29 Haziran 2012 Cuma

Hırsız-Polis

Gelin bu yazıda biraz hırsız-polis oynayalım yada daha ziyade Agatha Christie, Jessica Fletcher veya Komiser Colombo. Sözün kısası katili bul.

Konumuz Suriyenin düşürdüğü uçağımız.

Bunun için nasıl hırsız-polis ounayacğız derseniz benim önerim şöyle.

Bu birinci yazıda elimizdeki ipuçlarını sıralayacağız. Sonraki yazıda ise Amerikan Police Thiriller'larındaki gibi motivi oluşturup suçluyu bulmaya çalışacağız.

Niye bunca işe kalkıyoruz diye sorarsanız, cevabı çok basit. Hayatımda duyduğum en ipe sapa gelmez hikye bu da ondan. Bu olayın aslı çok duyduğumuzdan düşümndüğümüzden çok farklı deyip kalıbımızı basalım ve ipuçlarına yani olay hakkında bildiklerimize geçelim.

Bir. Türk Hava Kuvvetlerine ait Suriye yakınlarında düşürüimüş bir uçak var. Herkesin üzerinde hemfikir olduğu tek konu bu nerdeyse. Bunu kimse yalanlmıyor.

Tamamdır, koyalım cebimize.

İki. Uçağın pilotları kayıp. Burada zırt diyoruz çünkü bu pilotların kayıp oluşu anlaşılır gibi değil. Bu aşamada akıllı insanların kabul edebileceği iki olasılık sözkonusudur. Ya pilotlar uçakla birlikte denize düşmüş yada uçak düşmeden atlamışlardır.

Bir F-4 uçağında pilotları düşen uçaktan kurtarmak için fırlayan koltuklar kullanılır. Bu koltukların sıfıra-sıfır denilen bir özellikleri bulunur yani sıfır kilometre hızda, sıfır metre yükseklikde bile pilotları güvenli olarak uçaktan ayırır. Bu işlem sırasında önce kanopi yani pilot kabinin üzerindeki cam benzeri kaplama patlatılarak imha edilir, koltuklar roketler yardımıyla yükselir, uygun yükseklikte pilotlardan ayrılır, pilotların paraşütleri otomatik olarak açılır ve pilotlar kendinden geçmiş bile olsalar sağlam olaeak yere inerler. Fırlatma işlemi otomatik olarak pilotların yerinin bulunmasını sağlayan bir radyo vericisonı de çalıştırır.

Bu koltuklar büyük ve ağır yapılardır, yani gözden kaybolmaları zordur. Başka bir deyişle enkazına ulaşılabilen bir jet uçağının kanopisi ve koltukları yerinde midir değil midir bilinir.

Ve en üzücüsü ise geçen bir haftanın arsından pilotların hayatta olup kurtarılmayı beklemeleri mantık sınırlarının çok zorlandığı bir noktadadır.

Buna rağmen bir yetkili bile çıkıp pilotlardan umudu kestik dememiştir.

Enkazda halen kanopi, koltuklar var mıdır söylenmemiştir. Bilmeden sallamayım ama bir firkateyn ve araştırma gemisi en azından enkazdan bir görsel alabilmiştir diye düşünüyorum. Yoksa günlerdir açık denizde kovalarla suyu boşaltıp enkaza ulaşmaya çalışmıyorlardır diyorum.

Sonra bir de pilotların bulunan "eşyaları" konusu var. Ne demek yahu bu? Ne eşyası bulmuşlar? Pilotlar kanopiyi açıp parkalarını mi atmışlar aşağı? Bin metreden fazla derinde bir uçak enkazından sadece pilot "eşyası" mı kalır geriye?

Bu arada bir de Suriye tarafından kanıt olarak sözde bizimkilere verilmiş, uçaksavar mermileriyle delinmiş uçağın kuyruğu var uçaktan geriye kalan. Yani pilot eşyaları denizde yüzüyor, uçağın kuyruğu tip-top delil olsun diye Suriyelilerin eline geçiyor, artık bir Suriye gemisine mi yüzerek gitmiş, bir Suriye üssne mi konmuş bilinmez, geri kalan herşey bin bilmemkaç metre derinde.

Gel de inan şimdi...

Bu pilotlar sonra düşerken hiç mi haber verememişler kimseye? Bunların hem uçakta hem de hayatta kalma tehizatlarında radyoları vardır. Hiçbiri mi çalışmamış?

İşte pilotlarla ilgili bu cevaplanmayan sorular beni çok mu çok kıllandırdı netekim.

Neyse, ipuçlarına bakmaya devam edelim.

