26 Eylül 2022 Pazartesi

Londra IV - Westminster

İngiltere, anayasal bir monarşi ve parlementer bir demokrasi ile yönetiliyor sevgili arkadaşlar. Monarşi falan desek de demokrasinin en ileri düzeylerde işlediği bir ülkedir Birleşik Krallık. Demokrasi, hattızatında Yunanca bir kelimedir ve eski çağlardan beridir bir yönetim şekli olarak şurada, burada kullanılmıştır, ancak bugünkü anlamıyla ilk olarak İngiltere'de, Magna Carta ile uygulanmaya başlamıştır.

İngilizler her nasılsa monarşilerini demokratik örgütleriyle bir arada götürmeyi başarmışlar.

İngiliz devletinin yürütme işlevini başımda Başbakan'ın olduğu hükümet yürütüyor. Yargı işlevi uygar her ülkede olduğu gibi bağımsız mahkemeler tarafından yerine getiriliyor. Yasama ise parlemento tarafından yürütülüyor.

Parlementonun üç organı var. Kral yada Kraliçe - bunlara kısaca Monark diyelim, Lordlar Kamarası ve Avam Kamarası. Yasama konularında resmi olarak Monark tam yetkili, ancak bu yetkisini kullanmıyor, sadece bir danışman pozisyonu alıyor. Lordlar Kamarası'nın ise sadece kanun önerilerini geciktirme yetkisi var. Bu da pratikte bütün yasama gücünü Avam Kamarası'nda kalmasını sağlıyor. Ha, birgün Kral kafasına göre bir kanun yazıp, geçirebilir mi? Anladığım kadarıyla evet, ama pratikte olmuyor işte.

Hükümeti kurma görevi Monark'ın belirlediği bir parlementere veriliyor ancak Kurulan hükümet Avam Kamarası'ndan güvenoyu almak zorunda.

Avam kamarası son sözü söyleyen merci, çünkü parlementonun bu üç organından sadece Avam Kamarası halk tarafından seçiliyor.

Kral yada Kraliçe malumunuz, anadan/babadan kıza/oğlana geçen bir ünvan. Lordlar kamarasını ise İngiliz kilisesinin piskoposları ve Monark'ın atadığı yada aynı grubun seçtiği asilzadeler oluşturuyor. Lordlar Kamarası hükümete bakan verebiliyor ancak bunlar yukarda belirttiğimiz üzere hükümet Avam Kamarası'nın güvenoyuna tabi. Lordlar Kamarası kanun teklifl de verebiliyor, ancak bu teklifler de da Avam Kamarası'nın kabulüne bağlı.

TV'de haberlerde gördüğünüz cart yeşil koltukları olan salon Avam Kamarası. Lordlar Kamarası'nın koltukları kırmızı renkli.

İşte böyle.

Bunların işleri o kadar karışık ki, içine biraz daha girersek, bir daha çıkamayız.

İngiltere, Ingiltere deyip duruyoruz da, bu bağımsız ülkenin ismi aslında Birleşik Krallık. Birleşik Krallık içinde dört farklı ulus yada halk var, İngilizler, Galler, İskoçlar ve İrlandalılar. Birleşik Krallık'ta yaşayan İrlandalılar'ın ülkesinin adı Kuzey İrlanda, bunu Birleşik Krallık'tan tamamen bağımsız İrlanda (Cumhuriyeti) ile karıştırmayalım. İrlanda'nın başkenti Dublin, ve Birleşik Krallığın aksine bir EU üyesi. Kuzey İrlanda'nın başkenti ise Belfast ve bütün bu İngiltere'yi kırıp döken ayrılıkçı terör işleri bu ülkede vuku buluyor.

İki cümle ile özetlersek, İrlandalılar koyu Katoliklerdir. Katolikler koyu dindar, bolca da yobazdırlar. Protestanlar ise daha aydın, ilerici, açık görüşlüdürler. Çoğunluğu Protestan olan İngilizler bunlar gitsin de nereye giderlerse gitsin deyip, önce bir batımda Katoliklerin çoğunluğunun bulunduğu İrlanda'yı ayırarak bağımsız yapmışlar. Kuzey İrlanda'da kalanlar ise İngiltere'ye bağlılığı destekleyen Protestanlar ile bağımsızlığı ve sonunda elbette ki İrlanda'ya katılmayı isteyen Katolikler. Hır buradan çıkıyor işte.

Bu Brexit işinden sonra bu kez İskoçya bağımsızlık ilan edip, EU'ya katılmak istiyor. Referandum falan yapacağız diyorlar da, İskoç bir arkadaşla biraz alkol yoğunken yaptığımız geyikten anladığım doğruysa, bir Birleşik Krallık vatandaşının İskoç mu, Ingiliz mi, vesaire olduğu resmi olarak kayıtlı değil. Kimin İskoç ulduğunu bilmeden nasıl sağlıklı bir referandum yapacaklar, anlamış değilim. İskoç olup da Ingiltere’de, İngiliz olup da İskoçya'da yaşayan bir sürü tanıdığım var.

Parlementolara dönersek, Birleşik Krallığın birer parçası olan İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda'nın yetkileri sınırlı ve bir ülkeden diğerine farklılık gösteren yerel parlementoları var ama Krallığın en büyük parçası olan İngilizlerin yerel parlementoları yok. Önceki üç ülkede sözünü ettiğim yerel parlementoların yetkilerini İngiltere için Birleşik Krallık Parlementosu kullanıyor.

Dedim ya çok karışık.

İşi daha da karıştırmak babında, Birleşik Krallığın üstüne bir de Commonwealth dedikleri - galiba bizimkiler İngiliz Devletler Topluluğu diyorlar, içlerinde Kanada, Avustralya hatta Hindistan'ın, Pakistan'ın falan da bulunduğu bir üst topluluk var ama pratikte bunların birbirleri üzerinde bir hükümranlık yetkileri yok.

Westminster Palace
Birleşik Krallığın hemen dibinde üç beş küçük ada devleti bulunur - mesela Man Adası, Kemocum çok sever bunu. Sanılanın aksine bunlar Birleşik Krallığın birer parçası değillerdir. Sadece korumalarını Birleşik Krallık üstlenmiştir.

Terminolojiyi toparlamak adına bir konuya daha değinip, gereğinden fazla uzattığım bu sosyo-politik geyiği sonlandıralım.

Çoğu kimse Great Britain yada Büyük Britanya'yı, ülkenin resmi adı olan United Kingdom Of Great Britain and Northern Ireland'ın içinde geçtiği için devletin kısa ismi zanneder. Halbuki Büyük Britanya, üzerinde İngiltere, Galler ve İskoçyanın bulunduğu adanın ismidir. Zaten bu nedenle devletin resmi adında ayrı bir adada bulunan Northern Ireland ayrıca belirtilmiştir.

Size bütün bunları niye yazıyorum diye sorarsanız, cevabı Londra gezimizdeki bir sonraki durağımızla ilgili.

