21 Mayıs 2012 Pazartesi

Yunanistan Güme Gitti

Yunanistan güme gitti, hem de göz göre göre, hatta belki de bile bile. İşin acayip tarafı, herkes sanki bütün bu ekonomik facianın düğüm noktası buymuş gibi işi gücü bırakmış tartışıyor.

Yunanistan Euro bölgesinde kalsın mı, çıksın mı?

Kalırsa daha iyi olurmuş yada çıkarsa daha iyi olurmuş. Sanki herkes Yunan halkının iyiliğini düşünüyor.

Hadi, kibarlık olsun, İngilizcesini söyleyelim.

Bullshit.

Yukardaki argümanın tam açılımı, Yunanistan Euro’da kalırsa mı, yoksa çıkarsa mı, borçlarını ödeyebilir.

Gelin olayı daha iyi anlamak için soru cevap oynayalım.

S: Yunanistan niye battı?
C: Borçlarını ödeyemediği için.

S: Bu borçlar kime?
C: Diğer Avrupa bankalarına.

S: Bu bankalar salak miydi da Yunanistan’a borç verdi?
C: Bankalar bu borçları Yunanistan’a değil Avrupa’ya verdi.

S: Nasıl yani?
C: Bir ülke, bir halk, bir para diye Euro’yu pazarladıkları için. Yani Yunanistan’a değil, tüm Avrupa ekonomisine güvenip verdiler bu borçları.

S: Avrupa ne dedi Yunanistan borçlarını ödeyemeyince?
C: “Babayı alırsınız. Niye ben çalışıp Yunanlının borçlarını ödeyeyim.”

S: Peki, bu normal değil mi?
C: Eğer bunlar bir ülke, bir amaç, bir din ayakları atıyorsa değil. İstanbul, ben niye çalışıp Trabzon’un borcunu ödeyeyim diyebilir mi?


S: Yunanistan Euro’dan çıkarsa borçları azalacak mı?

C: Tabi ki hayır. Avrupa, borçlarını Euro olarak geri istiyor.


S: O zaman Drahmiye dönmenin manası ne?

C: Yapmayın, sormayın bunu. 1970 den 2000’e kadar aynisini bizim devlet yapmadı mı? Parayı devalüe et, maaşları aynı hızla artırma. Halkın cebindeki parayı al, borç öde.

S: Yaw, bunlar din kardeşi değil mi? Parası neyse versinler, kurtarsınlar Yunanistan’ı karşılığını beklemeden.
C: Walla, yapacaklar da is Yunanistan’la bitmiyor. İspanya, Portekiz, İtalya sırada.

S: Parası neyse onlara da versinler, kurtarsınlar. Olmuyor mu?
C: Dünyada bu ülkeleri kurtaracak kadar para yok.

S: Yunanistan’a dönersek, Yunanlılar ne yaptılar bu aldıkları borçları?
C: Yediler. Çalışmadıkları ve üretmedikleri halde, mesela bir Almanın hayat standardını tutturdular.

S: Peki kimse Yunanistan in bu borçları ödeyemeyeceğini görmedi mi de para vermeye devam etti?
C: Hah, işte tam burada zurna zırt diyor.

Birçok kişi yukardaki soruya Sarkozy ile Merkel’in basiretsizliği, yani ileriyi görememesi diyor ama ben her gecen gün Yunanistan in bilerek bu duruma getirildiğine inanıyorum.

Tarih gösterecek sonucunu ama ben size kendi teorimi söyleyelim.

Batı Avrupa, bir ulus, bir ülke gibi zırvalarla orta ve doğu Avrupa ülkelerini birliğe dahil etti.

On yıllarca Batı Avrupa malları gümrüksüz Orta ve Doğu Avrupa’ya aktı. Batı Avrupa firmaları Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin alt yapisini sifirdan insaa etti.

Bu arada, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin isçilerinin Batı Avrupa’ya gelip çalışabilmeleri bin bir bahaneyle geciktirildi.

Buyurun Avrupa Topluluğuna dedikleri gün mesela bir Polonyalı sadece İngiltere’de çalışabiliyordu. Batı Avrupa malları ise neredeyse on senedir Polonya’da serbestçe satılıyordu.

