11 Kasım 2023 Cumartesi

Malta

Sabah saat dört bile değildi, Jelena hepimizi uyandırdı, “Ajde, ajde, we need to move!”. Emir demiri kesermiş, kalktık, yola koyulduk.

Cenevre havaalanına geldiğimizde daha güneş bile doğmamıştı. Uçağa bindik. Normalde uçak yolculuklarında şarap içerim ama “şarap” diyecek mecalim bile yoktu. Bir kahve ve bir sandviç ile başladım güne.

Cenevre’de hava bayağı netameliydi. Üzerimde bir sweat-shirt, Jelena’nın üzerinde ise bir kar montu vardı.

Uçak inip, kapılar açıldığında ise saat sabahın sekizi olmasına rağmen bir sıcak hava dalgası yüzünüze vurdu. Ertesi gün aylardan Kasım olacaktı, ancak Malta’da hava Kanarya Adaları’nın Temmuz’undan daha sıcaktı.

Malta ile sürekli bir arkadaşlık bakımından güzel bir başlangıç olmuştu.

Otele gitmenin bir manası yoktu. Sabahın o saatinde zaten bir odamız olmayacaktı. Bagaj olarak da sadece küçücük bir sırt çantamız vardı. Çanta o kadar küçüktü ki, hadi en azından onu otele bırakalım desek, Jelena evde, beş kilometre ötedeki süpermarkete alış-veriş için giderken bile daha büyüğünü taşıyordu.

Şehir merkezine üç kişi otobüs ile gitmenin, fiyat olarak taksi ile gitmekten çok az farkı vardı. O yüzden bir taksi bulmak için terminalin dışına yürüdük.

Kendilerine has bir dil konuşulan ülkeler bana çok ilginç gelir sevgili arkadaşlar. İngilizce, Almanca, Fransızca ve İtalyanca dışında bir dil duymak beni heyecanlandırır, ilk iş konuşmalara kulak kesilirim.

Malta’da da aynen böyle oldu. Konuşulan dil o kadar ilginç ki, Palermo’da mı, Kahire’de mi olduğuma karar veremedim.

Maltaca, Arapça ve İtalyanca karışımı bir dil.

Ada Sicilya’nın ucunda, bu yüzden İtalyanca bakımından çok fazla sürpriz yok. Üstüne de, Araplar’ın bu adayı uzun süre ellerinde tutmuş olduklarını göz önüne alırsak bu hibrid dilin kökenleri daha da anlaşılır hale geliyor.

Maltalılar ise fiziksel olarak Araplara çok çok fazla benzerlik gösteriyorlar.

Malta ismi ise Yunanca’dan gelme.

Kısacası herkes tarihin bir noktasında Malta’yı ele geçirmiş, yada bizim gibi ele geçirmeye çalışmış.

Rönesans öncesi yıllarda, Avrupa’da enteresan bir tür askeri güç grupları oluşmuş sevgili arkadaşlar. Kendilerini bir dinle ilişkilendiren, ancak bir kral, prens yada dük gibi asil bir makama dayanmayan bu grupların en ünlüleri şüphesiz Knights Templar, yani Tapınak Şövalyeleri idi. Ertuğrul dizisinde bunlara “Tapınakçılar” diyorlar, ama bu terimi başka hiçbir yerde duymadım.

St. Elmo
Benzeri bir grup ise Knights Hospitalier yani Hospitalier Şövalyeleriydi. Hospitalier Şövalyelerinin Türkçe karşılığını bulmak için biraz İnternet’e bakındım ve “Hastane Şövalyeleri” gibi, beni yerlere yatırıp, güldüren aptalca tanımlar gördüm. “Hospitalier”, kapısı herkese acık, misafirperver falan demektir arkadaşlar. Hastane anlamına gelen Hospital bu kökten gelse de gerçekte, bu şövalyelerin herhangi medikal bir alanda, bilinen bir çalışmaları yoktur. Bu arada, “Hospitalier” sözcüğünü hakkıyla telaffuz etmek istiyorsanız, “Ospitaliye” demeniz gerekir.

Herneyse…

Bizimkiler 1522 yılında Hospitalier’leri Rodos’tan atmışlar. Kutsal Roma İmparatoru Beşinci Charles da, garipler yurtsuz kalmasın diye, 1530 yılında Malta’yı bunlara vermiş. Ondan kelli, Hospitalier Şövalyeleri, Malta Şövalyeleri ismi ile de anılmaya başlamış.