Westminster Palace.

Westminster Palace, artık uzun uzun Birleşik Krallık diye yazmıyorum, dünyanın geri kalanının da söylediği gibi İngiliz Parlementosunun toplandığı saray. Yani meclis.

Thames nehri kıyısında güzelim Gotik tarzda yapılmış bir bina kompleksi. Üç tane kulesi var. Bu kulelerin en bilineni ise üzerinde bir saatin de bulunduğu Big Ben.

Westminster Köprüsünde yürüyerek saraya doğru yola koyulduk. Bu bölgede semtin kendisi de dahil, her şeyin adı Westminster.

Binlerce turistin arasında itile, kakıla sarayı tavaf eyledik. College Garden dedikleri bir bahçeyi görmek istiyordum. TV'de gördüğünüz röportajların çoğunluğu bu bahçede yapılır. Ancak kalabalıktan bırakın gezmeyi, yaklaşamadık bile.

🐝Mezzy🐝 Big Ben için deli olur
🐝Mezzy🐝 Big Ben için deli olur, çünkü sevgili kızım açısından Big Ben demek Peter Pan demektir. Bol bol fotoğrafını çektik sevgili kızımın bu güzelim saray ve kule ile. Hepimiz için görülmesi gerekli yerler listesinde bir kalem daha tamamlanmıştı.

Tinker Bell üzerimize peri tozu serpmediğinden, uçmak yerine yürüyerek yola koyulduk.

Sarayın hemen yanında, en az saray kadar ünlü Westminster Abbey bulunmakta.

Abbey nedir derseniz, basit anlamda hem ibadet yapılan, hem de rahip ve rahibelerin yaşam alanı olan bir bina yada binalar kompleksi diyebiliriz. Abbey'lerin başındaki din adamına da Abbot derler.

Özellikle Polonya günlerimde biraz biraz bu dini yapıların isimlerini ve fonksiyonlarını öğrenmiştim. Monastery, Convent, Refuge, Abbey, Church (Kilise), Chapel (Şapel, Mabet), Cathedral (Katedral), Basilica, Oratory, vs. Üzerine Sırbistan'da da biraz Ortadoks terminolojisi ekleyince kafam iyice karıştı.

Bu binaların arasındaki ayrımı anlayabilmek için çoğunlukla, özellikle de Katolik kilisesinin din adamlarına verdiği ünvanları bilmek gerekiyor sevgili arkadaşlar. Mesela bir Kilisenin Katedral sayılması için başında blr Piskopos (Bishop) olması gerekiyor. Yine bir piskopos Papa'ya danışmanlık yapıyorsa adı Kardinal oluyor. Ancak Piskopos olmayan Kardinaller de var. Dar anlamıyla bir kilisenin başındaki din adamının ünvanı Papaz (Priest, Minister), bir chappel'ınki ise Chaplin. Rahip (Monk) sözcüğü aslen kendisini tamamen, sadece Hristiyanlığa değil, herhangi bir dine adamış din adamı anlamına gelir. Hristiyan bir Rahip'e ise doğru biçimde Papaz demek gerekir.

Yüzlerce yılın getirdiği karmaşıklıklar bunlar.

Westminster Abbey
Westminster Abbey'e geri dönelim.

Westminster Abbey, İngiliz Kraliçe ve Kralların taç giydikleri mekandır. Bu Monarklar'ın çoğu da öldüklerinde buraya gömülüyor. Bir de kraliyet nikahları bu kilisede kıyılıyor.

Örneğin Prenses Liz - sonrası zamanımızın kraliçesi ve Prens Phil burada evlenmişler. İlginçtir, Lady Di ve Prens Chuck burada evlenmemişler ama Lady Di'nin cenaze töreni burada yapılmış. Prens Billy ve Lady Cathy de burada evlenmişler, keza Prens Andy ve Lady Sally. En son da Kraliçe Liz'in cenazesi buradan kalkmış. En tazesi Kral Chuck III, 1066 yılından bu yana bütün Kraliçe ve Krallar burada taç giymişler.

Westminster'da Westminster Bridge, Westminster Palace ve Westminster Abbey'den sonraki durağımız Westminster Arms oldu.

Westminster Arms

Westminster Arms bir pub, yani bar. Westminster Palace'a yakınlığı yüzünden parlementerlerin çok sevdiği bir mekan. İçinde de Division Bell dedikleri bir çan var. Bu çan, pub'da içen parlementerler için oy verme zamanının geldiğini duyurmak amacıyla çalınıyor. Kalabalıktan içeri giremedik ama bir sonraki Londra ziyaretimizde kesin bir "pint" atacağım.

Kısa bir yürüyüşten sonra Whitehall'a ulaştık. Burası İngiliz hükümetinin çalışma ofislerinin bulunduğu bir bölge.

Whitehall'ın en bilinen noktası ise 10 Downing Street adresindeki başbakanlık. Boris abinin başının sıkışık olduğu zamanlar, rahatsız etmeyeyim dedim, yoksa çalardım kapısını.

Whitehall'da Ministty Of Defence yani Savunma Bakanlığı, bizdeki Genelkurmay Başkanlığı muadili War Office gibi resmi binalar var. Scotland Yard da hayatına burada başlamış.

Scotland Yard bildiğiniz üzere Metropolitan Police Service isimli, Londra polis teşkilatının, halk tarafından kullanılan gayri resmi adı. Bu lakabı ise önceleri Whitehall'da bulunan merkez binasının girişinin Great Scotland Yard isimli bir caddeye bakması nedeniyle almış.

Westminster işte böyle.

Emin adımlarla Londra'da ilerliyoruz.

Bizi izlemeye devam edin…

23 Eylül 2022 Cuma

Ressama Versen

Off bir ressama tarif etsem, hayalimdeki eti bu kadar güzel çizemezdi. Etrafı kıtır, kıtırın içi açık kahverengi, ortası kırmızı-pembe. Üzeri taze değirmenlenmiş ve ateşte hafifçe yanmış karabiber, yanında Paris mantarı ve gratin. 2019’dan bir Cru Bourgeois ile tatlandırıyoruz.

Mevsimin son bbq’sü. Yarın olacaktı, hava muhalefeti nedeniyle bu akşama aldık.

Hafta sonunuz güzel olsun 🥩🍷😋😍❤️



Londra III - Southwark

Sir Francis Drake Hiç de iyi huylu, geçimli biri sayılmazdı sevgili arkadaşlar.

1500'lü yılların ikinci yarısında yaşamış bir İngiliz denizciydi. İngilizler onu Kraliçe I. Elizabeth'in arzusu ve mali desteği ile gerçekleştirdiği dünya etrafındaki yolculuğundan dolayı öne çıkarırlar ancak Drake aynı zamanda bir köle tüccarıydı ve kadın çocuk demeden İspanyolları, İrlandalıları ve Güney Amerikalı yerlileri acımasızca katletmişti. Papazlar dahil kendi komutanlarını da öldürmüşlüğü vardır. Kraliçe ise Bu 'başarılarından' ötürü onu Şövalye ünvanı ile onurlandırmıştır.

