10 Ekim 2021 Pazar

Vergi Cennetleri

Bu Pandora Papers konusu bugün de açıldı, yine saatlerce geyikledik. Üzülerek söylüyorum, bu "vergi cenneti" meselesini anlayan çok az kişi var. Geri kalan herkes sadece hissettikleri üzerine yorum yapıyor. Bu da hemen her zaman yanlış, zaman zaman da komik oluyor.

Yine üzülerek söylüyorum ki birçok kişi, Ahmet Kaya'dan bir alıntı ile, bu vergi cennetlerini silah kaçakçılarının adres değiştirdiği, fahişelerin birbirinden kuşkulandığı günah yuvaları, illegal mafya bölgeleri gibi tasvir ediyor.

Ne yazık ki böyle değil.

Bu düşük nüfuslu bölgelerin yaptığı yegane iş, şirketleri çekebilmek için gelir vergisi oranlarını düşürmeleri. Yani işlerini buralara taşıyan şirketler, karlarından daha az vergi öderler.

Hepsi bu, başka ciddi hiçbir numaraları yok.

Ne bu adamlar karanlık, illegal adamlar, ne de buralara işlerini taşıyanlar vergi kaçakçısı, açgözlü patronlar.

Kapitalizmin, serbest piyasanın altın kuralı. Herkes vergisini daha az ödeyebileceği yasal seçeneklere yönelmekte serbesttir.

Benim gencliğimde 1600 cc'den fazla motor hacmi olan arabalar daha yüksek bir gümrük ve taşıt vergisi oranına sahipti. İnsanlar da bu yüksek vergiyi ödememek için doğal olarak 1600 cc ve daha düşük motor hacmi olan arabalardan alırdı.

Şimdi bu 1600 cc ve altı araba alanlara, lan utanmaz vatan haini, vergi kaçakçısı, niye 1800 cc bir araba alıp, daha fazla vergi ödemiyorsun denilebilir mi?

İnsaf!

Gürkan Hacır isimli, birinci sınıf ukala dümbeleği salak bir adam var. KRT'de program yapıyor, ben de bunları daha ziyade konukları için izliyorum.

Bir vergi uzmanına bağlandılar. Adam ne söylediğinin farkında olan, bilgili birisi. Ama Barış Doster falan gibi ne kadar romantik solcu varsa kılıçları çekmiş, bu vergi cennetlerinde para aklayan hain vergi kaçakçılarına saldıracaklar.

Vergi uzmanı, Cumhuriyet gazetesinde bu bölgelere paralarını taşıyan yirmi işadamının sıralandığı bir listeden bahsetti.

Hepsi başladılar bu "işadamlarına" saydırmaya. Bol bol, ne olduğunu zerre kadar anlamadıkları "offshore" sözcüğünü kullanarak kıçlarını yırtıyorlar. Söz konusu işadamlarının üç beş tanesi de malum sosyalistlerin kapitalist diye giydirmeyi sevdiklerinden ki, sormayın…

Hacır, Doster, Mütercimler, hepsi Ulubatlu Hasan durumlarında. Garip vergi uzmanı bir şeyler söyleyecek, bu goygoyun arasında çıkmıyor laf ağızından.

Sonradan reklama gittiler. Geri döndüklerinde bu Hacır isimli amelenin ağızı yüzü karışmış. Birileri fırçalamış bunu muhtemelen, ne yapıyorsun, herkes buralarda şirket açar, normaldir bu falan demiş.

Bu dingil, "Ya ben bu listeye baktım, burada futbol klüpleri başkanları falan var" diye kıvırmaya başladı. "Tabi ki bu vergi cennetlerinde iş yapmak yasadışı değil, ancak olayın bir de etik tarafı var" diyor. Ezilip, büzülüyor.

Yavrum sosyalistlerin hepsi o kadar emin ki buralarda iş yapmanın günah, vatan hainliği, azgın kapitalistlik falan olduğundan…

Bu arada Vergi Cenneti dedikleri, Tax Haven'ın aptalca yanlış bir tercümesi. "cennet", "heaven" demektir, Tax Haven'daki "haven" ise "sığınak", "barınak" falan. Bunun üzerinde çok fazla durmuyorum. Türkçeyi doğru konuşamayan Hacır gibiler ne bilsin heaven nasıl yazılır? Haven'ı görmüş, bu olsa olsa cennettir deyip, şakkadanak giydirmiş.

