21 Ekim 2020 Çarşamba

Morel

Sevgili arkadaşlar Morel isimli mantar belki en çok sevdiğim mantar türüdür. Tabi ki Truffle, yani Trüf mantarı hem daha pahalı, hem de aroma bakımından çok çok daha yoğun bir türdür. Ancak iş mantarın tadına gelince şahsımın oyu Morel'a gider.

Çok ilginç bir mantardır. Şapkası yoktur ya da yok gibidir. Tadını çok bastırmamak için sosa, biraz tuz, biraz sarımsak, biraz da karabiber ile tereyağında kzartp, hafif atşte katılaştrırm. Et ve makarna üstüne mükemmel gider.

Bu akşam halimiz böyle gördüğünüz gibi. 🐝Mezzy🐝'cik akadaşında bir pijama partisi yapıyor, biz de sevgili karımla tekrar boyfiend/girlfriend olduk, ABBA ve Edit Piaf dinletip, şarap içiyoruz.
İşte böyle arkadaşlar. Bizim akşamımız güzel tabi, canım kızımı özlemekten başka...

Sizin ki de güzel olsun! 😍🍷😋



1 Ekim 2020 Perşembe

F-16 Güzel Ama...

F-16 mükemmel bir uçaktır sevgili arkadaşlar. Sesin iki katından fazla bir hızla uçabilir. Bu da saatte iki bin küsür kilometre eder. İnsanın aklını başından alan bir sürattir bu.

İnanılmaz kıvrak bir uçaktır. Dokuz G'den fazla, yani kendimizi tamamen normal hissettiğimiz 1 G'lik yerçekiminin (teknik olarak ivmenin) dokuz katı şiddetinde dönüşler yapabilir! Böyle manevralar esnasında pilotun kanı bacaklarına çekilir, beynine yeterli kan gitmediği için kendinden geçer. Bu esnada G-Suit dedikleri pilot tulumu devreye girer, bacakların etrafında balon benzeri bir mekanizma şişerek, kanın yukarı, beyne gitmesini sağlar. İşin aslı, eğer içindeki pilot dayanabilseydi, F-16 daha da yüksek G manevraları yapabilirdi.

Bu kadar hız ve çeviklik, F-16'yı canavar bir avcı uçağı yapar. Aklınıza gelen, ismini bildiğiniz uçakların yüzde doksanı F-16 karşısında çaresiz kalır. Eğer görebileceği kadar yakınında yakalarsa, ünlü F-35'in bile etrafında fırıl fırıl döner, lime lime doğrar. Gördüğü değil, görmediği uçakları bile yüz elli küsür kilometre uzaklıktan vurabilir. Sadece bir elin parmağı kadar uçak türü F-16 ile baş edebilir.

F-16 sadece bir avcı uçağı değildir. Nükleer bombalar dahil sekiz tona yakın bir çok akıllı ve aptal bomba, seyir füzeleri dahil güdümlü ve güdümsüz roket taşıyabilir. Uzun menzilli bombardıman, yakın hava desteği, yani yerdeki piyadelere yardım, sığnak bombalama, SEAD dedikleri düşman savunmasını elimine etme gibi her türlü havadan yere saldırı görevini mükemmel bir biçimde yerine getirir. Havadan yakıt ikmali yapabildiği için çok uzak mesafelerdeki hedefleri bile vurabilir. Geçenlerde bizimkiler Libya'da sekiz saatlik bir görevi tamamladılar.

F-16'nın bir de topu vardır ki, kodumu oturtur. Hava, yer demeden, nerede bir şey görürse, dakikada altı bin mermiyi altı namlusundan dangadanak gönderebilir üstüne - ne yazık ki sadece beş yüzün biraz üstünde mermi taşıyabildiğinden bir dakika boyunca topu devamlı kullanmaya cephanesi yetmez.
Sadece av yada saldırı gibi muharip görevleri değil, keşif gibi bilgi toplama görevlerini de başarıyla yapabilir. Kanadının, gövdesinin altına bir yerlere keşif podları takarak, gece gündüz bu görevde kullanabilirsiniz.

Abartmıyorum, mükemmel bir uçaktır F-16. Başarısı boşuna değildir. Uygar batının hemen her ülkesi bu uçağı kullanmakta ya da kullanmıştır. Yeni modelleri halen satılmaktadır. Fellahlar gıcır gıcır, baştan aşağı dijital kokpitli, yeni motorlu tiplerini yakın zamanda aldılar - ki bunların parası boldur, her şeyin en iyisini isterler.

Lafın kısası, tasarım olarak artık yaşını başını almış olsa da çok az pilot bu canavarla kafa kafaya bir it dalaşını göze alabilir.

Türk Hava Kuvvetleri F-16C


Bu kadar reklamdan sonra artık böyle on parmağında on marifet bir uçağım olsun diye geçirmişsinizdir içinizden herhalde.

Zor değil, babanızdan doğum günü için bir tane isteyin. Tanesi yirmi beş milyon dolar!

Çok tuzlu geldiyse almak yerine kiralamayı deneyin.

Aslında en temizi, F-16'sı olan bir arkadaşınıza gitmek. "Ya, şu uçağını bir saatliğine ver, benzinini falan, her şeyini ben alıp koyacağım, şöyle kız arkadaşımla bir piyasa yapayım" durumları.

Olmaz olmaz demeyin, olur. Sadece, bir saatlik uçuşu için sekiz bin dolar bulmanız gerekmekte. Bu para benzin, lastik ve az biraz yedek parça için, hepsi o. İki saat uçun, on altı bin dolar!

