11 Kasım 2023 Cumartesi

Malta

Sabah saat dört bile değildi, Jelena hepimizi uyandırdı, “Ajde, ajde, we need to move!”. Emir demiri kesermiş, kalktık, yola koyulduk.

Cenevre havaalanına geldiğimizde daha güneş bile doğmamıştı. Uçağa bindik. Normalde uçak yolculuklarında şarap içerim ama “şarap” diyecek mecalim bile yoktu. Bir kahve ve bir sandviç ile başladım güne.

Cenevre’de hava bayağı netameliydi. Üzerimde bir sweat-shirt, Jelena’nın üzerinde ise bir kar montu vardı.

Uçak inip, kapılar açıldığında ise saat sabahın sekizi olmasına rağmen bir sıcak hava dalgası yüzünüze vurdu. Ertesi gün aylardan Kasım olacaktı, ancak Malta’da hava Kanarya Adaları’nın Temmuz’undan daha sıcaktı.

Malta ile sürekli bir arkadaşlık bakımından güzel bir başlangıç olmuştu.

Otele gitmenin bir manası yoktu. Sabahın o saatinde zaten bir odamız olmayacaktı. Bagaj olarak da sadece küçücük bir sırt çantamız vardı. Çanta o kadar küçüktü ki, hadi en azından onu otele bırakalım desek, Jelena evde, beş kilometre ötedeki süpermarkete alış-veriş için giderken bile daha büyüğünü taşıyordu.

Şehir merkezine üç kişi otobüs ile gitmenin, fiyat olarak taksi ile gitmekten çok az farkı vardı. O yüzden bir taksi bulmak için terminalin dışına yürüdük.

Kendilerine has bir dil konuşulan ülkeler bana çok ilginç gelir sevgili arkadaşlar. İngilizce, Almanca, Fransızca ve İtalyanca dışında bir dil duymak beni heyecanlandırır, ilk iş konuşmalara kulak kesilirim.

Malta’da da aynen böyle oldu. Konuşulan dil o kadar ilginç ki, Palermo’da mı, Kahire’de mi olduğuma karar veremedim.

Maltaca, Arapça ve İtalyanca karışımı bir dil.

Ada Sicilya’nın ucunda, bu yüzden İtalyanca bakımından çok fazla sürpriz yok. Üstüne de, Araplar’ın bu adayı uzun süre ellerinde tutmuş olduklarını göz önüne alırsak bu hibrid dilin kökenleri daha da anlaşılır hale geliyor.

Maltalılar ise fiziksel olarak Araplara çok çok fazla benzerlik gösteriyorlar.

Malta ismi ise Yunanca’dan gelme.

Kısacası herkes tarihin bir noktasında Malta’yı ele geçirmiş, yada bizim gibi ele geçirmeye çalışmış.

Rönesans öncesi yıllarda, Avrupa’da enteresan bir tür askeri güç grupları oluşmuş sevgili arkadaşlar. Kendilerini bir dinle ilişkilendiren, ancak bir kral, prens yada dük gibi asil bir makama dayanmayan bu grupların en ünlüleri şüphesiz Knights Templar, yani Tapınak Şövalyeleri idi. Ertuğrul dizisinde bunlara “Tapınakçılar” diyorlar, ama bu terimi başka hiçbir yerde duymadım.

St. Elmo
Benzeri bir grup ise Knights Hospitalier yani Hospitalier Şövalyeleriydi. Hospitalier Şövalyelerinin Türkçe karşılığını bulmak için biraz İnternet’e bakındım ve “Hastane Şövalyeleri” gibi, beni yerlere yatırıp, güldüren aptalca tanımlar gördüm. “Hospitalier”, kapısı herkese acık, misafirperver falan demektir arkadaşlar. Hastane anlamına gelen Hospital bu kökten gelse de gerçekte, bu şövalyelerin herhangi medikal bir alanda, bilinen bir çalışmaları yoktur. Bu arada, “Hospitalier” sözcüğünü hakkıyla telaffuz etmek istiyorsanız, “Ospitaliye” demeniz gerekir.

Herneyse…

Bizimkiler 1522 yılında Hospitalier’leri Rodos’tan atmışlar. Kutsal Roma İmparatoru Beşinci Charles da, garipler yurtsuz kalmasın diye, 1530 yılında Malta’yı bunlara vermiş. Ondan kelli, Hospitalier Şövalyeleri, Malta Şövalyeleri ismi ile de anılmaya başlamış.

Turgut Reis becerebilseydi...
Şövalyeler Malta’ya yerleştikten sonra, Akdeniz’de, Türk gemilerini tacize başlamış. Üstüne içinde de Kanuni’nin kızı Mihrimah Sultan’ın Hac’a giden süt annesinin bulunduğu bir gemiyi kaçırmışlar ki, Kanuni bu işe bozulup, alın bu adayı demiş.

Turgut Reis, Uluç Ali Reis, Piyale Paşa falan donanmayı Malta’ya yığmış. Şiddetli bir savaş sonunda St. Elmo kalesini ele geçirmişler. Ancak her ne olduysa Kızılahmedli Mustafa Paşa savaşı sonlandırmış, Osmanlı Donanması Maltadan çekilmiş.

Bu korkakça kararın çok önemli sonuçları olmuş.

Türkler’in bu başarısızlığı. Onların yenilmez oldukları kanısını değiştirmiş. Voltaire şöyle demiş: “Rien n'est plus connu que le siège de Malte”, yani “Hiçbir şey Malta kuşatması kadar bilinir (önemli) değildir”. Bundan sonra Akdeniz’de gelen, geçen Türkler’e vurmaya başlamış.

Kuşatmadaki başarısızlığın, başka önemli bir sonucu da Malta Şövalyeleri’nin önemli oranda güç, itibar ve para kazanmaları olmuş. Bu para ile St. Elmo kalesinin etrafında Valetta isimli bir kent inşa etmişler. Bu kent de Malta’nın başkenti olmuş. Biz de ahan tam buradayız işte. Kısacası Valetta’nın kuruluşunda bizim de bir katkımız olmuş.

Taksinin sağ ön kapısına hem ben, hem de taksi şoförü aynı anda hamle yaptık. Noluyoruz lan derken baktım ki direksiyon sağda.

Yine bir afalladım. Malum ülke dışında bildiğim kadarıyla Avrupa’nın hiç bir yerinde bu terslik yoktur.

Malta’da trafik yolun solundan akıyor sevgili arkadaşlar.

Taksiciye niye diye sordum, o da İngiliz döneminden kalma dedi. Gördüğünüz gibi İngilizler bile bir dönem Malta’yı ellerinde tutmuşlar.

Valetta’da, geniş bir meydanda taksiden indik. Ortada koca bir havuz ve heykelleriyle büyüleyici bir fıskiye. Etrafıma bakıp da gördüğüm tek renk ise sarı.

Her yer sarı...
Valetta’nın merkezindeki hemen her bina sarı sevgili arkadaşlar.

Biraz ilerleyip, yaya bölgesine ulaştığınızda ise sanki zaman tünelinde bir beş yüz yıl gitmiş gibi oluyorsunuz. Her yer Yeniçağ Avrupasının o güzelim mimarisiyle inşa edilmiş binalarla dolu.