Ortada günah, münah yok, kısaca anlatayım.

Bir şirket vergisini karından öder. Vergi oranı ülkede %20, vergi cennetinde de %1 olsun.

Farz edelim A şirketi Afrika'dan kilosu 1 dolara bir ton muz alıp, Türkiye'de 10 dolara satıyor. Karı 10 dolar/kilo satış fiyatı x 1000 kilo - 1 dolar/kilo maliyet x 1000 kilo = 9000 dolar, vergi de 9000 dolar kar x %20 = 1800 dolar.

Şimdi Man adasında bir şirket açalım, muzları bu şirket alsın, Türkiyedeki şirkete kilosunu 9 dolara satsın. Man adasındaki şirketin karı 9 dolar/kilo satış fiyatı x 1000 kilo - 1 dolar/kilo maliyet x 1000 kilo = 8000 dolar, vergi de 8000 dolar kar x %1 = 80 dolar. Türkiyedeki şirketin karı ise 10 dolar/kilo satış fiyatı x 1000 kilo - 9 dolar/kilo maliyet x 1000 kilo = 1000 dolar, vergi de 1000 dolar kar x %20 = 200 dolar.

Her iki senaryoda da toplam kar aynı ancak, ilkinde vergi 1800 dolarken ikincisinde 280 dolar. Yani 1520 dolar az vergi ödüyor.

Olan biten bu. Kulağınıza yasal değilmiş gibi geliyor biliyorum, ama tamamen yasal. Şirket düşük vergi oranından yararlanmak için karının çoğunluğunu Man adasında yapıyor.

Devletler de para kaybetmek istemediklerinden bu vergi cennetlerinde yapılan karlardan da vergi almaya çalışıyor, ama maliye politikalarıyla, vergi oranlarıyla oynayarak. Unutmayalım, bu kriminal bir tedbir değil. Daha ziyade yatırımların doğuda yapılabilmesi için batıda vergi oranlarının yükseltilmesi gibi bir vergi politikası.

Ama bu tedbirler de çok işe yaramıyor, çünkü serbest piyasanın doğasına aykırı. Mesela karı Man Adasında yapıp, bu kez vergi cenneti olmayan, mesela Almanya'da bir üçüncü şirket kurar, Türkiye’ye ithalatı da bu vergi cennetinde bulunmayan şirketten yaparsınız. Mal üzerinden kar değil, hizmet faturası kesersiniz, falan, falan. Bunların takibi çok zor.

Serbest piyasaya Don Kişotluk yapmak boş iş. Çalışmaz. Su yolunu bulur. Bunun bölücü kebapçılara, terörist soğan depocularına saldırmaktan farkı yok.

Biraz sükunetle bakalım bu olaylara, ucuz goygoyculukla değil…

Not: Anlaşılabilirlik için çok basitleştirme yaptım. Gerçek hayat elbette daha kompleks, daha kontrollü. Eğer konuya yakınsanız, bana cost plus, market minus, Berry Ratio gibi argümanlarla gelmeden, lütfen olayın özüne bakın.

9 Ekim 2021 Cumartesi

Ortadoğu Mutfağı

Sevgili arkadaşlar, Ortadoğu mutfağı gerçekten lezzetlidir. Biz Türkiye’ye getirirken salça ve soğanla çok Türkleştirmişiz. Gerçek Ortadoğu yemekleri çok daha kuru.

Bu akşamki ev sahibimizin seceresi biraz kompleks, ancak baba tarafından Suriyeli. Hristiyan oldukları için de paletleri oldukça geniş. Bir de kırk yıllık kaynana gibi mutfaktan çıkmayan biri. Hal böyle olunca karım ve ben iki gün öncesinden diyete başlar, geldiğimiz gün de kontrolden çıkmış bir şekilde yeriz.

Bu akşam menüde kifta- bizim köfte, et, tavuk, humus ve patlıcan ezmesi var. Bir de Tabuli isimli bir salata - Fas tabulisi değil, karışmasın.

Şarap olarak Lübnan ile başladık, ama Fransız diye düşünelim. Primitivo ile devam ediyoruz.

Akşamınız güzel olsun 😍❤️🍷😋



6 Ekim 2021 Çarşamba

Vergi Meseleleri

Birçok cahil, kişilerin servetinin vergilendirildiğini zannediyor. Zengin ya, daha çok vergi versin diyor.

O kadar çocukça bir düşünce ki bu… Dünyada başka örneği yok.