Drake'nin kendisi kadar ünlü Golden Hind isimli bir de gemisi vardı. Drake'in dünyayı dolaşmasının ardından bu gemi Londra'nın hemen dibindeki Deptford'da demirlemiş, bir müze gibi halkın ziyaretine açılmış (Deptford'a başka bir vesile ile ilerde yine geleceğiz). Gemi bu limanda yüz yıla yakın demirli kalmış, sonrasında da çürüyerek yavaş yavaş dağılmış. Deptford'da limancılardan biri, geminin yapıldığı kütüklerden en işe yararını alıp, ondan bir sandalye yapmış. Bu sandalye bugün Oxford Üniversitesi'nde saklanmakta.

Golden Hind

Golden Hind'den kala kala bir sandalye kalmış olsa da İngilizler bu efsanevi geminin denizde yüzebilir bir replikasını yapıp, Thames nehrinin kıyısına koymuşlar.

London Bridge köprüsünü geride bırakıp, Southwark içerisinde ilerlerken biz de Golden Hinde isimli bu replikayı gördük. İmla hatası yapmadım. İngilizler her nedense Golden Hind'in bu kopyasına, orijinal isminin sonuna bir 'e' ekleyip, Golden Hinde demişler. Vardır bir bildikleri mutlaka…

Southwark bölgesi pub'ları, restoranları ve yaya yolları ile çok cazibeli bir yer sevgili arkadaşlar. Londra'da biraz vakit geçirdiyseniz, bilerek yada bilmeyerek mutlaka Southwark'ı görmüşsünüzdür.

Londra'nın bu güzel semtinde uzunca bir süre yaşamış çok ünlü bir şahsiyet bulunur sevgili arkadaşlar, William Shakespeare.

Shakespeare için İngiliz edebiyatının en büyük yazarı demek herhalde çok yanlış olmayacaktır. O da, Drake gibi Elizabeth Döneminde yaşamış. Zamanın ozanlarının çoğunluğu gibi şiir, sonat, ancak en önemlisi tiyatro oyunları yazmış.

Bu tiyatro oyunlarının en önemlileri ise Southwark'daki Globe Theatre (yada The Globe) isimli tiyatroda sahnelenmiş. Bu tiyatro binası, Shakespeare yazmayı bıraktıktan kısa bir süre sonra yanıp, kül olmuş. Ardından hemen bir yenisini yapmışlar, o da Protestan'ların Katolik'lere hırsından dolayı zamanın diğer tiyatroları gibi önce kapatılmış, sonra da yıkılmış.

Shakespeare’s Globe

Bu iki binadan kalan döküman ve tasvirler çerçevesinde, eski tiyatronun bulunduğu yerin iki yüz elli metre uzağına, üçüncü bir Globe tiyatro binası yapmışlar, ismini de, Shakespeare'i de dahil ederek, Shakespeare’s Globe koymuşlar. Thames nehri kıyısında bütün cazibesiyle durmakta.

Bugün bu tiyatroda bir Shakespeare oyunu izlemek ister miyim, bilmiyorum sevgili arkadaşlar. Shakespeare’i orijinal İngilizcesiyle okudum. Anlaşılması pek öyle kolay değil.

İngilizce ile biraz aranız varsa bir örnekle anlatmaya çalışayım.

Ünlü Hamlet oyununda, Horatio, Marcellus'a aşağıdaki gibi dertlenir:

What art thou that usurp’st this time of night,
Together with that fair and warlike form
In which the majesty of buried Denmark
Did sometimes march?
By heaven, I charge thee, speak.

Master Yoda gibi geliyor insanın kulağına, değil mi? Şaka bir kenara, insan bir süre sonra thee'lere, thou'lara alışıyor da, bugünkü İngilizce'de kullanılmayan bazı arkaik sözcükler zaman zaman kanırtıyor insanı…

Halbuki aynı oyunun unutulmaz repliğinin geçtiği sahne gayet rahat anlaşılabilir durumdadır:

To be, or not to be, that is the question:
Whether ‘tis nobler in the mind to suffer
The slings and arrows of outrageous fortune,
Or to take Arms against a Sea of troubles,
And by opposing end them: to die, to sleep

Hadi çok başınızı ağrıtmayayım, yeter dediğinizi duyar gibiyim. Thy will be done! Konumuza dönelim.

Shakespeare’den bir tiyatro oyununu izlemek dilin eskiliği bakımından güç olsa da, bu tiyatronun içini dünya gözüyle bir görmek isterim tabii.

Shakespeare’s Globe gezimize başka önemli bir katkıda bulundu. Dibindeki Starbucks'da ağız tadıyla birer kahve içtik. Kahve İngiltere'de çok güzel bu arada.

Kahveden sonra yola koyulduk. Yürürken de Waterloo'dan geçtik.

İlkokulun sonu yada ortaokulun ilk yıllarıydı, o zamanın popüler çocuk kitaplarından birinde okumuştum. Romanın kahramanı Fransız gizli servisinden genç bir teğmen, İngiltere’de, olasılıkla MI6'den bir meslektaşına "Ya, siz İngilizler niye Londra'daki meydanlara Fransızlar'ın kaybettiği savaşların ismini veriyorsunuz?" diye dert yanıyordu.

Waterloo

Waterloo, bu meydanlardan biri. Bildiğiniz üzere Waterloo savaşında ünlü Napolyon, bir İngiliz, bir de Alman (daha doğrusu Prusyan), iki ordu tarafından mağlup edilmişti. Avrupa tarihinde önemli sonuçları olan bir savaştır bu, ama başınızı çok ağrıtmayayım. Detaylar için Abba'nın aynı isimli şarkısına başvurabilirsiniz 😜

Londra'nın başka bir güzelliği, önemli ziyaret noktalarının çoğunun bir bölgede toplanmış olması. Belki bir kere metroya binerek, bir gün içerisinde sadece yürümek suretiyle Londra'nın neredeyse tüm alamet-i farika mekanlarını görebilirsiniz. Ahmet Haşim gibi yazdım anasını satayım, yarısı Arapça, yarısı Türkçe. Ama siz anladınız herhalde…

İşte böyle, böyle, Waterloo'dan kısa bir yürüyüşle London Eye dedikleri, devasa dönme dolap'a ulaştık.

Ben şahsen bu şehrin ruhundan kopuk, şehrin uyumuna ters icatlara çok sıcak bakmıyorum sevgili arkadaşlar. Tamam, tepeye çıkınca manzara güzel de, dünyanın en eski, en cazibeli şehirlerinden birini Gençlik Parkı'na çevirmenin mantığını kafam almıyor.

