23 Eylül 2022 Cuma

Londra III - Southwark

Sir Francis Drake Hiç de iyi huylu, geçimli biri sayılmazdı sevgili arkadaşlar.

1500'lü yılların ikinci yarısında yaşamış bir İngiliz denizciydi. İngilizler onu Kraliçe I. Elizabeth'in arzusu ve mali desteği ile gerçekleştirdiği dünya etrafındaki yolculuğundan dolayı öne çıkarırlar ancak Drake aynı zamanda bir köle tüccarıydı ve kadın çocuk demeden İspanyolları, İrlandalıları ve Güney Amerikalı yerlileri acımasızca katletmişti. Papazlar dahil kendi komutanlarını da öldürmüşlüğü vardır. Kraliçe ise Bu 'başarılarından' ötürü onu Şövalye ünvanı ile onurlandırmıştır.

Drake'nin kendisi kadar ünlü Golden Hind isimli bir de gemisi vardı. Drake'in dünyayı dolaşmasının ardından bu gemi Londra'nın hemen dibindeki Deptford'da demirlemiş, bir müze gibi halkın ziyaretine açılmış (Deptford'a başka bir vesile ile ilerde yine geleceğiz). Gemi bu limanda yüz yıla yakın demirli kalmış, sonrasında da çürüyerek yavaş yavaş dağılmış. Deptford'da limancılardan biri, geminin yapıldığı kütüklerden en işe yararını alıp, ondan bir sandalye yapmış. Bu sandalye bugün Oxford Üniversitesi'nde saklanmakta.

Golden Hind

Golden Hind'den kala kala bir sandalye kalmış olsa da İngilizler bu efsanevi geminin denizde yüzebilir bir replikasını yapıp, Thames nehrinin kıyısına koymuşlar.

London Bridge köprüsünü geride bırakıp, Southwark içerisinde ilerlerken biz de Golden Hinde isimli bu replikayı gördük. İmla hatası yapmadım. İngilizler her nedense Golden Hind'in bu kopyasına, orijinal isminin sonuna bir 'e' ekleyip, Golden Hinde demişler. Vardır bir bildikleri mutlaka…

Southwark bölgesi pub'ları, restoranları ve yaya yolları ile çok cazibeli bir yer sevgili arkadaşlar. Londra'da biraz vakit geçirdiyseniz, bilerek yada bilmeyerek mutlaka Southwark'ı görmüşsünüzdür.

Londra'nın bu güzel semtinde uzunca bir süre yaşamış çok ünlü bir şahsiyet bulunur sevgili arkadaşlar, William Shakespeare.

Shakespeare için İngiliz edebiyatının en büyük yazarı demek herhalde çok yanlış olmayacaktır. O da, Drake gibi Elizabeth Döneminde yaşamış. Zamanın ozanlarının çoğunluğu gibi şiir, sonat, ancak en önemlisi tiyatro oyunları yazmış.

Bu tiyatro oyunlarının en önemlileri ise Southwark'daki Globe Theatre (yada The Globe) isimli tiyatroda sahnelenmiş. Bu tiyatro binası, Shakespeare yazmayı bıraktıktan kısa bir süre sonra yanıp, kül olmuş. Ardından hemen bir yenisini yapmışlar, o da Protestan'ların Katolik'lere hırsından dolayı zamanın diğer tiyatroları gibi önce kapatılmış, sonra da yıkılmış.

Shakespeare’s Globe

Bu iki binadan kalan döküman ve tasvirler çerçevesinde, eski tiyatronun bulunduğu yerin iki yüz elli metre uzağına, üçüncü bir Globe tiyatro binası yapmışlar, ismini de, Shakespeare'i de dahil ederek, Shakespeare’s Globe koymuşlar. Thames nehri kıyısında bütün cazibesiyle durmakta.

Bugün bu tiyatroda bir Shakespeare oyunu izlemek ister miyim, bilmiyorum sevgili arkadaşlar. Shakespeare’i orijinal İngilizcesiyle okudum. Anlaşılması pek öyle kolay değil.

İngilizce ile biraz aranız varsa bir örnekle anlatmaya çalışayım.

Ünlü Hamlet oyununda, Horatio, Marcellus'a aşağıdaki gibi dertlenir:

What art thou that usurp’st this time of night,
Together with that fair and warlike form
In which the majesty of buried Denmark
Did sometimes march?
By heaven, I charge thee, speak.

Master Yoda gibi geliyor insanın kulağına, değil mi? Şaka bir kenara, insan bir süre sonra thee'lere, thou'lara alışıyor da, bugünkü İngilizce'de kullanılmayan bazı arkaik sözcükler zaman zaman kanırtıyor insanı…

Halbuki aynı oyunun unutulmaz repliğinin geçtiği sahne gayet rahat anlaşılabilir durumdadır:

To be, or not to be, that is the question:
Whether ‘tis nobler in the mind to suffer
The slings and arrows of outrageous fortune,
Or to take Arms against a Sea of troubles,
And by opposing end them: to die, to sleep

Hadi çok başınızı ağrıtmayayım, yeter dediğinizi duyar gibiyim. Thy will be done! Konumuza dönelim.

Shakespeare’den bir tiyatro oyununu izlemek dilin eskiliği bakımından güç olsa da, bu tiyatronun içini dünya gözüyle bir görmek isterim tabii.

Shakespeare’s Globe gezimize başka önemli bir katkıda bulundu. Dibindeki Starbucks'da ağız tadıyla birer kahve içtik. Kahve İngiltere'de çok güzel bu arada.

Kahveden sonra yola koyulduk. Yürürken de Waterloo'dan geçtik.

İlkokulun sonu yada ortaokulun ilk yıllarıydı, o zamanın popüler çocuk kitaplarından birinde okumuştum. Romanın kahramanı Fransız gizli servisinden genç bir teğmen, İngiltere’de, olasılıkla MI6'den bir meslektaşına "Ya, siz İngilizler niye Londra'daki meydanlara Fransızlar'ın kaybettiği savaşların ismini veriyorsunuz?" diye dert yanıyordu.

Waterloo

Waterloo, bu meydanlardan biri. Bildiğiniz üzere Waterloo savaşında ünlü Napolyon, bir İngiliz, bir de Alman (daha doğrusu Prusyan), iki ordu tarafından mağlup edilmişti. Avrupa tarihinde önemli sonuçları olan bir savaştır bu, ama başınızı çok ağrıtmayayım. Detaylar için Abba'nın aynı isimli şarkısına başvurabilirsiniz 😜

Londra'nın başka bir güzelliği, önemli ziyaret noktalarının çoğunun bir bölgede toplanmış olması. Belki bir kere metroya binerek, bir gün içerisinde sadece yürümek suretiyle Londra'nın neredeyse tüm alamet-i farika mekanlarını görebilirsiniz. Ahmet Haşim gibi yazdım anasını satayım, yarısı Arapça, yarısı Türkçe. Ama siz anladınız herhalde…

İşte böyle, böyle, Waterloo'dan kısa bir yürüyüşle London Eye dedikleri, devasa dönme dolap'a ulaştık.