Neyse uzatmayalım, bugün Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri neredeyse tamamen Batı Avrupalıların haklarını kazanmış durumda. Hem de altı hafta tatil ve birinci sınıf şarap içme gibi takıntıları da yok. Ayni zamanda hem çalışıyorlar hem de tahsilliler, Batı Avrupa’ya göre.

Bu tamamen benim bakkal hesabım ama bir Polonyalı bir Fransız’ın maaşının yarısına, iki Fransız kadar çalışıyor.

Hal öyle olunca, kimse Fransa’da is açmıyor.

Fransa da batıyor.

Eeee, koskoca Fransa, göz göre göre batmayacak tabii. O yüzden bu ise bir şekilde dur demesi gerekiyor.

İşte tam bu anda Yunanistan’ı batırıp, oyunu bozup eve gitmek bence en kolayı.

Yani bana sorarsanız, Yunanistan’ı bile bile batırdılar ki, bahane olsun, bu Orta ve Doğu Avrupa’yı kovalayalım diye.

Bekleyip görelim...

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Son İdiot

Son idiot Merkel teyzemin de yavaş yavaş suyu ısınıyor. Bir ara secimde sosyal demokratların karşısında hezimete uğramış, genel secimi kazanması çok zor olacakmış.

Bak şu Allah’ın işine...

Bu Alman halkı nankör abi.

Sen gül gibi Avrupa’yı batıran, ülkeleri iflas ettiren, buram buram ırkçılık, faşistlik yapan ulusal kahramanına oy verme, git sosyal demokratlara oy ver.

Alman halkı uyandı ama biraz geç oldu.

Merkozy travmasından sonra Avrupa kurtarılabilir mi? Zannetmem...

Artık insanlar açık açık Yunanistan’ı Euro’dan atmayı konuşuyorlar. İşin komiği Yunanistan da Euro’dan çıkmayı...

Ama Avrupa bu. Ayağına gelen fırsatı kaçırır mı?

Yunanistan bahanesiyle sahne hazırlandı.

Konu Yunanistan’ı Euro’dan atmayı bir santim geçti, simdi “Euro bölgesini daraltmayı” tartışıyorlar.

Bunun tercümesi, Bati Avrupa dışındaki tüm ülkeleri Euro’dan atmak yada almamak.

Bunun daha da tercümesi, Avrupa Birliğini genişlemeden önceki sınırlarına çekmek, hatta Yunanistan’ı, İspanyayı ve Portekiz’i atarak biraz daha ufaltmak.

En daha tercümesi, Avrupa topluluğunun dağılması.

İngiltere’nin de zaten fiilen topluluğun dışında olduğunu düşünürsek, Avrupa Topluluğu Almanya, Fransa ve Benelux ülkeleri haline dönüşecek büyük ihtimalle.

Eee, Orta ve Doğu Avrupa’yı inşa edip bitirdiler, on-on beş sene boyunca mallarını bu yeni Avrupalılara sattılar, simdi artık bu ülkelerin vatandaşları ucuz işgücü haline dönüşüp kendi vatandaşlarına rakip çıkınca artık dağılmanın zamanı geldi demektir.

Muhtemelen iş buraya gelecek, bence sadece zaman meselesi.

Ancak is buraya geldiğinde ellerinize patlamış mısırları alin, ışıkları kapayın ve seyretmeye başlayın.

Yandı gülüm keten helva!

O Fransa, ülkesine giren Romenlerden soy ağacı belgesi isteyecek, çingene mi değil mi diye.

Artık Polonyalıların ayak bileklerine kelepçe takarlar, otuz günden fazla kalmasınlar diye ülkede.

Belki yeniden vize de koyarlar. Walla belli olmaz.

Beklemeye devam edelim. “Stay tuned!”

13 Mayıs 2012 Pazar

Manyaklar

Galatasaray şampiyon oldu. Olsun, tebrikler. Ben bir Galatasaraylı olmama rağmen çok fazla heyecanlandım desem yalan olur. Tanıyanlarınız bilir, pek takılmam futbola.

