18 Mayıs 2024 Cumartesi

San Marino

Eğer yazılarımı takip ediyorsanız, herhalde bunun canı iyice sıkılmış diyeceksinizdir. Transnistria, Gagavuzya gibi normalde bir çok kişinin gitmeyeceği acayip yerlerden sonra bu kez sizlere San Marino’dan sesleniyorum.

San Marino İtalya’nın bir kenti değil, etiyle, kemiğiyle bağımsız bir ülke.

Avrupanın en küçük üçüncü ülkesi. Ondan küçük Monaco ve Vatikan var.

Vatikan zaten aslında birbirine yapışık birkaç binadan oluşmuş bir kompleks, bir kilise ve bir meydandan oluşmuş bir ülke. Bu bina kompleksinin büyük bir bölümü zaten müze ve ünlü Sistin Şapel. Kilise, San Pietro yada St. Peter’s, meydan da şu meşhur, Papa’nın balkondan konuştuğu meydan.

Monaco, biraz daha büyük. Monte Carlo ve Saray ile birlikte bir şehir bile sayılabilir.

San Marino’nun ise, şehre ek olarak, biraz da tarla, bağ, bahçe arazisi var.

San Marino’da 30 bin civarında insan yaşıyor - Kadıköy’de yarım milyon insanın yaşadığını düşünürseniz.… Yüzölçümü ise 60 kilometre kare civarında.

San Marino’nun her tarafı İtalya. Denizle hiçbir bağlantısı yok. Ne EU, ne Schengen üyesi, ama hiç bir sınır kontrolü yok. San Marino’nun havaalanı yada limanı olmadığı için ancak İtalya’dan geçebiliyorsunuz. San Marino için önce İtalya’ya girmeniz gerektiğinden, tanım gereği, Schengen vizeniz yada vize serbestisizin olması gerekiyor.

Avrupa’nın bu işleri gerçekten çok karışık.

Eğer Türkseniz, başka, küçük bir sorun daha var.

San Marino’ya gittiğinizde teknik olarak sizi bir esir kampına kapatabilirler.

Çünkü San Marino ile Türkiye savaş halinde.

Hani biz kazanmış olsak da, Almanlar’ın kaybetmesi yüzünden kaybetmiş sayıldığımız I. Dünya Savaşı var ya. Ahan işte o aralar Almanlar’ın yanındayız diye San Marino ile de facto savaşa girmişiz.

Savaş sonunda Avrupa devletleriyle başta Sevr ve Lozan, barış antlaşmaları yapılırken, herkes San Marino’yu unutmuş. Bir barış antlaşması imzalanmadığı için de, teknik olarak savaş hali halen sürmekte.

Bir gugıllarsanız, İnternette bu işin dalgası fazlasıyla geçilmekte.

Bazı kaynaklar San Marino ile Türkiye’nin savaş halinde olduğunu yalanlıyor. İddaya göre Italya’daki Türk Büyükelçisi aynı zamanda San Marino’da da akredite edilmiş. Savaş olsaydı böyle yapılmazdı deniliyor.

San Marino
Türkiye’nin Roma Büyükelçiliği’nin web sitesine baktım. San Marino ile ilgili bir ibare bulamadım. Büyükelçi için sadece Türkiye’nin Roma Büyükelçisi ifadesi kullanılmış.

https://trove.nla.gov.au/newspaper/article/55722320 ‘daki linkte 1935’ten bir Avustralya gazetesinin küpürü var. Lokal tarım üzerine eğitim yapmak isteyen bir Türk’ün talebi, San Marino tarafından hala savaştayız diyerek geri çevrilmiş. İmla ve gramer bir felaket ama gazetedeki yazı gerçek gibi duruyor. Resmi bile var.

Herneyse, savaş halinde olsak da, olmasak da endişeye gerek yok, yukardaki işin şakası elbette. Türkiye ve San Marino ilişkileri gayet normal.

Bu arada San Marino sadece Türkiye ile papaz olmamış. 2022 yılında, Ukrayna savaşı başladıktan sonra Rusya, San Marino’yu Rusya ile dost olmayan ülkeler listesine koymuş. Gerçi San Marinolular dahil kimse bunun nedenini anlayamamış ama Ruslar da Rus işte…

San Marino
San Marino adını, kurucusu San Marinus isimli bir azizden almış.

Marinus, aslen bir duvarcı ustasıymış, sonradan bir piskopos onu deacon yapmış (Queen dinlermiydiniz?). Deacon papazın bir altında, dini bir ünvan.

Marinus, rivayete göre, MS 300’lerin başında, karısı olduğu ve terkedildiğini idda eden bir kadın bağırıp, çağırmaya başlayınca, kaçıp, bugünkü San Marino’nun bulunduğu bölgeye gelmiş, Titan Dağında bir kilise yapmış ve burada inzivaya çekilmiş. Yapılmasına öncü olduğu kalede Romalıların zulmünden kaçan Hristiyanları barındırmış.

San Marino’nun 500 kişilik bir ordusu var. Bunun bir bölümü seremonilerde yer alan süvariler, okçular ve saray muhafızları. Bir de elli-altmış kişilik küçük bir Jandarma kuvveti var. Ülkede cinayet, adam kesme, tecavüz gibi vahşi suçlar işlenmiyor ancak bol bol beyaz yakalı kriminaller var. İtalya’ya vergi ödemeyip, San Marino’ya kaçtıktan sonra yakalanmış işadamları bir kaç yıl önce buralarda gündemdeydi.

EU üyesi olmasalar da para birimleri Euro. Bozuk paraların üzerine ulusal simgelerini basabiliyorlar. Bir de posta pulu basabiliyorlar.

Yani böyle acayip bir yer San Marino.

Burada ne mi yapıyorum?

Elli beşinci ülkemi ziyaret ediyorum işte. Bir de şarap ve yemek. İnsan daha fazla ne ister?




Bologna’dan bir saat kadar bir araba yolculuğu bizi San Marino’ya getirdi.

Ortaçağ dekoru
San Marino’ya girdiğimizi hemen anladık. Yaya geçitleri mavi zemin üzerine boyanmış, trafik işaretleri yerde, kayalara falan yaslanmamış, uygar biçimde direklere asılı durumda.

San Marino’ya gelirken, otoyoldaki son çıkışa kadar üzerinde San Marino yazılı bir tane bile işaret görmedik. İnsan acaba bir kıskançlık mı var diye düşünmeden edemiyor.

San Marino’nun niçin bir şehir devleti olduğu, coğrafyayı görünce daha da iyi anlaşılıyor. San Marino’nun etrafı hep ova, dümdüz bir alan. Sadece burada çok dik ve yüksek bir dağ var. Yol o kadar dik ki, araba bile çıkarken zorlandı desem yeridir.