Ben şahsen bu şehrin ruhundan kopuk, şehrin uyumuna ters icatlara çok sıcak bakmıyorum sevgili arkadaşlar. Tamam, tepeye çıkınca manzara güzel de, dünyanın en eski, en cazibeli şehirlerinden birini Gençlik Parkı'na çevirmenin mantığını kafam almıyor.

Paris'e gidenleriniz bilir. Avrupa'nın en tarihi, en bozulmamış kentlerinden biridir. İkinci Dünya Savaşı'nda Fransızlar, Paris'e bir şey olmasın diye teslim olmuşlardı. Bütün Avrupa dümdüz olmuşken, Paris gerçekten de pırıl pırıl, tip-top kaldı.

London Eye

Sonra o soktum akıllılar gitti ve Paris'e La Défense isimli o wannabe Manhattan mahalleyi yaptılar. Ark'dan, Eyfel'den kabak gibi görünüyor. O güzelim tarihi şehrin bir yerinde alakasız, uyumsuz, sözde ultra-modern salakça yapılar. Etmeyin!…

Yine Paris'te, ünlü Louvre müzesinin bahçesine diktikleri o salakça piramit! O müzenin geleneksel, canım tarihi binalarının ortasından pipi gibi fırlamış, salakça camdan bir yapı. Yapanın da, onaylayanın da kıçına girsin…

Berlin'de Reichtag'ın tepesine geçirdikleri sözde modern cam kubbe, Kolezyum'u yıkıp, Roma'ya diktikleri kilise, Budapeşte'de, o güzelim nehir kıyısına diktikleri sözde modern Hilton oteli, tamamen ters perspektiften, Manhattan'ın ortasına yaptıkları Ortaçağ katedrali, hep şehrin karekteriyle uyumsuz, anlamsız çabalar. Bir de İstanbul diye başlayayım, boşlukları siz doldurursunuz artık…

London Eye böyle. Londra'nın kuşkusuz bir simgesi ama bana sorarsanız bir ucube.

But it's nobody's business but the Brits'!

Londra'da yavaş ama emin adımlarla ilerliyoruz sevgili arkadaşlar. Stay tuned!

20 Eylül 2022 Salı

İsviçre Ve Enerji Krizi

Sevgili arkadaşlar, sağda solda İsviçre, evleri 19 dereceden fazla ısıtmayı "yasakladı", duşa iki kişi beraber girmeyi "zorunlu kıldı", enerji bitti falan gibi zırvalar duyuyorum.

Olayı açıklayayım.

İsviçre yönetimi an itibarıyla herhangi bir enerji yoksunluğu olmadığının altını çizdi.

Ancak olası bir enerji eksikliği için sadece tavsiye olarak evleri çok fazla ısıtmama benzeri bir bildirimde bulundu.

İsviçre halkını biraz tanıyorsam, tavsiye bile olsa bu istenilenlere fazlasıyla uyacaklardır. Ancak konuyu Türkiye'deki aklıevvellerin çizmeye çalıştığı felaket senaryolarına getirirsek, saçmalamayı bırakmalarını öneririm.

Ülkede hatrı sayılır miktarda evler çoktan güneş enerjisi panellerini kurdu zaten. Ekim itibarıyla biz örneğin başta Rusya kaynaklı karbon bazlı enerjiden yüzde seksene kadar bağımsız olacağız.

O yüzden bu herbokubilen felaket tellallerine çok itibar etmeyin.

Almanya başta, Avrupa'nın parası var. Bir kışı biraz zor geçirir, sonraki yıla laylaylom girerler.

Bilginiz olsun…

17 Eylül 2022 Cumartesi

Londra II - Köprüler

3 Temmuz 2015 geçeli yedi yıl olmuştu sevgili arkadaşkar. Başka bir deyişle sevgili kızım 🐝Mezzy🐝 bugün yedi yaşına basacaktı.

Sadece yatıp uyuduğu hayatının ilk ayları, sonra ilk gülümsemesi, yattığı yerden elleriyle asılı oyuncakları ile oynaması, karnının üzerine dönmeyi öğrenmesi, emeklemesi, sağa sola tutunarak ayağa kalkması, sonrasında attığı ilk adımı, konuşmaya başlarken söylediği ilk sözcük 'baba', kıvırcık saçlarının dümdüz olması, hangi dili konuşacak diye merak ederken Ingilizce konuşmaya başlaması, ana okulları, karla ilk tanışması, deniz ile ilk tanışması, kayak ve yüzmeyi öğrenmesi, sonrasında okul, Fransızca konuşmaya başlaması, okumayı, toplama, çıkarma yapmayı öğrenmesi bu yedi seneye sığmıştı.

Jelena ile bazen oturup birbirimize gülüyoruz, o Melissa acaba konuşacak mı dediğimiz, sadece kafesinden bize tatlı tatlı bakarken ne zaman yürüyecek diye düşündüğümüz günlerden, bir saniye sussa yada otursa da bir nefes alabilsek dediğimiz günlere geldik.

Kızım doğduğundan beri her gün bilfiil altını değiştirip, ona yemek hazırladım ve ellerimle yedirdim. Artık altını değiştirmiyoruz elbette ama hala öğlen yemeklerini ben hazırlıyorum. Koca kız olduğu babından biraz utanarak söyleyeyim, kendi hazırladığım yemekleri, kaşıkla yine ben yediriyorum. Öyle istiyor çünkü, yiyemediğinden değil, mesela akşam yemeklerini kendisi yer.

Sevgili kızımın doğum gününü aylar önce planlamıştık. Annesi ne giyeceğini belirlemiş, elbisesini Londra’ya getirmişti.

Ancak günümüz gerçekten biraz telaşlı başladı. 🐝Mezzy🐝 ayaklarını yere vuruyor, ben bu elbiseyi giymem diye çığlıklar atıyordu. Annesi ona kırmızı, pullarla kaplı bir elbise seçmişti, ancak 🐝Mezzy🐝 bunun bir Noel elbisesi olduğunu idda ediyor, ben Noel Baba değilim diye yırtınıyordu.

Ben Noel Baba Değilim!
Evde olsak başka bir elbise bulabilirdik elbette ama sabahın sekizinde, Greenwich'de bir otel odasında çok fazla seçeceğimiz yoktu. Bir de işi gücü bırakıp, 🐝Mezzy🐝 için bir elbisenin peşine düşersek, bütün gün çöpe gidecek, planladığımız hiçbir şeyi yapamayacaktık.

Jelena 🐝Mezzy🐝'yi zar zor ikna edebildi ve hemen otelin dibindeki tren istasyonuna geçtik.

🐝Mezzy🐝 bizi Londra'ya götürecek treni beklerken, yine ben Noel Baba değilim diye ikinci bir rezillik çıkardı. Kızı ile bizle aynı treni bekleyen bir kadın dakikalarca dil döktü sevgili kızıma. Elbisenin gerçekten güzel olduğuna, Noel ile bir ilgisi olmadığına ikna etmeye çalıştı. Bağıra çağıra bir kaç saniye önce gelmiş olan trene bindik. Bir süre sonra, neyse ki 🐝Mezzy🐝 biraz durulur gibi olmuş, tren de London Bridge istasyonuna ulaşmıştı. Birlikte yolculuk yaptığımız kadın 🐝Mezzy🐝'nin doğum gününü kutladı, bize de iyi şanslar diledi.

