharatçılar aynı zamanda ev yapımı kozmetik ürünleri de satıyorlar. Bu bayağı bir endüstri olmuş arkadaşlar. İnanın Vichy'den çok çeşitli kremleri, hacı yağları falan var.

İsterseniz bir de masaj yapıyorlar size bu kremleri kullanarak. İlginizi çekerse denemenizi tavsiye ederim.

Her turistik belde de olduğu gibi Agadir'de de binlerce incik-boncuk hatıra malzemesi satan mağazalar var.

Develer
Şehir içinde yine ilginç gelebilecek bir balık pazarı ve bir sebze-meyve pazarı var. Bu iki yerde biraz Agadir'in yapmacıklığından kurtulup gerçek ülkeyi gördüğünüzü düşünüyorsunuz ama serüven buralarda değil.

Şehirin biraz dışında bir kale ve surlarının altında deveciler var, eğer deve hatırası isterseniz.

Agadir, Kuzey Afrika havası koklayabileceğiniz bir yer değil.

Zaten rehberimiz de söyledi:

"Bu gördüklerinizin Fas'la ilgisi yok. Gerçek Fas'ı yarın göreceksiniz..."

Devam edeceğiz.

Sevgiler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...