Böyle bir yere, de bir kale kurunca, elbette savunması çok kolay oluyor.

San Marino, bu güne kadar gördüğüm en cazibeli kentlerden biri. Kale hala tek parça ve inanılmaz bakımlı.

Kale çok bakımlı
Kalenin İçi ise orta çağlardan bir film seti görünümünde.

Bir kulenin mahzenindeki bir restaurant’a girdik. Yine mükemmel bir yemek ve onun eşliğinde, Parma’da olduğu gibi Sangiovese bir şarap içtik. San Marino’nun da yerel şarabı Sangiovese’den yapılma.

Restaurant’ın içi baştan aşağı Ortaçağ teması ile dekore edilmişti. Duvarlara mızraklar, kalkanlar, bir de crossbow dedikleri şu tüfek gibi omuza dipçikle dayanan yay asmışlardı. Masalar bile tahta, Ortaçağ hanlarındakileri andırıyordu.

San Marino ile ilgili son bir tespit yapmak gerekirse, trafik kontrollerinin çok iyi olduğunu söyleyebiliriz, özellikle kalma süresini bir kaç dakika aştığımız için ödediğimiz elli yuroluk cezayı göz önüne alırsak…

Crossbow
San Marino fazlasıyla görülesi bir yer sevgili arkadaşlar. Sorun, San Marino’nun doğrudan bir geziyi haklı çıkarabilecek kadar büyük olmaması ve yer olarak da belli başlı gezi noktalarına uzaklığı.

Avrupa’daki tüm ülkeleri görmek üzere edindiğim gereksiz quest sonucu, San Marino’ya gelebilmek için çok fazla bahane yaratmak zorunda kaldım. Makul olarak sadece Bologna’ya hedefli bir geziden çalınan yarım gün, bu güzel kenti görmek için bir neden oluşturabiliyor.

Aslında aynı sorun, Avrupa’daki başka bir şehir ülkesi olan Andorra için de geçerli. Andorra’nın en yakın makul gezi noktası Barcelona. Bir aksilik olmazsa bu Temmuz’da, Barcelona’dan tek yön, üç saatlik bir otobüs yolculuğuyla Andorra’ya geçeceğim. Kızlar çoktan biz gelmiyoruz dediler. Onlar Barcelona’da kalacaklar, ben tek başıma çile çekeceğim.

İtalya gezimiz sürüyor. Bizi izlemeye devam edin.

14 Mayıs 2024 Salı

Parma

Evden çıkıp, güneye doğru Route de Bern üzerinden ilerlemeye başladık. Önce Nestle’nin merkezinin bulunduğu Vevey’i, sonra da Smoke On The Water’ın doğum yeri Montreux’yü geçtik. Martigny üzerinden Alplerin en yaman geçitlerinden biri olan Grand St. Bernard’a doğru tırmanmaya başladık.

İsviçre’nin en güzel manzaralı rotalarından biridir bu sevgili arkadaşlar. Geçmişte insanların çığ altında donarak öldüğü, ünlü St. Bernard köpeklerinin boyunlarında taşıdığı sıcak çikolatalar ile hayat kurtardığı bu geçitten bugün altı kilometrelik bir tünel ile rahat rahat geçebiliyorsunuz.

Tünelin bir ucu İsviçre, diğer ucu İtalya. Gerçek sınır tünelin ortasında bir yerde olsa da, tünele girmeden her iki uçta sınır geçiş formalitelerini tamamlıyorsunuz. Sınır kontrolü pasaporttan ziyade gümrük kontrolü. Bir çok kişi İtalya’da yüzde otuz ile elli arasındaki düşük fiyatlarla alışveriş yapıp, İsviçre’ye dönüyorlar. Sınır polisi de özellikle et miktarına bakıp, limiti aştıysanız, çat diye cezayı basıyor.

Biz İtalya’ya geçtiğimiz için kontrol falan yoktu elbette. 

İtalya’ya geçer geçmez geleneksel trafik şokunu yaşadık. İtalyanlar sizi önce 80 km/s hıza çıkarır, elli metre sonra 30 km/s’e düşürür, yüz metre sonra geri 70 km/s, yirmi metre sonra 60 km/s, vs…

Bu saçma kurallara başta İtalyanlar, kimse uymuyor tabii. Uymak da mümkün değil zaten. Ben en temiz kalbimle bu mantıksız limitlere uymaya çalışırım, hatta bu yüzden arkamdaki arabalar delirir ama heyhat.

Trafik işaretleri de bir felakettir. Yerlere koyarlar. Kokarca gibi yolun kenarına baka baka gidersiniz.

Otoyolda her bir-iki kilometrede bir 50 km/s tabelası vardır. Biraz daha dikkatli bakınca bunun karlı havada 50 km/s limiti olduğunu anlarsınız. Önce kulağa normal gelse de, lütfen bir nefes alıp, bir daha düşünün. Karlı havada 50 km/s ne demek? Mesela kar serpiştiriyorsa hızınızı hemen 50 km/s’e mi düşüreceksiniz? Yada biraz daha şiddetli karda? Yol tamamen karla kaplıysa, 50 km/s hızlı bile kalabilir. Peki kar yerine yağmur yağıyorsa 120 km/s ile gidebilir miyiz? Dolu yağarsa ne yapalım?

Aklı olan her şoför yolun durumuna göre zaten hızını ayarlar. O saçma 50 km/s levhalarına kimsenin ihtiyacı yok. Ancak bütün otoyollarda inci gibi dizilmiş bu tabelalar.


İste bu duygu ve düşüncelerle önce Aosta’yı, sonra da Milano’yu geçtik. Milano’dan sonra otoyoldan çıktık - isteyerek değil, yolun tasarımı gereği. Sonrasında kendimizi altı-yedi şeritli geniş bir ara-otoyolda bulduk. Her yer yön tabelalarıyla doluydu. Milano, Venedik, Padova, La Spezia, Bologna, Cenova…

Parma'ya ulaştık
Duyan gelmiş sizin anlayacağınız. Otoyoldan çıkan binlerce araba gitmek istedikleri yola girebilmek için şerit değiştirmeye çalışıyor, trafik santim santim ilerliyordu. Bu keşmekeşte bir buçuk saat kaybettik.

İtalya dünyanın en güzel ülkelerinden biridir sevgili arkadaşlar, ama İtalyanlardan bir şeyleri organize etmelerini beklemeyin.

Yolun gerisi olaysız geçti ve ilk durağımız Parma’ya ulaştık.

Parma, Parmesan peynirinin ana vatanıdır sevgili arkadaşlar. İtalyanlar Parmigiano Reggiano derler. “Parmigiano” Parma’dan, “Reggiano” da bu peynirin üretildiği kardeş yöresi Reggio Emilia’dan gelir.