Pırıl pırıl güneşli, sımsıcak bir Londra günü sevgili kızımın doğum gününü kutlamaya başlamıştı.

Hay's Galleria
London Bridge istasyonundan kısa bir yürüyüş bizi Hay's Galleria'ya getirdi. Ortası camla kaplı, 1650'lerden kalma iki depodan oluşan, mükemmel görünüşlü bir galeri burası. İçinde barlar, restoranlar falan ile birlikte pırıl pırıl iki tane de geleneksel kırmızı telefon kulübesi var. Bu devirde kimse telefon kulübesi kullanmıyor tabi ama nostalji için işe yarıyorlar böyle. Bu kırmızı Londra telefon kulübelerine, Royal Mail posta kutularına ve iki katlı kırmızı Londra otobüslerine kenti gezerken rastlamak mümkün.

Hay’s Galleria’nın öbür ucu da doğrudan Thames nehrine açılıyor. Burada da sürpriz yok. On yedinci yüzyılda depolar çoğunlukla bir iskele ile birlikte su yollarına açılırdı.

Thames nehri ile birlikte kıyıda koca bir savaş gemisini de gördük. HMS Belfast bir hafif kruvazör. İkinci Dünya Savaşından hemen önce hizmete girmiş, savaşın başında da bir mayına çarpıp görev dışı kalmış. İki sene boyunca tamir görmüş, sonra tekrar savaşa katılmış. Rusya'da, Normandiya çıkarmasında savaşmış. Daha sonra Kore savaşına katılmış, 1963 yılında da emekli olmuş. HMS Belfast parçalanmak yerine bir müze haline getirilip, Thames nehrine çekilmiş. Londra'nın oldukça popüler bir ziyaret noktası. Bu gidişimizde gezmedik ama bir sonraki kez görmeyi planlıyoruz.

HMS Belfast
HMS Belfast'ın ardından doğu'ya doğru kısa bir yürüyüş bizi ünlü Tower Bridge'e getirdi. Tower Bridge için Londra'nın sembolü dersek herhalde çok fazla yanılmış olmayız sevgili arkadaşlar. Çok güzel bir yapı. İki katlı ve alt katı, Thames üzerinden gemilerin geçebilmesi için yukarı doğru katlanarak açılıyor. Köprünün iki ucunda 65 metre yüksekliğinde iki tane kule var. Tower bilebileceğinz üzere 'kule' demek. Bu köprüye Tower Bridge ismi bu kuleler yüzünden verilmiş olabilir. İsmin başka olası bir kaynağı ise köprünün kuzey tarafındaki Tower of London isimli kale. Bu güzel köprü yüz yıldan biraz daha yaşlı.

Köprünün üst katındaki yaya girişini, açıldıktan hemen sonra orospular mekan tutmuş, bu yüzden de 1910'dan 1982'ye kadar uzun bir süre kapalı tutulmuş. Şimdilerde açık ama orospular artık yok.

Tower Bridge
Tower Bridge'den ayrılıp, geldiğimiz yoldan geri, The Queen's Walk'da yürümeye başladık. Bu The Queen's Walk aslında biraz turist işi. Burada yürümüş olabilecek tek queen yani kraliçe, Elizabeth olmalı, çünkü çok yeni, onun da yürümüş olduğunu zannetmiyorum. Yine Queen's Walk nerede biter, Jubilee Walk dedikleri, yine Elizabeth'in jübilesi için yaptıkları promenad nerede başlar, açıkçası çok iyi anlayamadım. Yine de Thames kenarında yürümek için güzel bir mekan.

HMS Belfast'a bir kez daha selam verdikten sonra Hay's Galleria'yı geçip, bu kez Thames üzerindeki başka bir körüye ulaştık. Bu köprünün ismi London Bridge. Tower Bridge ile karşılaştırıldığında çok daha sönük, sıradan kalan bir köprü, ama bence çok daha renkli, öyküsü çok daha zengin bir yapı.

Bir kere London Bridge Is Falling Down isimli çocuk şarkısı bu köprü için yazılmış. Şimdi bana ne lan İngiliz çocuk şarkılarından demeyin ve Youtube'da bulup bir dinleyin. İsminden tanımamış olabilirsiniz ama bilmeyeniniz olduğunu zannetmiyorum. Sevgili kızım da küçükken çok dinlerdi bunu.

Ancak London Bridge için bir çocuk şarkısından başka söylenecek daha çok şey var.

Bir kere bugün gördüğünüz London Bridge aynı bölgede yapılmış, aynı isimli köprülerden sonuncusu. Romalılar'dan başlayarak Ortaçağ, Yeniçağ ve Modern Çağ'da hep bu mekanda bir London Bridge olmuş. Özellikle Ortaçağ'da, 1200'lü yıllardan 1800'lü yıllara kadar ayakta kalan London Bridge gerçekten çok güzel bir köprüymüş, merak ediyorsanız bir gugıllayın.

Ancak öyküsü en ilginç olanı bir sonraki London Bridge.

Yarı-resmi olarak New London Bridge, yani Yeni Londra Köprüsü şeklinde bilinen bu köprü 1831'den 1967'ye kadar Thames nehrinin iki yakasını birleştirmiş. Bu köprüyü bugün de görmeniz mümkün ancak bunun için Londra yerine ABD'ye, Arizona eyaletinin Lake Havasu City kentine gitmeniz gerekecek.

Çünkü bu bu köprü satılmış, parçalarına ayrılıp, tee Amarika’ya taşınmış ve orada yeniden bir araya getirilmiş.

Yok, yok, bu bir Sülün Osman işi değil - bu konuya az sonra geleceğiz, gerçekten satılmış ve Amerika'ya taşınmış.

Köprü yenilenme aşamasına geldiğinde İngilizler bunu yıkmak yerine satalım diye düşünmüşler. Köprü satılığa çıktığında Amarikadaki McCulloch Oil isimli petrol şirketinin sahibi Robert McCulloch, zamanın parasıyla 460 bin doları bastırıp, bu köprüyü satın almış, memleketine götürüp çat diye dikmiş.

Ancak rivayete göre Bobby McCulloch bu köprüyü alırken London Bridge'i çok daha güzel ve cazibeli Tower Bridge zannedip, anlaşmayı öyle imzalamış.

Öykünün bu tarafı hem satıcı, hem de alıcı tarafından şiddetle yalanlanmış durumda. Ancak oturup düşündüğünüzde bir satıcının lan nasıl geçirdim, Tower Bridge deyip, London Bridge'i sattım, alıcının da kafama sokayım ben ne yaptım da yanlış köprüyü aldım demiyeceğine, ve petrol zengini bir hillbilly'nin ne aldığını bilmeden 460 bin doları bastırabileceğine inanmıyorsanız, öykünün bu kısmının yalan olduğunu kabullenebilirsiniz.

London Bridge'in öyküsü işte böyle.

Sevgili kızımın doğum günü devam edecek.