Güzelim kafeler, restoranlar, artezyen mağazalar, sokak çalgıcıları… Sabahın o erken saatinde bile her yer cıvıl cıvıl.

Bir restoranın bahçesine oturduk. Herkes kahvaltı ediyor ama sabahın köründe kalkmış olduğumuzdan bizim için öğlen yemeği zamanı. Yemek için bakınırken Jelena kendine bir soğuk kahve istedi, ben de ilk Malta şarabımı söyledim.

Bir restoranın bahçesine oturduk
Malta şarapları Cabernet, Merlot gibi Fransız üzümlerinden yapılsa da, üzümler hep Malta’da yetişiyor. Tadları mükemmel, ancak kokularda bir zayıflık var. Yani bardağı içmek için ağzınıza götürdüğünüzde o şarap aromasını çok etkin hissedemiyorsunuz. Aynı hissi gün boyu denediğim bütün şaraplarda da aldım. Kim bilir, belki de benim burnum tıkalıydı o gün. Yine de bu söylediklerime çok takılmayın. Bu şarapları ölene kadar içebilirim.

Gün ilerledikçe başka bir fenomen açığa çıktı. Malta’da hemen herkes mükemmel İngilizce konuşuyor, hem de akıcı, near-perfect İngilizce. Olasılıkla İngiliz döneminin başka bir sonucu. Kızarmış patatese “chips”, cipse de “crisps” diyen garson zaten ilk ipuçlarını vermişti.

Aperatiflerimizi içerek, yemeklerimizi yiyerek ve tatlılarımızı da ucuna ekleyerek bu restoranda uzun uzun vakit geçirdik.

Sahile giden ara sokaklarda ilerlerken bu kentin güzelliğini daha da bir hissetmeye başlamıştık. Gerçi otuz küsür derecede, elinde kar montuyla sevgili karım, geri planla oldukça fazla kontrast gösterse de aldırmayıp, yolumuza devam ettik.

Sevgili kızım 🐝Mezzy🐝 gördüğü her mağazaya dalıyor, birinden bir kalem, diğerinden bir çanta alıyordu. Yeri gelmişken, Malta, Avrupa’nın gerisine göre daha ucuz. İsviçre’ye göre ise, sormayın bile…

Hava o kadar sıcaktı ki, yürümek yerine bir at arabası turu aldık.

🐝Mezzy🐝 ilk defa At Arabasında
Sevgili kızım hayatında ilk kez bir at arabasına biniyordu. Etraftakilerden çok at ve kabin ile ilgilendi tabii.

Arabacı bizi sahilde çok sıkmadan, mükemmel gezdirdi.

Önce Çan anıtına gittik. Burası İkinci Dünya Savaşı esnasında Malta kuşatmasında ölen askerler için yapılmış bir anma noktası. Gördüğünüz gibi Malta’yı kuşatan kuşatana. Ee, ben olsam, ben de bu güzelim adayı almak isterim tabii.

Bir sonraki durağımız ise Türkler’in uygarlığa bıraktığı başka önemli bir iz olan Midnight Express filminin çekim lokasyonu oldu. Film İstanbul’da geçse de, Malta’da çekilmiş. Ünlü hapisane ise yukarda da sözü geçen St. Elmo kalesinin bir parçası. Bu gezi esnasında bol bol St. Elmo da gördük.

St John’s Katedralini de gördükten sonra atlı gezimiz sona erdi.

St John’s Katedrali çok güzel görünümlü bir kilise. St John bildiğiniz üzere İslam’da Vaftizci Yahya olarak bilinen ve Ürdün nehrinin kıyısında İsa’yı vaftiz eden azizdir. Hristiyanlıkta çok önemli bir figürdür. Bazı mezhepler onu İsa ile eşit, hatta daha üst bir mevkide konumlandırırlar.

Atlı gezimiz sona erdi
Malta Şövalyeleri, yani Hospitalier Şövalyeleri aynı zamanda Order of St. John, yani St. John’un Kuvveti, Nişanı olarak da bilinirler. Off, bu adamların amma çok isimleri varmış değil mi? Herneyse, bu katedrali de onlar yaptırmışlar.

Sıcak tahammül edilemez bir dereceye ulaşmıştı. Bir taksiye binip, havanın biraz serinlemesini beklemek için Hard Rock Cafe’ye geldik.

Hard Rock Cafe, küçücük, ama çok güzel bir mekan. Sevenleriniz varsa Tom Petty’nin bir 12-string gitarını sergiliyorlar.

Oturduktan sonra bir on dakika hiçbirimiz konuşmadık. Sadece soğuduk…

Sonra Jelena’ya döndüm ve “ Emekli olunca buraya mı yerleşsek?” diye sordum. Düşünün, cennet gibi bir yer, ucuz, mükemmel hava ve herkes İngilizce konuşuyor. Bundan iyisi, Şam’da kayısı.

Jelena cevap vermedi, telefonuna dalmış bir şeyler okuyordu. “Ne yapıyorsun?” diye sordum, “Emlakçılara bakıyorum, Valetta’da evler kaç para diye” dedi.

Akşam olmuş, hava biraz serinlemişti.

Hard Rock Cafe limandaydı, biz de liman boyunca yürüyerek yolumuza devam ettik. Koca bir Cruise gemisi (n’ayır kruvaziyer demeyeceğim, o bir konyak markası) limana demirlemişti. Ama ne gemi! Valetta’da degil, Manhattan’da yürüyor gibiydik.

Bir taksi bizi Valetta’dan otelimizin bulunduğu St. Julian’s şehrine götürdü. Başka bir şehir deyince başka bir diyara göçmüşüz gibi düşünmeyin. Valetta ile St Julian’s ‘ın arası Taksim ile Etiler’den daha kısa, yada daha çabuk.

Otel odamız havalı...
Sevgili karımın bir huyu vardır arkadaşlar. Dünyadaki neredeyse bütün international otellerin şu yada bu şekilde bir üyesidir. Bu üyelikleri sayesinde hemen her zaman oda fiyatlarında bir indirim alır, üstüne barda bir hoşgeldin içkisi, odamızda bir şişe şarap, yatağımıza serpilmiş gül yaprakları, bir sepet çikolata gibi sürprizlerle karşılaşırız.

Bu indirimleri geçenlerde meraktan topladık. 2022’de beş yüz İsviçre frangını bulmuş - euro diye düşünün. Hiç de fena değil sizin anlayacağınız.

St. Julian’s ‘daki otelimizde ise bu üyeliklerden artık hangisinin sayesinde ise, bizi ücretsiz presidential suite’e upgrade ettiler.

Oda nasıl bir oda anlatamam sevgili arkadaşlar. Üç oda, yatak odasının ortasında jakuzi, teras bizim bahçeden büyük, şezlonglar, masalar sehpalar. Bütün duvarlar cam, St. Julian’s ayağınızın altında.

St. Julian's modern bir kent
St. Julian’s, Valetta’nın aksine, modern bir kent. High-rise binaları, modern bir marinası, renkli bir hayatı var.