Pasta’ya artık makarna demeyeceğimizi hatırlatıp - makarna bir pasta türüdür, Parmesan için pasta’nın en yakın arkadaşıdır diyebiliriz.

Parma Salamı
Bu sert, tuzlu, kuru peynir rendelenip, pasta’nın üzerine serpilir. 

Parmesan inek sütünden yapılır, en az bir sene dinlendirilir. Ben Parmesan’ı şarap ile de çok severim, hele yanında reçel yada tatlı bir meyve ile mükemmel bir şarap arkadaşı olur. Bir de fırında pişirdiğiniz et, pasta, vs. nin üzerine serperseniz, yine mükemmel bir gevrek oluşturur.

Parmesan’ın bir de üvey kardeşi vardır. İsmi Grana Padano. Bu peynir Lombardiya’da yapılır ve Parmesan’a göre biraz daha az yağlıdır. Ancak tadlarını, eğer bir peynirolog değilseniz, birbirinden ayıramazsınız. Kısaca Parmesan’ın yokluğunda gönül rahatlığı ile Grana Padano kullanabilirsiniz. Ben yemek için genelde Grana Padano kullanırım. Parmesan’a göre biraz daha şişko-friendly.

Parma’nın mutfağından çıkmış ikinci incisi Parma salamıdır. Parma Ham, yada İtalyancasıyla Prosciutto di Parma. Et yemeklerinde, kahvaltıda, yada kavun ile bir starter şeklinde kullanırlar. Domuz mamulüdür, hassasiyeti olanlara dikkat. Ben alerji durumlarından yemiyorum, o yüzden ilk elden tadını teyit edemeyeceğim, ancak yiyenler hayatlarından fazlasıyla mutlu.

Doya doya...
Parma teknik olarak Emilia-Romagna bölgesinde olsa da, Toskano’nun kapı komşusu olduğundan şarapların neredeyse tümü Sangiovese üzümünden yapılır. Toskano’nun şımarıklığı olmadığı için de mükemmel bir şarabı çok makul bir fiyata içebilirsiniz. 

Sangiovese, İtalya’nın en sevdiğim üzümüdür diyebilirim. O yüzden için içebildiğiniz kadar sevgili arkadaşlar.

O yorucu yolculuktan sonra kendimizi tipik bir İtalyan restaurant’ına attık. Etimin yanında sipariş ettiğim pastanın üzerinde ve etin yanındaki rokanın üzerinde bol bol Parmesan vardı. Taş yerinde ağır sevgili arkadaşlar. Parma’da Parmesan yemek bir ayrıcalık gerçekten.

Şehirde biraz daha yürüdük. Çok küçük bir yer, ancak renkli tipik İtalyan binaları, katedrali ve iklimiyle buram buram İtalya kokuyor.

Parma’yı görmek için yolunuzu fazlaca değiştirmenizi tavsiye etmem sevgili arkadaşlar. Ancak geçerken, yada çok zaman almayacak bir detour ile görmenizi tavsiye ederim.

Shift değiştirdiğimizden doya doya şarabımı içmiştim. Direksiyona Jelena geçti ve asıl hedefimiz Bologna’ya doğru yola koyulduk.

30 Nisan 2024 Salı

Bir CIA Operasyonu...

Milo Whitaker tek eliyle açtığı Red Bull kutusundan uzun bir yudum aldı ve karşısında oturan parlak ışıktan gözleri kamaşmış orta yaşlı adama sert bir ses tonuyla yeniden sordu.

"Bize yardım edecek misin?"

Orta yaşlı adam hem korkmuş, hem heyecanlanmıştı. Alnının üzerindeki saçların seyrekleştiği bölgede boncuk boncuk terler oluşmuştu. Sigara içmekten sararmış bıyıklarımdan bile ter damlıyordu.

"Ben sadece bir edebiyat öğretmeniyim" diyebildi. Sesi titriyordu.

Whitaker, arkadaşça omuzuna dokundu. "Sen sadece bir edebiyat öğretmeni değil, çok iyi bir edebiyat öğretmenisin. Binlerce kitap okumuşluğun var. Üstüne İngilizcen de mükemmel. Senin gibi başka birini bulamayız" dedi.

"Benden ne istiyorsunuz?" diye sordu orta yaşlı adam.

"Sadece şu basit sorunun cevabını" dedi Whitaker.

"Mitil atmak ne demek?"

"Valla bilmiyorum" dedi orta yaşlı adam. "Bu kadar çalışanınız var, gidin gugıla bakın, benden ne istiyorsunuz?" diyerek, ufak çapta hoşnutsuzluğunu da gösterdi.

Whitaker'ın sabrı taşmak üzereydi, yine de sakince cevapladı "CIA'in sınırsız kaynakları var, doğru. Türkçe konuşan ajanlarımız da var ama hepsine sorduğumuzda, 'biliyoruz' diyorlar, ancak farklı cevaplar veriyorlar. Keza gugıl…"

Red Bull'dan bir yudum daha aldı ve devam etti.

"Bize senin gibi biri lazım, Türkçe diline hakim, edebi bir kulağı olan ve tecrübesiyle konuşulanları doğru yorumlayabilecek biri"

Orta yaşlı adam aynı cevabı bir kez daha verdi.

"Valla bilmiyorum"

Whitaker, sinirden Red Bull kutusunu sıktı. Alüminyum silindir buruş buruş olmuştu.

"Peki, bir başkasını deneyelim" dedi. "Kiriştek gibi dönmek ne demek?"

Orta yaşlı adam anlamamıştı.

"Ne gibi dönmek?"

"Kiriştek. Bak burada ne diyor. 'İktidarın feriştahı si…şaşacak. Kiriştek gibi dönecek beyninin üzerine çakılacak…"

Garip öğretmenin korkusu mahcubiyete dönüşmüştü. İnanın bilmiyorum dedi. Bu anda odaya başka bir CIA mensubu girdi. Gayri ihtiyari İngilizce konuşmaya başladı.

“Hey Miles! Found out who the separatists are?”

‘Separatist’ sözcüğü orta yaşlı adamı telaşlandırmıştı. “What separatists?” Diye sordu. İkinci adam “Kebabist separatists” dedi.

Öğretmenin iyice aklı karışmıştı. Whitaker bilgisayarının ekranını ona doğru çevirip, okumasını sağladı. Ekranda şunlar yazılıydı:

“Teröre yardım ve yataklık yapan bölücü kebapçıların işsizlikte payı var!”

Whitaker yumuşakça sordu: “Tercümesinden anladığımızın gerçek olduğunu düşünmüyoruz. Kebapçılar nasıl bölücü olabilir? Farzedelim olsunlar, bunların işsizlikle ne alakası var? Burada anlayamadığımız bir ima var. Yardım edecek misin?”