Sevgi ile kalın ❤️

13 Eylül 2022 Salı

Londra I - İlk Gün

İkinci Dünya Savaşı başladığında Hitler, diğer Avrupa ülkelerini İngilizcede dedikleri gibi 'pants down', yani pantolonları düşükken yakalamıştı. Birinci dünya savaşı esnasında kısıtlı bir biçimde kullanılmış hava gücünü, Amerika dahil diğer ittifak devletler tamamen anlayıp, geliştiremeden hava kuvvetlerini modern uçaklarla donatmış, Birinci Dünya Savaşı'nın bazen yıllarca bir sonuca ulaşamamış siper savaşlarını, uçak ve tanklarla 'Blitzkrieg' dedikleri yıldırım/şimşek harekatı anlamına gelen savaş taktiğiyle değiştirmişti.

Hitler 1 Eylül 1939'da bu taktikle Polonya'ya saldırdı. 1941'in ilk bir kaç ayı içerisinde bütün Batı Avrupa Alman orduları tarafından işgal edilmişti. Bütün savunmasını Birinci Dünya Savaşı mantığıyla Alman sınırına Majino hattı ismiyle, aslında gelişmiş bir siper halinde kuran Fransa, bu hat üzerinde tek bir kurşun atılmadan teslim oldu. Tamamen statik, yani hareketsiz bir savunma şeridi olam Majino Hattı, Hitler'in bu hatta hiç dokunmadan, ordularını Hollanda ve Belçika üzerinden geçirmesiyle işe yaramaz bir hale gelmişti.

Batı Avrupa'da kala kala sadece İngiltere kalmıştı. İşin aslı Hitler İngiltere ile çok ilgilenmiyordu. Aklında Rusya vardı. Ancak, özellikle Amerika ile yakın bir atlama taşının da yakınlarında olmasını istemiyordu. Amacı İngiltere ile bir barış, hatta ittifak yapmaktı.

Ne var ki Ingiltere’nin başında Churchill vardı ve Almanya ile bırakın barışı, ittifakı falan, sonuna kadar savaşmaya niyetliydi.

Hitler de bu yüzden İngiltere'ye saldırdı.

Blitzkrieg'i tam olarak Ingiltere’ye uygulamak ilk başta mümkün olmayacaktı. Malumunuz, İngiltere bir adadır ve Blitzkrieg için tankları karşı kıyıya geçirmek gerekiyordu. Bundan dolayı Hitler'in İngiltere'nin hava gücünü ortadan kaldırması şarttı.

Böylece tarihin ilk kapsamlı hava savaşı olan Battle of Britain başlamış oldu. Hitlerin bombardıman ve avcı uçakları önce İngiliz uçaklarını, sonra bu uçakların bulunduğu üsleri, daha sonra da başta Londra, İngiliz şehirlerini, yani sivil halkı hedef aldı.

Messerschimit Bf 109
Alman uçakları İngiltere içlerine girdikçe, kullandıkları yakıttan dolayı hedef üzerinde kalma süreleri de azalıyordu. Bir Alman avcı uçağının Londra üzerinde sadece on dakikalık vakti vardı. Bu süre Alman bombardıman uçakları için daha uzun olsa da, avcı uçaklarının koruması olmadan kolay birer av durumuna düşüyorlardı.

İngilizler gelen Alman uçaklarını önceden tespit edebilmek için ilk başlarda betondan, neredeyse bir kulağın anatomisine sahip, kepçe şeklinde yapılar kurmuşlardı. Bu kepçenin alt ucuna kulağını dayayan gözlemci Alman uçaklarının motor seslerini uzaktan duyabilmeyi umuyordu. Bu yapıları gerçekten yakından görmek isterim. Galler'e bir gün gidebilirsem sizinle de paylaşırım.

Daha sonra İngilizler radar ismini verdikleri cihazlarla Alman uçaklarını uzaktan tespit etmeye başladılar. Hawker Hurricane ve Supermarine Spitfire uçakları düşman uçakları hedeflerine ulaşmadan on beş dakika kadar önce haber alıyor, hemen kalkarak bu uçakları kanal üzerinde karşılıyorlardı.

Supermarine Spitfire
Alman avcı uçakları, özellikle Messerschimit Bf 109'lar aslen İngiliz avcı uçaklarına göre daha üstün sayılırlardı. Daha hızlıydılar çünkü motorlarında karbüratör yerine enjektör kullanıyorlardı. İngiliz Spitfire'ları ise daha kıvraktılar. Me 109'larda kuvvetli bir top vardı, kodumu oturtuyordu. Spitfire'ların makineli tüfekleri ise çok etkili değildiler. Alman uçakları bazen yüzlerce mermi isabet etmiş olsa da üstlerine dönebiliyorlardı. Aynı şeyi İngiliz uçakları için söylemek mümkün değildi.

Ne var ki üstün sayılabilecek Alman uçakları Ingiltere üzerinde yakıtları bitmeden sadece dakikalarla ölçülebilecek sürelerde kalabilirlerken, Ingilizlerin saatlerle ölçülen uçuş süreleri vardı. Bir de bir İngiliz uçağı İngiltere üzerinde isabet alıp düştüğünde pilot sıcak çay ve battaniyelerle karşılanırken, Alman pilotlarını biraz farklı bir muamele bekliyordu.

Battle of Britain'ın bir galibi olmadı. Hitler bir gün uçakları göndermekten vaz geçti ve savaş da böylece bitmiş oldu. Ancak bu savaştan kuşkusuz İngilizler kazançlı çıktı. Hem adalarını işgal ettirmediler, hem de sonuçları tüm dünya için olumsuz olabilecek bir barışa zorlanmadılar.

RAF, yani Kraliyet Hava Kuvvetleri'nin Londra'daki müzesini gezerken Battle of Britain'ı iliklerime kadar hissettim sevgili arkadaşlar. Elbette Bol bol Spitfire'lar, Hurricane'ler, Tempest'lar, Typhoon'lar, Beaufigher'lar falan vardı, ancak bu müzeyi iginç yapan, savaşın diğer tarafının uçaklarının da sergilenmesiydi.

Me 109 mesela. Müzenin küratörü bu uçağı gerçek bir tutkuyla anlatıyordu ziyaretçilere.

Junkers Ju 87 Stuka
Yine savaşın ilk günlerinin kahramanı Junkers Ju 87 Stuka pike bombardıman uçağını etiyle, kemiğiyle ilk görüşümdü. Yakıp, yıktıkları bir kenara, dalarken rüzgarın çalıştırdığı sireni ile ıslık çalarak aşağıdakilere terör estirmişti bu acayip uçak.

Heinkel He 111'i de ilk kez etiyle kemiğiyle görüyordum. Battle of Britain kadrosundan sadece Junkers Ju 88 eksikti.

İkinci dünya savaşından ünlü Boeing B-17 Flying Fortress - Memphis Belle filminden hatırlayabilirsiniz ve Consolidated B-24 Liberator da bu müzede yerlerini almışlardı.