Paris'e gidenleriniz bilir. Avrupa'nın en tarihi, en bozulmamış kentlerinden biridir. İkinci Dünya Savaşı'nda Fransızlar, Paris'e bir şey olmasın diye teslim olmuşlardı. Bütün Avrupa dümdüz olmuşken, Paris gerçekten de pırıl pırıl, tip-top kaldı.

London Eye

Sonra o soktum akıllılar gitti ve Paris'e La Défense isimli o wannabe Manhattan mahalleyi yaptılar. Ark'dan, Eyfel'den kabak gibi görünüyor. O güzelim tarihi şehrin bir yerinde alakasız, uyumsuz, sözde ultra-modern salakça yapılar. Etmeyin!…

Yine Paris'te, ünlü Louvre müzesinin bahçesine diktikleri o salakça piramit! O müzenin geleneksel, canım tarihi binalarının ortasından pipi gibi fırlamış, salakça camdan bir yapı. Yapanın da, onaylayanın da kıçına girsin…

Berlin'de Reichtag'ın tepesine geçirdikleri sözde modern cam kubbe, Kolezyum'u yıkıp, Roma'ya diktikleri kilise, Budapeşte'de, o güzelim nehir kıyısına diktikleri sözde modern Hilton oteli, tamamen ters perspektiften, Manhattan'ın ortasına yaptıkları Ortaçağ katedrali, hep şehrin karekteriyle uyumsuz, anlamsız çabalar. Bir de İstanbul diye başlayayım, boşlukları siz doldurursunuz artık…

London Eye böyle. Londra'nın kuşkusuz bir simgesi ama bana sorarsanız bir ucube.

But it's nobody's business but the Brits'!

Londra'da yavaş ama emin adımlarla ilerliyoruz sevgili arkadaşlar. Stay tuned!

20 Eylül 2022 Salı

İsviçre Ve Enerji Krizi

Sevgili arkadaşlar, sağda solda İsviçre, evleri 19 dereceden fazla ısıtmayı "yasakladı", duşa iki kişi beraber girmeyi "zorunlu kıldı", enerji bitti falan gibi zırvalar duyuyorum.

Olayı açıklayayım.

İsviçre yönetimi an itibarıyla herhangi bir enerji yoksunluğu olmadığının altını çizdi.

Ancak olası bir enerji eksikliği için sadece tavsiye olarak evleri çok fazla ısıtmama benzeri bir bildirimde bulundu.

İsviçre halkını biraz tanıyorsam, tavsiye bile olsa bu istenilenlere fazlasıyla uyacaklardır. Ancak konuyu Türkiye'deki aklıevvellerin çizmeye çalıştığı felaket senaryolarına getirirsek, saçmalamayı bırakmalarını öneririm.

Ülkede hatrı sayılır miktarda evler çoktan güneş enerjisi panellerini kurdu zaten. Ekim itibarıyla biz örneğin başta Rusya kaynaklı karbon bazlı enerjiden yüzde seksene kadar bağımsız olacağız.

O yüzden bu herbokubilen felaket tellallerine çok itibar etmeyin.

Almanya başta, Avrupa'nın parası var. Bir kışı biraz zor geçirir, sonraki yıla laylaylom girerler.

Bilginiz olsun…

17 Eylül 2022 Cumartesi

Londra II - Köprüler

3 Temmuz 2015 geçeli yedi yıl olmuştu sevgili arkadaşkar. Başka bir deyişle sevgili kızım 🐝Mezzy🐝 bugün yedi yaşına basacaktı.

Sadece yatıp uyuduğu hayatının ilk ayları, sonra ilk gülümsemesi, yattığı yerden elleriyle asılı oyuncakları ile oynaması, karnının üzerine dönmeyi öğrenmesi, emeklemesi, sağa sola tutunarak ayağa kalkması, sonrasında attığı ilk adımı, konuşmaya başlarken söylediği ilk sözcük 'baba', kıvırcık saçlarının dümdüz olması, hangi dili konuşacak diye merak ederken Ingilizce konuşmaya başlaması, ana okulları, karla ilk tanışması, deniz ile ilk tanışması, kayak ve yüzmeyi öğrenmesi, sonrasında okul, Fransızca konuşmaya başlaması, okumayı, toplama, çıkarma yapmayı öğrenmesi bu yedi seneye sığmıştı.

Jelena ile bazen oturup birbirimize gülüyoruz, o Melissa acaba konuşacak mı dediğimiz, sadece kafesinden bize tatlı tatlı bakarken ne zaman yürüyecek diye düşündüğümüz günlerden, bir saniye sussa yada otursa da bir nefes alabilsek dediğimiz günlere geldik.

Kızım doğduğundan beri her gün bilfiil altını değiştirip, ona yemek hazırladım ve ellerimle yedirdim. Artık altını değiştirmiyoruz elbette ama hala öğlen yemeklerini ben hazırlıyorum. Koca kız olduğu babından biraz utanarak söyleyeyim, kendi hazırladığım yemekleri, kaşıkla yine ben yediriyorum. Öyle istiyor çünkü, yiyemediğinden değil, mesela akşam yemeklerini kendisi yer.

Sevgili kızımın doğum gününü aylar önce planlamıştık. Annesi ne giyeceğini belirlemiş, elbisesini Londra’ya getirmişti.

Ancak günümüz gerçekten biraz telaşlı başladı. 🐝Mezzy🐝 ayaklarını yere vuruyor, ben bu elbiseyi giymem diye çığlıklar atıyordu. Annesi ona kırmızı, pullarla kaplı bir elbise seçmişti, ancak 🐝Mezzy🐝 bunun bir Noel elbisesi olduğunu idda ediyor, ben Noel Baba değilim diye yırtınıyordu.

Ben Noel Baba Değilim!
Evde olsak başka bir elbise bulabilirdik elbette ama sabahın sekizinde, Greenwich'de bir otel odasında çok fazla seçeceğimiz yoktu. Bir de işi gücü bırakıp, 🐝Mezzy🐝 için bir elbisenin peşine düşersek, bütün gün çöpe gidecek, planladığımız hiçbir şeyi yapamayacaktık.

Jelena 🐝Mezzy🐝'yi zar zor ikna edebildi ve hemen otelin dibindeki tren istasyonuna geçtik.

🐝Mezzy🐝 bizi Londra'ya götürecek treni beklerken, yine ben Noel Baba değilim diye ikinci bir rezillik çıkardı. Kızı ile bizle aynı treni bekleyen bir kadın dakikalarca dil döktü sevgili kızıma. Elbisenin gerçekten güzel olduğuna, Noel ile bir ilgisi olmadığına ikna etmeye çalıştı. Bağıra çağıra bir kaç saniye önce gelmiş olan trene bindik. Bir süre sonra, neyse ki 🐝Mezzy🐝 biraz durulur gibi olmuş, tren de London Bridge istasyonuna ulaşmıştı. Birlikte yolculuk yaptığımız kadın 🐝Mezzy🐝'nin doğum gününü kutladı, bize de iyi şanslar diledi.