Turgut Reis becerebilseydi...
Şövalyeler Malta’ya yerleştikten sonra, Akdeniz’de, Türk gemilerini tacize başlamış. Üstüne içinde de Kanuni’nin kızı Mihrimah Sultan’ın Hac’a giden süt annesinin bulunduğu bir gemiyi kaçırmışlar ki, Kanuni bu işe bozulup, alın bu adayı demiş.

Turgut Reis, Uluç Ali Reis, Piyale Paşa falan donanmayı Malta’ya yığmış. Şiddetli bir savaş sonunda St. Elmo kalesini ele geçirmişler. Ancak her ne olduysa Kızılahmedli Mustafa Paşa savaşı sonlandırmış, Osmanlı Donanması Maltadan çekilmiş.

Bu korkakça kararın çok önemli sonuçları olmuş.

Türkler’in bu başarısızlığı. Onların yenilmez oldukları kanısını değiştirmiş. Voltaire şöyle demiş: “Rien n'est plus connu que le siège de Malte”, yani “Hiçbir şey Malta kuşatması kadar bilinir (önemli) değildir”. Bundan sonra Akdeniz’de gelen, geçen Türkler’e vurmaya başlamış.

Kuşatmadaki başarısızlığın, başka önemli bir sonucu da Malta Şövalyeleri’nin önemli oranda güç, itibar ve para kazanmaları olmuş. Bu para ile St. Elmo kalesinin etrafında Valetta isimli bir kent inşa etmişler. Bu kent de Malta’nın başkenti olmuş. Biz de ahan tam buradayız işte. Kısacası Valetta’nın kuruluşunda bizim de bir katkımız olmuş.

Taksinin sağ ön kapısına hem ben, hem de taksi şoförü aynı anda hamle yaptık. Noluyoruz lan derken baktım ki direksiyon sağda.

Yine bir afalladım. Malum ülke dışında bildiğim kadarıyla Avrupa’nın hiç bir yerinde bu terslik yoktur.

Malta’da trafik yolun solundan akıyor sevgili arkadaşlar.

Taksiciye niye diye sordum, o da İngiliz döneminden kalma dedi. Gördüğünüz gibi İngilizler bile bir dönem Malta’yı ellerinde tutmuşlar.

Valetta’da, geniş bir meydanda taksiden indik. Ortada koca bir havuz ve heykelleriyle büyüleyici bir fıskiye. Etrafıma bakıp da gördüğüm tek renk ise sarı.

Her yer sarı...
Valetta’nın merkezindeki hemen her bina sarı sevgili arkadaşlar.

Biraz ilerleyip, yaya bölgesine ulaştığınızda ise sanki zaman tünelinde bir beş yüz yıl gitmiş gibi oluyorsunuz. Her yer Yeniçağ Avrupasının o güzelim mimarisiyle inşa edilmiş binalarla dolu.

Güzelim kafeler, restoranlar, artezyen mağazalar, sokak çalgıcıları… Sabahın o erken saatinde bile her yer cıvıl cıvıl.

Bir restoranın bahçesine oturduk. Herkes kahvaltı ediyor ama sabahın köründe kalkmış olduğumuzdan bizim için öğlen yemeği zamanı. Yemek için bakınırken Jelena kendine bir soğuk kahve istedi, ben de ilk Malta şarabımı söyledim.

Bir restoranın bahçesine oturduk
Malta şarapları Cabernet, Merlot gibi Fransız üzümlerinden yapılsa da, üzümler hep Malta’da yetişiyor. Tadları mükemmel, ancak kokularda bir zayıflık var. Yani bardağı içmek için ağzınıza götürdüğünüzde o şarap aromasını çok etkin hissedemiyorsunuz. Aynı hissi gün boyu denediğim bütün şaraplarda da aldım. Kim bilir, belki de benim burnum tıkalıydı o gün. Yine de bu söylediklerime çok takılmayın. Bu şarapları ölene kadar içebilirim.

Gün ilerledikçe başka bir fenomen açığa çıktı. Malta’da hemen herkes mükemmel İngilizce konuşuyor, hem de akıcı, near-perfect İngilizce. Olasılıkla İngiliz döneminin başka bir sonucu. Kızarmış patatese “chips”, cipse de “crisps” diyen garson zaten ilk ipuçlarını vermişti.