Avro Lancaster
Ancak baş köşe Avro Lancaster yada kısaca 'Lanc' için ayrılmıştı. Bu devasa bombardıman uçağını Dambusters filminden bileceksinizdir. Öyle büyük bir bomba kompartmanı var ki, suyun üzerinden sekerek, barajları vuran Wallis'in zihni sinir bombalarını sadece bunlar taşıyabiliyordu.

Başka ilginç bir İkinci Dünya Savaşı uçağı ise de Havilland Mosquito. Yani sivrisinekti. Mosquito iki motorlu, büyük sayılabilecek pervaneli bir uçaktır, ancak zamanının en hızlılarından biridir. Niye derseniz, gövdesi tamamen ahşaptan üretilmiştir. Yani tahtadan bir uçak! Ama o Spitfire'lara, Mustang'lere nal toplatır. Av, bombardıman, keşif, hedef bulma, her işe yarıyor sizin anlayacağınız. Yapımı hızlı ve ucuz. Zamanın bir harikası.

Müzede hatrı sayılır miktarda İkinci Dünya Savaşı öncesi uçaklar var. Ancak en seksi olanları soğuk savaş ve günümüzün jetleri.

de Havilland Mosquito
Mesela Avro Vulcan. Bu delta kanatlı dev uçak Handley Page Victor ve Vickers Valiant ile birlikte soğuk savaşın 'V' Bombardıman Filosunu, yani İngiliz nükleer bombardıman gücünü oluşturuyordu. Victor ve Valiant bu nükleer bombardıman işini erken bıraktılar, başka görevlere çevrildiler. Müzede mesela tankere dönüştürülmüş bir Victor'ın burnu var. Ancak Vulcan uzun süre saldırı rolünde kullanılmaya devam etti. Şükür ki herhangi bir nükleer silah kullanmadı ama Falkland savaşı esnasında Ingiltere’den kalkıp, tee Arjantine uçup, Falkland'ı bombalayarak geri dönmüşlüğü vardır. Çok klas uçaktır, görünüşünü çok severim.


Avro Vulcan

Müzede bulunan başka hayli ilginç bir soğuk savaş dönemi uçağı da English Electric Lightning. Bir jet önleme uçağıdır, ancak uçağa bir bakın, her şeyin geleneksel İngiliz tersliğiyle tasarımlanmış olduğunu görürsünüz.

Ingiliz tersliği sadece yolun solundan giderek değil, bir çok farklı şekilde kendisini gösterir. Örneğin dünyanın tüm otomatik silahlarının şarjörleri silahın altında bulunurken İngilizler bunu silahın yanına takmışlar ve ortaya Sten dedikleri makineli tabanca çıkmış. Bakmışlar Yeteri kadar terslik yaratamamışlar, bu kez şarjörü tüfeğin üzerine takıp, Bren'i yapmışlar.

Lightning uçağı da aynı hesap. İki jet motoru mesela, dünyanın geri kalanı gibi yan yana değil, üst üste yerleştirilmiştir. Yine dünyadaki bütün uçaklar yakıt tanklarını kanat altında taşırken, Lightning bunları kanatlarının üzerinde taşır. Yazık bu tankları takıp, çıkaran bakımcılara….

English Electric Lightning
Ancak bu komik uçağın çok önemli bir özelliği vardır sevgili arkadaşlar. Çok teknik detaylara girip, başınızı ağrıtmadan anlatmaya çalışayım.

Jet motorlu avcı uçaklarının çoğu ses hızının üzerinde uçabilen, yani süpersonik uçaklardır. Bu uçakların jet motorları uçakları ancak ses hızının sınırlarına kadar getirebilir. Ses hızını geçebilmek için ise jet motorundan çıkan sıcak gazların üzerine saf uçak benzini sıkmak gerekir. Afterburner yada art yakıcı denilen bu yöntem, benzinin bir anda alev almasıyla ortaya çok büyük bir itici güç çıkarır. Mangalda yanan kömürün üzerine gazete kağıdı atmaya benzer bu, kağıt bir an için alev alır ve çok kısa bir süre için ısı yükselir. Bu yüksek ısıyı sürekli halde tutabilmek için habire ateşe kağıt atmanız gerekir. Uçaklarda da aynı şekilde ses hızının üzerindeki hızlarda kalabilmek için devamlı afterburner'ı yakılı tutmanız gerekir.

Ancak afterburner manyak gibi yakıt yer. Bir F-16 afterburner'ı yanık halde sadece dokuz dakika uçabilir, sonra yakıtı biter ve güm! Ses hızının altında yani subsonic hızlarda, konfigürasyona göre değişiklik gösterse de, bir F-16'nın havada kalış süresi bir-iki saati bulabilir. Kısacası aklı başında hiç bir pilot, F-16'sını maksimum hızı olan sesin iki katında uçurmaz. Afterburner sadece kalkışlarda, ya da havada dönüşlerin sonrasında kaybedilen enerjiyi geri kazanmak için bir kaç saniyeliğine yakılır. Ha, bir de kıçınızda bir füze varken, ondan kaçabilmek için…

İşte Lightning denilen yukarda bahsettiğim ilginç uçak ses hızının üzerine afterburner'ını yakmadan çıkabilir! Buna supercruise derler. Supercruise, yani afterburner kullanmadan, yani eksoza benzin sıkmadan ses hızının üzerine çıkabilme özelliği çok az uçakta bulunur sevgili arkadaşlar.

Supercruise'un en hassosu Concorde'lardadır. Saatlerce ses hızının iki katında uçabilirler(di) bu güzelim uçaklar.

Concorde'ların ses hızı üzerinde uçarken çok az fotoğrafı bulunur. Çünkü maksimum hızları Concorde'dan daha yüksek olan uçaklar bulunsa da afterburner'lari yakıtlarını yiyip, bitirdiğinden Concorde'la birlikte uçamazlar.

Supersonic hızda uçan Concorde fotoğrafların en güzeli bir Tornado uçağı tarafından çekilmiştir. İsme bakın! "Tornado!" Fırtına, şimşek, felaket anasını satayım! Kodumu oturtan av-bombardıman uçağı… Bu canavar uçak, Concorde ses hızının 2.3 katında uçarken, aksi yönden kalkıp, onu yakaladığında afterburner'ını yakmış, iki saniyede cırt bir resmini çekip, zar zor geri dönebilmiş 😄

F-22 Raptor'lar, Fransız Rafale'lar, İsveç Gripen'lar ve Eurofıghter Typhoon'lar supercruise yapabilirler. F-35'ler de yıldızlar uygun bir şekilde sıralandığında biraz supercruise uçabiliyorlar. Ancak Lightning'e biraz saygı. Yukarda saydığım uçaklar hep 1990-2000'lerin tasarımıdır. Lightning ise ilk 1954 yılında uçmuştu.

Bir hatırlatma. Supercruise'u, faydalı bir sürede, faydalı bir yük ile afterburner kullanmadan ses hızının üzerinde uçma şeklinde anlayın lütfen. Yoksa 1950'lerin bir F-86'sını - o aralar afterburner falan hak getire tabii, çıkabildiği maksimum yüksekliğe çıkarıp, burnunu yere çevirir, gaza da sonuna kadar basarsanız, uçak bir noktada ses hızını aşacaktır. Ancak bunun uçağın görev profiline herhangi bir katkısı yoktur. Ne sizi gideceğiniz yere daha çabuk götürür, ne de muharebe kabiliyetinizi artırır. Aynı anlamda pilotun dualarla denize çaktığı Egypt Air B-767 yolcu uçağı da parçalanmadan önceki son bir kaç saniyesinde afterburner'ı olmadığı halde ses hızının üzerine çıkabilmişti.