Üç. Bu uçak nasıl düşürüldü?

İki farklı teori var bu uçağın düşürülmesiyle ilgili. Bir, uçaksavar ateşi, iki, güdümlü füze. Bu iki alternatifin de olayın aydınlatılması açısından değişik sonuçları var ancak hikayenin gerisine bakarsak her iki olasılığın da gerçekleşmesi imkansız görünüyor.

Öncelikle uçaksavar ateşinin bir uçağı on üç milden vurmasının olasılığı, iğne ile ipliği havaya attıktan sonra ipliğin kendi kendine iğne deliğinden geçmesinden daha azdır. Düşünmeye bile değmez. Yani eğer uçağımız gerçekten de söylenen yerde vurulmuş ise Suriye uçaksavarlarının "sahilden" bunu yapmaları olası değildir.

Bu da zaten bizimkilerin medyada pompaladıkları senaryo.

O yüzden herkes uçağımızı vuranın bir güdümlü füze olduğundan emin.

Bu güdümlü füze hikayesinde ise bence medyanın çok fazla ilgi göstermediği çok önemli iki delik var. Birinci delik eğer bu füze Suriyenin bildik hava savunma sisteminden gelmiş ise niye hem uçagın hem de bizim karadaki radarın ekranında görünmemiş?

Öyle ya eğer bizim radar düşen uçağı düştüğü ana kadar takip edebilmişse, gelen füzeyi de görmüş olması gerekir. Bu SAM'lar neredeyse küçük bir uçağın boyundadır, gördüğüm için söylüyorum, öyle radardan falan kaçamazlar. Suriyenin elinde de bildiğimiz kadarıyla low observable yanı stealth yani hayalet füzeler yok. Varsa da o füzeyi elli yaşında bir RF-4'e sıkmanın bir manası yok.

Bu hikayedeki ikinci delik ise varsayalım ki kara radarımız bu füzeyi atladı. Uçaktaki erken uyarı sistemleri nasıl bu füzeyi görmediler? Karadan havaya atılan bu füzelerin hepsi ya karadaki ya da füzenin kendi üzerindeki bir radarın yardımı ile hedeflerini bulurlar. Yani füze ateşlenmeden bile önce bir radar emisyonu hedef uçağa "kitlenir". Bu kitlenme çok kuvvetli ve aktif bir radyo yayımı ile gerçekleşir ki fark edilmemesi imkansızdır, hele ki RF-4 gibi bir uçak ile. Eğer Top Gun filmini izlediyseniz açılış sahnesinde bir F-14 pilotunun bu kitlenme yüzünden neredeyse tırladığını hatırlayın.

Uçağın erken uyarı sistemi bu kilitlenmeyi tespit ettiğinde pilot kabini pazar yerine döner. Sesli, ışıklı uyarılar pilotlara bir füzenin kitlendiğini hiçbir yanlış anlamaya meydan vermemeksizin bildirirler.

Böyle bir durumda pilotların ilk görevlerinden biri bu kitlenmeyi hem birbirlerine, hem de üslerine bildirmektir.

Sesin üç katı hızında giden bir füzenin on üç mile ulaşması eğer sahilde dalgaların kıyıya vurduğu noktadan ateşlenmişse aşağı yukarı otuz saniye alır. Şimdi gözünüzü otuz saniye boyunca kapayın ve bu sürenin ne kadar uzun olduğunu hissedin. İki pilottan birinin bu süre içinde üssüne bunu rapor edememesi olası değildir.

O yüzden bu - hadi uzun uzun yazalım - karadan havaya atılmış Suriyenin geleneksel radar güdümlü füzesi hikayesi bize anlatıldığı kadarııyla tabi ki biraz yaş bence.

Dört numaralı ipucumuz Tayyip.

Başbakanımız bu olayı hiç de huyu olmayan bir biçimde "soğukkanlılıkla" karşıladı. İlk iki gün hiç sesini çıkarmadı. Ne van minüt, ne yağma gürleme.

Sonra beklendiği üzere astı ve kesti ama nasıl söyleyelim, seyircilere mahçup olmayalım tarzı bir asma kesmeydi bu sanki.

Bu arada Suriyenin kıytırık beçinci dereceden, adı şimdiye kadar duyulmamış bir dışişleri sözcüsünden başka düşen uçağın adını ağızına alan bir yetkilisini ara da bulasın. Unutmadan, Esad'ın çıkışını bu olayın bir manifestasyonu gibi görme hatasına kapılmahalım lütfen. Esad kalleş batı, savaş hali falan dese de bir kere bile düşen uçaktan bahsetmedi.