Orta yaşlı adam umutsuzca başını hayır anlamında iki yana salladı.

Whitaker ısrar etti “Hans, Sam, Tony, Johnny, Herkel, Frank… Kim bunlar? Hepsini anladık, ‘Herkel’ neyin nesi? Bunların Kebapçı bölücü örgütle ilişkileri ne? Ne diye Devlet başkanınıza karşı eylem yapıyorlar?”

Bir nefes aldı.

“Niye kapalı alanda çizmelerle geziyor? O acayip müzik eşliğinde yürüyerek ne demek istedi?”

Yeni bir Red Bull açtı.

“Peki bu matematik şifresi ne? Nasıl bir kodlama bu? İşbirlikçi hackerler bile çözemedi…”

"2009'u yazarken iki sıfır var. Dokuzun yanındaki sıfırı sildiniz. Kaldı 9. 2 'nin sonunda yine bir 0 var. Onu da sil, kaldı 2. Toplayın ne yapar: 11. 2009'un içindeki içindeki iki sıfırıda sildiniz. Ne kaldı? 29. 11 daha, hepsi 40 yapar.“

Öğretmenin gözleri parladı.

“Bakın, okulda bir matematik öğretmeni arkadaşım var. Tam bu işlerin adamı, kesin çözer bu algoritmayı. İsmi Mahmut. Ona sorun…”

Sonra da içinden “Affet beni Mahmut Bey” diye geçirdi…

19 Nisan 2024 Cuma

Scott Ritter

Sevgili arkadaşlar, Scott Ritter diye bir adam var. Eski bir US Marine, Birleşmiş milletler'in silah denetleyicisi ve hüküm giymiş bir pedofil.

Amerikan derin devletine tamamen karşı, bir o kadar da taraflı ve objektif olmayan biri.

Güncel konular malumunuz Ukrayna savaşı, İsrail, İran, Gazze vs. gibi konular.

Ritter köküne kadar taraflı, ancak mainstream media da köküne kadar aksi taraflı.

Ancak yukardaki konular hakkında her yerde duyamayacağınız şeyleri duymak da zaman zaman önemli oluyor.

İngilizceniz varsa Ritter'ı izleyin.

Geleneksel söyleme bir tutam tuz ekiyor, ancak İngilizcede dedikleri gibi "Take what he's saying with a grain of salt!".

17 Nisan 2024 Çarşamba

Ebrar

Ebrar için, Türkiye'de oynarken nefret düzeyinde duygular besliyordum. Ukala, şovmen, müptezel, salak, dahası da var da burada duralım, bir kişilikti.

Doğru yöne evrildi. Bir atlet olarak takdir ediyorum.

Şimdi Rusya'da cinsel tercihleri yüzünden başına işler geliyor.

Kader işte.

İbnelerle bir problemim yok. Bana bulaşmasınlar, yani cinsel olarak bana yaklaşmasınlar da, kapılarını kapattıklarında ne isterlerse yapabilirler. Hatta muhabbetlerini fazlasıyla severim, hem erkek, hem kadın, ayrım yok, tüm ibnelerin.

Ebrar'a geri dönelim.

Hayatımda tanıdığım ibnelerin yüzde elliye yakını Türkse, bir o kadarı da Rus.

Her iki ülke LGBT diye insan haklarına aykırı olarak, haksızca, utanmazca ibnelere eziyet ediyor. 

Buna rağmen ibnelik tam gaz. Kanunla ibneliği engelleyebileceklerini sananlara duyurulur.

Ama Ebrar için, yağmurdan kaçarken doluya tutulmak böyle bir şey herhalde.

15 Nisan 2024 Pazartesi

War, what is it good for?

Sevgili arkadaşlar, sizlere yakın zamanda Gagavuzya ve Transnistria’dan (Trans-Dinyester) yazmıştım, buraları çok geçmeden değişecek, sınırlar yeniden çizilecek diye.

İşler yavaş yavaş o noktaya geliyor.

Ne demek istediğimi anlatmak için filmi geri saralım.

Rusya bir anda kendini NATO ile sarılı buldu ve anlaşmamız bu değildi diyerek harekete geçti. Ancak geleneksel olarak haklı sebeplerle yanlış işler yapmaya başladı.

Her şey aslında Ruslar için çok iyi başlamıştı. Orta Avrupa NATO’culuk oynarken, Moldova, Ukrayna, Belarus, Ermenistan ve Gürcistan ile tamponlanmş bir Rusya, Putin’i memnun etmese de, yaşanabilir bir habitat oluşturabiliyordu. Putin’in en önemli kaybı Baltık devletleri olmuştu. Baltıklar Rusya için çok önemlidir. Rusya’nın sanki bir kolu kesilmişti, ama buna da şükürdü.

Ama NATO durmuyordu.

Önce Gürcistan’daki o dangalak Sakashvili’yi ayaklandırdılar. Ben Avrupa olacağım, NATO olacağım diye cenge çıktı. Rus ordusu tanklarıyla Gürcistan’a girdi, bir kaç gün içinde Sakashvili sırra kadem bastı, Gürcistan da, Rusya’nın cariyesi oldu.

Putin bıraksa etrafındaki tampon bölgeler birer birer NATO/AB olacaktı. O da bırakmamaya karar verdi tabii.

Sırada Ukrayna vardı.

Ukrayna’nın önemi Moldova, Gagavuzya ve Transnistria gibi batısındaki Avrupa'ya kaçmaya meyilli tampon ülkelere, Ukrayna’nın Karadeniz kıyısını almadan ulaşamazdı. Daha da önemlisi Amerikalılar’ın “İndir pantolonunu” dedikleri anda pantolonunu indirecek bir Romanya NATO üyesi olmuşken, Karadeniz’de bir de Ukrayna ile uğraşamazdı.

Arada bir de bizim komşu Ermeniler ayaklandı. Putin bu işi şimdilik Azerilere havale etti ama sırası geldiğinde eminim, notunu almıştır, gereğini yapacaktır.

Önce Kırım’ı aldı. Sırada Odesya’ya kadar uzanacak bir işgal planı vardı.

Planı uygulamaya koydu.

Ancak ordunun içinde bulunduğu yolsuzluğun, disiplinsizliğin farkında değildi.

Ordu için harcanan her kuruş, rütbe sırasına göre bütün komuta kademesinin kesintilerine uğruyor, yani ceplerine gidiyor, harcanacağı yere gelene kadar büyük bölümü iç ediliyordu. Askerler silahlarını, mermilerini, hatta tankların zırhlarını söküp, bazen hurda fiyatına satıyordu.