Pırıl pırıl güneşli, sımsıcak bir Londra günü sevgili kızımın doğum gününü kutlamaya başlamıştı.

Hay's Galleria
London Bridge istasyonundan kısa bir yürüyüş bizi Hay's Galleria'ya getirdi. Ortası camla kaplı, 1650'lerden kalma iki depodan oluşan, mükemmel görünüşlü bir galeri burası. İçinde barlar, restoranlar falan ile birlikte pırıl pırıl iki tane de geleneksel kırmızı telefon kulübesi var. Bu devirde kimse telefon kulübesi kullanmıyor tabi ama nostalji için işe yarıyorlar böyle. Bu kırmızı Londra telefon kulübelerine, Royal Mail posta kutularına ve iki katlı kırmızı Londra otobüslerine kenti gezerken rastlamak mümkün.

Hay’s Galleria’nın öbür ucu da doğrudan Thames nehrine açılıyor. Burada da sürpriz yok. On yedinci yüzyılda depolar çoğunlukla bir iskele ile birlikte su yollarına açılırdı.

Thames nehri ile birlikte kıyıda koca bir savaş gemisini de gördük. HMS Belfast bir hafif kruvazör. İkinci Dünya Savaşından hemen önce hizmete girmiş, savaşın başında da bir mayına çarpıp görev dışı kalmış. İki sene boyunca tamir görmüş, sonra tekrar savaşa katılmış. Rusya'da, Normandiya çıkarmasında savaşmış. Daha sonra Kore savaşına katılmış, 1963 yılında da emekli olmuş. HMS Belfast parçalanmak yerine bir müze haline getirilip, Thames nehrine çekilmiş. Londra'nın oldukça popüler bir ziyaret noktası. Bu gidişimizde gezmedik ama bir sonraki kez görmeyi planlıyoruz.

HMS Belfast
HMS Belfast'ın ardından doğu'ya doğru kısa bir yürüyüş bizi ünlü Tower Bridge'e getirdi. Tower Bridge için Londra'nın sembolü dersek herhalde çok fazla yanılmış olmayız sevgili arkadaşlar. Çok güzel bir yapı. İki katlı ve alt katı, Thames üzerinden gemilerin geçebilmesi için yukarı doğru katlanarak açılıyor. Köprünün iki ucunda 65 metre yüksekliğinde iki tane kule var. Tower bilebileceğinz üzere 'kule' demek. Bu köprüye Tower Bridge ismi bu kuleler yüzünden verilmiş olabilir. İsmin başka olası bir kaynağı ise köprünün kuzey tarafındaki Tower of London isimli kale. Bu güzel köprü yüz yıldan biraz daha yaşlı.

Köprünün üst katındaki yaya girişini, açıldıktan hemen sonra orospular mekan tutmuş, bu yüzden de 1910'dan 1982'ye kadar uzun bir süre kapalı tutulmuş. Şimdilerde açık ama orospular artık yok.

Tower Bridge
Tower Bridge'den ayrılıp, geldiğimiz yoldan geri, The Queen's Walk'da yürümeye başladık. Bu The Queen's Walk aslında biraz turist işi. Burada yürümüş olabilecek tek queen yani kraliçe, Elizabeth olmalı, çünkü çok yeni, onun da yürümüş olduğunu zannetmiyorum. Yine Queen's Walk nerede biter, Jubilee Walk dedikleri, yine Elizabeth'in jübilesi için yaptıkları promenad nerede başlar, açıkçası çok iyi anlayamadım. Yine de Thames kenarında yürümek için güzel bir mekan.

HMS Belfast'a bir kez daha selam verdikten sonra Hay's Galleria'yı geçip, bu kez Thames üzerindeki başka bir körüye ulaştık. Bu köprünün ismi London Bridge. Tower Bridge ile karşılaştırıldığında çok daha sönük, sıradan kalan bir köprü, ama bence çok daha renkli, öyküsü çok daha zengin bir yapı.

Bir kere London Bridge Is Falling Down isimli çocuk şarkısı bu köprü için yazılmış. Şimdi bana ne lan İngiliz çocuk şarkılarından demeyin ve Youtube'da bulup bir dinleyin. İsminden tanımamış olabilirsiniz ama bilmeyeniniz olduğunu zannetmiyorum. Sevgili kızım da küçükken çok dinlerdi bunu.

Ancak London Bridge için bir çocuk şarkısından başka söylenecek daha çok şey var.

Bir kere bugün gördüğünüz London Bridge aynı bölgede yapılmış, aynı isimli köprülerden sonuncusu. Romalılar'dan başlayarak Ortaçağ, Yeniçağ ve Modern Çağ'da hep bu mekanda bir London Bridge olmuş. Özellikle Ortaçağ'da, 1200'lü yıllardan 1800'lü yıllara kadar ayakta kalan London Bridge gerçekten çok güzel bir köprüymüş, merak ediyorsanız bir gugıllayın.

Ancak öyküsü en ilginç olanı bir sonraki London Bridge.

Yarı-resmi olarak New London Bridge, yani Yeni Londra Köprüsü şeklinde bilinen bu köprü 1831'den 1967'ye kadar Thames nehrinin iki yakasını birleştirmiş. Bu köprüyü bugün de görmeniz mümkün ancak bunun için Londra yerine ABD'ye, Arizona eyaletinin Lake Havasu City kentine gitmeniz gerekecek.

Çünkü bu bu köprü satılmış, parçalarına ayrılıp, tee Amarika’ya taşınmış ve orada yeniden bir araya getirilmiş.

Yok, yok, bu bir Sülün Osman işi değil - bu konuya az sonra geleceğiz, gerçekten satılmış ve Amerika'ya taşınmış.

Köprü yenilenme aşamasına geldiğinde İngilizler bunu yıkmak yerine satalım diye düşünmüşler. Köprü satılığa çıktığında Amarikadaki McCulloch Oil isimli petrol şirketinin sahibi Robert McCulloch, zamanın parasıyla 460 bin doları bastırıp, bu köprüyü satın almış, memleketine götürüp çat diye dikmiş.

Ancak rivayete göre Bobby McCulloch bu köprüyü alırken London Bridge'i çok daha güzel ve cazibeli Tower Bridge zannedip, anlaşmayı öyle imzalamış.

Öykünün bu tarafı hem satıcı, hem de alıcı tarafından şiddetle yalanlanmış durumda. Ancak oturup düşündüğünüzde bir satıcının lan nasıl geçirdim, Tower Bridge deyip, London Bridge'i sattım, alıcının da kafama sokayım ben ne yaptım da yanlış köprüyü aldım demiyeceğine, ve petrol zengini bir hillbilly'nin ne aldığını bilmeden 460 bin doları bastırabileceğine inanmıyorsanız, öykünün bu kısmının yalan olduğunu kabullenebilirsiniz.

London Bridge'in öyküsü işte böyle.

Sevgili kızımın doğum günü devam edecek.