Ez cümle bu hikayede bilinenden çok bilinmeyen, söylenenden çok söylenmeyen var.

Şimci burada bir virgül koyalım ve ne olmuş olabileceğini bir sonraki yazıya bırakalım.

23 Haziran 2012 Cumartesi

Fantastik Plastik

Fotoğraf çekmeyi seviyorsanız, aşağıdaki 50 milimetrelik objektifin hikâyesin okuyun, ilginizi çekebilir.

Ordu usulü hazır ol pozisyonunda ayakta durduğunuzu düşünün. Karın içeri, göğüs dışarı gözler ufukta.

Tam bu noktada gözünüzün içinden geçen, yere paralel hayali bir çizgi çekin.

Bu çizginin gözünüzde biten ucundan sola ve sağa doğru 90, yukarı ve aşağı doğru 60 derece ile genişleyen dört çizgi çekin. Bu uzaklaştıkça genişleyen alan, normal bir insan gözünün görme alanının yada İngilizcesiyle field of view’unun sınırlarıdır.

Bu alan 35 milimetre film kullanan bir fotoğraf makinesinde 50 milimetre odak uzunluğu olan bir objektifle görülebilen alanla hemen hemen aynı büyüklüktedir.

Sözün özü, bu 50 milimetre objektifle donanmış bir fotoğraf makinesi ile dolaşıyorsanız makina yada gözünüzle aynı büyüklükte bir alanı görüyor olursunuz.

Bu da çektiğiniz fotoğrafların daha doğal bir kompozisyona sahip olmasını sağlar.

İşte bu yüzden fotoğrafla biraz içli dışlı olan herkesin çantasının bir köşesinde 50 milimetrelik bir “normal” objektif vardır.

Bu normal objektiflerin başka bir özellikleri ise odak uzunluklarının sabit 50 milimetre olmalarıdır. Başka bir deyişle bu objektiflerle “zoom” yapamazsınız.

Hızlı fotoğrafçılar bu zoom-suzluk özelliğini biraz dudak bükerek karşılarlar. Çünkü bu objektifle resim karesine neyin gireceğini belirlemenin tek yolu fotoğrafını çektiğiniz şeye yaklaşıp uzaklaşmaktır, yani tabana kuvvet. Eğer bir zoom objektif kullanıyor olsaydınız zoom in yada out yaparak oturduğunuz yerden hiç kımıldamadan kompozisyonunuzu tamamlardınız.

Ancak her şey sayılar değildir.

Örneğin 100 milimetre odak uzunluğu olan bir objektif alın ve 50 milimetre ile çektiğiniz bir resmi iki kat daha uzaktan çekin. Resim karesine giren görüntünün boyutları yani field of view aşağı yukarı aynı olsa da iki fotoğrafın farklı karakterlerde olduğunu görürsünüz. İddiaya göre 50 milimetre objektifle çekilen fotoğraf izleyiciye daha normal, daha doğal gelecektir.

50 milimetre objektiflerin başka güzel bir özelliği de hızlarıdır. Tabii burada “hız” la kast ettiğimiz sabit bir sürede ne kadar çok ışık topladıklarıdır yoksa mesela saniyede kaç resim çektikleri gibi hız denince akla gelebilecek özellikleri değil.

Doğal olarak objektif hızlandıkça daha karanlık ortamlarda fotoğraf çekebilir.

Bir objektifin hızı “f-stop” yada kısaca “f” birimiyle ifade edilir. Teknik olarak “f” sayısı objektifin odak uzaklığının objektif açıklığının çapına bölümüdür. “f” sayısı azaldıkça objektifin topladığı ışık miktarı artar.

Örneğin genç bir insanın gözünün “f” sayısı aydınlıkta f/8 iken karanlıkta f/2’ye kadar çıkar.

50 milimetrelik objektiflerin hızları ise f/1.8, f/1.4 hatta f/1.2 ye kadar yükselebilir.

Bu arada mesela f/1.4 ile genç insan göz hızı olan f/2’nin arasındaki farkı küçümsemeyin çünkü aralarındaki ilişki doğrusal değildir. f/1.4, f/2’ye göre iki kat daha fazla ışık toplar.

Böylece 50 milimetrelik objektifinizle neredeyse zifiri karanlıkta bile gayet düzgün resim çekebilirsiniz.

50 milimetrelik objektiflerin faydalı özellikleri bu kadarla bitmiyor.

Örneğin resim kaliteleri birçok başka objektife göre inanılmaz yüksek. Birçok fotoğraf severin en keskin görüntü veren objektifi bu 50 milimetreliklerdir.