Bugün takılmamın nedeni futbol değil, taraftar, ama tırnak içinde kendini taraftar diye adlandıran manyaklar.

Burada manyak kelimesini sinirden değil, sözlük anlamıyla kullanıyorum. Çünkü, bir benzin istasyonuna meşale atıp yakmaya kalkan kişilik medikal olarak bir manyaktır, sosyo-manyak, psiko-manyak, payro-manyak, artık bilenleriniz doğru alt-manyak gurubunu koysun başına.

Bu sefillerin yaptıklarını savaş halinde bile yapamazsınız. Savaş suçlusu diye yargılarlar.

Eğer o benzin istasyonu alev alıp patlasaydı, etrafındaki insanları, içindeki polisleri öldürseydi ne olurdu, düşünün. Yazık olmaz mıydı o hayatını kazanmak için gecenin o saatinde manyaklarla uğraşmayı göze alan polislere ve ailelerine?

Bu manyak gurubunu manyak yapan takımlarına karşı sevgilerinin çokluğu değildir. Bir şeyi çok sevebilen insan, tanımı üzerinde, sevgi duyabilme yetisine sahiptir.

Tanımadığı kişilerin üzerine, kadın, çocuk demeden sandalye fırlatan, arabaları ters çevirip yakmaya çalışan kişilerin tuttuğu takımlar da dahil hiçbir şeyi sevmeleri mümkün değildir.

Bu hasta gurup için bilmem ne takımı taraftarlığı sadece bir mazerettir.

Bu takım olmasaydı, vatanim, milletim, akrabam, kız kardeşim, törem, torpağım gibi başka bir bahaneyle yine kuduz kopekler gibi saldıracak, öldürmek için vuracak, insanları canlı canlı yakmaya çalışacaklardı.

Bu arada lafım, Fenerbahçe’ye, vatana, millete, töreye değil. Bunları bahane edip diğer insanların hayatına, malına, mülküne, sağlığına kasteden manyaklara.

Su fotoğraflara bir bakin.

Adamın sakalı bıyığı birbirine karışmış, elleri havada, ağzından tükürükler saçıyor.

“Federasyon istifa, Galatasaray burada kupa alamaz!”

Duyan da iflas etmiş, karısı bırakmış kaçmış, hayatı sönmüş zannedecek.

Git önce aç karnını doyur, bir gün olsun karını çocuğunu dövmek yerine otur onlarla bir çay iç, iki kelam et, sonra çıkar yırtarsın kıçını federasyon istifa diye.

Bu sefiller hiç bir yere ait olamadıkları için kendilerini bilmem ne takımının taraftarlığı gurubuna ait saymışlardır.

Bu guruba ait olmanın herhangi bir ön şartı yoktur, sadece kendinizi taraftar diye deklere etmeniz yeterlidir.

Bu manyaklar ayni zamanda tembel de oldukları için bu zahmetsiz üyelik bunlar için fazlasıyla uygundur.

Mesela, eğer taraftarlık için İngilizce bilmek yada bilmem ne ormanına ağaç dikmek zorunlu olsaydı, bu sefiller taraftar maraftar olmazlardı.

Bu manyaklar, hayatlarında pesinden koşacakları başka hiçbir manalı şey olmadığından kendilerini bir takımın başarısına adamışlardır.

Kendilerince edindikleri bu görevin karşılığında bir para yada başka bir mali çıkar beklemezler.

Karıları, çocukları evde aç beklerken, “taraftar” gurupları ile “deplasmana” gider, maç seyrederler.

Yokluk ve çaresizlikten edindikleri bu tuttukları takımın basarisi diyebileceğimiz amaç ve hedef sosyal olarak sahip oldukları, kendilerini ait hissettikleri tek şeydir.

Sosyal olarak bir grubun parçası olmayı yada bir olguya sahiplenmeyi bilmedikleri için, maç gibi sosyal ortamlarda bildikleri tek şeyi yaparlar.

Döner bıçağıyla diğer taraftarlara saldırır, yangın çıkarmaya çalışır, çevreye zarar verirler.