Resepsiyondan bir restoran önerisi istedik. Bir Malta, bir İtalyan, bir de Yunan restoranı önerdiler. Malta’ya gelip, Malta restoranında yemek doğru seçim olsa da, favori yemekleri tavşan ve ben şahsım, beyaz ete alerjiğimdir. İtalyan restoranını da Amerikalı turistlere bırakıp, komşuya gitmeye karar verdik.

Yunan restoranı olsa da garsonlar Nepalli idiler. Çok iyi adamlar, bol bol Katmandu, Everest base-camp muhabbeti yaptık.

Ne acı ki Yunan şaraplarını bitirmişler. Biz de bir şişe Malta şarabı söyledik. Tzatziki (Cacık), Mousakka (Musakka) benzeri bir akşam yemeği yedik. Katmandulu arkadaşım bana şarap ile Yunan beyaz peyniri, yani Feta getirdi. Avrupa’daki Feta tamamen tuzsuz ve cıvık bir peynirdir. Yunanistan’daki Feta ise, bizimkisi kadar tuzlu olmasa da, Avrupa’dakinden daha tuzlu, biraz daha kuru ve çok daha lezzetlidir. Arkadaşımın bana getirdiği Feta tam Yunan usulü, ağızımın tadında bir peynirdi.

Akşam yemeği için komşuya gittik
Geceyi “presidential suite” ‘imizde geçirdikten sonra yine sabahın bir köründe sevgili karım, resepsiyondan gelen bir telefondan sonra, bizi uyandırdı “Ajde, ajde, we need to move!”

Emir, demir, etc... Tekrarlamayalım.

Hiç uyumamış gibiydim, arar topar kalktık taksiye bindik ve havaalanına ulaştık. 🐝Mezzy🐝 hala uyuyordu…

Sonra Jelena etkin pişmanlıktan yararlanarak itirafta bulundu “Yanlış hesaplamışım, daha bir saatimiz var”

N'apalım, Valletta kahvesine vurduk kendimizi.

Malta gezimiz bitse de henüz eve dönmüyorduk.

Bizi Roma’ya götürecek uçağımıza bindik ve bu güzel ülkeye veda ettik.

Malta şu fani dünyada gördüğüm elli ikinci ülke sevgili arkadaşlar. Burası hakkında görüş ve önerilerimi sorarsanız, emekli olunca buraya yerleşmek istediğimizi göz önüne alırsanız, herhalde daha fazla bir şey söylememe hacet yok. Mükemmel hava, mükemmel yemekler, mükemmel şarap, hayat ucuz, insanlar iyi, daha ne diyeyim. Sadece yazın gelirken dikkat, çok sıcak olabilir gibi geliyor bana.

Malta, malumunuz, Türk sosyetesinin Avrupa’dan vatandaşlık alma mekanı. Biraz yatırım ile serbest dolaşım ve vatandaşlık mümkün olabiliyor. Bunda bir problem yok tabii. Gidişata göre, Malta’daTürkçe konuşan birilerini bulabilirsiniz bakarsınız.

Özetle gelin bu cennet ülkeye.

Akşamınız güzel olsun❤️

1 Kasım 2023 Çarşamba

Alsace'ın Köyleri

Sevgili arkadaşlar, gelin hızlı bir turla Alsace’daki kentleri anlattığımız yazılarımızı tamamlayalım.

Alsace’ın en güzel kentlerinden biri Colmar’dır. Kent dedim ama siz bakmayın, büyük bir köy gibi düşünün. Colmar, Strasbourg’a bir saat kadar uzaklıkta. Lauch nehrinin üzerine kurulmuş, ve Strasbourg gibi nehir kanalları, şehrin büyük bir bölümünü Venedik’e çevirmiş.

La Petite Venise
Venedik demişken, Colmar’ın en güzel bölgelerinden biri La Petite Venise, yani Küçük Venedik. Kanalın kıyılarındaki Alsace mimarisi ile yapılı, insanın aklını başından alan güzellikte binaları ile başka bir cennet köşesi.

Colmar da, Alsace’ın diğer bölgeleri gibi Almanlar ve Fransızlar arasında habire el değiştirmiş, hatta bir ara İsveçliler bile bu kenti bir kaç yıl ellerinde tutmuşlar.

Colmarlılar, biraz da kibirle kentlerine Capitale des Vins d’Alsace, yani Alsace şaraplarının başkenti derler. İsim ilginç tabii, ancak Alsace şarapları genelde beyaz olduğu için beni o kadar heyecanlandırmıyor.

Kentin neredeyse tümü timber-framed duvarlarla yapılı binalardan oluşuyor. Özellikle merkezde yemek yiyip, kahve yada şarap içebileceğiniz bol bol kafe ve restoran var. Merkezdeki Maison Pfister, görmek için not edebileceğiniz bir mekan. Église Saint-Martin, yani San Marten kilisesi de çok güzel.

Sevgili karımla birlikte 🐝Mezzy🐝 gelene dek, hemen her Noel tatilinde Colmar’a gelirdik. Buradaki Noel pazarı gerçekten çok güzeldir.

Colmar Şehir Turu
Yolunuz düşerse kısa ve ucuz bir şehir turu var, onu alın derim.

Colmar’ın hemen yanında Riquewihr isimli başka bir kent var. Jelena, buraya “Rik-vik” der.

Yukarda Colmar’daki Noel pazarına güzel dedik, Riquewihr’deki Noel pazarı belki iki kat daha büyük ve güzel. Noel zamanında bu kent koca bir pazara dönüşüyor. Her yerde Noel şarkıları çalar, Noel çöreklerinin tarçın kokuları sokaklara yayılır. Bir de Noel zamanının olmazsa olmazı Vin Chaud, yani sıcak şarap.

Riquewihr’in Alsace evleri, Colmar ve Strasbourg’a göre çok daha canlı ve renkliler. Merkez ve ana caddesi ziyaret etmeye değer yerler.

Ben uzun yıllar önce burada bir gece geçirmiştim, ancak Riquewihr, sevgili karımla birlikte hep günübirliğine geldiğimiz bir yer.

İsviçre’ye doğru geri dönersek yine buralara yolunuz düştüğünde görmenizi önereceğim başka bir yer olan La Montagne des Singes, yani Maymun Dağı’na geliriz.

Rik-vik Noel Pazarı
Maymun Dağı bir park. İçinde de serbest şekilde dolaşan bir dolu maymun var. Onları sevebiliyor, patlamış mısır ikram edebiliyorsunuz.

Canım kızım deli olmuştu bu maymunları gördüğünde. Saatler geçirmiştik burada.

Parkın yanındaki Kintzheim kenti de çok şirin bir yer. Burada da bir yemek yiyip, tabii ki bol bol şarap içmişliğimiz var.

Alsace’ın Fransa tarafını bırakıp, Alman tarafına doğru ilerlersek, görmeye değer ilk kent olan Freiburg’a ulaşırız.

Sıcak Şarap
Freiburg, teknik olarak Alsace bölgesinde sayılmıyor, ancak tabii ki ruhen Alsace bir kent.

Caddelerinde hala eski zamanlarda atların su içtiği kanallar var, hem de içlerinden su akıyor. Ancak kentin görmeye değer en önemli yeri merkezi.

Merkezde dev bir katedral var, ancak gerçekten etkileyici boyutlarda. Şehrin meydanında ise her biri ayrı güzel binalar.