Daha mı?

Bu 50 milimetre objektifler, “bokeh” de denilen, resmin odakladığınız ana konusunu keskin, geri kalanını profesyonel bir görünümle flu yapabilme yetisine sahiplerdir.

Tüm bunların üzerine 50 milimetre objektiflerin başka bir güzel özelliği de fiyatlarının fazlasıyla ucuz olmalarıdır. Bir Canon yada Nikon 50 mm f/1.8 100 doların altında fiyata sahip. Karşılaştırma bakımından söyleyelim, yine fazlasıyla popüler ve pahalı Canon 70-200 f/2.8L IS’in fiyatı 2,300 dolar civarında.

Yanı bir SLR (film) yada DSLR (dijital) fotoğraf makinesine sahipseniz bu 50 milimetrelik “fantastik plastik” objektifi almamanız için bir bahaneniz yoktur.

Bu arada piyasada çok yaygın bulunan APS-C yada “Crop Sensor” kullanan bir DSLR fotoğraf makineniz varsa yukarda yazılan her şey 50 milimetre yerine 35 milimetre objektifler için geçerli olacaktır. Ancak 50 milimetre objektifler bu makinelerde hala çok güzel portreler çekmek için birebirdir, hatırlatalım.

19 Haziran 2012 Salı

Avrupa'yı Kurtarmak

Bir tartışma, eğer içeriği karmaşıksa ve hele bir de çekiştire çekiştire uzatılmışsa, bu tartışmayı izleyenler ister istemez konunun özünü bırakır, sadece güncel ve popüler bölümüne odaklanırlar.

Avrupa’da yaşanan tarihin en büyük krizlerinden biri Yunanistan Euro’da kalsın mı, çıksın mı ya indirgendi.

Sanki Yunanistan tamam Euro’da kalıyorum dese sorun çözümlenecek, aksi halde Avrupa batacak.

Herkes rahat bir nefes almış, Yunanistan seçimlerinde Euro yanlısı parti marjinal bir farkla kazandı diye. Yani Avrupa da Yunanistan da kurtuldu.

Merkel teyze engin deneyimleri ve dünyaca kabul görmüş derin ileri görüşlülüğü ile olaya hemen açıklık getirdi zaten.

“Almanya’nın gücü sınırsız değildir!”

Ve G20 zirvesinde Obama, Avrupa ülkelerinin temsilcileriyle konuşmasın diye aynı saate basın toplantısı koyarak olayı bitirdi.

Evet, artık Avrupa kurtuldu diyebiliriz, bu sadece bir zaman meselesi...

Şaka gibi geliyor insana ama halk yiyiyor, ne yapalım.

Avrupa’nın ileri görüşlü akil adamları diyor ki bu krizden çıkış yolu mali politikalarda birliktelik.

Bu adamlar insanın gözünün içine bakarak bunu çözümmüş gibi yutturuyorlar.

Aslında tespit doğru ancak mali birliktelik çözümün yöntemi, çözümün kendisi değil. Çözüm, mali birlikteliğin getireceği sonuç, yani kazanmayan ülkelere “harcama lan” diyebilmek.

Ancak bu da fazlasıyla Avrupai, hastalığın semptomlarını gidermeye yönelik bir hareket.

Kimse Avrupa bu duruma nasıl geldi diye sorup Avrupa’yı bu güne getiren yapısal sorunları çözmeye yanaşmıyor.

Nedir bu yapısal sorun?

Avrupa üretmiyor.

Haa, yanlış anlaşılmasın, Avrupa’nın ölüsü bile Türkiye’ye göre kat kat fazla üretiyor olacaktır. Burada Avrupa üretmiyor derken kast ettiğim Avrupa’nın bu günkü hayat standardını koruyacak kadar üretmediği.

Bunun nedeni de, sık sık yinelediğim gibi ekonominin küreselleşmesi ve Avrupa’nın yüksek işgücü maliyeti yüzünden rekabet edememesi.

Ancak hiçbir politikacının kıçı da halkın gelirini azaltmayı yemiyor.

Ondan dolayı çeviriyorlar kazı ki yanmasın.

Amerika acı çeke çeke soğuk savaş sonrası dünya düzenine uyum sağlamaya başladı. Rusya neredeyse sıfırdan toparladı. Asya gümbür gümbür geliyor. Türkiye bile adapte oldu bu yeni düzene.

Merkel ise Obama Avrupa temsilcileriyle görüşmesin diye aynı saatte basın toplantısı yapıyor.