Bence bu insanlar tedaviye muhtaç hastalardır. Bir an önce akil ve ruh hastalıkları birimlerinde profesyonel yârdim aramalılardır.

6 Mayıs 2012 Pazar

Sarkozy, Son Bir Kez

Holland kazandı, Sarkozy gitti. Tarihin hatırlayacağı Berlusconi, Merkel ve Sarkozy idiot triosunun ikinci bacağı da düştü.

Ama neyin pahasına.

Sarkozy, herhalde Fransa’nın kendisinden sonra en çok Türkiye’ye zarar verdi.

Tüm başkanlığı boyunca Türkiye basta olmak üzere klasik Avrupalı tanımına uymayan bazi Avrupa Topluluğu ülkeleri de dahil her ülkeyle uğraştı. Alavere yaptı, dalavere yaptı, yalan söyledi, vatandaşlarını korkuttu.

Göçmenler basta olmak üzere tüm yabancılara karşı kin, nefret aşıladı, alevlendirdi ve destekledi. Kendi kökleri de göçmen olmasına rağmen hemde.

Çingene diye Romenlere para verip bir daha Fransa’ya gelmemelerine iknaya çalıştı.

Schengen’i yıkıp tekrar Avrupa içinde pasaportla seyahati geri getirmeye çalıştı ki Avrupa ülkeleri dahil, Fransa’ya kim geliyor, kim gidiyor bilsin ve ilerde engellesin diye.

Üç beş oy alabilmek için karisini hamile bıraktı, Ermenilere Türklere karşı kin nefret aşıladı.

Rakiplerini, aleyhlerinde seks skandalları senaryolarıyla kenara itti (Bu bence böyle oldu, tabii ki ispatlanmış değildir. Rüşvetin belgesi olmaz biliyorsunuz).

Tüm bunların üstüne, faşistlik yapmaktan Fransa’yı yöneten biri olarak yapması gerekenleri yapmadığı için ülkesini ekonomik olarak batırdı.

Haa, diyelim ki onu seçen kendi ülkesinin vatandaşları, bunu hak ettiler. Ancak, bu faşistin ekonomik zararı ülkesinin sınırlarının dışına da çıktı.

Sarkozy, Avrupa’nın batmasından Merkel ile birlikte birinci dereceden sorumludur. Yunan, Portekiz, İspanya ve İtalya halkının baslarına gelenler hep bu idiot’ların marifetidir.

Libya savaşı sırasında, bezelye büyüklüğündeki beyni ile bir iki uçak satarım diye koalisyona feyk atıp gitti Kaddafi’yi bombaladı. Sonra anlaşıldı ki Kaddafi’yle meğer ayni yatağa giriyormuş.

Peki bize ne yaptı?

Ne siz sorun, ne ben söyleyeyim.

Fransa’nın tarihinde ilk defa bir ülkenin birliğe kabulünü halkın oyuna bağladı. Bu Türkiye için üye olamaması anlamına geliyor.

Türkiye üye olmamalı, imtiyazlı ortak olsun deyip aynı kaba kaka yaptığı Merkel’le bir oldu, bunu neredeyse Avrupa’nın politikası haline getirdi.

Türkiye ile acılan müzakereleri, her alanda, elinden geldiğince baltaladı.

Türklere vize muafiyetine karşı çıktı, engelledi.

Simdi bu soytarı gitti diye mutlu mu olalım?

Bence hayır.

Bu faşistin ülkesine ve Avrupa’ya verdiği zarar öylesine büyük ki, Holland ancak hasar kontrolü yapıp acıyı azaltabilir.

Bir delinin kuyuya attığı taşı yüz akıllı çıkaramaz misali, daha yıllar boyu temizleriz bu idiotun arkasını.

Politikaya atılmayacağını söylemiş beyefendi.

Artık bir savaş çıkarsa, sizi Auschwitz’in başına komutan olarak bekleriz.

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Sıralamada Elli Numara

Gitar en çok sevdiğim müzik aletidir. İstisnasız kırk senedir gitarla yapılmış müzikleri hiç usanmadan dinledim, bir kırk sene daha ayni sevkle dinlerim.

Çok sevdiğim için gitarı çalmayı da çok istemişimdir.