Konuyu kapatmadan İngilizlerin bu afterburner işine 'reheat' dediğini hatırlatalım ve müzede yolumuza devam edelim.

Hawker Siddley Harrier

Soğuk savaşın başka bir anıtsal uçağı da Hawker Siddley Harrier'dır sevgili arkadaşlar. İngiliz tasarımı bu jet dikine kalkıp inebilir. Yani bir piste ihtiyaç duymaz. Böyle bir uçağı yapmayı bir çok ulus, bir çok firma denedi ama Harrier'dan başka hiç biri seri üretime girecek kadar başarılı bir tasarım yapamadı. Rus yapımı işe yaramaz bir kaç sınırlı üretime girmiş örneği saymazsak, Harrier'a en yakın uçak günümüzün tasarımı F-35B'dir. O bile biraz faydalı bir yükle dikine kalkamaz, ancak kısa bir pistten havalanabilir. Bu kısa pistten havalanma işini Harrier'da çok iyi becerir, o yüzden bazen ona 'Jump Jet', yani zıplayan uçak derler.

Harrier'lar Falkland savaşında tartışmasız bir hava üstünlüğü sağladılar. Öyle çok hızlı, çok hırçın uçaklar değillerdi, hatta bir hava-hava savaşı için bile tasarımlanmamışlardı ancak Arjantin Mirage'ları peşlerindeyken dikine uçuş becerileri yüzünden bir tür frene basarak devamlı uçmak zorunda olan Mirage'ları önlerine alıp, it dalaşında çok önemli bir avantaj sağlıyorlardı.

Bu güzelim uçakları Amerikalılar biraz geliştirdiler ve kaderin bir cilvesi, Ingilizlere geri sattılar.

Harrier'i ilk görüşüm değildi bu ama Londra RAF müzesindeki örnek hem çok iyi durumdaydı, hem de kanat altı yükleriyle tavana asılı sergilendiğinden her açıdan mükemmel görülebiliyordu.

Aynı salonda Eurofighter Typhoon'un ilk prototipi, hiç bir işe yaramayan, sadece bu kadar para harcadık, bari kullanalım mantığıyla üretilmiş Panavia Tornado, ilgilisine SPECAT Jaguar, ki bu da aslında bir halta yaramayan ama her nedense çok popüler olmuş bir soğuk savaş reliğidir, bulunmakta.

Blackburn Buccaneer
Oralarda bir yerde bir de Blackburn Buccaneer isimli bir jet de sergileniyor. Uçak gemisinden kalkıp, nükleer bomba atması için tasarımlanmış. Amerikalıların da aynı amaçla yaptıkları A-5 Vigilante gibi uçakları var ama görev profilinin manasızlığı yüzünden bu uçaklar bir süre sonra hep başka amaçlarla kullanılmış. Eğer deniz merkezli bir nükleer güç projeksiyonu gerekiyorsa, denizaltılardan atılan nükleer başlıklı füzeler bu iş için özel uçak tasarımlayıp, pilotların eğitimiyle, bakımıyla falan uğraşmaktan çok daha pratiklerdir. Yine de Buccaneer çok güzel görünümlü bir uçak. Ben görmekten fazlasıyla zevk aldım.

Müzede görülecek çok şey var, ben başınızı ağrıtmamak için sadece ilginç bir-ikisini anlattım.

RAF Müzesi Londra'da ilk gün planlarımızın bir parçası değildi. Ancak havanın yağmurlu olacağını öğrendikten sonra kapalı bir yer olması bakımından ilk güne aldık.

İngilizler müzeyi çok güzel tasarımlamışlar. İlgileniyorsanız mutlaka görün. Dev bir Sunderland deniz uçağının kanatları altında bir şeyler içip, bir Spitfire kokpitine oturabilir, havacılık tarihinin önemli bir parçasını dünya gözüyle görebilirsiniz.

Beni bıraksanız bu müzede günlerce kalabilirdim ama gitme zamanı gelmişti. Tarifi zor yorucu bir günden sonra sevgili karım Jelena artık dayanamamış, B-24'ün kanatları altındaki sandalyelere uzanıp, uyuya kalmıştı.

Rotamızı otele çevirip, Londra'daki ilk günümüzü böyle tamamladık.

Devam edeceğiz…

11 Eylül 2022 Pazar

Türkiye Yabancılar İçin Cennet!

Sevgili arkadaşlar, geleneksel olarak olan bitenden tamamen bihaber, herbokubilenler durmadan bağlıyor.

"Türk Lira'sının değeri düştü, Türkiye ucuzladı, yabancı para birimi izerinden geliri olanlar için cennet oldu"

İnanın bana baştan aşağı zırva.

Olaya lütfen sadece tek taraflı döviz kuru, yani devalüasyon üzerinden değil, onu ters yönde eşitleyen enflasyon tarafından da bakın.

Tamam, Törkiş Lira yerlerde sürünüyor da, benim salak halkım ne yapalım mukadderat deyip, yerinde mi oturuyor? Tabii ki değil. Onlar da fiyatlara zam yapıyor.

I.e. enflasyon!

Türkiye yabancılar için cennet lafı tamamen zırva.

Yurt dışında yaşayan biri olarak söylüyorum.

Türkiye'de bir tatil, Yunan adalarından daha pahalı.

Geçen Girit'deki all-inclusive otellere baktım. Yeminle Türkiye'den yüzde 10-30 daha ucuz.

Hem de oraya gittiğinizde buzdolabından çıkmış köpek öldüren değil adam gibi bir şarap içebiliyor, etrafınızda size üç kuruşluk incik boncuk satmak için gününüzü zehir eden yalak yapışkan satıcılarla, karınıza, kızınıza yiyecekmiş gibi bakan çakallarla uğraşmıyorsunuz. Huzurla tatilinizi yapıyorsunuz.

Easyjet İspanya'ya elli Frank'ın altında uçuyor. Hadi gidin bakın Pegasus yaz aylarında Antalya'ya kaç paraya uçuyor?

Dört senedir Türkiye yerine İspanya'ya gidiyoruz, boşuna mı?

Door-to-door, yüzde elli daha ucuz.

Uyanın, tavsiye ederim…

8 Eylül 2022 Perşembe

Londra Prelüd

Sevgili arkadaşlar, amacım öyle çok iddalı konuşmak değil, ancak seyahat etmeyi seven biri olarak şu yalan dünyayı iyi kötü görmüşlüğüm vardır desem herhalde çok büyük bir yanlış yapmış olmam.

Bildiğiniz gibi İsviçre'de yaşıyoruz. Bu güzel ülkenin konumu gereği, başta Avrupa, bir çok ülke bir saat ve otuz Frank uzaklıkta. Ee, kör istemiş bir göz durumları, sonuna kadar bu avantajdan faydalanıp, sevgili kızım ve karımla bol bol geziyoruz işte böyle.