Servet değil, gelir vergilendirilir. Bir yıl boyunca çalışıp, kazandığınız para için vergisini ödediğinizde, o para artık sizindir, ne isterseniz yaparsınız.

İster alır Kayman Adalarına, isterseniz de Ukrayna'daki kız arkadaşınıza verirsiniz. Kanun buna karışmaz.

O yüzden bırakın, servetini bilmemne adalarına taşıdı vatan haini martavalını. O geliri elde ettiğinde vergisini ödediyse kimseyi ırgalamaz.

Dangalak muhalefet lideriniz anlamadı, hala mahkeme kararıyla tazminat ödüyor.

Vergi cennetleri Manukyan'ın kerhanesi değil, oraya her para götüren de vatan haini değil.

Bu zırvaları bırakıp, devletin doğru düzgün gelir vergisini toplamaya çalışması lazım.

Vergilendirilmiş kazanç kutsaldır derler. Vergimi ödediysem, kimseyi ırgalamaz o parayla ne yaptığım.

Kafasızların anlamadığı, bu vergi cennetlerinde para aklama işi. Yani gayri kanuni yoldan elde edilmiş kazancın transferi.

Bunu önleyin…

Hadi size beyin egzersizi.

Gelir vergisi oranı diyelim yüzde kırk.

Yüzde kırk vergi veren bir adama, memlekette bunca aç insan varken bu yaptığın etik mi, niye yüzde elli vergi ödemiyorsunuz diyebilir misiniz?

Bu kadar kazanıyorsun, sadece yüzde kırk vergi ödemek etik mi diyebilir misiniz?

Hanginiz gönüllü olarak maaşınızın/gelirinizin kesilen vergisinin üstüne, devlete vergi ödersiniz?

Yapmayın…

Bir tek hukuk vardır. Bir fiil de sadece bu hukuka göre suç olabilir.

Hukukta suç olmayan bir şeyi din, ahlak, etik, vesaire gibi afaki bir tanımla suç sayarsanız, neyin hukuki, neyin gayri hukuki olduğunu belirleyemezseniz.

Siz dünyanın en akıllı insanları değilsiniz. Kafanıza yatmayan her şeyi gayri kanuni ilan edemezsiniz.

Toparlayın kendinizi.

Bunun, islamcıların şu dinimize aykırı, şu muhafazakar toplum değerlerimizle uyumlu değil, yapılmamalı demelerinden hiç bir farkı yok.

Bir kere kendinizi beğenmişliği bırakıp, aklın yolunu izleyin lütfen…

Vergi cennetlerinde şirket kurmak suç değildir, nokta!

2 Eylül 2021 Perşembe

Bir Bardak Gran Reserva

Sevgili arkadaşlar, resimdeki bir kadeh Gran Reserva. İspanyol şaraplarının "en" kalitelisi. Şişesini bir görseniz, otellerin kapısındaki amiral giyisili teşrifatçılara benziyor. Yanardönerli kurdelaları, yaldızlarıyla gerçekten göreni etkiliyor.

İçindeki şarap da gerçekten güzel bir şarap. İçerken mükemmel zevk alıyorum, şu anda bile, sizlere bu satırları yazarken.

İspanyolların bu kalite sınıflaması aslında şarabın meşe fıçılarda ve şişelerde geçirmesi gerektiği minimum zamana göre belirleniyor. Mesela bir Gran Reserva Rioja, meşe fıçılarda en az iki yıl, toplamda da en az beş yıl yıllanmış şarap anlamına geliyor. Bunun bir alt sınıfı Reserva, mesela, fıçıda bir, toplamda da en az üç yıl yıllanıyor.

Reserva'nın altında Crianza şaraplar var. Crianza'lar en az iki, bunun da, yöreye göre değişse de altı-sekiz ay kadarını fıçıda geçiriyor.

Crianza'ların altında ise Vino Joven şarapları var. Bunlar tamamen sebastian şaraplar ve çoğunlukla şelendiği gibi içiliyor.

Bu kalite klasmanı gerçekten şarabın kalitesini hassasiyetle belirler mi?

Accık….

Elbette Eylül'de üzümü hasat edip, o şarabı Şubat'ta içerseniz Hacıbey Kebapçı'sındaki şıradan az biraz hallice bir şarap içmiş olursunuz ve bu bakımdan elbette ki bir Gran Reserva, bir Vino Joven'e göre çok daha kaliteli kalır.