Beşinci doğum günümde dayım bana bir gitar almıştı. O gitar beni yirmi yaşıma kadar orada burada takip etti ama gayri-resmi birkaç çaba dışında çalmayı öğrenmeye fırsatım olmadı.

2000 yılında geçirdiğim kazadan sonra bacağım kırılmış, yatakta pineklerken kendime bir Fender Stratocaster aldım, hazır boş zaman varken öğrenirim diye. Ancak bu hevesim, iyi kotu gitar çalan bir arkadaşımın:

“Lan sen bu parmaklarla gitar mitar çalamazsın.”

...seklindeki ulvi desteği karşısında kursağımda kaldı, bir daha da gündeme gelmedi.

Sözün kısası, dünyanın en sadık gitar dinleyicilerinden biri de olsam, bir-iki basit akor dışında gitar çalmaktan anlamam.

Simdi size bunları niye anlatıyorum?

Çünkü, aşağıda biraz gitar ile ilgili kelam edeceğim, söylediklerimin ne kadar güvenilir olduğunu tartın diye.

Bugün Rolling Stone dergisinin tüm zamanların en iyi 100 gitaristi listesine denk geldim.

Fazlasıyla hayal kırıklığı yaşadım.

Çünkü benim “Guitar Hero” ’larımın birçoğu ya yok, ya da sıralamanın altlarında kalmış.

Mesela, bence dünyanın en iyi gitarı olan Ritchie Blackmore (Deep Purple/Rainbow) sıralamada elli numara.

Bir numara ise Jimi Hendrix.

Hadi lan!

Simdi oturup size Jimi Hendrix kotu gitarcı demeyeceğim tabii ama kırk beş yıllık hayatimin hemen her döneminde ne zaman hadi su Hendrix’i bir dinleyeyim dediysem bir şarkının bile sonunu getirememişimdir.

Zorla değil ya, hiç sevemedim.

Daha da fazlası, hiçbir şarkısı aklımda bile kalamamıştır. Ne mırıldanabilirim, ne duysam tanırım. O kadar uyuşmuyor benle yani.

Olur mu, olur.

Gitar beğenmek şarap beğenmek gibidir. Herkesin farklı bir zevki vardır.

Olayın olabilirliğini açıkladık. Sonuçta Jimi Hendrix’i sevmeyebilirmişim.

Peki Blackmore’u niye seviyorum... muşum?

Blackmore, gitara çok hakim. Çok hızlı, çok doğru çalabiliyor. Bu yüzden mi seviyormuşum onun gitarını?

Hayır.

Aksi halde, Blackmore Deep Purple’dan ayrıldıktan sonra yerine alınan Steve Morse’u da Blackmore kadar sevmem gerekirdi.

Morse, Blackmor’u aynen taklit edebiliyor, hatta zaman zaman daha bile iyi Blackmore çalabiliyor.

Ayni gerekçeyle gitarı Blackmore’dan çok daha hızlı ve karmaşık çalabilen Yngwie Malmstein yada Joe Satriani gibi virtüözleri de Blackmore kadar sevmem gerekebilirdi.

Ancak ayni Hendrix gibi yukardaki iki gitaristin de bir şarkisi bile aklımda kalmayı başaramamıştır.

Her ikisi de gitarı çok hızlı, çok ustaca çalar ama öyle bir melodi falan yoktur müziklerinde, şarkı bittikten sonra uçar gider belleğimizden. Bazen bir şarkının bitip diğerinin başladığını bile anlayamaz insan.

Tamam o zaman. Demek olay melodiymiş.

Olabilir.

Kim Smoke on the Water’ın melodisini bilmez? Allah çarpar valla. Bilmiyorum diyen de aslında biliyordur da bildiğinin farkında değildir.

Bu dünyaca ünlü “riff”, öyle sanatsal yada müziksel olarak sofistike yada karmaşık değildir. Üç beş notayı yan yana getirmiş Ritchie ve bu bir dinleyenin bir daha unutamayacağı melodiyi bulmuş.

Hayatınızda elinize gitar almamış olsanız bile, bilen biri yârim saatte size öğretebilir çalmasını.