Sevgi ile kalın ❤️

13 Eylül 2022 Salı

Londra I - İlk Gün

İkinci Dünya Savaşı başladığında Hitler, diğer Avrupa ülkelerini İngilizcede dedikleri gibi 'pants down', yani pantolonları düşükken yakalamıştı. Birinci dünya savaşı esnasında kısıtlı bir biçimde kullanılmış hava gücünü, Amerika dahil diğer ittifak devletler tamamen anlayıp, geliştiremeden hava kuvvetlerini modern uçaklarla donatmış, Birinci Dünya Savaşı'nın bazen yıllarca bir sonuca ulaşamamış siper savaşlarını, uçak ve tanklarla 'Blitzkrieg' dedikleri yıldırım/şimşek harekatı anlamına gelen savaş taktiğiyle değiştirmişti.

Hitler 1 Eylül 1939'da bu taktikle Polonya'ya saldırdı. 1941'in ilk bir kaç ayı içerisinde bütün Batı Avrupa Alman orduları tarafından işgal edilmişti. Bütün savunmasını Birinci Dünya Savaşı mantığıyla Alman sınırına Majino hattı ismiyle, aslında gelişmiş bir siper halinde kuran Fransa, bu hat üzerinde tek bir kurşun atılmadan teslim oldu. Tamamen statik, yani hareketsiz bir savunma şeridi olam Majino Hattı, Hitler'in bu hatta hiç dokunmadan, ordularını Hollanda ve Belçika üzerinden geçirmesiyle işe yaramaz bir hale gelmişti.

Batı Avrupa'da kala kala sadece İngiltere kalmıştı. İşin aslı Hitler İngiltere ile çok ilgilenmiyordu. Aklında Rusya vardı. Ancak, özellikle Amerika ile yakın bir atlama taşının da yakınlarında olmasını istemiyordu. Amacı İngiltere ile bir barış, hatta ittifak yapmaktı.

Ne var ki Ingiltere’nin başında Churchill vardı ve Almanya ile bırakın barışı, ittifakı falan, sonuna kadar savaşmaya niyetliydi.

Hitler de bu yüzden İngiltere'ye saldırdı.

Blitzkrieg'i tam olarak Ingiltere’ye uygulamak ilk başta mümkün olmayacaktı. Malumunuz, İngiltere bir adadır ve Blitzkrieg için tankları karşı kıyıya geçirmek gerekiyordu. Bundan dolayı Hitler'in İngiltere'nin hava gücünü ortadan kaldırması şarttı.

Böylece tarihin ilk kapsamlı hava savaşı olan Battle of Britain başlamış oldu. Hitlerin bombardıman ve avcı uçakları önce İngiliz uçaklarını, sonra bu uçakların bulunduğu üsleri, daha sonra da başta Londra, İngiliz şehirlerini, yani sivil halkı hedef aldı.

Messerschimit Bf 109
Alman uçakları İngiltere içlerine girdikçe, kullandıkları yakıttan dolayı hedef üzerinde kalma süreleri de azalıyordu. Bir Alman avcı uçağının Londra üzerinde sadece on dakikalık vakti vardı. Bu süre Alman bombardıman uçakları için daha uzun olsa da, avcı uçaklarının koruması olmadan kolay birer av durumuna düşüyorlardı.

İngilizler gelen Alman uçaklarını önceden tespit edebilmek için ilk başlarda betondan, neredeyse bir kulağın anatomisine sahip, kepçe şeklinde yapılar kurmuşlardı. Bu kepçenin alt ucuna kulağını dayayan gözlemci Alman uçaklarının motor seslerini uzaktan duyabilmeyi umuyordu. Bu yapıları gerçekten yakından görmek isterim. Galler'e bir gün gidebilirsem sizinle de paylaşırım.

Daha sonra İngilizler radar ismini verdikleri cihazlarla Alman uçaklarını uzaktan tespit etmeye başladılar. Hawker Hurricane ve Supermarine Spitfire uçakları düşman uçakları hedeflerine ulaşmadan on beş dakika kadar önce haber alıyor, hemen kalkarak bu uçakları kanal üzerinde karşılıyorlardı.

Supermarine Spitfire
Alman avcı uçakları, özellikle Messerschimit Bf 109'lar aslen İngiliz avcı uçaklarına göre daha üstün sayılırlardı. Daha hızlıydılar çünkü motorlarında karbüratör yerine enjektör kullanıyorlardı. İngiliz Spitfire'ları ise daha kıvraktılar. Me 109'larda kuvvetli bir top vardı, kodumu oturtuyordu. Spitfire'ların makineli tüfekleri ise çok etkili değildiler. Alman uçakları bazen yüzlerce mermi isabet etmiş olsa da üstlerine dönebiliyorlardı. Aynı şeyi İngiliz uçakları için söylemek mümkün değildi.

Ne var ki üstün sayılabilecek Alman uçakları Ingiltere üzerinde yakıtları bitmeden sadece dakikalarla ölçülebilecek sürelerde kalabilirlerken, Ingilizlerin saatlerle ölçülen uçuş süreleri vardı. Bir de bir İngiliz uçağı İngiltere üzerinde isabet alıp düştüğünde pilot sıcak çay ve battaniyelerle karşılanırken, Alman pilotlarını biraz farklı bir muamele bekliyordu.

Battle of Britain'ın bir galibi olmadı. Hitler bir gün uçakları göndermekten vaz geçti ve savaş da böylece bitmiş oldu. Ancak bu savaştan kuşkusuz İngilizler kazançlı çıktı. Hem adalarını işgal ettirmediler, hem de sonuçları tüm dünya için olumsuz olabilecek bir barışa zorlanmadılar.

RAF, yani Kraliyet Hava Kuvvetleri'nin Londra'daki müzesini gezerken Battle of Britain'ı iliklerime kadar hissettim sevgili arkadaşlar. Elbette Bol bol Spitfire'lar, Hurricane'ler, Tempest'lar, Typhoon'lar, Beaufigher'lar falan vardı, ancak bu müzeyi iginç yapan, savaşın diğer tarafının uçaklarının da sergilenmesiydi.

Me 109 mesela. Müzenin küratörü bu uçağı gerçek bir tutkuyla anlatıyordu ziyaretçilere.

Junkers Ju 87 Stuka
Yine savaşın ilk günlerinin kahramanı Junkers Ju 87 Stuka pike bombardıman uçağını etiyle, kemiğiyle ilk görüşümdü. Yakıp, yıktıkları bir kenara, dalarken rüzgarın çalıştırdığı sireni ile ıslık çalarak aşağıdakilere terör estirmişti bu acayip uçak.

Heinkel He 111'i de ilk kez etiyle kemiğiyle görüyordum. Battle of Britain kadrosundan sadece Junkers Ju 88 eksikti.

İkinci dünya savaşından ünlü Boeing B-17 Flying Fortress - Memphis Belle filminden hatırlayabilirsiniz ve Consolidated B-24 Liberator da bu müzede yerlerini almışlardı.