Hong Kong, Kıbrıs, Kosova birer ülke midir, değil midir tartışmasına çok girmeden, şimdiye kadar kırk sekiz ülke görmüşüm. Geziye çıkmayı seven biri olarak bulunduğum ülke ve şehirleri kaydettiğim bir aplikasyon var, oradan bİliyorum.

Ancak yakın zamana kadar bu aplikasyona baktığımda, Avrupa haritasında oldukça sinir bozucu bir kırmızılık vardı.

Bu kadar dünya ülkesi tozu yutmuş ben şahsım, henüz Birleşik Krallık topraklarına adım atamamıştım!

Aslında İngiltere, özellikle Londra, yirmi beş yıldan fazladır gezi planlarım içindeydi. Ancak, özellikle eskilerde, ülkeye girerken yanınızdaki evcil hayvanlara bir karantina şartı vardı. Sevgili oğlum Yumuk'u bir köpek evine bırakmaya kalbim yetmedi. O yüzden İngiltere seyahatini hep öteledim.

Sonra canım oğlum göçtü, gitti. Bu kez de İsviçre'de yaşayanlara Schengen ülkeleri için vize zorunluluğu kalktı. O güne kadar mesela Fransa ve İtalya için ayrı ayrı vize almak zorundaydım. Tabii ben piyangodan para çıkmış gibi oldum - bu vize işinden benim kadar çekeniniz çok az vardır, bir gün anlatırım size uzun uzun. Bütün Avrupa visa-free olunca, tabii sevgili karım ve ben akşam yemeğini hadi Paris'te yiyelim olduk, vurduk kendimizi yollara.

Avrupa bu şekilde vizesiz seyahat olmuştu ama Schengen'in bir parçası olmayan Ingiltere için hala vize gerekiyordu. İngiltere vizesi de bayağı para arkadaşlar. Altı aylık 🐝Mezzy🐝 için bile vize gerekiyordu. Geldisiyle, gittisiyle yedi yüz elli Frank falan tutuyordu tüm masrafı, mülakatı, bilmem nesi de cabası. Vizesiz gidecek onca ülke varken, İngiltere, bu sebeple, habire ertelenmeye devam etti.

Yola Koyulduk
Sonrasında hayatın akışı içerisinde, Ingiltere için vize alma zorunluluğumuz kalktı. Ancak bu kez de lanet Covid vurdu. Garip Jelena İngiltere'deki Covid kısıtlamalarını İsviçre'dekilerden daha iyi öğrenmişti. Ha bire önce bilet alıyor, otel rezervasyonu yapıyor, sonra da bunları değiştirmek zorunda kalıyorduk.

Ancak hayatta hiç bir şey kalıcı değil. Covid duruldu, Boris abi Londra'da üç beş parti yaptı, maske, aşı, test falan gibi şartlar da ortadan kalktı. Şaka-maka bu kez gerçekten Ingiltere’ye gidebilecek gibiydik.

Google Map üzerinden en ince detayına kadar bir gezi planı yaptım. Londra'da dört günümüz vardı, oradan da deniz kenarına uçacaktık. Dört gün içinde Londra'yı gezmek olanaksız tabii, ancak ziyaret için şehrin havasını koklayabilecek kıvamda yerleri seçtik.

Uçağımız sabahın beşinde falan kalkacaktı. Sabahın köründe arabayla gitmektense bir gün önce trenle Basel kentine, oradan da Fransa'ya geçip, havaalanının dibinde bir otele check-in yaptık. Geceyi hayatımda kaldığım en küçük otel odasında geçirdik - bu odadan bir sonraki küçük otel odası aşaması, yatağı diklemesine duvara dayayıp, müşterileri kemerle yatağa bağlamak…

Trenle Basel'e, oradan da Fransa'ya geçtik
Resepsiyonist Türk çıktı. Biraz onla geyikledik. Bize havlu bile verdi. 🐝Mezzy🐝 için yatak var değil mi diye sordum, ne de olsa üç kişi için rezervasyon yapmıştık. Abi bi git başımdan şeklinde baktı bana, ne yatağı… Sıcaklığın güneş battıktan sonra otuz beş dereceye "düştüğü" sıcak ve kurak hava dalgası zamanları, uyuyabilmek için pencereyi sonuna kadar açtık. Ancak pencere yatağa doğru açıldığından, pencere açıkken yatakta kımıldamadan yatmak gerekiyordu. Pencereyi açan ise ancak alçak sürünme ile yatağa girebiliyordu.

Sabah saat dörtte uyandık. Kahve benzeri içecekten bir kaç yudum ancak alabildim, sonrasında bir taksi ile havaalanına geldik.

Yıllar sonra ilk kez pasaport kontrolünden geçtim. Demek onca zamandır Avrupa'dan dışarı çıkmamışım. Jelena annesini kaybettiğinde 2019 yılında Sırbistana giderken geçmişti, bende o bile yok.

İsviçre'de bu pasaport kontrolü çok uygar, çok sessiz yapılır. Öyle kimse "Sen niye oraya gidiyon?" yada "Ne iş yapıyon orada sen?" gibi sorular sormaz, parmağını yalayıp, haşırt, huşurt pasaport sayfalarını sado-mazoşizm ile tecavüz arası bir zevkle çevirmez, ya da o "pum", "pum" şeklindeki damgalama seslerini duymazsınız. Bunları sadece bizim memleket için söylemiyorum, birçok ülkede bu pasaport kontrolü işi biraz eziyetli geçer. Neyse, pasaport kontrolü yine de pasaport kontrolü işte. Yolculuk nereye diye sordular, İngiltere'ye dedik, geçtik.

🐝Mezzy🐝, yakın zaman önce duty-free'deki parfüm tester'larını keşfetti. Her havaalanına gidişimizde garip Jelena'yı kolundan tutup, duty-free mağazalarına götürüyor, beraberce parfümleri deniyorlar. Ancak sevgili kızımın bu yaşta elinin ayarı olmadığı için döndüklerinde genellikle on farklı parfümün karışımı sayesinde kokarca gibi oluyor. Bu kez o kadar abartmıştı ki, kendimi mısır çarşısında bir baharatçı dükkanındaymış gibi hissettim. İşin en güzel tarafı, bekleme salonunda sağımızda ve solumuzda her daim boş birer sandalye kalması. Valizleri, torbaları falan koymak için mükemmel bir kolaylık, takdir edeceğiniz üzere…

La Manche
Uçağımız kalktı ve bir saatten daha az bir sürede Manş denizi üzerinden Birleşik Krallık topraklarını gördük. İngiltere ile Fransa arasındaki bu su yoluna Fransızca'daki ismi olan La Manche yani Manş Denizi demeyi daha çok seviyorum. İngilizce konuşulan yerlerde buna İngiliz Kanalı ya da sadece Kanal derler ki kulağıma her nedense çok kaba gelir. Halbuki "La Manche" nasıl melodik değil mi? Bu arada Manche, Fransızca'da ceket yada gömlek kolu demek, eskilerimiz Türkçe'de de manşet derler mesela.