Ancak olay doğru melodiyi bulmaksa bunun için illa da gitar çalmaya gerek yoktur. Beethoven’in beşi, dokuzu, Mozart’ın Türk Marşı ve Seda Sayan’ın “Şok” cingılı da melodik olarak en az Smoke on the Water kadar başarılı bence.

Burada gitarla çalınan melodiler öne çıktığına göre demek ki gitarın o kendine özel sesi de melodi kadar önemli.

Yine kendi zevkimi analiz ettiğimi unutmadan öyle her gitarın da ayni derecede hoş olmadığını vurgulayalım.

Birçok kişiye göre dünyanın en güzel gitar turu olsa da klasik yada akustik gitar öyle fazlaca çekmiyor beni.

Benim sevdiğim gitar, o mekanik sesli, “punchy” elektrik gitar.

Blackmore benim sevdiğim parçalarında neredeyse tamamen popüler bir elektrik gitar olan Fender Stratocaster çalar (arada Fender Telecaster çaldığı rivayet edilir).

Demek gitarın türü de önemli. Bunu da koyalım cebimize.

Elektrik gitarı genelde sevsem de öyle oynanmış, bozulmuş elektrik gitar seslerinden çok haz etmem.

Melodilerini çok başarılı bulup fazlasıyla sevsem de neredeyse keman yada org sesi zannedebileceğiniz kadar oynanmış gitarlarıyla Judas Priest yada debriyaj balatası bitmiş şanzıman kadar canhıraş sesler çıkaran gitarlarıyla Metallica listemin başlarına ulaşamazlar.

Ve belki de bu analizin en önemli noktasını en sona bıraktık ama müziğin turu de çok önemli.

Doğru gitarla, çok fazla değiştirilmemiş sesi ile ve güzel melodisi ile çalınan mesela bir country şarkı dinlemesi hoş da olsa öyle beni “lan bu çok güzelmiş” derecesine getirmez.

Burada niyesini, nasılını tartışmadan söyleyeyim.

Ben rock severim arkadaş.

Hard, soft, heavy, punk, senfonik hiç fark etmez.

Purple ve Ritchie de tam benim ayarım rock çalarlar.

Biraz uzadı ama sonunda geldik bu geyiğin açılış noktasına.

Sen gel bu adamı elli numaraya koy, sonra, siyahi olmasana rağmen rock yapıyor, dişleriyle gitar çalıyor ve konserin sonunda gitarı sağa sola vurup kırıyor diye ilgi çekmiş Jimmy Boy’u birinci yap.

Ondan içlendim biraz.

30 Nisan 2012 Pazartesi

İstanbul

İstanbul bence dünyanın en güzel şehirlerinden biri. En güzeli olmasına çok az var ama sayemizde bu unvanı alması bu günün koşullarında olanaksız. Nasıl sayemizde sorusunun cevabini hepimiz biliyoruz ondan dolayı burada çarpık yapılaşmayı, toplu taşımayı, trafiği gereksiz yere tekrarlayıp canimizi sıkmayacağım.

İstanbullun eski adi bilirsiniz Konstantinapol, yani Konstantin’in şehri. Ama en azından ben, birisi bana Konstantinapol dediği zaman burun büküp hemen lafı sokarım.

“Şehrin doğru ismi İstanbul. Eskiden Konstantinapol derlermiş.”

Çünkü İstanbul Türkçedeki doğru ismidir şehrin. İstanbul iste, yıllardır biliriz, gideriz, gezeriz. Boru değil ya.

Peki İstanbul ismi nereden gelir bileniniz var mi?

Yoksa ben söyleyeyim.

Yunancadan.

İstanbul sözcüğü, Yunanca “eis -tin- polin” den gelme. “Haydi şehre” demek.

1930’da Atatürk resmi olarak değiştirmiş şehrin adını.

Osmanlı dokümanlarının çoğunda Konstantiniye diye geçermiş şehrin ismi.

Ben hep 1453’de, Fetih’ten sonra İstanbul oldu diye bilirdim şehrin adını. Daha geçenlerde öğrendim doğrusunu.