Almanya’nın tuzu biraz kuru diğerlerine göre. Bekleyelim bakalım gerçek bir orduya sahip olup elini cebine atmaya başlayıncaya kadar.

Bu dünyada hala işler güçlü bir orduyla yürüyor. Yarın bir gün Çin “Dışarı lan, Libya’nın petrolü sadece Çin’e gidecek!” derse ya Amerika’ya dönüp yardım et diye bakarlar yada Çine dönüp “Tamam abi, zaten biz kaza ile Libya’ya gelmiştik.” derler.

Soğuk savaşın bittiğini göz önüne alırsak, Amerika’nın eskisi gibi abilik yapmasını beklemek saflık olacaktır. Bir adım ileri gidersek, soğuk savaşın ardından Amerika ve Avrupa artık birbirlerine rakip oldu demek yanlış olmayacaktır – Merkel de bir gün bunun farkına varabilir, göçmenlerle uğraşmayı bırakıp etrafına bakmaya başlarsa tabii.

İşte yazımızın başına dönersek olup biten bunca şey korkutucu bir biçimde tek bir sorunun cevabına indirgendi.

“Yunanistan Euro’da kalacak mı, çıkacak mı?”

On puanlık uzman sorusu. Doğru cevabı bilen Avrupa’yı kurtaracak...

11 Haziran 2012 Pazartesi

Oradan, Buradan...

Başımda üç beş iş var, son zamanlarda yazamıyorum. Buna inat, birçok kayda değer olay olup geçiyor. İngilizce tabiriyle biraz catch-up yani yetişmece yapalım.

En komiği ile başlayalım.

İspanya hükûmeti içlenmiş çünkü İspanya kurtarma planının kabulüne rağmen hala yüksek maliyetle borçlanıyormuş.

İşini kaybetmiş adama aksam yemeği için üç kuruş para ver, sonra bu adam hala niye kendini toparlayamadı diye şaş bak.

Avrupa’da politikacı olmak çok kolay, çünkü halk gerçekten naif. Ne söylesen yiyiyorlar.

“İspanya’yı kurtardık!”

Nah kurtardın. Sadece batmasını bir süre erteledin.

Yapısal bozukluklarını düzeltmeden dünya niye İspanya’ya güvenmeye başlasın? Merkel, kurtarmak istediği parasının hayrına üç kuruş verdi diye mi?

İspanya halkı çalışmazsa para da kazanamaz.

Ha, ben siestamdan vazgeçmem de diyebilir, o zaman da bugünkü hayat standardını unutması gerekir.

Daha geçenlerde İspanya’daydık. Kimsenin çalıştığı, sıkıntıya girmek istediği falan yok. Alış-veriş için bir mağazaya girdiğinizde, çalışanlar yüzünüze bakmıyor.

En önemli gelir kaynakları turistlere davranışlarını görseniz...

Lokal işletmelerin en azından göz önünde olanları zaten İspanya dışından gelen Avrupa Topluluğu ülkeleri göçmenleri tarafından çalıştırılıyor. Yüzümüze gülerek bakan tek restoranın sahibi İskoçyalıydı.

İspanyadan Yunanistan’a geçelim....

Ayan beyan bir TV programında, acık oturum sözcüsü bir partili tartışma alevlenince ayağa kalkıyor ve önce bir bardak suyu diğer bir kadın sözcünün üzerine fırlatıyor.

Sonra, hiç telaşlanıp istifini bozmadan ikinci kadın sözcünün üzerine geliyor, önce bir sağ Osmanlı çakıyor:

“Çaaat”

Sonrasında, yine ritmini bozmadan ve hiç telaşlanmadan dönüyor, bu kez bir sol çakıyor:

“Çaaat”

Walla bale gibi.

Yarım bir pürvetin ardından finalde son bir kez sağ çakıyor:

“Çaaat”

Sonra da ıslatıp dövdüğü kadınları dava ediyor.

Ne diyorum, Yunanlı olmak varmış, ne de olsa medeniyetin beşiği.

Sunun onda birini biz yapsaydık, barbarlığımızdan girer, Atila’dan çıkarlardı. Hatta Avrupa Üyeliğimizi bile askıya almışlardı.

Alın, bakın. Garibim Tayyip bir Van Minüt dedi diye başına neler geldi, senelerce güldüler....

Hadi Yunanistan’a kadar gelmişken bir de Türkiye’mize gecelim.

Size genelde Türkiye yazmıyorum, malum uzaksayış ama bu seferlik davulun sesi nasıl geliyor, şöyle bir dokunduralım.