Almanya’da yemek yemeği normalde pek önermem ancak Freiburg buna bir istisna. Burada yediğim her yemek ayrı bir lezzetteydi.

Freiburg Meydanı
Fenerbahçeliler hatırlayabilir, Joachim Löw buralıdır.

Freiburg’da da bir Noel pazarı kuruluyor sevgili arkadaşlar, ve o da oldukça güzeldir, ancak kıyasladığımda Riquewihr’in yada Colmar’ın Noel pazarları sanki biraz daha fazla görülesi yerler.

Freiburg’un hemen dibinde ise Schwarzwald, yani Karaorman bulunur. İsmi orman ancak aslında ormanlık bir dağ sırası. Çok güzel doğal bir bölgedir. Tuna nehri buradan doğar.

Alsace başta da söylediğim gibi anıtlarıyla, yapılarıyla bilinen bir yer değil sevgili arkadaşlar. İsimlerle etiketlenmemiş bir güzelliği var bu diyarın, Orada bulunmadan, bölgenin ruhunu anlamak zor. O yüzden mutlaka görün. İki gün ayırsanız yeter. Bir araba kiralayıp, her yeri görebilirsiniz. Eğer imkanınız olursa Noel zamanına denk getirin ki, Noel havasını da koklayabilesiniz.

Sevgi ile kalın❤️

27 Ekim 2023 Cuma

Strasbourg

Strasbourg Alsace’ın kalbidir sevgili arkadaşlar. Strasbourg gibi bir yeri anlatmak zordur. Örneğin Paris olsa, Eyfel kulesinden girer, Arc’tan çıkarsınız. Louvre’dan bahsedip, Monmartre’ı santim santim yazarsınız.

Ama gelin Strasbourg’a.

Yıllar boyu ziyaret ettim bu
güzel kenti - burada 1998
Dünyanın en kart postal kentlerinden biridir. Gördüğünüzde, yaşamınızın geri kalanını burada yaşamak istersiniz. Ancak bunu nasıl yazıya dökersiniz? Hele bir de benim gibi pastoral yeteneklerden yoksun biri iseniz.

Bir şiir yazayım desem, aklıma “Strasbourg’un Dadaş’ııı, düğünde çekerrrr başııı!” gibi şeylerden başkası gelmiyor.

Strasbourg’da Eyfel kulesi, Times Square, Tower Bridge yada Kolezyum yok sevgili arkadaşlar.

Ne var derseniz, bir ressamı kıskandıracak bir arka plan ve mükemmel yemek, şarap ve müzik var.

Yıllar boyu fazlasıyla farklı insanlarla, fazlasıyla farklı nedenlerden ziyaret ettim bu güzel kenti.

Son on yedi yıldır, elbette ki sevgili karımla bol bol yolumuz düştü Strasbourg’a.

Her gelişimizde de sanki ilk kez görüyormuş gibi heyecanlandık.

Sevgili karımla bol bol yolumuz düştü
Strasbourg’un merkezi, yani eski kent dedikleri ada, UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası listesinde bulunuyor.

Bu merkezin en göz alıcı yapısı ise Strasbourg Katedrali.

Şimdiye kadar çok kilise, katedral, vesaire gördüm sevgili arkadaşlar, ancak Strasbourg’daki gibisini hiç görmedim. Öyle Notre Dame falan halt etmiş. Dışı siyah-kahverengi ateş taşlarından yapılmış, içi ise santim santim işlenmiş bir sanat eseri.

Kapısının üzerinde özel bir vitray var. Güneş’in gökyüzündeki konumuna göre planlanmış. Güneş batarken katedralin içi bambaşka oluyor.

Modern zamanlara kadar
dünyanın en yüksek binasıymış
Katedralin kendisi modern zamanlara kadar dünyanın en yüksek binasıymış. Devasa bir çan kulesi var.

Katedralin içinde ise bir astronomik saat…

Bu astronomik saat fenomeni bize biraz yabancı gelir sevgili arkadaşlar. Şöyle arzedeyim. Normal bir saat, saatin kaç olduğunu gösterirken, astronomik bir saat aynı zamanda o anda ay, güneş, gezegenler gibi astronomik objelerin yerlerini de gösterir.

Astronomik saatlerin en hassolarından biri Prag’da, Old Town Square’de bulunur. Bu meydan zaten bu saat olmadan da çok görülesi bir yerdir. Üstüne bir de bu saat eklendiğinde tadından yenmez hale gelir.

Strasbourg’un bir başka görülesi bölgesi ise La Petite France.

Strasbourg Ren nehri üzerine kurulmuş bir şehir. Nehrin bu bölgesinde üzerinde yerleşim yapılabilecek kadar büyük adalar var. Şehrin merkezi de aslında bu adaların birinin üzerine kurulmuş durumda.

Nehir bazen bu adaların arasında kanallar oluşturuyor. Böylece kendinizi bir anda Venedik’teymiş gibi hissediyorsunuz.

La Petite France
La Petite France, bu kanalların arasında bir bölge. Alsace mimarisinin zirvesi binalar, yeşil ve su, burayı dünya üzerindeki bir cennete çeviriyor. Restoranlar, kafeler, artezyen mağazalar ve bütün bunları tamamlayan büyüleyici bir müzik.

İnsan La Petite France’da şair olur sevgili arkadaşlar.

Şiirden arta kalan zamanlarda ise, özellikle sevgili karım yolunu şaşırıp, arabayla merdivenleriyle, havuzlarıyla koca bir parka dalar.

Henüz karısının araba kullanışını beğenen bir kocaya rastlamadım, o yüzden en azından bu yazıyı okuyan sizlerin yarısı ne demek istediğimi anlayacaktır.

0 diğer yarısının şerrinden ise tanrı korusun beni 😂. Ama yemin ediyorum, otelin park yeri diye girdiği parkta burnundan su fışkıran yunuslar, kay-kay yapan gençler, köpeklerini gezdiren yaşlı madamlar vardı!

O günün sonunda otelimizi bulabildik, ancak Europa Park’dan geliyorduk. Sabahın altısında kalkmış, o saatten beri de deliler gibi koşuşturuyorduk. Hem yorgun, hem de açtık. Pazar olduğu için hemen her yer kapalıydı. Hava soğumuş, bir de yağmur başlamıştı. Üzerimdeki sweat-shirt’ü 🐝Mezzy🐝’ye verdim, ama ben zibidi gibi bir kısa kollu bir t-shirt ve şort ile kalmıştım.

Titreye titreye ilk gördüğümüz bistroya daldık.

Koca bir salon, ve üstüne de Fransız zevkiyle dekore edilmiş. Alsace’da, Alman etkisiyle Fransa’nın geri kalanının aksine bol bol bira içerler sevgili arkadaşlar. Girdiğimiz bistro, aslında bir brewery’nin store front’u imiş.

Alsace, malsace ama...
Alsace, malsace ama sonunda yine de Fransa! Hemen kırmızı şarabımı söyledim. Üzerine de üçümüz için birer Tarte Flambée.

Alsace şarapları beni ne öldürür, ne güldürür. Her gün içmesem de, arada bir değişiklik olarak çok iyi gelirler. Daha önce de söylemiştim, Alsace daha ziyade bir beyaz şarap bölgesi.