Avro Lancaster
Ancak baş köşe Avro Lancaster yada kısaca 'Lanc' için ayrılmıştı. Bu devasa bombardıman uçağını Dambusters filminden bileceksinizdir. Öyle büyük bir bomba kompartmanı var ki, suyun üzerinden sekerek, barajları vuran Wallis'in zihni sinir bombalarını sadece bunlar taşıyabiliyordu.

Başka ilginç bir İkinci Dünya Savaşı uçağı ise de Havilland Mosquito. Yani sivrisinekti. Mosquito iki motorlu, büyük sayılabilecek pervaneli bir uçaktır, ancak zamanının en hızlılarından biridir. Niye derseniz, gövdesi tamamen ahşaptan üretilmiştir. Yani tahtadan bir uçak! Ama o Spitfire'lara, Mustang'lere nal toplatır. Av, bombardıman, keşif, hedef bulma, her işe yarıyor sizin anlayacağınız. Yapımı hızlı ve ucuz. Zamanın bir harikası.

Müzede hatrı sayılır miktarda İkinci Dünya Savaşı öncesi uçaklar var. Ancak en seksi olanları soğuk savaş ve günümüzün jetleri.

de Havilland Mosquito
Mesela Avro Vulcan. Bu delta kanatlı dev uçak Handley Page Victor ve Vickers Valiant ile birlikte soğuk savaşın 'V' Bombardıman Filosunu, yani İngiliz nükleer bombardıman gücünü oluşturuyordu. Victor ve Valiant bu nükleer bombardıman işini erken bıraktılar, başka görevlere çevrildiler. Müzede mesela tankere dönüştürülmüş bir Victor'ın burnu var. Ancak Vulcan uzun süre saldırı rolünde kullanılmaya devam etti. Şükür ki herhangi bir nükleer silah kullanmadı ama Falkland savaşı esnasında Ingiltere’den kalkıp, tee Arjantine uçup, Falkland'ı bombalayarak geri dönmüşlüğü vardır. Çok klas uçaktır, görünüşünü çok severim.


Avro Vulcan

Müzede bulunan başka hayli ilginç bir soğuk savaş dönemi uçağı da English Electric Lightning. Bir jet önleme uçağıdır, ancak uçağa bir bakın, her şeyin geleneksel İngiliz tersliğiyle tasarımlanmış olduğunu görürsünüz.

Ingiliz tersliği sadece yolun solundan giderek değil, bir çok farklı şekilde kendisini gösterir. Örneğin dünyanın tüm otomatik silahlarının şarjörleri silahın altında bulunurken İngilizler bunu silahın yanına takmışlar ve ortaya Sten dedikleri makineli tabanca çıkmış. Bakmışlar Yeteri kadar terslik yaratamamışlar, bu kez şarjörü tüfeğin üzerine takıp, Bren'i yapmışlar.

Lightning uçağı da aynı hesap. İki jet motoru mesela, dünyanın geri kalanı gibi yan yana değil, üst üste yerleştirilmiştir. Yine dünyadaki bütün uçaklar yakıt tanklarını kanat altında taşırken, Lightning bunları kanatlarının üzerinde taşır. Yazık bu tankları takıp, çıkaran bakımcılara….

English Electric Lightning
Ancak bu komik uçağın çok önemli bir özelliği vardır sevgili arkadaşlar. Çok teknik detaylara girip, başınızı ağrıtmadan anlatmaya çalışayım.

Jet motorlu avcı uçaklarının çoğu ses hızının üzerinde uçabilen, yani süpersonik uçaklardır. Bu uçakların jet motorları uçakları ancak ses hızının sınırlarına kadar getirebilir. Ses hızını geçebilmek için ise jet motorundan çıkan sıcak gazların üzerine saf uçak benzini sıkmak gerekir. Afterburner yada art yakıcı denilen bu yöntem, benzinin bir anda alev almasıyla ortaya çok büyük bir itici güç çıkarır. Mangalda yanan kömürün üzerine gazete kağıdı atmaya benzer bu, kağıt bir an için alev alır ve çok kısa bir süre için ısı yükselir. Bu yüksek ısıyı sürekli halde tutabilmek için habire ateşe kağıt atmanız gerekir. Uçaklarda da aynı şekilde ses hızının üzerindeki hızlarda kalabilmek için devamlı afterburner'ı yakılı tutmanız gerekir.

Ancak afterburner manyak gibi yakıt yer. Bir F-16 afterburner'ı yanık halde sadece dokuz dakika uçabilir, sonra yakıtı biter ve güm! Ses hızının altında yani subsonic hızlarda, konfigürasyona göre değişiklik gösterse de, bir F-16'nın havada kalış süresi bir-iki saati bulabilir. Kısacası aklı başında hiç bir pilot, F-16'sını maksimum hızı olan sesin iki katında uçurmaz. Afterburner sadece kalkışlarda, ya da havada dönüşlerin sonrasında kaybedilen enerjiyi geri kazanmak için bir kaç saniyeliğine yakılır. Ha, bir de kıçınızda bir füze varken, ondan kaçabilmek için…

İşte Lightning denilen yukarda bahsettiğim ilginç uçak ses hızının üzerine afterburner'ını yakmadan çıkabilir! Buna supercruise derler. Supercruise, yani afterburner kullanmadan, yani eksoza benzin sıkmadan ses hızının üzerine çıkabilme özelliği çok az uçakta bulunur sevgili arkadaşlar.

Supercruise'un en hassosu Concorde'lardadır. Saatlerce ses hızının iki katında uçabilirler(di) bu güzelim uçaklar.

Concorde'ların ses hızı üzerinde uçarken çok az fotoğrafı bulunur. Çünkü maksimum hızları Concorde'dan daha yüksek olan uçaklar bulunsa da afterburner'lari yakıtlarını yiyip, bitirdiğinden Concorde'la birlikte uçamazlar.

Supersonic hızda uçan Concorde fotoğrafların en güzeli bir Tornado uçağı tarafından çekilmiştir. İsme bakın! "Tornado!" Fırtına, şimşek, felaket anasını satayım! Kodumu oturtan av-bombardıman uçağı… Bu canavar uçak, Concorde ses hızının 2.3 katında uçarken, aksi yönden kalkıp, onu yakaladığında afterburner'ını yakmış, iki saniyede cırt bir resmini çekip, zar zor geri dönebilmiş 😄

F-22 Raptor'lar, Fransız Rafale'lar, İsveç Gripen'lar ve Eurofıghter Typhoon'lar supercruise yapabilirler. F-35'ler de yıldızlar uygun bir şekilde sıralandığında biraz supercruise uçabiliyorlar. Ancak Lightning'e biraz saygı. Yukarda saydığım uçaklar hep 1990-2000'lerin tasarımıdır. Lightning ise ilk 1954 yılında uçmuştu.

