10 Kasım 2013 Pazar

Kitap

Sevgili arkadaşlar, İsviçre'de kış resmi olarak geldi diyebiliriz. Şu anda bahçeye kar yağıyor. Jelena'yla mükemmel hatta biraz fazlaca mükemmel bir öğlen yemeyi yedik, sobayı yaktık, kahvelerimizi içtik ve tam bir tembel kış Pazarı havasına girdik.

Böyle günlerde yaşlı adam egzersizimi yaparken artık neredeyse değişmez bir adet haline dönüşen kitap okuma fiiline atfetmeye çalıştım kendimi.

Ancak kitap yerine bir dolu başka ıvır zıvır gereksiz işlere bakmaya başladım.

Mesela Adana valisi bir vatandaşa "gavat" demiş, ona takıldım. Üç beş habere herkezin zaten farkında olduğu gereksiz yorumlarımı yazdım, sildim, falan.

Sonra biraz TV seyrettim, köpeği taciz ettim, Jelena'ya bulaştım, vs.

Ancak elim bir türlü yarım kalmış kitabıma gidemedi.

Niye derseniz, başladığım kitap o kadar kötü ki gece rüyalarıma giriyor.

Kitabın ismi The Atlantis Gene, yani Atlantis Geni. A. G. Riddle diye ABD'li bir genç yazarın ilk kitabı.

Az buz değil, beş yüz sayfalık bir Bilim-Kurgu ve Terör harmanı.

Amazon'da değişik birşey ararken denk geldim. Nasıl güzel piyazlamışlarsa hemen indirdim Kindle'a.

İlk yirmi sayfadan sonra yavaş yavaş baymaya başladı. Ellinci sayfa civarları artık baygınlıklar geçirmeye başlamıştım.

Kitap - bence tabii - öyle kötü yazılmış ki insanın bir daha elime alası gelmiyor.

Kitap okumak çok kişisel bir eylemdir. Herkesin beklentileri, umdukları ve aldıkları zevk farklıdır.

Ders kitapları, ansiklopediler yada kanun kitapları gibi özel amaçlı kitapları bir kenara bırakırsak, bir romanı elime aldığımda beklentim ve aynı zamanda yazarın başarısı, beni ne kadar konunun içine çekebildiği, kişi olarak olaya ne kadar dahil edebildiğidir.

Güzel diye tanımladığım kitapları okurken kendimi olayın geçtiği yerde, olayın kahramanlarıyla birlikte olayı yaşarken bulurum.

Plot (konu) benle birlikte gelişir, gizemi kahramanla birlikte ben de çözerim. Çözümleme (revelation) herkesle birlikte beni de şaşırtır.

İyi bir yazar gizemin çözümü için kahramana verdiği her ipucunu okuyucuya da verir.

Okuyucu bu işi kendisi çözerse gururlanır, mutlu olur. Yok eğer çözemezse vay anasını satayım, nasıl atlamışız bunu diye hayıflanır.

Kısacası bu çaba bile tüm kitap okuma eyleminin hazzı ve tadıdır.

Mesela Agatha Christie bu çözümleme işini okuyucuya bırakacak kadar ipuçlarını vermeyi resmi bir hale getirmiştir.

Benim okuduğum kitaplarının çoğunda, Christie boş bir sayfa bırakır ve "Bu noktada gizemin çözülmesi için bütün ipuçları okuyucuya verişmiştir." der.

Siz de Poirot'dan önce katili bulmak için kıçınızı yırtarsınız :)

Benim başarı oranım kabaca yüzde yirmi civarında, yani her beş kitaptan birinde katili doğru olarak öngörebildim diyebiliriz. Ancak sadece bu gizemi çözme çabası bile beni herzaman olayın bir parçası yapmaya yetmiştir. Katili kendim bulsam da bulmasam da inanılmaz zevk almışımdır Christie'nin kitaplarından.

İşte şu an okuduğum kitap bunun tam aksini yapıyor.

Bir yazarın işi size hikayesini anlatmaktır.

Bu arkadaş ise hikaye anlatma işini kitaptaki karekterlere yüklemiş.

Yani plot'u yada konuyu kitaptaki kişilerin birbirlerine plot'u anlatmasıyla anlıyorsunuz.

Alın size bir örnek. Kitapta bir prof, büyük patrona anlatıyor:

"We know that the therapy they received was something cutting edge. Possibly something so new we don’t have anything to compare it to. But we have some theories.