Kırmızı olarak genelde Pinot Noir üzümlerinden yapılma şaraplar var. Yer yer, isimlerini bile söyleyemediğim Alman üzümlerinden yapılma kırmızı şaraplar bulmanız mümkün. Daha bir kaç gün önce, Schwarzwald’da bir otelde, Black Forest isimli böyle bir kırmızı şarap denedim. Acayip güzel geldi. Bu arada Schwarzwald’da da, Black Forest’da Kara Orman demektir. Alsace’ın Alman tarafında kalan cennet gibi bir bölgedir.

Sizlere ismi Strasbourg’la anılan çok önemli bir kişilikten söz edeyim sevgili arkadaşlar.

Hepiniz Johannes Gutenberg ismini bilirsiniz herhalde. Bizler matbaayı icat etti diye biliriz ama aslında icat ettiği, mekanik olarak baskı yapabilen basit bir makineydi.

Elbette kitap ve okumanın önemini masaya yatırıp sorgulayacak değilim. Başta ben, bütün insanlığın Gutenberg’e bu buluşu yüzünden gerçek bir minnet borcu vardır.

Ancak Gutenberg’in biz dahil tüm dünyada, birazdan anlatacağım nedenler yüzünden ikinci plana atılan bir hizmeti daha vardır ki, bazen kendi kendime en az matbaa makinesini icadı kadar önemli olduğunu düşünürüm.

Gutenberg İncili’nden bahsediyorum.

Yok yok, Hristiyan değilim. Aslında başka herhangi bir şey de değilim. Bu İncil’i önemsemememin nedeni başka.

Gutenberg, İncil’i basarak, bu kitaba erişimi olanaklı hale getirmiş. Öyle çok fazla da basmamış, sadece 180 adet.

Ama bu bile yetmiş. İnsanlar o güne kadar papazların tekelinde bulunan bu kitabı okumaya, anlamaya başlamış.

Bu yazdıklarımdan Gutenberg’ün öyle bir yenilikçi, aydınlıkçı yada devrimci olduğu sonucunu çıkartmayın. İncil’den önce hayatını Endüljans, yani Cennet Tapuları basarak kazanıyormuş Johnny Amca.

Herneyse.

Gutenberg, matbaa makinesini Strasbourg’da yaşarken icat etmiş.

Bu nedenle de Strasbourg’da güzelim bir meydan ona atfedilmiş.

Strasbourg’u görmeden ölmeyin sevgili arkadaşlar
Strasbourg konusunu sonlandırmadan önce Avrupa Parlementosu’nun, yani EU’nun meclisinin bu kentte olduğunu vurgulayalım.

Gelelim Strasbourg için gezi önerilerime.

En kolayı ile başlayalım.

Strasbourg’u görmeden ölmeyin sevgili arkadaşlar.

İkincisi, kesinlikle Strasbourg gezinizi Alsace’ın diğer görülesi yerleriyle birleştirin.

Ancak, İngilizce’de dedikleri gibi the last, but not the least, Strasbourg’a geldiğinizde, kameranızı bir saat gezdikten sonra cebinize koyun.

Bu kent görmekten çok, havasını koklayıp, tadını almanız, yani yemekleri, şarapları, müzikleri ile yaşamanız gereken bir yer.

Alsace serimize devam edeceğiz.

Sevgi ile kalın ❤️

19 Ekim 2023 Perşembe

Alsace

Alsace, Fransa’nın kuzey doğusunda, ilginç bir bölgedir sevgili arkadaşlar. Fransa’nın Almanya ile sınırının önemli bir bölümünü oluşturur. Güneyinde ise İsviçre vardır. Bölge olarak Alsace’ın bir bölümü de Almanya içerisinde kalır.

Alsace, tarih boyunca Almanlar’la Fransızların arasında o kadar çok el değiştirmiş ki, bugün, Alman mıdır, Fransız mıdır anlamak zor. Ben Alsace bölgesinde biraz daha fazla Alman havası sezerim. Yer isimleri, yemek isimleri çoğunlukla Almanca’yı andırır.

Alsace, Avrupa’nın en cazibeli yerlerinden biridir. Strasbourg gibi bilinen büyük kentlerinin yanında Colmar, Riquewihr gibi, bir ressamın tuvalinden çıkmışcasına güzel köyleri bulunur.

Alsace’ın yemekleri çok ünlüdür sevgili arkadaşlar. Alman etkisi sağolsun, bol bol domuz eti kullanırlar. Ancak domuz eti ile yapılmayan çok güzel başka yemekler de bulunur.

Bir kafede Tarte Flambée yemiştik
Örneğin Tarte Flambée, yada Almancasıyla Flammekueche. Çok ince açılmış hamurun üzerinde soğan, mantar ve tabii ki peynir gibi topping’lerle, isminin çağrıştırdığının aksine ateşin üzerinde değil, fırında pişirilir.

Geçen sene Strasbourg’da bir gece geçirmiştik ve tesadüfen girdiğimiz aynı zamanda bir bira üreticisi bir kafede Tarte Flambée yemiştik. Mükemmel bir lezzet. Fırsatını bulursanız, mutlaka deneyin.

Bölgenin en bilinen yemeği ise Choucroute’tur - siz ‘Şukrut’ diye okuyun. Bir tür lahana turşusu ile domuz yağı, domuz sosisi, hatta balık gibi aklınıza gelebilecek en yağlı malzemeleri karıştırıp, bir kalori bombası şeklinde servis ederler. İçindekilerinin hiçbirini yemediğim için hayatımda Choucroute denemedim, ancak deneyenler bayılıyor.

Alsace’ın Foie Gras’sı da çok ünlüdür. Foie Gras, yani kaz ciğeri, normalde bir Fransız spesiyalitesidir. Kökleri dünyanın farklı yerlerinde, çok eskiye dayansa da Fransızlar bu yemeği sahiplenmeyi başarmışlar.

Kazlar yada ördekler zorla, normalde yiyeceklerinden çok daha fazla yemle beslenerek, ciğerleri büyütülür. Bunlar kesildikten sonra ciğerleri kızartılıp, farklı şekillerde servis edilir.

Kazlar ve ördekler günlerce boğazlarından aşağı sokulan bir huni ile zorla yemlenirler. Hayvanlar bu işlem boyunca çok acı çekerler. Bu yüzden kimileri Foie Gras yemezler.

Bir kadeh Alsace Pinot Noir
Alsace’ın şarapları ise en az yemekleri kadar ünlüdür. Şaraplar, Fransa’nın geri kalanının aksine, Fransa’ya yabancı Alman üzümleriyle yapılır.

Benim Alsace şarapları hakkında fikrimi sorarsanız, bu şaraplar için öyle çok deli olmam, hatta çoğunu bilmem bile. Çünkü Alsace temelde bir beyaz şarap bölgesidir sevgili arkadaşlar. Kırmızı şaraplar ise hemen hep Pilot Noir’dan yapılır ve elbette bunları büyük bir zevkle içerim, ama hepsi o.

Eğer beyaz şarap seviyorsanız, Alsace’a bayılacaksınızdır. Sadece normal beyaz değil, Muskat, tatlı beyaz, rose gibi çeşitleri de bulabilirsiniz.