Bir hatırlatma. Supercruise'u, faydalı bir sürede, faydalı bir yük ile afterburner kullanmadan ses hızının üzerinde uçma şeklinde anlayın lütfen. Yoksa 1950'lerin bir F-86'sını - o aralar afterburner falan hak getire tabii, çıkabildiği maksimum yüksekliğe çıkarıp, burnunu yere çevirir, gaza da sonuna kadar basarsanız, uçak bir noktada ses hızını aşacaktır. Ancak bunun uçağın görev profiline herhangi bir katkısı yoktur. Ne sizi gideceğiniz yere daha çabuk götürür, ne de muharebe kabiliyetinizi artırır. Aynı anlamda pilotun dualarla denize çaktığı Egypt Air B-767 yolcu uçağı da parçalanmadan önceki son bir kaç saniyesinde afterburner'ı olmadığı halde ses hızının üzerine çıkabilmişti.

Konuyu kapatmadan İngilizlerin bu afterburner işine 'reheat' dediğini hatırlatalım ve müzede yolumuza devam edelim.

Hawker Siddley Harrier

Soğuk savaşın başka bir anıtsal uçağı da Hawker Siddley Harrier'dır sevgili arkadaşlar. İngiliz tasarımı bu jet dikine kalkıp inebilir. Yani bir piste ihtiyaç duymaz. Böyle bir uçağı yapmayı bir çok ulus, bir çok firma denedi ama Harrier'dan başka hiç biri seri üretime girecek kadar başarılı bir tasarım yapamadı. Rus yapımı işe yaramaz bir kaç sınırlı üretime girmiş örneği saymazsak, Harrier'a en yakın uçak günümüzün tasarımı F-35B'dir. O bile biraz faydalı bir yükle dikine kalkamaz, ancak kısa bir pistten havalanabilir. Bu kısa pistten havalanma işini Harrier'da çok iyi becerir, o yüzden bazen ona 'Jump Jet', yani zıplayan uçak derler.

Harrier'lar Falkland savaşında tartışmasız bir hava üstünlüğü sağladılar. Öyle çok hızlı, çok hırçın uçaklar değillerdi, hatta bir hava-hava savaşı için bile tasarımlanmamışlardı ancak Arjantin Mirage'ları peşlerindeyken dikine uçuş becerileri yüzünden bir tür frene basarak devamlı uçmak zorunda olan Mirage'ları önlerine alıp, it dalaşında çok önemli bir avantaj sağlıyorlardı.

Bu güzelim uçakları Amerikalılar biraz geliştirdiler ve kaderin bir cilvesi, Ingilizlere geri sattılar.

Harrier'i ilk görüşüm değildi bu ama Londra RAF müzesindeki örnek hem çok iyi durumdaydı, hem de kanat altı yükleriyle tavana asılı sergilendiğinden her açıdan mükemmel görülebiliyordu.

Aynı salonda Eurofighter Typhoon'un ilk prototipi, hiç bir işe yaramayan, sadece bu kadar para harcadık, bari kullanalım mantığıyla üretilmiş Panavia Tornado, ilgilisine SPECAT Jaguar, ki bu da aslında bir halta yaramayan ama her nedense çok popüler olmuş bir soğuk savaş reliğidir, bulunmakta.

Blackburn Buccaneer
Oralarda bir yerde bir de Blackburn Buccaneer isimli bir jet de sergileniyor. Uçak gemisinden kalkıp, nükleer bomba atması için tasarımlanmış. Amerikalıların da aynı amaçla yaptıkları A-5 Vigilante gibi uçakları var ama görev profilinin manasızlığı yüzünden bu uçaklar bir süre sonra hep başka amaçlarla kullanılmış. Eğer deniz merkezli bir nükleer güç projeksiyonu gerekiyorsa, denizaltılardan atılan nükleer başlıklı füzeler bu iş için özel uçak tasarımlayıp, pilotların eğitimiyle, bakımıyla falan uğraşmaktan çok daha pratiklerdir. Yine de Buccaneer çok güzel görünümlü bir uçak. Ben görmekten fazlasıyla zevk aldım.

Müzede görülecek çok şey var, ben başınızı ağrıtmamak için sadece ilginç bir-ikisini anlattım.

RAF Müzesi Londra'da ilk gün planlarımızın bir parçası değildi. Ancak havanın yağmurlu olacağını öğrendikten sonra kapalı bir yer olması bakımından ilk güne aldık.

İngilizler müzeyi çok güzel tasarımlamışlar. İlgileniyorsanız mutlaka görün. Dev bir Sunderland deniz uçağının kanatları altında bir şeyler içip, bir Spitfire kokpitine oturabilir, havacılık tarihinin önemli bir parçasını dünya gözüyle görebilirsiniz.

Beni bıraksanız bu müzede günlerce kalabilirdim ama gitme zamanı gelmişti. Tarifi zor yorucu bir günden sonra sevgili karım Jelena artık dayanamamış, B-24'ün kanatları altındaki sandalyelere uzanıp, uyuya kalmıştı.

Rotamızı otele çevirip, Londra'daki ilk günümüzü böyle tamamladık.

Devam edeceğiz…

11 Eylül 2022 Pazar

Türkiye Yabancılar İçin Cennet!

Sevgili arkadaşlar, geleneksel olarak olan bitenden tamamen bihaber, herbokubilenler durmadan bağlıyor.

"Türk Lira'sının değeri düştü, Türkiye ucuzladı, yabancı para birimi izerinden geliri olanlar için cennet oldu"

İnanın bana baştan aşağı zırva.

Olaya lütfen sadece tek taraflı döviz kuru, yani devalüasyon üzerinden değil, onu ters yönde eşitleyen enflasyon tarafından da bakın.

Tamam, Törkiş Lira yerlerde sürünüyor da, benim salak halkım ne yapalım mukadderat deyip, yerinde mi oturuyor? Tabii ki değil. Onlar da fiyatlara zam yapıyor.

I.e. enflasyon!

Türkiye yabancılar için cennet lafı tamamen zırva.

Yurt dışında yaşayan biri olarak söylüyorum.

Türkiye'de bir tatil, Yunan adalarından daha pahalı.

Geçen Girit'deki all-inclusive otellere baktım. Yeminle Türkiye'den yüzde 10-30 daha ucuz.

Hem de oraya gittiğinizde buzdolabından çıkmış köpek öldüren değil adam gibi bir şarap içebiliyor, etrafınızda size üç kuruşluk incik boncuk satmak için gününüzü zehir eden yalak yapışkan satıcılarla, karınıza, kızınıza yiyecekmiş gibi bakan çakallarla uğraşmıyorsunuz. Huzurla tatilinizi yapıyorsunuz.

Easyjet İspanya'ya elli Frank'ın altında uçuyor. Hadi gidin bakın Pegasus yaz aylarında Antalya'ya kaç paraya uçuyor?

Dört senedir Türkiye yerine İspanya'ya gidiyoruz, boşuna mı?

Door-to-door, yüzde elli daha ucuz.

Uyanın, tavsiye ederim…

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...