Kıdemli askerler çömezlere zorla ailelerine mektup yazdırıp, para istetiyor, bu paralar geldiğinde de sahiplerinden alınıp, kıdemliler arasında paylaşılıyordu.

Kızılordu hakkında dokümanter yada kurgu çok okudum sevgili arkadaşlar. Emin olun orada askerlik yapmak zevkli ve kolay değil.

Putin, Ukrayna’nın bir kaç gün içerisinde teslim olmasını beklerken, batı tarafından desteklenen Ukrayna ordusu başıbozuk, disiplinsiz, yozlaşmış Rus ordusu karşısında kazık gibi yere çakılıp, direndi.

Savaş ilerledikçe her iki taraf bazı askeri gerçekliklerin farkına varmaya başladı.

Öncelikle bütün ordular gibi iki taraf da silahlarına öncelik verirken, aslında cephanenin ne kadar önemli olduğunun farkına vardılar. Cruise füzeleri, lazer güdümlü bombalar falan hep kulağa hoş gelen seksi sözcükler, ancak bir Cruise füzesi bir kaç milyon dolara mal olunca iş kala kala birinci dünya savaşının topçusuna kaldı. Savaş ilerledikçe her iki ordu başta, bütün dünya ellerinde yeteri kadar 105 mm’lik top mermisi kalmadığını gördü. Topçular durmuştu.

Putin hava kuvvetlerinin sadece bir uçak envanteri olmadığını anladı. Rus hava kuvvetlerinin yer taarruz kuvvetinin belkemiği Sukhoi Frogfoot’lar, öyle Patriot, matriot değil, basit, omuzdan atılan MANPADS roketleri ile dan dun vurulduğunu gördü. Uçaklar hem eski, hem bakımsız ama en önemlisi, pilotların eğitimi çok yetersizdi. Frogfoot Pilotları korkudan alçalamıyor, hedeflerine yaklaşmadan, uzaktan mühimmatlarını bırakıyorlardı. Atılan bombalar da sadece dağı taşı vuruyordu.

Yine yardımcı sınıfların muharip sınıflar kadar önemli olduğu anlaşıldı. Binlerce tank, kamyon, incili tespih gibi Kiev yoluna dizildi ve bütün araçlar durdu. Ne benzin vardı, ne yemek, ne de su. Lojistik sıfırdı. Eğer o anda Ukrayna ordusunun taarruz gücü olsaydı, Rus kara kuvvetlerinin dörtte biri sizlere ömür olabilirdi.

İşi çok fazla askeri doktrine döküp, başınızı ağrıtmayayım. Rus ordusu 1970’lerin soğuk savaşı için hazırlanmışken, karşısında drone’larıyla, ABD uydularının sağladığı istihbaratıyla, digital warfare konseptleriyle savaşan bir modern ordu buldu.

Ve Putin pipi gibi ortalıkta kaldı.

Putin her şey olabilir ama aptal değildir sevgili arkadaşlar.

Başta sorumlu üst düzey generalleri ve istihbarat şefleri, çürümenin kaynağı bir çok kişiyi işten attı, tutukladı, vs…

Ekonomisini bir savaş ekonomisi haline getirdi. Başta mühimmat, modern hava ve kara araçlarının üretimini ve üretim kapasitelerini artırdı.

Ekonomi rayına oturana kadar da İran’dan aldığı füze ve drone’larla idare etti.

Rusya ben bu yazıyı yazarken henüz tam olarak savaşa hazır değil kanaatimce, ancak yavaş yavaş o noktaya geliyor.

Bir gerçeği kabul edelim sevgili arkadaşlar.

Rusya, Ukrayna’yı çıtır çıtır yer.

Ne o ordu fanileli soytarı, ne de batının yardımları bu yenilgiye engel olabilir.

Rusya yenilmeye beş kala nükleer silahlarını kullanacaktır. O yüzden romantik arkadaşların ABD müdahale eder, Macron asker gönderir falan gibi beklentilerini gözlemlediğimde bir gülümseme geçiriyorum.

Niye böyle düşündüğümü arzedeyim.

Gelin batının yardımına biraz daha yakından bakalım.

Bir Patriot füzesinin fiyatı, öyle batarya, kamyon, radar, personel falan demiyorum, havaya sıktıkları tek bir füze 2 ile 6 milyon dolar arasında. Bir Javelin anti-tank füzesi ise 200 bin dolar civarında. Bir Rus kamyonu 200 bin dolar etmez.

Kötü 105 mm’lik top mermisinin tanesi 8,500 dolar. Ukrayna ordusu normalde bunlardan günde 20 bin tane kullanıyor. L’addition = günde 160 milyon dolar!

Bir F-16’nın bir saatlik uçuş masrafı yaklaşık 20 bin dolar. Her göreve ortalama bir buçuk saat desek, altı F-16’nın bir görev uçuşunun masrafı 200 bin dolar. On gün uçsalar iki milyon dolar, bir ayda 6 milyon ediyor. Dikkat bomba, cephane falan değil, sadece kontağı çevirmek. Bir havadan havaya AMRAAM füzesi ise 1 milyon dolar.

Bu paraları Zelenski komedyenlik yaparak kazanmıyor, hepsini batı ödüyor.

Batı haklı olarak mızmızlanırken, Rusya üretmeye devam ediyor. 

Rusya’da bol bulunan bir şey varsa başta petrol, kaynaklarıdır sevgili arkadaşlar.

Putin’in, bu işleri tamamladığında, savaşa hazır bir ordusu ve ekonomisi olacak.

Sonra Moldova, Transnistria, Gagavuzya ve Ermenistan…

O gün geldiğinde yeniden konuşalım.

Bu savaş işlerine aklı başında kimse itibar etmesin sevgili arkadaşlar. Bu öyle dizilerde olduğu gibi bir şey de4ğil.

Şair ne demiş?

War, what is it good for? Absolutely nothing...

Hepinize savaşsız günler diliyorum.

8 Nisan 2024 Pazartesi

Tirana

Sevgili karımın doğum gününü kutlamak için yola koyulmuştuk. Nereye gidelim diye konuşurken, sadece benim için “Hadi Arnavutluk’a gidelim” dedi. Gezi listemde arnavutluk hala beyazdı. O da bunu bildiği için Arnavutluk demişti, yoksa Arnavutluk, Jelena'nın çok özel ilgisinin olduğu bir yer sayılmazdı.