Alsace’ın kendine has bir mimarisi var sevgili arkadaşlar. Duvarları “Timber Framing” dedikleri, içlerinden kütüklerin geçtiği bir yöntemle inşa ediyorlar. Almanya’nın başka yerlerinde de bu tür binalar gördüm, ancak Alsace’da bunlardan çok var.

Timber Frame Duvarlar
Strasbourg’da yıllar önce aldığım bir şehir turunda anlatmışlardı. Eski günlerde Ren nehri taştığında, bu kütüklü duvarlar sayesinde evi söküp, çok kısa bir zaman içerisinde başka bir yere taşıyabiliyorlarmış.

Ben Alsace’a ilk kez çocukluğumda okuduğum bir Isaac Asimov kitabında rastlamıştım. Asimov, bu kitapta Prosper-René Blondlot isimli bir Fransız fizikçisinden bahsediyordu - isme saygı, lütfen “blon-lo” şeklinde okuyun.

Blondlot, Alsace’da, ya da o zamanki ismiyle Alsace–Lorraine bölgesindeki Nancy kentinde doğmuştu.

1800’lü yılların sonu ve 1900’lü yılların başı, her gün yeni bir keşif yapılıyordu. Alman bir fizikçi olan Wilhelm Conrad Röntgen, X ışınlarını bulmuştu.

Alsace–Lorraine, yukarda da bahsettiğim üzere Almanlar ve Fransızlar arasında senindir-benimdir çekişmesinin odağıydı. Blondlot, Alman Röntgen’in yeni bir radyasyonu keşfetmesinin de hırsıyla çalışmalara başladı ve o güne kadar gözlemlenmemiş, yeni bir radyasyon türü keşfettiğini duyurdu. Bu radyasyon türüne de, biraz da X Işınlarına inat, doğduğu Nancy kentine atıfla “N Işınları” ismini verdi.

Zamanın diğer fizikçileri, Blondlot’nun bu buluşunu teyit etseler de, sonrasında böyle bir radyasyonun olmadığı anlaşıldı.

Sonrasında Blondlot’ya ne olduğu bilinmiyor. Sessizce ortadan kaybolmuş.

Alsace, bize arabayla iki-üç saat uzaklıkta sevgili arkadaşlar. O yüzden fırsat buldukça bir-iki günlük bir kaçamak yaparız. Ancak Alsace’a gitmemizin en popüler nedeni, buradaki Mulhouse kentindeki havaalanıdır.

Burası bana hep biraz hüzün verir
Mulhouse Havaalanı, Almanya, Fransa ve İsviçrenin tam kesişim noktasında, her üç ülkeye hizmet veren stratejik bir yolcu hub’ı.

Bizim Avrupa ve şu sıralar pek gelmeye fırsatımız olmasa da Türkiye uçuşlarımızın büyük bir bölümü bu havaalanından kalkar. Mulhouse Havaalanı, İsviçre’nin Basel kentine belediye otobüsüyle on beş dakika uzaklıktadır.

Çok sık olarak ayrı ayrı seyahat etmesek de, bu hava alanında yine de hatrı sayılır kez Jelena ve 🐝Mezzy🐝’yi yolcu etmiş yada karşılamak için beklemişliğim vardır. O yüzden burası bana hep biraz hüzün verir.

İsviçre malumunuz, EU üyesi bir ülke değildir. Schengen sisteminin bir parçası olduğundan ayrı bir vize gerektirmese de, gümrük bakımından farklı bir ülke sayılır. Mulhouse havaalanı EU ile İsviçre tarafından paylaşıldığından, içinden belki de şimdiye kadar gördüğüm en ilginç sınırlardan biri geçer.

Yolcuların oturacağı yuvarlak bir bankın ucundan yere çizili bir çizgi, İsviçre ile EU’yu ayırır.

Bu sınırı hafife almayın sevgili arkadaşlar. Geçtiğinizde EU yada İsviçre gümrük yasalarının tümüne uymanız gerekir. Örneğin Fransız tarafından 65 İsviçre Frank’ının üzerinde bir şey satın alıp, bir adım atar ve bu tarafa geçerseniz, gümrük vergisi ödemeniz gerekir - 65 Frank posta için bildiğim bir limit, emtiayı şahsen yanınızda getirdiğinizde belki farklı bir limit vardır, tam emin değilim.

Havaalanının gerisinde bu sınır ayrımı çok daha keskindir. Örneğin Fransız tarafındaki park yerinden, İsviçre tarafındaki park yerine geçemezsiniz. Kaybolup, denediğim için oradan biliyorum. Havaalanı binasına gelip, bu çizginin üzerinden atlamanız gerekir.

Bu sınır çizgisi bazı ilginç fırsatlar da yaratır. Uçağınızı beklerken volta atarak bu çizgiyi bir o tarafa, bir bu tarafa mesela yirmi kez geçin, “Ben Fransa’ya da, İsviçre’ye de ‘birçok’ kez geldim” diyebilirsiniz😀

Noel pazarında sıcak şarap
Alsace bölgesi Noel zamanı çok güzel olur. Hemen her kentinde bir Noel pazarı açılır. Alış-verişten başka, buralarda Noel kurabiyeleri yiyip, sıcak şarap içebilirsiniz. Colmar ve Riquewihr’in pazarları çok ünlüdür.

Son bir kaç yıldır, 🐝Mezzy🐝’yi, yine Alsace’da bulunan Europa Park’a götürüyoruz. Europa Park, Almanya’da, Rust kentinde bir eğlence parkı - “rust” İngilizce’de “pas” demek, yani demir-oksit. Her duyduğumda bir tebessüm ederim. Yakınlığı bakımından, mesela bir Disneyland seyahati kadar lojistik gerektirmediğinden bir hafta sonu için bile gidebiliyoruz.

Alsace’a sık geldiğimizden, sizlere ayrı ayrı her seyahati anlatmaktansa, bunları birleştirip, Alsace’ı bölge bölge anlatan bir seri yapmak istedim.

Devam edeceğiz.

Sevgi ile kalın❤️

6 Ekim 2023 Cuma

Enerji

"Ayy, buranın enerjisini çoook beğendim..."

"Bugün enerjim çok düşük..."

"Pozitif enerji alıyorum..."

"Doğru enerjiyi alamadım..."

"Enerjim için kusura bakmayın..."

"Ortak enerjimizi bulduk..."

"Enerjisi hiç hoşuma gitmedi..."

"Enerjim niye böyle oldu anlamadım..."

Yemin ediyorum, Einstein mezarında fırıl fırıl dönüyordur 😛

4 Ekim 2023 Çarşamba

Toprağım Kara Mustafa Paşa

Kapıcıbaşı bilmemnesi Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'yı Belgrad'da bulmuş. Ona devletlu, haşmetlu hükümdarunun bir fermanunu iletmiş.

Buna göre Mustafa Paşa Sadr-azamlıktan azledilmiş.

Paşa bunu okuduktan sonra "Hakkımızda başka bir emr û fermân var mıdır?" diye sormuş.

Kapıcıbaşı bilmemnesi "Vardır Paşam" deyip, idam fermanını vermiş.