Ancak şarabın ne kadar yıllandığı kalitesini belirleyen tek parametre değil.

Bir şarap, şarap sayılabilecek kadar yıllandığında, yani üç dört sene kadar sonra işler değişiyor.

Bu noktada üzümlerin kalitesi, harmanın içeriği, şarapçının sanatı falan devreye giriyor. Kısaca bir şarap sadece fıçıda bilmem kaç yıl geçirdi diye gizel şarap olmuyor.

Bir kaç hafta önce Madrid'de bir akşam yemeği yerken, bir şişe Criaanza söylemiştik. Restoran için özel şişelenmiş cuvée dedikleri bir şarap. Dört yaşında falan. İçme de, bas nikahı, ömrünün kalanını onla geçir. O kadar güzel.

Bir hafta sonra doğum günümü Maspalomas'da bir barda kutlarken yine bir şişe Crianza söyledik. Bunu da Madrid'dekinin üzerine kuma al, o kadar leziz…

Her ikisi de şu anda içtiğim Gran Reserva'ya beş basar!

Kısaca bu kalite sınıflamaları çok hassas değiller. Bir parça endikasyon veriyorlar, hepsi o.

Yine de şarap her zaman güzel.

Akşamınız güzel olsun ❤️🍷



18 Temmuz 2021 Pazar

Chateau Le Vieux Serestin ve Petit Berdot

Sevgili arkadaşlar, dün sizlere ucuzluktan aldığımız bir şarabı deneyip, sonuçlarını yazacağım demiştim, here we are.

Şarabımız bir 2016'dan bir Bordeaux, Médoc, yanı Gironde nehrinin batısında, genellikle Cabernet Sauvignon yetiştiren bir bölgeden. Normalde, Bordeaux dendiğinde tarihi sebeplerden bu bölge akla gelir. İşin ilginç tarafı ise, günümüzde bir şişe Bordeaux satın alırsanız, büyük olasılıkla Gironde ve onu oluşturan iki nehirden biri, Dordogne nehrinin doğusunda bir şatodan gelme, Merlot ağırlıklı bir şarap içiyor olursunuz.

Beni izleyenleriniz bilecektir, Bordeaux, benim için Médoc, yani Sol Kıyı, yani Rive Gauche demektir. Deli olurum buraların şaraplarına.

Bordeaux şarapları harman şaraplardır. Cabernet Sauvignon, Merlot ve Cabernet Franc üzümlerinden yapılır. Médoc başta, sol kıyı şarapları Cabernet, sağ kıyı ise Merlot ağırlıklı üzüm harmanları kullanırlar. Kalanı da Cabernet Franc ile tamamlarlar. Arada da Malbec, Petit Verdot gibi üzimleri sadece renk, tad olsun diye çok küçük oranlarda karıştırırlar .

Bugünkü şarabımız ise çok fazla, yüzde onun üzerinde Petit Verdot içeren bir harman.

Petit Verdot, şarap yapımcıların çalışmayı çok fazla sevmediği bir üzümdür. Örneğin Cabernet yada Merlot hasat edilecek kadar olgunlaştığında, Petit Verdot hala yemyeşil, çiğ durumdadır - Verdot/Yeşil ismi zaten buradan gelir.

Hal böyle olunca bu üzümü diğerlerinden sonra bir fasıl daha işleyip, harmana katmak gerekir ki, bir çok üretici bunun yerine asıl Cabernet ve Merlot hasatlarından sonra ayaklarını uzatıp, şarap içmeyi tercih eder.

Bu günkü şarabımızı yapanlar ise biraz fazla çalışmış anlayacağınız.

Petit Verdot, şaraba renk, yoğunluk, kısaca şarap tadı verir ve normalde bu işe yarayan tanin ve asitli Cabernet kadar asit tadı içermez. Bu yüzden ortaya fazlasıyla Médoc, ancak asidik olmayan bir şarap çıkar.

Bu da çok önemlidir sevgili arkadaşlar. Tad ve aroma iyi bir şarabı şarap yapan en önemli özelliklerdir.

İşin biraz tekniğine girerseniz, şarabın tad ve aroması, karmaşık organik moleküllerin oluşmasına bağlıdır. Yoksa üzüm suyuna tad için basın şekeri, asit için biraz sirke, aroma için de iki şişe Tamek meyve suyu, size istemediğiniz kadar tad, aroma falan verir. Ancak bunların hiç biri şarap içinde oluşan karmaşık organik moleküllerin verdiği tad ve aromaya benzemez.