Bildiğiniz üzere biz yetmişli yılların çocukları, seksenli yılların gençleri bir nesilden gelmekteyiz.

Yeni körüklü MAN otobüsleri alınması bile öyle önemli olaydı ki bizim için, eski otobüslere binmez, körüklü otobüsün gelmesini beklerdik.

Annem ve babam bir araba alabilmek için altı ay sırada beklemişlerdi.

Yurt dışından futbol takımları maça geldiğinde, bir gece öncesinden toprak saha sulanır, çamurlu hale getirilirdi ki yedi sekiz atmasınlar diye bize.

Ve aklımda yanlış kalmadıysa başkent Ankara’da sadece bir kapalı yüzme havuzu vardı.

Simdi ise Avrupa batarken biz buyuyor, otomobil yapıp ihraç ediyor, denizin altından tren geçiriyor, Dünya Ekonomik Forum’unu İstanbul’da topluyor, Olimpiyatları mı Avrupa Futbol Şampiyonasını mı alalım diye seçiyoruz.

Allah biliyor ya, bizim neslimizin kavrukluğu hala içimde. Bunlara inansam da sevinemiyorum, nasılsa bir yerde çuvallarız diye.

Umalım ki böyle devam etsin.

Görüşmek üzere...

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Yunanistan Güme Gitti

Yunanistan güme gitti, hem de göz göre göre, hatta belki de bile bile. İşin acayip tarafı, herkes sanki bütün bu ekonomik facianın düğüm noktası buymuş gibi işi gücü bırakmış tartışıyor.

Yunanistan Euro bölgesinde kalsın mı, çıksın mı?

Kalırsa daha iyi olurmuş yada çıkarsa daha iyi olurmuş. Sanki herkes Yunan halkının iyiliğini düşünüyor.

Hadi, kibarlık olsun, İngilizcesini söyleyelim.

Bullshit.

Yukardaki argümanın tam açılımı, Yunanistan Euro’da kalırsa mı, yoksa çıkarsa mı, borçlarını ödeyebilir.

Gelin olayı daha iyi anlamak için soru cevap oynayalım.

S: Yunanistan niye battı?
C: Borçlarını ödeyemediği için.

S: Bu borçlar kime?
C: Diğer Avrupa bankalarına.

S: Bu bankalar salak miydi da Yunanistan’a borç verdi?
C: Bankalar bu borçları Yunanistan’a değil Avrupa’ya verdi.

S: Nasıl yani?
C: Bir ülke, bir halk, bir para diye Euro’yu pazarladıkları için. Yani Yunanistan’a değil, tüm Avrupa ekonomisine güvenip verdiler bu borçları.

S: Avrupa ne dedi Yunanistan borçlarını ödeyemeyince?
C: “Babayı alırsınız. Niye ben çalışıp Yunanlının borçlarını ödeyeyim.”

S: Peki, bu normal değil mi?
C: Eğer bunlar bir ülke, bir amaç, bir din ayakları atıyorsa değil. İstanbul, ben niye çalışıp Trabzon’un borcunu ödeyeyim diyebilir mi?


S: Yunanistan Euro’dan çıkarsa borçları azalacak mı?

C: Tabi ki hayır. Avrupa, borçlarını Euro olarak geri istiyor.


S: O zaman Drahmiye dönmenin manası ne?

C: Yapmayın, sormayın bunu. 1970 den 2000’e kadar aynisini bizim devlet yapmadı mı? Parayı devalüe et, maaşları aynı hızla artırma. Halkın cebindeki parayı al, borç öde.

S: Yaw, bunlar din kardeşi değil mi? Parası neyse versinler, kurtarsınlar Yunanistan’ı karşılığını beklemeden.
C: Walla, yapacaklar da is Yunanistan’la bitmiyor. İspanya, Portekiz, İtalya sırada.

S: Parası neyse onlara da versinler, kurtarsınlar. Olmuyor mu?
C: Dünyada bu ülkeleri kurtaracak kadar para yok.

S: Yunanistan’a dönersek, Yunanlılar ne yaptılar bu aldıkları borçları?
C: Yediler. Çalışmadıkları ve üretmedikleri halde, mesela bir Almanın hayat standardını tutturdular.

S: Peki kimse Yunanistan in bu borçları ödeyemeyeceğini görmedi mi de para vermeye devam etti?
C: Hah, işte tam burada zurna zırt diyor.

Birçok kişi yukardaki soruya Sarkozy ile Merkel’in basiretsizliği, yani ileriyi görememesi diyor ama ben her gecen gün Yunanistan in bilerek bu duruma getirildiğine inanıyorum.