Mustafa Paşa bu fermanı okumuş, öpüp, başının üstüne koymuş.

"Bekleyin, iki rekat namazımı kılayım" demiş.

Namazdan sonra "Hazırım, çağırın cellatları" diye buyurmuş.

Yerdeki halı devlet malıdır, kanıyla kirlenmesin diye kaldırtmış.

Cellatlar zaten hazırda bekliyormuş, oracıkta kementle boğmuşlar paşayı…

Oracıkta kementle boğmuşlar paşayı
Merzifonlu toprağımdır, ondan severim. Ben de Merzifon'da doğmuşum.

Viyana bozgunundan değil, aslen ayak oyunları, çekememezlikler gibi nedenlerle öldürmüşler adamı.

Biz pek bilmeyiz yada önemsemeyiz ama bütün Polonya tanıyor onu. Viyana kuşatması esnasında Osmanlı ordusuna saldırıp, bozguna uğratan aslen Polonyalı bir kral.

Bana sorarsanız, boşuna katletmişler adamı. Osmanlı İmparatorluğu'nun genişleme süreci zaten bu idmla birlikte son bulmuş.

Mustafa Paşa kifayetsiz muhterisletin kurbanı olmuş.

Neyse ki böyleleri artık yok…



1 Ekim 2023 Pazar

Ve Viyana Sokakları!

Viyana’da kaldığımız otelde ilgimi çeken çok özel bir şarap vardı sevgili arkadaşlar. İsmi Moritz. Mia isimli bir de kızkardeşi var, ancak Mia bir beyaz şarap olduğu için tamamen ilgi alanımın dışında kalmıştı.

Moritz, kaldığımız otel için yapılmış bir cuvée. Başka bir deyişle bu otel için özel olarak hazırlanmış bir şarap. Elbette Avusturya’dan.

Otelde her akşam bu şaraptan iki kadeh içtim. İçimi çok güzel bir şarap. Ancak Viyana gezimizdeki şarap hedefim başka bir üzüm türünden yapılan şaraplardı.

Bu üzümün ismi Zweigelt. Almanca’da “z”, “ts” şeklinde söyleniyor, o yüzden bu üzümün ismini hakkıyla telaffuz etmek istiyorsanız “tsvaygelt” falan demeniz lazım. Malum Almanca’da “w”, “v”, “v” de “f” gibi söylenir. Çok isterseniz “s” bazen “s”, bazen “z”, bazen “ş” olur. “J” ise her zaman “y” ‘dir. “ß” harfini bazen “ss”, “ö” ‘yü “oe”, “ü” ‘yü de “ue” şeklinde yazarlar. İsviçrenin Alman tarafında bir işim olduğunda, kredi kartlarının üzerinde falan genellikle “Buelent Gueven Nalci” olurum.

Neyse, Almanca’nın inceliklerini burada bırakalım. Almanca doğru düzgün bir cümle bile kuramam bu arada. İsviçre’de geçirdiğim onca sene boyunca yaşarken öğrendiğim üç beş Almanca bilgisini satmaktayım sizlere.

Fransız isimli bir kafeye oturduk
Bunları size anlatmamın sebebi ise, Viyana’da her “Zweigelt” dediğimde, daha doğrusu demeye çalıştığımda, sevgili karımın şiddetli gülme krizleri geçirmesiydi. İlk bir iki “Zwigelt” çabam gerçekten de kötüydü, ancak gün ilerledikçe, ve daha da önemlisi önceki içtiğim “Zweigelt” ‘ler etkilerini göstermeye başladığında, telaffuzum bayağı düzeldi.

Fransızcam’da alkol ile gelişir. Gramerini iyi sayılabilecek kadar bilirim, ama iş konuşmaya gelince pek başarılı sayılmam. Bizi tanıyanlarla birlikteyken, ortak dil Fransızca ise, hemen bana bir kadeh şarap getirirler.

Viyana’daki ikinci günümüzde sabah erkenden kalkıp, Stephansplatz’a geldik. Hernedense Fransız isimli bir kafeye oturduk. İlk Zweigelt’imi Jelena’nın gülüşleri arasında söyledim. Saat sabahın dokuzu falan, başka yerde şarap için erken bir saat sayılabilir, ancak şarap kültürü olan bir yerde kahvaltı zamanı şarap istemek tamamen normal sayılabiliyor.

Garson bir de peynir tabağı getirdi ki, keyfime dokunmayın.

Zweigelt, enteresan bir üzüm sevgili arkadaşlar. Avusturya kaynaklı elbette. Zaten bu üzümün orijini hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak kadar kesin. Çünkü Zweigelt sadece Avusturya’da yetişen bir üzüm değil, Avusturya’da ‘yaratılmış’ bir üzüm. Friedrich Zweigelt isimli bir Avusturyalı, 1922 yılında St. Laurent ve Blaufränkisch üzümlerini çapraz dölleyerek bu yeni türü ortaya çıkarmış. Blaufränkisch’i Bratislava yazımızdan hatırlayabilirsiniz. St. Laurent ise bir Fransız, hatta Burgonya kaynaklı bir üzüm ama bu çeşit ile çok fazla teşvik-i mesaim olmadı.

İsviçre’de arada bir Zweigelt alır içerim, ancak taş yerinde ağırdır, “When in Vienna…” durumları yani.

Jelena bir Apple Strudel, 🐝Mezzy🐝 ise bir croissant söyledi. Sevgili kızım için croissant bir Fransız çöreğidir. Ona croissant’ın aslen bir Avusturya spesiyalitesi olduğunu anlatmaya çalışsam da olmadı.

Yıl 1863. Osmanlı lağımcıları Viyana’nın surları altından tünel kazarak, sabahın erken saatlerinde şehre girmişler. Bu saatlerde dükkanlarını açmak için ayakta olan fırıncılar hemen alarm vermiş, Viyana ordusu da bizimkileri toparlayıp, dışarı atmış. İmparator durumdan çok memnun, fırıncılara takdirini göstermek bakımından bu özel çöreği yapma izni vermiş. Croissant hilal demektir sevgili arkadaşlar, Osmanlı bayrağındaki hilal!

Bir de memlekette “croissant” ’a “kruvasan” falan dediklerini duyuyorum. Etmeyin. Dünyada böyle bir sözcük yok. Kim neresinden uyduruyor bunları bilmiyorum, ancak ayıp oluyor. Gezi gemilerine de aslen bir konyak markası olan “kruvaziyer” diyorlar. Gerçekten sinirim kalkıyor. Neyse…

O kafede neredeyse iki saat geçirdik. Açık havada, pırıl pırıl bir güneş ve dibine kadar güzel bir ambiyans. 

Kalktıktan sonra zaten hemen yanımızda olan Stephansdom’a gittik, içeri girdik. Katedralde Pazar servisi sürüyordu. Kilise korosu ilahi söylüyordu. O güzelim akustikle bir süre ilahileri dinledik. Daha önce de yazmıştım. Akşamları bu katedralde klasik müzik konserleri oluyor. Yolunuz düşerse kaçırmayın.

Bir sonraki durağımız Mozart’ın evi oldu. Mozart aslen Salzburg’da doğmuş, ancak çağının bütün bilinen müzisyenleri gibi uzun süre Viyana’da yaşamış. Klasik müzik dediğimde Bach ile birlikte listemin en başında yer alır.