Lozan’dan uçağımızın kalkacağı Basel havaalanına kadar olaysız sayılabilecek bir araba yolculuğundan sonra, Fransa sınırını geçtik. Basel’daki havaalanı İsviçre, Fransa ve Almanya’nın paylaştığı bir hub. Doğrudan İsviçre tarafından havaalanına girmek mümkün olsa da, Fransa tarafından girdiğinizde park yeri ücreti yarı yarıya düştüğü için, biz hep bu ucuzcu hattını tercih ederiz. Az buz değil, örneğin bir haftada yüz Euro’ya yakın bir fark…

Strasbourg otoyolundan havaalanına çıkışı alacaktık ki bir polis arabası, çıkıştaki başka yaya bir polis ve yolu kapatan kukaların hepsi bize devam et demeye başladı. Devam etmekte sorun yok, ancak nereye devam edelim? Uçağımız var anasını satayım. Başka bir girişi mi kullanalım, öyleyse hangi yöne gidelim? Sadece deli gibi ellerini, kollarını sallayıp, devam et diyorlar. 

Gözünü sevdiğimin İsviçresi, böyle bir durumda her elli metreye bir “deviation” işareti koyarlar, olmadı, kroki bastırıp, şuraya git diye elinize tutuştururlar. Bunlar sadece “git” diyorlar. Git de, nereye gidersen git. 

Neyse, şımarıklığı bırakalım…

Zevcem de benim gibi bir “rough neighbourhood”, yani zor yerlerden gelme biridir. Sırbistan ve Türkiye gibi yerlerde başınızın çaresine kendiniz bakarsınız, öyle kimse elinizden tutmaz. Bu motivasyonla hemen aklına İsviçre’ye dönüp, İsviçre tarafından havaalanına geçmek geldi.

Bastık, geri İsviçre’ye döndük, oradan da havaalanına geçtik. Park yerleri hep açık ancak sadece çıkabiliyorsunuz. Uçağa binmeden önce bir kadeh bişeyler içelim diye bir saat kadar erken gelmiştik, o yüzden hala vaktimiz vardı. Başladık havaalanı etrafında turlamaya.

Biraz sonra bizi umutlandıran bir gelişme oldu. İsviçre tarafından belediye otobüsleri gelmeye başladı. Havaalanındaki sorun her ne ise çözümlenmiş gibiydi.

Yine pintiliğimiz tuttu, geri Basel’a dönüp, sınırı geçtik ve Fransız tarafındaki park yerine girdik.

Ancak havaalanının her tarafı yüzlerce kişilik kuyruklar halindeydi. Güvenlik, pasaport kontrolü, kapı falan, son anda uçağa atabildik kendimizi.

Basel havaalanına bir bomba ihbarı yapılmıştı. Her şeyi kapatıp bomba aramaya başlamışlar.

Uçak tam vaktinde kalktı. Normal, sakin, bombasız bir günde en az yarım saat rötar yapardı bu low-cost Airline. Mukadderat…

Havaalanında huzurla içeceğimiz bir kadeh şarabı uçakta içmek zorunda kaldık. Kosova menşeli bir Vranac vardı listede. Aslen Montenegro menşei olsa da Vranac her zaman içilir. Bizi de yanıltmadı. Zevkle yudumladık şarabımızı.

Behind enemy lines!
Uçak Basel-Tirana arası yarı yoldayken Jelena kulağıma fısıldadı. “Bugi, careful, we are entering hostile territory!”. Malumunuz Sırplar ve Arnavutlar, Türkler ve Yunanlılar gibidir. Çok sevişirler. Sevgili karım elbette şaka yapıyordu. İşin aslı, bu günlerde Arnavutluk, Sırpların en popüler tatil destinasyonu olmuştu. Hem Hırvatlar, hem Montenegrolular tatil fiyatlarını öyle saçma düzeylere yükseltmişlerdi ki, bütün Sırbistan tatil için Arnavutluk’a gitmekteydi. Yani sevgili karım şaka yapıyordu elbette. Hem İsviçre’de, hem de çatışmaların en civcivli zamanında Kosova’da bile birçok Arnavut arkadaşı vardı. Yani ne ırkçı, ne milliyetçi motiflerle yaklaşırdı Arnavutlara. Ancak bu “Behind enemy lines” esprisi bayağı tutmuştu. Bol bol güldük.

Arnavutlar'ı Türklere karşı savunan kahramanın
ismi ile anılan meydan
Pasaport kontrolünden sorunsuz geçtik. Bir taksiye bindik ve otelimize ulaştık. Mövenpick’de kalıyorduk. İşimden ayrılalı beri Mövenpick’e yolum düşmemişti, uzun yıllardan sonra hatıralarım canlandı. Bir aralar, özellikle Lozan’daki Mövenpick evim olmuştu.

Tirana’daki Mövenpick, fiziksel olarak Mövenpick olsa da, servis hala eski komünist günlere takılmış. Akşam yemeğinde, açlıktan masayı yememize az kalmıştı ki, yemeklerimizi getirdiler. Ama appetizer’ı, main course’u, hepsi bir arada. Video’da bol bol anlattım, detaylarını oradan izleyebilirsiniz. 

Ez cümle, servis aksadı ama olur o kadar.

Arnavutluk, ilginç bir ülke sevgili arkadaşlar. Irk olarak Arnavutlar, yani Albanianlar, yada kendi dilleriyle Şiptarlar Balkanların yerlisi bir topluluk. Arnavutça yada Albanca konuşuyorlar. Arnavutların çoğunluğu Arnavutluk dışında başka ülkelerde yaşamakta. Benim tanıdıklarım hep iyi, yardımsever insanlar. İslam, Arnavutluk’ta yaygın bir din olsa da, her dinden ve ‘no dinden’ insanlar var. Bunda, Arnavutluk’un uzun süre dünyanın en aşırı ateist ülkesi olarak yönetilmesinin de önemli bir payı var, ancak bu konuya daha sonra geleceğiz.

Mövenpick eskisi gibi...
Arnavutluk, Adriyatik Denizi’nin kıyısında, Balkanlar’ın mükemmel doğası ile görülesi bir ülke. Etrafında Kosova, Montenegro, Makedonya falan var.

Benim yaşımda bir kaşara Arnavutluk derseniz, size söyleyeceğim ilk şey, denizden, güneşten falan önce Enver Hoca olacaktır, çünkü benim jenerasyonum için Arnavutluk Enver Hoca demektir.

Enver Hoca’yı kulaktan dolma duyup, iyi tanımayanlar, “Hoca” sıfatı yüzünden onu dini, İslami bir figür olarak algılarlar. 

Gerçek bundan daha farklı olamazdı.

Enver Hoca, tarihin gördüğü en azılı “ateyiz” ’lerden biridir sevgili arkadaşlar. Bence burada bir problem yok tabii, ama Enver Hoca’yı Humeyni zannedenleri biraz şaşırtmıştır bu herhalde.

Meydandaki küçük cami
Enver Hoca öyle ‘ateyiz’, öyle ‘gomonist’ ‘bir liderdi ki, Lenin’e, Marx’a, Çavuşesku’ya falan nal toplatırdı. 