Fetih dedik ya, filim de var şu günlerde, bakalım nasıl almışız İstanbul’u.

İstanbul’u 1453’de nasıl aldık sorusunun cevabi, İstanbul’u 1453’e kadar nasıl alamadık sorusunun cevabında gizlidir.

İstanbul’u 1453’e kadar almamız mümkün değildi çünkü bütün Hristiyan alemi şehrin Müslümanların eline geçmemesi için yârdim ediyordu.

Ancak Bizans İmparatorluğunun son günlerinde işler biraz değişti. Bunun sebebi, Hristiyan alemi içinde ortaya çıkan liderlik kavgasıydı.

Katolikler Roma’da, Ortodokslar İstanbul’da kim Dünya Hristiyanlarını temsil edecek mücadelesine girdiler.

Katolikler, Osmaninin ortasına sıkışmış İstanbul’a bir anda yardımı kesti ve...

Sonunu siz tahmin edin. Fatih, cart diye girdi ve aldı şehri.

O gün, bu gün, Ortodoksların Hristiyan alemi içerisindeki etkileri azaldı, Katolikler dinin yönetici sınıfı haline donuştu.

Simdi bazılarınız biraz bana kızıyorsunuz.

“Biz İstanbul’u Fatih ve ordusunun kahramanlığı ile aldık. Ulubatlı, surlara bayrağımızı dikerken oklarla delik deşik oldu, sen hala İstanbul’u Hristiyanlar bize verdi diyorsun.”

Peşin peşin cevap vereyim de kızmayın bana.

Ben ordumuzun kahramanlığına herkesten çok güvenir, altını gözüm kapalı imzalarım.

Ama siz söyleyin, bizim ordumuz 1453’e kadar kahraman değimliydi de İstanbul’u alamadı ve sonra bir anda kahraman olup 1453’de bu şehri aldı?

Kahraman olmasaydık, Fatih’in askeri dehası olmasaydı, biz İstanbul’u Katolikler yârdim kesse de alamazdık.

O yüzden ordunun kahramanlığına, Ulubatlı Hasanın fedakârlığına sözüm yok.

Ben sadece isin biraz da siyasal tarafına bakıyorum o kadar.

İşte böyle, Karanlık Çağı da bitirip Rönesans’la, Reform’lu Yeni Çağı başlatmış olduk.

Bir görüşe göre, İstanbul’dan kaçıp Roma’ya sığınan Ortodokslar Rönesans’ı başlatmış ve beslemiştir.

Ne diyelim, kıymetini bilirsek hem böyle bir hazineye sahip olmanın keyfini çıkarır, hem de gelip görenler sayesinde gelirimizi artırırız.

27 Nisan 2012 Cuma

Avrupa Kültürü

Avrupa kültürü, medeniyete sayısız önemli katkılarda bulunmuştur. Rönesans, reform, teknoloji, sanat, müzik hep Avrupa’nın hediyesidir bize.

Bunlara hiçbir sözümüz yok. Sadece teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Burada size Avrupa kültürünün başka bir yüzünden bahsetmek istiyorum.

Bir küçük problemimiz var ancak. Çünkü Avrupa kültürünün bu kötü tarafını anlatacak doğru kelimeyi Türkçede bulamıyorum.

İngilizcesi “integrity”.

Yani tutarlılık, sağlamlık, bütünlük, dürüstlük falan gibi toparlayabiliriz dilimizde.

Avrupa kültüründe ne yazık ki bir söz verip dönmek, yada doğruyu söylememek fazlasıyla normal karşılanır.

Ancak burada Avrupa inceliği olaya girer ve olayı sözden dönmekten yada yalancılıktan çıkarmak için ipe sapa gelmez bir bahane bulur ve bu bahaneye tüm kalbiyle inanarak vicdanini rahatlatır.

Krallar, imzalamak istemedikleri kanunlar önlerine geldiğinde, kendilerini bir günlüğüne “deli” ilan etmiş, başka biri bu kanunları imzaladıktan sonra mucizevi olarak iyileşmişlerdir. Bu aşamada, kimsenin bu olanların etikliği hakkında bir kuşkusu olmamıştır.