İşte durum böyle. Bu şarap, ismi ile anarsak, Chateau Le Vieux Serestin, böyle ilginç bir şarap. Bence mükemmel bir tadı, aroması ve aftertaste yani içtikten sonra ağızınızda bıraktığı bir tadı var. Güzel olmasa zaten Cru Bourgeois sınıflandırmasını alamazdı.

Ben çok sevdim ve şiddetle öneriyorum.

Sevgi ile kalın ❤️



4 Temmuz 2021 Pazar

Aglianico

İtalyan mutfağı dünyanın en lezzetli mutfaklarından biridir sevgili arkadaşlar. Bu mutfağın en çok bilinen yemeği de makarna, yani pasta. Bana sorarsanız, en güzel pasta sosu da Pesto, ama Liguria’nın spesialitesi, fesleğenli, sarımsaklı Pesto.

Davetli olduğumuz aile İtalyan olunca Pesto da bahçeden toplanmış taze fesleğenle, birinci sınıf İtalyan zeytinyağı ve İtalya’dan ithal çam fıstığıyla yapılıyor.

Biz de yaşımızı, kilomuzu unutup yiyiyoruz böyle 😋🥴

Canımız sağolsun😍

Konumuz şarabımıza gelirsek bir Aglianico. Napoli’nin güneyinden, Vezüv’ün volkanik toprağı ve Güney İtalya’nın güneşinin bir ürünü. Şarap seven herkesin ölmeden önce denemesi gerekli bir şarap…

Pazarınız güzel olsun 😍❤️🍷



27 Mayıs 2021 Perşembe

A Saucerful Of Secrets

Günlerdir süren sarsıntılar yüzünden uyku uyuyamıyordu. Kendini bildi bileli bu cennet yurdu devamlı sallanırdı, bazen çok hafifçe, öylesine hafif ki, tavanda asılı gaz lambasını sallanırken görmese hissedemezdi insan.

Ancak bu son sarsıntılar alıştıklarından farklıydı. Sarsıntıların kendisinden ziyade yerin altından gelen uğultular korkutuyordu onu.

Düşünceleri yıllar öncesine götürdü Octavia'yı...

Ailenin sekizinci çocuğu olduğu için bu ismi almıştı. Annesi on üç yaşından beri deniyordu. Ne var ki kendinden önce dünyaya gelen yedi kardeşi, daha doğumlarından bir kaç ay bile geçmeden ölmüştü. Çaresiz anne de kentin patroniçesi tanrı Venüs'e adaklar adamış, kurbanlar kesmişti. Sonra Octavia gelmişti. Venüs bu annenin yakarışını duymuş olacak ki, Octavia sağlıklı bir bebek olarak doğmuş, neredeyse hiç hastalık geçirmeden yirmi sekiz yaşına ulaşmıştı.

On yedi yıl önceki bu gün kent için çok önemli bir gündü.

İmparator Augustus Sezar'ın "Roma'nın Babası" olarak tanınmasının yıldönümüydü. Aynı zamanda da kenti koruyan ruhlar için bir ziyafet veriliyordu. Kent sakinleri bu iki kutlama için ayrı ayrı ikişer kurban kesiyorlardı. Tanrılar da günün önemini kavramış olacaklar ki, son bir kaç gündür şehri sallamaktan vaz geçmişlerdi.

Gün battıktan sonra kentliler hem yorgunluktan, hem de şaraptan olacak masaların etrafında uyuklamaya başlamışlardı ki önce yer altından o tatsız uğultu, sonrasında da hiç bitmeyecekmiş gibi gelen sarsıntılar başladı.

Yer sanki Octavia'nın ayaklarının altından çekiliyordu. Kendini evden dışarı attığımda ufak evleri tamamen göçüp, yerle bir olmuştu. Ana caddeden aşağıya koşmaya başlamıştı. Cadde boyunca güzelim binalar çatırdıyor, ya tamamen çöküyor, ya da bir kenara doğru yamulup kalıyorlardı. Neredeyse bütün sütunlar çatlamış, mermer heykellerin birçoğu kırılıp, dağılmıştı. Her yer toz içimdeydi.

Ardından yere düşen gaz lambaları evlerdeki tahta ve kumaşı tutuşturmuş, bütün kentte bir yangın başlamıştı. Herkes panik içinde şuursuzca sağa sola koşuşturuyordu.