Arnavutluk’u, soğuk savaş döneminde, Avrupanın en komünist ülkesi haline getirmişti. Bir o kadar da gaddar, zalim bir diktatördü.

Bir Arnavut şarkısı şöyle der: “Enver Hoca ile kalbimiz çelikten oldu!”

Arnavutluk’un Enver Hoca yönetimindeki ismi Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti - People’s Socialist Republic of Albania idi. Şimdilerde Arnavutluk Cumhuriyeti şeklinde anılmakta.

Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti, nazilere karşı savaşan aşırı sol partizanlar, ya da popüler tanımıyla Komünist Partililer tarafından kuruldu.

Enver Hoca Komünist Parti’nin genel sekreteri olarak anılsa da aslen kral yada sultan gibiydi.

Hikayesi, Tito, Çavuşesku gibi Doğu Avrupa’daki diğer sosyalist ülkelerin liderlerininkilerine çok benzer. Bunlar hep Nazi’lerle savaşmış Partizanlardı. Savaşın kazanılmasıyla, elbette Stalin’in de katkılarıyla ülkelerinin başkanları olmuşlardı.

Enver Hoca, yine benzerleriyle aynı paralelde, ilk iş, aynı fikirde olmayan herkesi öldürmeye başladı. Öncelikle Nazi işbirlikçileri, ardından da kapitalistleri, yani “yanlış” ülke sempatizanları ortadan kayboldu. Bahane aynıydı. “Halkın düşmanları”, “Nazi işbirlikçileri”, vs. Beraberinde de tabii ki idamlar, hapisler…

Enver Hoca bir sonraki aşamada komünist dönem öncesinde imzalanan tüm antlaşmaları iptal etti.

Bir seçim yaptılar, Enver Hoca oyların %93’ünü aldı. Buradaki ufak ayrıntıyı da atlamayalım, adayların arasında komünist olmayan kimse yoktu. Yaşasın demokrasi!

1946’da Enver Hoca resmi olarak Arnavutluk’un Başbakanı, Dışişleri Bakanı, Savunma bakanı ve Genelkurmay başkanı olmuştu. Hepsi tek başına….

Sonra her şey devletleşti. Bakkal, çakkal, küçük işletmeler bile. Bu kadarı Rusya’da bile olmamıştı.

İlk iş Yugoslavya ve Tito’ya bulaştı. Tito’yu yeteri kadar komünist bulmuyordu. Partide ne kadar Yugoslav sempatizanı varsa hepsini idam etti.

Enver Hoca ardından Stalin'in ölümünden sonra SSCB'nin başına geçen Kruşçev ile papaz oldu. Kruşçev, batı ile bir arada yaşama doktrinini geliştirmişti. Üstüne Stalin’in Gulag programını da yumuşatmıştı ki, bu Enver Hocayı iyice çıldırttı.

Gulag’lar, çoğunlukla Sibirya’da bulunan çalışma kamplarıdır. 

Aslında buraları ne kamptı, ne de amaçları mahkumları çalıştırmaktı.

Gulag’lar, Nazi kampları gibi hapishane ve ölüm kamplarıydı. Yaşam koşulları o kadar zordu ki, en ufak bir aksaklık mahkumlar için ölüm anlamına geliyordu.

Gulag’larda, öyle isyan, başkaldırı falan değil, içtimaya bir kaç dakika geç gelmek gibi en ufağından bir kusur işlendiğinde bile, mahkuma yemek vermeyi kesiyorlardı. Başta soğuk, salgın hastalıklar ve ağır çalışma koşulları sonucunda mahkum bir kaç gün içerisinde ölüyordu.

Özellikle Sibirya’da uygulanan bir yöntem mahkumu bir gece soğukta bırakmaktı. Ertesi sabah kalbine atılan bir yumruk, mahkumu öldürmeye yetiyordu.

Kadınlar, Gulag’larda seks köleleriydiler. Kadınların çekiciliğine ve gardiyanların rütbelerine göre paylaşılıyor, tecavüz ediliyor, gerektiğinde de öldürülüyorlardı.

Gulag benzeri kamplar Arnavutluk'ta da bolca yapılmıştı.

Kruşçev, Stalin gibi bir manyağın eseri olan bu insanlık dışı uygulamayı kaldırdı, Enver Hoca da Kruşçev’i boşayıp, bu kez Çin Komünist Lideri Mao ile yakınlaştı. Rusya’ya o kadar kızmıştı ki, Arnavutluk’taki Rus elçiliğini bile kapattırdı.

Kruşçev’den sonra SSCB'nin başına Brejnev gelince, Rusya ile ilişkiler daha da kötüleşti. Enver Hoca, Rusyayı komünizme ihanet etmiş bir hain saydı.

Arnavutluk tamamen izole olmuştu. Tek dostu binlerce kilometre ötedeki Çin idi.

Mao öldüğünde Enver Hoca Stalin, öldükten sonra Rusya’ya yaptığının aynısını Çin’e yaptı. Çin’i yumuşamakla, yeteri kadar komünist olmamakla suçladı.

Çinliler de Arnavutluk’a deyimi uygunsa siktir çekti. Bu aralar Enver Hoca, Arnavutluğu resmi olarak ‘ateyiz’ ilan etti.

Enver Hoca 1985’de öldü.




Sağlığında 170 binden fazla nükleer saldırıya dayanıklı bunker, yani sığınak inşa ettirmişti. Her kafayı sıyırmış diktatör gibi saplantıları vardı. Bunlardan en başta geleni ise, batının Arnavutluk'ta nükleer silah kullanacağıydı.

İşin aslı, böyle bir şey olsa da, ülkeyi bu sığınaklara tıkmanın fazlaca bir mantığı yoktu. Ülke yaşanamaz bir hale geldikten sonra, insanların ömürlerini bir ay uzatmak için ülkenin bütün gelirini sığınaklara harcamak saçmalıktı. Bir kaç akıllı insan bunu dile getirmiş olsa da, kimse daha sonra onlardan bir haber alamadı.

Komünist zamanlarda parti üyelerinden başka kimsenin özel arabası olamıyordu. Partinin arabaları da hep Mercedes’di. Bu nedenle komünizmden sonra, insanlar özel araba sahibi olmaya başladıklarında ülkeye ilk giren firma Mercedes oldu.

Enver Hoca zamanında Arnavutlar ülkeden çıkamazlardı. Hatta diğer doğu bloğu ülkelerine bile gidemezlerdi. Halbuki o dönemde örneğin Ruslar bile Doğu Almanya’ya, Çekler Polonya’ya falan gidebiliyorlardı.