Simdi bu bize nasıl dokunuyor, ona bakalım.

Bugün bir Türk vatandaşının Avrupa’da vizesiz gezmesi anlaşmalardan doğan bir haktir.

Hadi alin elinize pasaportunuzu, mesela Paris’e gitmeye bir kalkın da görün.

Uçağa bile binemezsiniz.

Ancak yok kardeşim, ben senin bu anlaşmalardan doğan hakkini geçersiz sayıyorum diyen bir Avrupa ülkesi de bulamazsınız.

Eğer bulabilseydiniz, bu sözden dönmek olurdu ki böyle bir şey kabul edilemez, çünkü “etik” değildir.

Aksine, Avrupa ülkeleri, vicdanlarını rahatlatacak bir bahane bulup, Türklere vizeyi kaldırmayacaktır.

Son günlere kadar bu bahane Türkiye’nin henüz kacak göçmenleri geri kabul anlaşmasını imzalamamış olmasıydı.

Geçenlerde Türk tarafı, tamam lan imzalıyorum kaldırın vizeyi dedi, ama karşılığında Almanya, Fransa ve Avusturya hayır olmaz kardeşim diye cevap verdi.

Ama uygarlığın inceliği işte burada.

Adamlar ben size vizesiz seyahat olmaz demiyorum, sadece bu konuyu görüşmelere almayacağız diyorum diyor.

Adam yalancı mi? Yoo. Sözünde mi durmuyor? Yoo. Kendilerine sorarsanız, dürüstlükleri, sözlerine sağdıklıkları, bir tüm bütün, “lekesiz”.

Ama (aklımda yanlış kalmadıysa) 1995’den beri hakkimiz olan serbest dolaşım neredeyse yirmi senedir ne tanınıyor, ne geçersiz sayılıyor.

Bu arada neredeyse tüm Güney Amerika ülkeleri, Moldovya, Rusya serbest dolaşım hakkini ya aldı yada almak üzere.

Bizim neyimiz eksik diye sorarsanız, cevap olarak bu konuda şimdiye kadar duyduğum en doğru tanımı size aktarayım.

“Bunlar Hristiyan Kulübü.”

Ne Erbakan’ı severim, ne de onun görüşleri ile en ufak bir paralelim vardır. Ancak bozuk saat günde iki kez doğru zamanı gösterirmiş ya.

Necmettin hoca burada haklı.

Tüm Avrupa’da belki de doğruyu söyleyen tek kul şu geçenlerde konuşan Hollandalı faşist.

“Türkiye Avrupa Topluluğuna girmeyecek.”

Diğer “uygarlar” ne diyor?

“Görüşmeler başlamıştır ve hedef tam üyeliktir. Sadece süreç beklediğimizden çok daha yavaş ilerliyor...”

İşin kötüsü ne biliyor musunuz? Bunu söyleyen kendisini de söylediğinin doğru olduğuna inandırıyor...

Ve vicdani rahat ediyor.

Yiğidi öldürüp hakkını yemeyelim. Bu uygarca kıvırma sadece Türklere karşı değildir, ve coğrafya, din irk ve dile bağlı dereceleri vardır. Biz bu sıralamada en altta olsak da, bizden üsttekiler de bu kıvırmaya bağışıklı değillerdir.

Ben simdi bu kader birliği yaptıkları ve Rusya’dan kurtarıp seneler sonra kucaklayıp kavuştukları Orta Avrupa ülkelerine ne yapacaklar onu merakla bekliyorum.

Bu kavuşma sonrası gümrük duvarları sayesinde bu yeni ülkelerin bütün altyapıları Bati Avrupa tarafından yapıldı, bütün şehirlerinde Avrupa süper market zincirleri mağazalarını açıp satışlarını katladı.

Ancak bu mutluluk kısa sürdü. Çünkü Orta Avrupa’nın batıya göre kat be kat nitelikli ve az paraya çalışmaya razı işgücü bir anda bunlara rakip oldu.

Sarkozy suyu ısıtmaya başladı bile. Schengen kalksın, iş öncelikleri Fransızlara verilsin falan diyor şu sıralar.

Bekleyelim ve görelim bakalım.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...