Birleşik Krallık topraklarını ilk görüşüm değil bu. Kuzey Fransa'da gezinirken, kanalın öbür tarafından görmüşlüğüm vardır İngiltere'yi. Herneyse, bu tarihsel tespiti yapıp, öykümüze devam edelim.

Bu dünyada geçirdiğim elli altı yıl süresince gerçekten de çok sayıda İngiliz’le (İngiliz diyorum da, aslında Gal, İskoç, İrlandalı, hepsini kastediyorum, siz anlayın) temasım oldu, iş, arkadaş, vs… O yüzden dil bakımından ne ile karşılaşacağımı aşağı yukarı tahmin edebiliyordum. Yine de karşılaştığımı söylediğim bu kişilerle hep enternasyonel ortamlarda birlikte olmuştum. Böyle yerlerde insanlar birbirlerini dil, aksan falan bakımından çok fazla tolere ederler.

Ancak Londra gibi deplasmana geldiğinizde durum farklı olabilir. İnsanlar evlerinde özellikle dil bakımından çok rijid, intolerant bir hale dönüşebilirler. Hangisi daha kötü, kestiremiyorum, Amerikalılar da, Fransızlar da birer felakettirler bu konuda. Dillerini anadiliniz gibi konuşmadığınızı anladıkları andan itibaren daha hızlı konuşmaya, sizi anlamak için hiç bir şekilde gayret göstermeyerek daha fazla zorlamaya başlarlar.

İşte ben de bu sebeple Londra'nın bu konuda nasıl olabileceğini kestirmeye çalışıyordum.

Biraz daha açık olmak bakımından, yukarda zorlukla kast ettiğin Ingiliz ve Amerikan ingilizcesinin yazım ve telaffuzundaki farklar değil.

Özellikle Amerikan İngilizcesi konuştuğunu zanneden bir çok boş teneke Ingiltere’ye gittiklerinde nasıl "anlaşılamadıklarını" büyük bir şevkle, ballandıra ballandıra anlatırlar. Ancak bu tamamen zırva, salakça bir çabadır. Her iki ulus da birbirlerini kusursuzca ve problemsizce anlarlar. Bernard Shaw ne demiş, "We are the same people, seperated by a common language", yani "Bizler ortak bir dilin ayırdığı aynı halkız". Tomato, yada tomeyto demenin nasıl bir haberleşme faciasına yol açabileceğini sizlerin takdirine bırakıyorum.

Ben Ingilizceyi İngiliz yazımı ve telaffuzuyla öğrendim. Sonraları uzun süre bir Amerikan firmasında çalışma ve Hollywood'un yoğun gayretleri sonucunda Amerikan benzeri bir telaffuz ve yazımı benimsedim. İngiliz yazımı biraz abartılı. Colour yerine color demek daha kolay ve bir harf daha az yazmaktan dolayı daha bir tembel işi. Bir de "can't" 'e "kant" deyince aklım başka yerlere gidiyor!…

Bir anlaşılma faciası değil elbette ama yeri geldi diye anlatmış olayım, beraber çalıştığımız bir Ingiliz arkadaş bir break anında yanıma gelip "Do you have a 'fag' for me?" demişti. Tövbe estağfurullah, n'oluyoruz lan diye düşünürken iki parmağıyla yaptığı sigara hareketinden anladım derdini. Meğer "fag" İngilizce argosunda sigara demekmiş. Amarikanca'da ise ibne anlamına gelir, biraz 'fag-got' kelimesinden ilhamla… Ama yeminle o güne kadar fag'in sigara da demek olduğunu bilmiyordum.

Herneyse, dil konusunda Londra'da başımıza neler gelecek, nasılsa anlayacaktık.

Londra'dayız
Uçağımız Gatwick havaalanına indikten sonra hemen biletlerimizi alıp, bir trenle Londra’ya doğru yola koyulduk. London Bridge istasyonunda, bu kentte geçireceğimiz dört gün süresince kullanacağımız toplu taşım kartlarını alacaktık. Londra’yı ziyaret edeceklere çok kuvvetli tavsiyem bu kartları kullanmaları. Hem ekonomik, hem de pratik. Yoksa taksi yada her defasında bilet alarak toplu taşımdan faydalanmak neredeyse imkansız. Bir de taksiyle maksiyle ukalalığa gerek yok Tube dedikleri Londra metrosuna binmeden Lomdra’yı gezdim demek olmaz!

Bu kartları satın almak için gişedeki kadınla konuşmaya başladık. Hayatımda bu kadar anlayışlı, ana dilleri İngilizce değil, ez, çiğne onları demek yerine haberleşmeyi önceleyen, uygar, nazik birine çok az rastlamıştım.

Gerçekten de aynı derecede uygar ve kibar davranışı dört gün boyunca Londra'da karşılaştığımız hemen herkesten gördük. Üç kuruşluk dünyayı dolaşmış biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki, bir şehirli olarak Londralılar şimdiye kadar gördüğüm en uygar, en kibar, en yardımsever insanlar.

Sadece Greenwich'e 'Griinviç' demeyin, çok hassaslar bu konuda. Doğru telaffuzu 'Greniç' 😜

London Bridge İstasyonu
Hassasiyet kısmı şaka tabii, ama siz yine de 'Greniç' demeye dikkat edin. Ne de olsa doğrusu böyle.

Bizi Greenwich'e götürecek trene binmeden önce London Bridge istasyonuna bir kez daha baktım. Tertemiz, uzun yürüyen merdivenleri, modern dekorasyonu ile beklediğimden çok farklıydı. Beklediğin neydi diye sorarsanız, Michael Crichton, on sekizinci yüzyılda geçen bir tren soygununu anlattığı The Great Train Robbery kitabında bu istasyonu iki yüz yıl önceki haliyle çok canlı ve renkli biçimde tasvir eder. Haliyle o günden bu güne çok şey değişmiş.

Londra serüvenimiz başlamıştı.

Devam edeceğiz…

19 Ağustos 2022 Cuma

Fifty-five died, long live fifty-six!

Fifty-five died, long live fifty-six!

I have my two prettiest birthday presents with me, as always.

Not only my wife but my best friend, my partner, my comrade in this life, made this birthday a memorable one for me.

What else would an old, grumpy man like me want, other than spending his birthday in a sixteenth century château, in the middle of the best wine region in the world?

I would rather get old and die with you than live forever without you - yes, the wine is good but it isn’t talking.

Once again thank you my love.


Elli beş öldü, çok yaşa elli altı!

Her zamanki gibi yanımda en güzel iki doğum günü hediyem var.

Sadece karım değil, en iyi arkadaşım, ortağım, bu hayattaki yoldaşım, bu doğum gününü benim için unutulmaz kıldı.

Benim gibi yaşlı, huysuz bir adam, doğum gününü dünyanın en iyi şarap bölgesinin ortasında, on altıncı yüzyıldan kalma bir şatoda geçirmekten başka ne ister ki?

Sonsuza kadar sensiz yaşamaktansa yaşlanıp seninle ölmeyi tercih ederim - evet, şarap güzel ama konuşan o değil.

Bir kez daha teşekkür ederim aşkım.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...