Tarih gösterecek sonucunu ama ben size kendi teorimi söyleyelim.

Batı Avrupa, bir ulus, bir ülke gibi zırvalarla orta ve doğu Avrupa ülkelerini birliğe dahil etti.

On yıllarca Batı Avrupa malları gümrüksüz Orta ve Doğu Avrupa’ya aktı. Batı Avrupa firmaları Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin alt yapisini sifirdan insaa etti.

Bu arada, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin isçilerinin Batı Avrupa’ya gelip çalışabilmeleri bin bir bahaneyle geciktirildi.

Buyurun Avrupa Topluluğuna dedikleri gün mesela bir Polonyalı sadece İngiltere’de çalışabiliyordu. Batı Avrupa malları ise neredeyse on senedir Polonya’da serbestçe satılıyordu.

Neyse uzatmayalım, bugün Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri neredeyse tamamen Batı Avrupalıların haklarını kazanmış durumda. Hem de altı hafta tatil ve birinci sınıf şarap içme gibi takıntıları da yok. Ayni zamanda hem çalışıyorlar hem de tahsilliler, Batı Avrupa’ya göre.

Bu tamamen benim bakkal hesabım ama bir Polonyalı bir Fransız’ın maaşının yarısına, iki Fransız kadar çalışıyor.

Hal öyle olunca, kimse Fransa’da is açmıyor.

Fransa da batıyor.

Eeee, koskoca Fransa, göz göre göre batmayacak tabii. O yüzden bu ise bir şekilde dur demesi gerekiyor.

İşte tam bu anda Yunanistan’ı batırıp, oyunu bozup eve gitmek bence en kolayı.

Yani bana sorarsanız, Yunanistan’ı bile bile batırdılar ki, bahane olsun, bu Orta ve Doğu Avrupa’yı kovalayalım diye.

Bekleyip görelim...

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Son İdiot

Son idiot Merkel teyzemin de yavaş yavaş suyu ısınıyor. Bir ara secimde sosyal demokratların karşısında hezimete uğramış, genel secimi kazanması çok zor olacakmış.

Bak şu Allah’ın işine...

Bu Alman halkı nankör abi.

Sen gül gibi Avrupa’yı batıran, ülkeleri iflas ettiren, buram buram ırkçılık, faşistlik yapan ulusal kahramanına oy verme, git sosyal demokratlara oy ver.

Alman halkı uyandı ama biraz geç oldu.

Merkozy travmasından sonra Avrupa kurtarılabilir mi? Zannetmem...

Artık insanlar açık açık Yunanistan’ı Euro’dan atmayı konuşuyorlar. İşin komiği Yunanistan da Euro’dan çıkmayı...

Ama Avrupa bu. Ayağına gelen fırsatı kaçırır mı?

Yunanistan bahanesiyle sahne hazırlandı.

Konu Yunanistan’ı Euro’dan atmayı bir santim geçti, simdi “Euro bölgesini daraltmayı” tartışıyorlar.

Bunun tercümesi, Bati Avrupa dışındaki tüm ülkeleri Euro’dan atmak yada almamak.

Bunun daha da tercümesi, Avrupa Birliğini genişlemeden önceki sınırlarına çekmek, hatta Yunanistan’ı, İspanyayı ve Portekiz’i atarak biraz daha ufaltmak.

En daha tercümesi, Avrupa topluluğunun dağılması.

İngiltere’nin de zaten fiilen topluluğun dışında olduğunu düşünürsek, Avrupa Topluluğu Almanya, Fransa ve Benelux ülkeleri haline dönüşecek büyük ihtimalle.

Eee, Orta ve Doğu Avrupa’yı inşa edip bitirdiler, on-on beş sene boyunca mallarını bu yeni Avrupalılara sattılar, simdi artık bu ülkelerin vatandaşları ucuz işgücü haline dönüşüp kendi vatandaşlarına rakip çıkınca artık dağılmanın zamanı geldi demektir.

Muhtemelen iş buraya gelecek, bence sadece zaman meselesi.

Ancak is buraya geldiğinde ellerinize patlamış mısırları alin, ışıkları kapayın ve seyretmeye başlayın.

Yandı gülüm keten helva!

O Fransa, ülkesine giren Romenlerden soy ağacı belgesi isteyecek, çingene mi değil mi diye.

Artık Polonyalıların ayak bileklerine kelepçe takarlar, otuz günden fazla kalmasınlar diye ülkede.

Belki yeniden vize de koyarlar. Walla belli olmaz.