Aperatiflerimizi içerek, yemeklerimizi yiyerek ve tatlılarımızı da ucuna ekleyerek bu restoranda uzun uzun vakit geçirdik.

Sahile giden ara sokaklarda ilerlerken bu kentin güzelliğini daha da bir hissetmeye başlamıştık. Gerçi otuz küsür derecede, elinde kar montuyla sevgili karım, geri planla oldukça fazla kontrast gösterse de aldırmayıp, yolumuza devam ettik.

Sevgili kızım 🐝Mezzy🐝 gördüğü her mağazaya dalıyor, birinden bir kalem, diğerinden bir çanta alıyordu. Yeri gelmişken, Malta, Avrupa’nın gerisine göre daha ucuz. İsviçre’ye göre ise, sormayın bile…

Hava o kadar sıcaktı ki, yürümek yerine bir at arabası turu aldık.

🐝Mezzy🐝 ilk defa At Arabasında
Sevgili kızım hayatında ilk kez bir at arabasına biniyordu. Etraftakilerden çok at ve kabin ile ilgilendi tabii.

Arabacı bizi sahilde çok sıkmadan, mükemmel gezdirdi.

Önce Çan anıtına gittik. Burası İkinci Dünya Savaşı esnasında Malta kuşatmasında ölen askerler için yapılmış bir anma noktası. Gördüğünüz gibi Malta’yı kuşatan kuşatana. Ee, ben olsam, ben de bu güzelim adayı almak isterim tabii.

Bir sonraki durağımız ise Türkler’in uygarlığa bıraktığı başka önemli bir iz olan Midnight Express filminin çekim lokasyonu oldu. Film İstanbul’da geçse de, Malta’da çekilmiş. Ünlü hapisane ise yukarda da sözü geçen St. Elmo kalesinin bir parçası. Bu gezi esnasında bol bol St. Elmo da gördük.

St John’s Katedralini de gördükten sonra atlı gezimiz sona erdi.

St John’s Katedrali çok güzel görünümlü bir kilise. St John bildiğiniz üzere İslam’da Vaftizci Yahya olarak bilinen ve Ürdün nehrinin kıyısında İsa’yı vaftiz eden azizdir. Hristiyanlıkta çok önemli bir figürdür. Bazı mezhepler onu İsa ile eşit, hatta daha üst bir mevkide konumlandırırlar.

Atlı gezimiz sona erdi
Malta Şövalyeleri, yani Hospitalier Şövalyeleri aynı zamanda Order of St. John, yani St. John’un Kuvveti, Nişanı olarak da bilinirler. Off, bu adamların amma çok isimleri varmış değil mi? Herneyse, bu katedrali de onlar yaptırmışlar.

Sıcak tahammül edilemez bir dereceye ulaşmıştı. Bir taksiye binip, havanın biraz serinlemesini beklemek için Hard Rock Cafe’ye geldik.

Hard Rock Cafe, küçücük, ama çok güzel bir mekan. Sevenleriniz varsa Tom Petty’nin bir 12-string gitarını sergiliyorlar.

Oturduktan sonra bir on dakika hiçbirimiz konuşmadık. Sadece soğuduk…

Sonra Jelena’ya döndüm ve “ Emekli olunca buraya mı yerleşsek?” diye sordum. Düşünün, cennet gibi bir yer, ucuz, mükemmel hava ve herkes İngilizce konuşuyor. Bundan iyisi, Şam’da kayısı.

Jelena cevap vermedi, telefonuna dalmış bir şeyler okuyordu. “Ne yapıyorsun?” diye sordum, “Emlakçılara bakıyorum, Valetta’da evler kaç para diye” dedi.

Akşam olmuş, hava biraz serinlemişti.

Hard Rock Cafe limandaydı, biz de liman boyunca yürüyerek yolumuza devam ettik. Koca bir Cruise gemisi (n’ayır kruvaziyer demeyeceğim, o bir konyak markası) limana demirlemişti. Ama ne gemi! Valetta’da degil, Manhattan’da yürüyor gibiydik.

Bir taksi bizi Valetta’dan otelimizin bulunduğu St. Julian’s şehrine götürdü. Başka bir şehir deyince başka bir diyara göçmüşüz gibi düşünmeyin. Valetta ile St Julian’s ‘ın arası Taksim ile Etiler’den daha kısa, yada daha çabuk.