There’s been another recent breakthrough in genetics—what we call epigenetics. The idea is that our genome is less like a static blueprint and more like a piano.

The piano keys represent the genome. We each get different keys, and the keys don’t change throughout our life: we die with the same piano keys, or genome, we’re born with. What changes is the sheet music: the epigenetics.

That sheet of music determines what tune is played—what genes are expressed—and those genes determine our traits—everything from IQ to hair color. The idea is that this complex interaction between our genome and the epigenetics that control gene expression really determines who we become.

What’s interesting is that we have a hand in writing the music, in controlling our own epigenetics.

And so do our parents and even our environment. If a certain gene is expressed in your parents and grandparents, it’s more likely to activate in you.

Essentially, our actions, our parents’ actions, and our environment influence what genes could be activated.

Our genes might control the possibilities, but epigenetics determines our destiny. It’s an incredible breakthrough. We’ve known something more than pure static genetics was at work for some time. Our twin studies in the thirties and forties told us that.

Some twins survived longer in the machine than others, despite having almost exactly the same genome. Epigenetics is the missing link."

İngilizce bilmiyorsanız dert etmeyin. İçerikle işimiz yok zaten. Konumuz yöntem.

Şimdi siz gerçek hayatta hiç yukardaki gibi bir dialog, yada doğru deyişi ile bir monolog, gördünüz mü, duydunuz mu?

Gidin karınıza, kocanıza, patronunuza yukardaki gibi bir konuşma yapın.

Sopa yersiniz valla...

Babaya sanki yeni kitabının konusu ne diye sorsanız, size yukardaki konferansı verecek.

İşte beş yüz sayfa okumadan sadece yukardaki benzeri birkaç diyaloğu okursanız kitabın konusunu anlıyorsunuz.

Geri kalan sayfalardan ise mükemmel bir Segal yada Norris filmi çıkabilir. Vur da vur gözüne, çalsın davullar, patlasın bombalar :)

Ne yazık ki bu çocukça yazım tarzı kitabı okunması saçma ve amaçsız bir hale getirmiş.

Okuyucuya kalmış birşey yok. Bir gizem (mystery) ve çözümleme (revelation) yok. Bekleyin ki, iki kişi yan yana gelsin ve size olanı biteni anlatsın.

Hadi bu taze genç, ondan zırvaladı diyelim. Size aynı şeyi Da Vinci Code'un ulvi yazarı Dan Brown son kitabı Inferno'da yapmış desem ne dersiniz?

Tabii yazım zerafeti ve deneyimi ile Brown kitabını hala okunur kılmış ama işin özüne dönerseniz kitabın kahramanı Robert Langdon tüm kitap boyunca hafızasını kaybetmiş bir eblek (doğrusu ebleh olsa da tarihi sebeplerden eblek diyelim burada) biçiminde ne yaptığını bilmeden önce bir genç kadını takip eder, sonrasında da daha yaşlı bir kadın ona olan biteni anlatır, yakalayınca da ilk genç kadın hikayenin son rötuşlarını aktarır Langdon'a.

Sonunda ise zaten faciaya engel de olamazlar ve kitap da biter.

Ne bir gizem, ne de okuyucunun olayı çözme şansı.

Ancak gizemle ilgili olmasa da geleneksel Brown anlatımıyla Floransa, Venedik ve İstanbul mükemmel okunuyor. Bir de Dante tabii.

Böyle kitabı ben de yazarım.

Mesela uzaylılar İstanbulun tepesinde, şehri yok etmeye hazırlanıyor. Size bu hikayeyi, üç beş ailenin yaşadığı korku ve kaçma çabasıyla garnitür ederek iki yüz sayfa rahatlıkla anlatabilirim.

Sonunda da uzaylı "yok et" düğmesine bastığında İstanbul yerine uzay gemisi patlar.

Siz daha "Lan ne oldu?" bile diyemeden Protonus gezegeninde iki uzaylı konuşurken patlamanın sebebini öğrenirsiniz:

"İşte kumandan Zork uzay gemisinin tingamatörünün quantum seviyesini bozdu, ondan proyon ışını gemiyi patlattı.."

Döversiniz valla :)

Benim okuduğum kitaba dönersek, "Madem bu kadar gıcık oldun, manyak mısın, niye bırakıp başka bir kitap okumuyorsun?" diye haklı olarak sorabilirsiniz tabii.

N'apayım, rahmetli babamın mirası, başladığı hiçbir kitabı yarım bırakmamıştı. Ondan kaldı bu huy.

İyi hafta sonları...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...