Gerçek bir dahiymiş Mozart. Beş yaşında müzik bestelemeye başlamış, sekiz yaşında da ilk senfonisini yazmış. Rivayete göre Sistine Chapel’de dinlediği bir performansı eve gidip, kafadan nota nota yazmış. Vatikan bu notaları gizli tutuyor, kimseye vermiyormuş. Mozart böylece çocuk haliyle dünyadaki ilk telif ihlalini geçekleştirmiş!

Otuz beş yaşında hayata gözlerini Viyana’da yummuş. Kimse niçin, nasıl öldüğünü bilmiyor.

İkinci favorim Bach’ın ise, yolu pek Viyana’ya düşmemiş. Ancak o da mükemmel müzik yapar. Zevk meselesi elbette bunlar, herkesin farklı bir favorisi olabiliyor. Ben sizlere kendimden bir dilim kesip, ikram ediyorum.

Mozart’ın müze haline getirdikleri evi Pazar günü olduğundan kapalıydı. Yine de yaşadığı bölgenin havasını koklayacak kadar fırsatımız oldu.

Hofburg Sarayı
Biraz yürüdükten sonra Hofburg sarayının önüne gelmiştik.

Hofburg Sarayı, Habsburg hanedanının “kışlık” malikanesi.

Ancak saray öyle tek bir bina, etrafında da bir bahçe falan değil. Büyük dediğimde aklınıza gelen en büyük binayı alın ikiyle çarpın, öyle kallavi, insanı etkileyecek boyutlarda bir yapı. Aslında saray tek bir yapı da değil. Saray bölgesine yayılmış, birbirinden güzel birçok binanın oluşturduğu bir kampüs. Viyana Başkanı’nın rezidansı ve çalışma ofisinin de burada olduğunu düşünürsek, buraya herhalde “Hofburg Külliyesi” diyebiliriz!

Hofburg Sarayı
Bir önceki yazıda da söylediğim üzere, saray görmek istiyorsanız buraya gelin sevgili arkadaşlar.

Sağolsun Jelena Latince’den çevrileri yapınca, heykeller, anıtlar falan biraz daha anlam kazanmaya başladı.

Uzun uzun gezip, Habsburg'ların evinin havasını kokladık.

Hofburg için bir sitemim olacak yalnız. Böyle güzelim bir yeri devlet erkanının arabalarının park yerine çevirmenin manasını anlamadım? Gidin, başkanınıza güzel bir rezidans yapın, hem otursun, hem çalışsın. At arabasıyla gezen bir turistin arkasında kapkara, zırhlı bir Mercedes. Olmamış abi, yakışmamış Viyana’ya.

Hofburg için bir sitemim olacak
Yine saray kompleksi içerisinde, iki tane, neredeyse birbirinin aynı, karşılıklı iki güzelim bina var. Bunların ilki Sanat Tarihi, ikincisi de Doğa Tarihi müzeleri. Bu iki müzenin biraz ilerisinde de Müzeler Bölgesi adlı bir alan var. Bu iki koca müzeye ne koyamamışlar da, bir de ayrı bir müze bölgesi yapmışlar, aklım ermedi açıkçası.

Viyana bir müze kenti sevgili arkadaşlar. Müze gezmeyi seviyorsanız, burayı mabediniz yapıp, günlerinizi harcayabilirsiniz.

Yürüyüşümüze devam ettik ve parlemento binasının önünden geçtik. Yunan tarzında çok güzel bir bina. Biraz ilerisinde ise Volksgarten isimli bir park var. Volksgarten, Halkın Parkı demek, yani proloterya’nın bahçesi.

İki ikiz müze binasından biri
Hava müthiş sıcak, biz de içerde bir kafeye oturduk. Su, meyve suyu ve Zwiegelt ikmalimizi yaptık.

Viyana demek tarih, klasik müzik falan demektir tamam, ancak Viyana deyince akla başka bir şey daha gelir ki, bence en az klasik müzik kadar önemlidir.

Viyana Şnitzeli!

Wiener Schnitzel derler, süt danasından bir dilim eti alıp, etrafını unla, yumurtayla kaplar, sonra da tavada kızartırlar. Bizim için döner neyse, Avusturya için de Wiener Schnitzel o demektir sevgili arkadaşlar.

Parlemento Binası
Konu yeterince hassas olduğundan gelmeden önce günlerce gugıllayıp, Viyana’da Şnitzel nerede yenir diye araştırdım. Sonunda Griechenbeisl isimli restoranda karar kıldık. Yine günler öncesinden online rezervasyonumuzu yaptık.

Griechenbeisl, fevkalade cazibeli, tarihi eskiye giden bir mekan. Mükemmel de bir bahçesi var. Oturduk ve siparişimizi verdik. Sipariş genelde içecekleri kapsıyor, yoksa gelenler çoğunlukla Şnitzel yiyiyor haliyle.

Şnitzel’i yanında çok lezzetli bir patates salatası ile servis ediyorlar. Üstüne bir de bir kadeh Zwiegelt eklediğinizde ortaya bir gastronomi Nirvana’sı çıkıyor. Benden tavsiye beklemeyin arkadaşlar. Mutlaka bu tadı deneyin.

Viyana Şnitzeli
Günü Hard Rock Cafe Vienna’da sonlandırdık. Klasik müzik, Mozart, Strauss falan hep iyi de, Hard Rock Cafe’de ağız tadıyla Metallica dinleyip, gerçek hayata dönmek iyi geldi. Viyana gezisinin Zwiegelt kısmı değişmedi elbette.

Bundan sonrası ise otel ve Novotel cuvée, Moritz şarabı.

Eve bir Airbus A220 ile döndük. Aslen Kanada dizaynı bu uçağa ilk kez biniyordum. Çok konforlu, çok güzel bir uçak.

Ve vatan! Zwiegelt, bir Cru Bourgeois, Almanca da Fransızca ile yer değiştirdi. Hayat daha da güzel.

Hard Rock Cafe Vienna
Viyana’yı görmek için kimsenin benim tavsiyeme ihtiyacı yok sevgili arkadaşlar. Avrupa’nın en güzel kentlerinden biri. Tarihi, müzikleri, gastronomisi ile sadece bir kez görmek de yetmez. Her mevsim, haftanın her günü yapacak bir şeyler bulabilirsiniz.

Şehirin görülesi yerleri hep yürüme uzaklığında. Zahmetsizce gezebilirsiniz. Toplu taşım ise insanı üzmüyor, ancak metronun inceliklerini çözmek biraz vakit alıyor.

İnsanlar kibar ve yardımsever. Bizim jandarmanın “Yassah hemşerim!” dediği gibi “Nein!” deyip, peygamber demeyen Almanlar’a göre çok daha esnek, çok daha arkadaşçalar. Ancak Almanlar kadar disiplin hissedemedim. Biraz daha relax, biraz daha hayat adamları Avusturyalılar.

Unutmadan, Viyana’ya kadar gelmişken, bir kaç saat vakit ayırarak Bratislava’yı da görmeyi ihmal etmeyin.

Sevgi ile kalın❤️

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...