Bütün kent halkına sonsuz gibi gelen otuz saniye sonunda sarsıntılar durmuş, etrafta sadece toz ve çığlıklar kalmıştı. Eve koşan Octavia annesinin cansız vücudunu çöken bir kirişin altında bulmuştu.

Sonraki on yedi yıl kenti onarmakla geçmişti. Çöken binalar yeniden yapılmış, hasar görenler onarılmıştı. Şehir yepyeni ve modern bir görünüme bürünmüştü, öyle ki İmparator Nero İmparatoriçe ile ziyarete gelmiş, Venüs'e adaklar adamış, tiyatroda da fiddle çalmıştı.

Bebeğinin ağlamaya başlaması, Octavia'yı bu düşüncelerden sıyırıp, kendine getirdi. Küçük Tiberius'u kucağına aldı, hafifçe sallayıp, ona tatlı tatlı bir şarkı söylemeye başladı. Tam bu anda kocası Hadrian içeri girdi. Kapıyı kapatmadan önce Forum'dan birlikte döndüğü arkadaşlarıyla vedalaştı. Karısının omuzuna şöyle bir dokunup, hemen masaya oturdu. Octavia bunun ne demek olduğunu çok iyi biliyordu. Canavar acıkmıştı!

Dolaptan bir tahta tabak aldı, sonra da kuyudan kurutulmuş et çıkarmak için kapıyı açtı. Tam bu sırada yer altından saniyeler geçtikçe şiddetlenen bir uğultu gelmeye başladı. Uğultu derinden, tok bir patlamayla son buldu.

Octavia bahçeye çıkıp, boynuzundan tutarak bir kuzuyu eve getirdi ve köşedeki küçük mabedinin önüne doğru sürükledi. Keskin bir bıçakla hemen boğazını kesip, kanını akıtmaya başladı. "Ey evrenin hakimi, yıldırımların ve şimşeklerin kralı Jüpiter, ey evrenin en güzeli, kentimin koruyucusu Venüs, duy sesimi, bu kurbanımı kabul et, gazabını düşmanlarımıza çevir"

Hemen Tiberius'u sarmalayıp, evden dışarı çıkmak için dışarıya doğru adımını attı. Tam bu anda bir ıslık sesinin ardından Ayaklarının ucunda parmak ucu kadar küçük bir taş parçası olanca hızıyla yere çarptı, ancak normal bir taşın aksine, düştüğü yerden duman çıkmaya başladı.

Bu ilk taşı önce onlarca, sonra da yüzlerce taş izledi. Akkor halindeki bu taşlar düştükleri yerleri yakıyor, kötü bir koku yayıyorlardı.

Octavia kapıyı kapayıp, içeri girdi. Evin damına çarpan taşları duyabiliyorlardı. Taşlar henüz içeri ulaşamamışlardı ancak damın fazla dayanamayacağı belliydi.

"Kudretli Jüpiter!" diye haykırdı Octavia. Kocası Hadrian'a dönüp, "Buradan çıkmalıyız" dedi. Hadrian "Telaşlanma, birazdan geçer, Jüpiter'e bir kurban daha adarız, sakinleşecek, bizleri bağışlayacaktır" diye cevapladı.

"On yedi yıl önce eğer evde kalsaydım ben de annem gibi yer altında, ruhların diyarında olacaktım Hadrian, dinle beni lütfen, çıkmalıyız buradan" diye üsteledi Octavia.

Tiberius'u boynunun etrafına sarmaladığı bir çuvalın içine koydu, sonra da odanın ortasındaki masanın bir ucundan tuttu. "Kımılda Hadrian, tut öbür ucundan" diye kocasına bağırdı. Masayı kaldırıp, üçü birden altına girdiler. Octavia bir eli ile masayı tutarken, diğer eli ile kapıyı açtı.

Evden çıkıp, ana caddede koşmaya başladılar. Taşlar başlarının üzerindeki masaya vurup, sağa sola savruluyorlardı. Kent halkından kimse hayatlarında böyle bir şey görmemişlerdi. Sokakta koşuşan insanlar Jüpiter'e Apollo'ya yalvarıyorlardı.

Octavia masanın altından zar zor gökyüzüne baktı. Taşlar, kentin ilerisindeki dağın yönünden geliyordu. Hadriana dönüp aksi yönü işaret etti "Bu tarafa!"