Otel odamız havalı...
Sevgili karımın bir huyu vardır arkadaşlar. Dünyadaki neredeyse bütün international otellerin şu yada bu şekilde bir üyesidir. Bu üyelikleri sayesinde hemen her zaman oda fiyatlarında bir indirim alır, üstüne barda bir hoşgeldin içkisi, odamızda bir şişe şarap, yatağımıza serpilmiş gül yaprakları, bir sepet çikolata gibi sürprizlerle karşılaşırız.

Bu indirimleri geçenlerde meraktan topladık. 2022’de beş yüz İsviçre frangını bulmuş - euro diye düşünün. Hiç de fena değil sizin anlayacağınız.

St. Julian’s ‘daki otelimizde ise bu üyeliklerden artık hangisinin sayesinde ise, bizi ücretsiz presidential suite’e upgrade ettiler.

Oda nasıl bir oda anlatamam sevgili arkadaşlar. Üç oda, yatak odasının ortasında jakuzi, teras bizim bahçeden büyük, şezlonglar, masalar sehpalar. Bütün duvarlar cam, St. Julian’s ayağınızın altında.

St. Julian's modern bir kent
St. Julian’s, Valetta’nın aksine, modern bir kent. High-rise binaları, modern bir marinası, renkli bir hayatı var.

Resepsiyondan bir restoran önerisi istedik. Bir Malta, bir İtalyan, bir de Yunan restoranı önerdiler. Malta’ya gelip, Malta restoranında yemek doğru seçim olsa da, favori yemekleri tavşan ve ben şahsım, beyaz ete alerjiğimdir. İtalyan restoranını da Amerikalı turistlere bırakıp, komşuya gitmeye karar verdik.

Yunan restoranı olsa da garsonlar Nepalli idiler. Çok iyi adamlar, bol bol Katmandu, Everest base-camp muhabbeti yaptık.

Ne acı ki Yunan şaraplarını bitirmişler. Biz de bir şişe Malta şarabı söyledik. Tzatziki (Cacık), Mousakka (Musakka) benzeri bir akşam yemeği yedik. Katmandulu arkadaşım bana şarap ile Yunan beyaz peyniri, yani Feta getirdi. Avrupa’daki Feta tamamen tuzsuz ve cıvık bir peynirdir. Yunanistan’daki Feta ise, bizimkisi kadar tuzlu olmasa da, Avrupa’dakinden daha tuzlu, biraz daha kuru ve çok daha lezzetlidir. Arkadaşımın bana getirdiği Feta tam Yunan usulü, ağızımın tadında bir peynirdi.

Akşam yemeği için komşuya gittik
Geceyi “presidential suite” ‘imizde geçirdikten sonra yine sabahın bir köründe sevgili karım, resepsiyondan gelen bir telefondan sonra, bizi uyandırdı “Ajde, ajde, we need to move!”

Emir, demir, etc... Tekrarlamayalım.

Hiç uyumamış gibiydim, arar topar kalktık taksiye bindik ve havaalanına ulaştık. 🐝Mezzy🐝 hala uyuyordu…

Sonra Jelena etkin pişmanlıktan yararlanarak itirafta bulundu “Yanlış hesaplamışım, daha bir saatimiz var”

N'apalım, Valletta kahvesine vurduk kendimizi.

Malta gezimiz bitse de henüz eve dönmüyorduk.

Bizi Roma’ya götürecek uçağımıza bindik ve bu güzel ülkeye veda ettik.

Malta şu fani dünyada gördüğüm elli ikinci ülke sevgili arkadaşlar. Burası hakkında görüş ve önerilerimi sorarsanız, emekli olunca buraya yerleşmek istediğimizi göz önüne alırsanız, herhalde daha fazla bir şey söylememe hacet yok. Mükemmel hava, mükemmel yemekler, mükemmel şarap, hayat ucuz, insanlar iyi, daha ne diyeyim. Sadece yazın gelirken dikkat, çok sıcak olabilir gibi geliyor bana.

Malta, malumunuz, Türk sosyetesinin Avrupa’dan vatandaşlık alma mekanı. Biraz yatırım ile serbest dolaşım ve vatandaşlık mümkün olabiliyor. Bunda bir problem yok tabii. Gidişata göre, Malta’daTürkçe konuşan birilerini bulabilirsiniz bakarsınız.

Özetle gelin bu cennet ülkeye.

Akşamınız güzel olsun❤️

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...