Beklemeye devam edelim. “Stay tuned!”

13 Mayıs 2012 Pazar

Manyaklar

Galatasaray şampiyon oldu. Olsun, tebrikler. Ben bir Galatasaraylı olmama rağmen çok fazla heyecanlandım desem yalan olur. Tanıyanlarınız bilir, pek takılmam futbola.

Bugün takılmamın nedeni futbol değil, taraftar, ama tırnak içinde kendini taraftar diye adlandıran manyaklar.

Burada manyak kelimesini sinirden değil, sözlük anlamıyla kullanıyorum. Çünkü, bir benzin istasyonuna meşale atıp yakmaya kalkan kişilik medikal olarak bir manyaktır, sosyo-manyak, psiko-manyak, payro-manyak, artık bilenleriniz doğru alt-manyak gurubunu koysun başına.

Bu sefillerin yaptıklarını savaş halinde bile yapamazsınız. Savaş suçlusu diye yargılarlar.

Eğer o benzin istasyonu alev alıp patlasaydı, etrafındaki insanları, içindeki polisleri öldürseydi ne olurdu, düşünün. Yazık olmaz mıydı o hayatını kazanmak için gecenin o saatinde manyaklarla uğraşmayı göze alan polislere ve ailelerine?

Bu manyak gurubunu manyak yapan takımlarına karşı sevgilerinin çokluğu değildir. Bir şeyi çok sevebilen insan, tanımı üzerinde, sevgi duyabilme yetisine sahiptir.

Tanımadığı kişilerin üzerine, kadın, çocuk demeden sandalye fırlatan, arabaları ters çevirip yakmaya çalışan kişilerin tuttuğu takımlar da dahil hiçbir şeyi sevmeleri mümkün değildir.

Bu hasta gurup için bilmem ne takımı taraftarlığı sadece bir mazerettir.

Bu takım olmasaydı, vatanim, milletim, akrabam, kız kardeşim, törem, torpağım gibi başka bir bahaneyle yine kuduz kopekler gibi saldıracak, öldürmek için vuracak, insanları canlı canlı yakmaya çalışacaklardı.

Bu arada lafım, Fenerbahçe’ye, vatana, millete, töreye değil. Bunları bahane edip diğer insanların hayatına, malına, mülküne, sağlığına kasteden manyaklara.

Su fotoğraflara bir bakin.

Adamın sakalı bıyığı birbirine karışmış, elleri havada, ağzından tükürükler saçıyor.

“Federasyon istifa, Galatasaray burada kupa alamaz!”

Duyan da iflas etmiş, karısı bırakmış kaçmış, hayatı sönmüş zannedecek.

Git önce aç karnını doyur, bir gün olsun karını çocuğunu dövmek yerine otur onlarla bir çay iç, iki kelam et, sonra çıkar yırtarsın kıçını federasyon istifa diye.

Bu sefiller hiç bir yere ait olamadıkları için kendilerini bilmem ne takımının taraftarlığı gurubuna ait saymışlardır.

Bu guruba ait olmanın herhangi bir ön şartı yoktur, sadece kendinizi taraftar diye deklere etmeniz yeterlidir.

Bu manyaklar ayni zamanda tembel de oldukları için bu zahmetsiz üyelik bunlar için fazlasıyla uygundur.

Mesela, eğer taraftarlık için İngilizce bilmek yada bilmem ne ormanına ağaç dikmek zorunlu olsaydı, bu sefiller taraftar maraftar olmazlardı.

Bu manyaklar, hayatlarında pesinden koşacakları başka hiçbir manalı şey olmadığından kendilerini bir takımın başarısına adamışlardır.

Kendilerince edindikleri bu görevin karşılığında bir para yada başka bir mali çıkar beklemezler.

Karıları, çocukları evde aç beklerken, “taraftar” gurupları ile “deplasmana” gider, maç seyrederler.

Yokluk ve çaresizlikten edindikleri bu tuttukları takımın basarisi diyebileceğimiz amaç ve hedef sosyal olarak sahip oldukları, kendilerini ait hissettikleri tek şeydir.

Sosyal olarak bir grubun parçası olmayı yada bir olguya sahiplenmeyi bilmedikleri için, maç gibi sosyal ortamlarda bildikleri tek şeyi yaparlar.

Döner bıçağıyla diğer taraftarlara saldırır, yangın çıkarmaya çalışır, çevreye zarar verirler.

Bence bu insanlar tedaviye muhtaç hastalardır. Bir an önce akil ve ruh hastalıkları birimlerinde profesyonel yârdim aramalılardır.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...