Bir kaç dakika daha koşmaya devam ettiler. Kentin kapısına yaklaşmışlardı ki, Hadrian yerde cansız yatan birini gördü. Ölü adamın kemerinden sarkan para kesesini almak için uzanırken bir anda yere yığıldı. Yere düşen masanın altına sığınan Octavia kocasının alnının üzerindeki kara lekeyi farketti ve yanmış et kokusunu duydu. Duman dağılınca Octavia bu lekenin ardındaki deliği gördü. Bir anda kara leke kızıla dönüştü, oluk oluk kan Hadrıan'ın cansız kafasından fışkırmaya başladı.

Octavia, Tiberius'a sarılıp, bir an için öylece donup kaldı. Sonrasında cebinden gümüş bir para çıkarıp, kocasının avucunun içine sıkıştırdı "Styx'i geçerken kayıkçıya vermen için sevgilim!"

Octavia'nn masa tek başına taşımasına olanak yoktu. Eğer masanın altından çıkarsa daha bir kaç saniye bile geçmeden bu kızgın taş yağmurunun altında Hadrian'ın başına gelen, kendisinin ve küçük Tiberius'un da başına gelecekti.

Bir el arabasını iterek geçen Centurion'u gördüğünde Octavia'nın gözlerinde bir ümit ışığı belirdi. Masanın altından askerin ayaklarına sarılıp, "Bizi de yanına alır mısın?" diye yalvardı. Centurion cevap bile vermedi. Octavia'nın yüzüne bir tekme atıp, yoluna devam etti.

Üzerinde zırhı ve geniş kalkanı ile taşlardan korunmaya çalışılarak kapıya doğru koşan bir Phalanx, olan biteni görmüştü. Yolunu değiştirip, Tiberius ve Octavia'nın yanına koştu. Tiberius’u, kalkanını bağladığı koluna aldı. Octavia da eğilip, askerin diğer yanına yapıştı, hep beraber koşarak kapıdan çıktılar, Campania'nın yemyeşil çayırlarında koşarak bu felaketten uzaklaşmaya başladılar.

Yarım saatlik bir koşu onları lapilli adı verilen bu volkanik taş yağmurundan uzaklaştırmıştı. Hala bir iki taş oraya buraya düşüyordu ancak biraz şansla kendilerini bu felaketten kurtulmuş sayabilirlerdi.

Octavia Tiberius'u bir ağacın arkasına yerleştirdi, sonra da dönüp bu yağmurun geldiği yöne baktı.

Vezüv dağı bir baca gibi tütüyordu. Dumanların arasından Roma'nın muhteşem çeşmeleri gibi taşlar dört bir yana bir bulut misali püskürüyordu.

Bir insan seli Pompeii kentinden güvenli ovalara akıyordu. Neredeyse şehrin tümü kaçmıştı. Yirmi bin kişiye yaklaşan bu gruba yakındaki Herculaneum ve Nuceria 'dan canlarını kurtaranlar da eklenince küçük bir göçebe ordusu ovada bir araya gelmişti.

Taş yağmuru neredeyse yarım gün sürmüştü. Ardından ise asıl facia geldi. Yıllarca suskun kalmış Vezüv, cehennemi patlamalarla tonlarca volkanik külü atmosfere püskürttü. Jüpiter'in insafına sığınıp, Pompeii'de kalan bin beş yüz kişi artık güneşi göremiyordu.

Küllerin ardından gelen erimiş taş nehri kıvrıla kıvrıla Vezüv'den aşağı akmaya başladı. Kentte kalanları tanrılarının yanına göndermek için pyroclastic akıntı denen bu kırmızı nehrin Pompeii'ye ulaşmasını beklemeye gerek yoktu. İki yüz elli derece ısıdaki bu cehennemi nehrin on kilometre yakınında bulunmak bile sıcaktan kavrularak anında ölmek için yeterliydi.

Kentte kalanların çoğunluğu aşırı sıcaktan hayatlarını kaybettiler. Hasbelkader canlı kalan grup ise küllerin çökmesiyle oksijensizlikten boğularak öldüler.

Vezüv iki gün boyunca gazaba geldi. İki gün sonra her şey bittiğinde Pompeii kenti altı metre derinliğinde bir kül içine gömülmüştü. Sadece Apollo tapınağı ve nöbetçi kuleleri gibi yüksek birkaç yapının çatıları kül içinde seçilebiliyordu.