Arnavut şarapları mükemmel
Arnavutluk, işte bu günleri atlatıp, normal bir ülke olma sürecine girdi. Yolun hala başlarında, ancak bana sorarsanız çok hızlı ilerleyecek. Arnavutluk bir İslam ülkesi gibi gözükse de, gördüğüm hiç bir yerinde dinin baskısını hissetmedim. İnsanları modern, gençleri Lozan sokaklarında gördüklerimden farksız. Başı kapalı bir kızı sadece dönüşte, havaalanında bir barda gördüm.

Tirana, bir başkent olarak bir iki adım önde görünse de, sonuçta tamamen bir komünist kent. Merkezinde koca bir meydan, etrafında kültürel binalar. Geniş caddeler ve heryerde tekdüze, zevksiz komünist tarzda apartman blokları.

Merkezdeki meydanın adı Skandenberg. Arnavutluğu Türklere karşı koruyan bir halk kahramanı. Yani sadece Jelena değil, ben de “behind enemy lines” oluyorum 🥴

Meydanda geleneksel opera, tiyatro, müze binaları falan var ama ilgimi çeken küçük bir cami ve çiçeklerle süslenmiş, rengarenk bir tank. Bizimkiler görse bu LGBT işi deyip, anında kaldırırlar.

LGBT Tank
Tirana tertemiz bir şehir, ancak doğru bildiğimiz bir yanlışı burada düzelteyim, Arnavut Kaldırımı bir hoax, baştan aşağı yalan. Tirana’da bir tane bile Arnavut kaldırımı görmedim. İşin aslı, Arnavut Kaldırımı’nı en çok gördüğüm yerlerden biri Sırbistan. Hatta oralarda Arnavut Kaldırımı’na “kaldırma” derler. Bundan kelli Arnavut Kaldırımı’na “Sırp Kaldırımı” demeyi düşünebiliriz.

Arnavutluk ve Arnavutlar için ikinci bir mit, Arnavut İnadı’dır sevgili arkadaşlar. Arnavut Kaldırımının aksine bu tamamen doğru. Ancak Arnavut İnadı’nı Arnavutlar’a yıkmak biraz haksızlık olacak. Arnavut İnadı, geniş anlamında bir Balkan İnadı’dır. 18 yıldır Balkanlar’dan biriyle yaşıyorum. Doğruluğunu bütün kalbimle teyit edebilirim.

Meydana yakın bir yerde bir Cafe’ye oturduk. Arnavut şaraplarını önceki akşam yemeğinde denemiştim. Mükemmel şaraplar, burada çok sürpriz yok. Ancak bir kez daha teyit etmek güzel geldi.

Bunkart 2 ve Mata Hari
Skandenberg’den birkaç yüz metre ilerisinde Enver Hoca’nın 170 bin küsür sığınaklarından biri olan Bunkart 2 var. Burası bir müze haline getirilmiş.

Arnavutlar bence büyük bir samimiyet ve dürüstlükle o günleri bu sığınakta çok gerçekçi bir biçimde canlandırmışlar.

İceride, yer altında bambaşka bir dünya var. Hücreleriyle, dekontaminasyon odalarıyla, brifing salonlarıyla ayrı mekan. 

Video’da uzun uzun anlattım, burada başınızı ağrıtmatayım. Şunu söylemek yeterli olacaktır, bir diktatör, halkının geleceğini bu saçma uygulamalara dökmüş. Çok acı. Bu sığınakların hiçbiri, herhangi bir dönemde, herhangi bir işe yaramamış elbette.

Akşam yemeğinden önce, Tirana Kalesi yakınlarında bir barda, açık havada bireyler içtik. Kentin bu bölümü çok güzel arkadaşlar. Yolunuz düşerse mutlaka oturup, bir bardak bir şeyler için. İlla alkol olması gerekmiyor, bir kahve yada meyve suyu da mükemmel olur.

Akşam yemeği için de lokal, Arnavutları bir şeyler yemek istedik, ama heyhat. Bulunduğumuz yerde Arnavut yemeklerinden başka her şey var. Irish pub’ı, İngiliz Steakhouse'u, İtalyan pizzacısı…

Doğumgünü kızi
Buenos Aires’de bir workshop için iki haftalığına bir otelde kalıyordum. İlk gün garson geldi, “Antipati şu var, focaccia, carpaccio, pasta al funghi, zart zurt…” diye başladı. “Dur hemşerim” dedim, “Ben İtalya’ya yarım saat uzakta yaşıyorum, sen beş bin kilometre ötedesin. Bana güzel bir Arjantin bifteği getir, bırak focaccia'yı!” 

Garson bir daha da benle garsonculuk oynamadı.

Tirana'da da aynı hesap. Bırak pizzayı gözünü seveyim, bana cevapcici getir…

Ama çare yok, bir İtalyan restoranına fit olduk. Arnavut şarapları bile yok. Yine başladı “Barollo, Chianti, Primitivo…”. “Getir hemşerim” dedim, “Hangisini istersen…”

Ertesi günkü Adriyatik planlarım sevgili kızımın çıkardığı bir rezillik yüzünden iptal oldu. Saçlarını benden almış 🐝Mezzy🐝’cık. Gürdür. Tembelliğinden fırçalamadığı için de düğümlenmiş saçları sevgili kızımın.

Otelde bir kuaför bulduk. Filipino bir kız. 🐝Mezzy🐝 ile başladı ama yarım saat sonra resepsiyondan bir şey mi oluyor diye bakmaya geldiler. 🐝Mezzy🐝 öyle bir bağırıyordu ki, bütün otel ayağa kalkmıştı.

🐝Mezzy🐝 rezillik çıkardı ama
saçları çok güzel oldu
Eskiden beri sadece saçlarına benim dokunmama izin verir. Mukadderat. Filipino kızla birlikte iki buçuk saat, saç kremi, zeytinyağı maskesi, vs. ile 🐝Mezzy🐝’nin düğümlerini çözdük. Ama kızdan çok ben çalıştım. Adriyatik gezimiz de güme gitti.

Arnavutluğu bir gezi noktası olarak toparlarsak, tarihe, özellikle de yakın tarihe benim kadar ilginiz varsa mutlaka görülmesi gerekli bir yer. Ancak uzun soluklu bir gezi için uygun değil. Tavsiyem, Tirana'yı bir Balkan turu içine almanız.

Ancak size pek kimsenin aklına gelmeyen bir ipucu vereyim. Arnavutlukta bir deniz kenarı tatili çok cazip bir alternatif olabilir. Fiyatlar Antalya’nın neredeyse yarısı, bir de sizi her daim rahatsız eden hırbolar yerine uygar, saygılı insanlar içinde oluyorsunuz.

Arnavutluk, gördüğüm elli dördüncü ülke oldu.

Elli beşinci ülkemde görüşmek üzere.

Sevgi ile kalın ❤️

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...