Octavia ile Tiberius'a ne oldu bilmiyorum. Olayı size dramatize ederek aktarabilmek için uygunsuz bir organımdan uydurduğum hayali iki karekter ve bir öykü idi bu arkadaşlar. İsterseniz Octavia ile onu kurtaran Phalanx'ın evlenip, mutlu olduklarını, Tiberius’un da büyüyüp, başarılı bir gladyatör olduğunu düşünebiliriz elbette, ama konumuz bu değil.

Şimdiye kadar birkaç antik Roma ve Yunan kenti gezdim sevgili arkadaşlar. Bunlardan özellikle Efes aklımı başımdan almıştı. Ancak Pompeii felaketin doğası bakımından en ilginç olanıydı desem yalan olmaz herhalde. Bu kent sanki iki bin yıl öncesindeki yaşamın bir fotoğrafı gibi donmuş kalmış. Kaçabileler de, kalanlar da bu ani patlama yüzünden her şeyi öylece bırakmışlar.

Bugün bu kenti yanmış kentlilerin taşlaşmış cesetleri dahil görmeniz mümkün.

Nüfusu yirmi bin olsa da M.S. 79 için oldukça büyük bir kent sayılır Pompeii. Vezüv'ün yakınlarında bir konumu var. Ama yakın dediysem gerçekten öyle dibinde değil. Kentten dağa yürümek bir yarım gün alır, belki de daha fazla.

Vezüv'e de dağ dediysem aklınıza öyle Ilgaz Anadolu'nun sen yüce bir dağısın gelmesin. Yürüyerek iki saatten az bir sürede zirveye tırmanmıştık.

İşte bu minicik dağ, dünyanın en tehlikeli volkanlarından biridir sevgili arkadaşlar. Ne zaman, nasıl patlayacağı belli olmayan dengesiz, asabi bir volkan.

Ve Avrupa kıtasındaki tek aktif volkan. Zirvede, kraterinin içinde hala duman tüten minik bacaları var. Yani yarın bile faaliyete geçebilir.

Politik haritalarda Avrupa sayılan Sicilya'daki Etna volkanı jeolojik olarak Afrika kıtasının bir parcasıdır, öyle olmasa bile Sicilya bir ada olduğu için kıta Avrupa'sı sayılmaz. Keza Kanarya Adaları'ndaki El Teide.

Sabah Pompeii'yi gezip, öğleden sonra da Vezüv'e tırmanmıştık. O felaketi içimde hissetmiştim sizin anlayacağınız. Öyküsü burada...

Pompeii kentini yüz yıllar boyunca ucundan, kenarından kazarak açığa çıkarmışlar.

Kentin görmeye değer bir tarafı da eski amfi tiyatrosu. Bir Aspendos'a kıyasla çok daha küçük, çok daha gösterişsiz bir yer elbette, ancak bu yapının da yaşamımda çok özel bir yeri vardır.

Daha parmak kadar çocukken dinlediğim bir Pink Floyd konseri bu amfi tiyatroda gerçekleşmiş. Konser dediysem aslında bir konser klibi, çünkü seyircileri sadece Pompeii'de oturan bir kaç çocuktan ibaret. Çok da maceralı bir kayıt olmuş. Filmi çekip yöneten avanak, film bobinlerinin dörtte üçünü falan kaybetmiş, sonradan stüdyo, yama falan bir şeyler çıkarmışlar o günün teknolojisiyle. Acayip zevkli bir öyküsü vardır, anlatırım sizlere bir gün.

Ancak ortaya dünyanın abartısız en güzel müziklerinden biri çıkmış. Sizlere bu güzelim kolleksiyonun en güzel şarkılarından birini çalacağım bu akşam. We don't need no education'u, duvar'ı falan bırakın bir kenara. Bu adamların en güzel, en başarılı şarkılarından biridir bu.

Pompeii kaydı ile 'A Saucerful Of Secrets', çevrisini sormayın...

Bu kaydı o kadar çok izledim ki, Pompeii'de o amfi tiyatroya girdiğimde kameraman nerede, Masın davulunu nereye kurmuş, Gilmour hangi tarafta gitarını, Wright hangi tarafta klavyesini çalıyor, bir fotoğraf gibi gözümde canlandı - atlamadım Waters da orada biryerlerde, ama olmasa da olurmuş bana sorarsanız.

Şarkımızda söz yok, ama dünyanın en güzel müziği var.



Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...