Garip hava kuvvetleri on iki uçaklık küçük bir F-16 filosunun iki saatlik uçuşu için 192 bin dolar harcar. Bunu on gün tekrarlayın, iki milyon dolar camdan dışarı gider. Bu para sadece uçakları uçurmak için! Pilotların eğitimi, maaşları, yer personeli, dolaylı lojistik, vesaire hariç.

Bunları aklınızın bir kenarında tutun.

Şimdi size başka bir uçaktan bahsedeyim.

İsmi Bayraktar TB2.

Bu bir UAV, yani drone dedikleri insansız bir hava aracı. Silah da taşıdığı için UAV yerine UCAV derler, bizdeki bilinen adı SİHA.

Yüz beygirlik, tek bir motoru ile minicik pervaneli bir uçak. F-16'nın yanında kaplumbağa sayılır, hızı sadece saatte yüz otuz kilometre. Ayıptır söylemesi, Jelena'nın arabasının motoru üç yüz kırk beygir ve neredeyse bunun iki katı hızına çıkabiliyor. Saatte iki bin küsür kilometre giden, ses hızının iki katından fazla basabilen bir F-16'ya göre ise, sormayın, komik kalıyor.

Bayraktar TB2 kaç G'lik manevra yapabilir bilmiyorum, zaten ne motorunun, ne de gövdesinin gücü öyle "Maverick" Tom Cruise usulü atraksiyonlara uygun. Üç G çekebiliyorsa iyi. Disneyland'deki Aerosmith roller coaster bile beş G'den fazlasını çekebiliyor.

Bu drone sadece elli küsür kilo bomba taşıyabiliyor. Gürbüz bir F-16 pilotu bile bunun iki katı ağırlığındadır. Bir de F-16'nın sekiz tona yakın bomba yükünü düşünürseniz, iş iyice Gulliver cüceler ülkesinde oluyor.

İşin aslı Bayraktar TB2 genelde sadece iki tane yirmi küsür kiloluk minyatür roket taşır.
Bayraktar TB-2 uçak falan avlayamaz, derin nüfuz etme becerili sığnak delen bombaları, nükleer bombaları, hatta ikinci dünya savaşının aptal bombalarını bile taşıyamaz. Ne topu vardır, ne radarı.

Bayraktar TB2

Peki nesi vardır bu kabiliyetsiz uçağın diye sorarsanız...

Bir Bayraktar TB2, 2020 yılı itibarıyla bir milyon dolar civarındadır. Yani bir F-16 yerine yirmi beş tane Bayraktar TB-2 alabilirsiniz. Türk Hava Kuvvetleri'ndeki tüm Bayraktar TB-2'lerin toplam maliyeti, dört F-16'nın fiyatından daha az. Popüler F-16 resimlerimde, kanat uçlarında üçgen kanatlı iki tane havadan havaya AMRAAM (öhö!) füzesi görürsünüz. Bunların sadece bir tanesinin fiyatı bir milyon dolardır. Eğer avanak bir F-16 pilotu bir Bayraktar TB2'ye bir AMRAAM sıkar ve düşürürse, attığı füzenin maliyeti, düşürdüğü drone'unkine denk gelir.

F-16 saatte iki küsür bin kilometre hıza ulaşabilir dedik. Dedik de, yakıtı bu hızda uçmaya sadece yirmi dakika falan yeter - o da, kanat ve gövde altında yakıt tankından başka hiç bir yük taşımıyorsa. Eğer bomba falan da varsa maksimum hızına ulaşamaz bile. Ses hızının iki katında yirmi dakika uçtuktan somra ise benzinciye çekip, depoyu yeniden doldurmak gerekir. İşin aslı sadece F-16 değil, tüm süpersonik muharip uçaklar hep ses hızının altında, saatte dokuz yüz kilometre gibi hızlarda uçarlar. Bu hız düzeyi onlara maksimum havada kalma olanağı sağlar. F-16 için bu iki saat civarındadır.

Bir Bayraktar TB2 ise yirmi dört saat boyunca havada kalabilir. F-16 pilotları astronotlar gibi şişme G-suitl'lerinin içinde, gözlerinden siperlik, kafalarında kask, ağızlarında oksijen maskesi uçmaya çalışırken, drone pilotları ellerinde kahveleri, kaykılan sandalyelerinin üzerinde görev yaparlar.
Uzun uçuşlarda geleneksel pilotlar, uçuş esnasında fermuarlarını indirip, uçlarından bağladıkları plastik keselere çişlerini yapıp, kenara koyarlar. Bu çiş seansları esnasında bir avcı uçağı saldırırsa, ne yaparlar, bilmiyorum. Drone pilotları ise arkadaşlarına seslenip, "Şu benim uçağa beş dakika göz kulak ol, ben çişe gidiyorum" diyebilirler. Hatta "Okuldan aradılar, çocuk hastalanmış, onu alacağım, şu görevi sen bitir" bile olası bir senaryodur. Yirmi dört saatlik bir görevde her pilot ikişer saat uçarak, hiç yorulmadan görevi tamamlayabilirler.

Bir Bayraktar TB2'nin saatlik uçuş maliyeti nedir, bilmiyorum, ancak motorunun, arabanızın kaputunu açtığınızda gördüğünüzle aynı olduğunu düşünürsek, üzerine biraz da lastik, yağ parası koyarak mesela elli dolar diyebiliriz. Bu hesapla Kandil üzerinde yirmi dört saat dolanan bir F-16'ya iki yüz bin dolar öderken, bir TB-2 Bayraktar'a sadece bin iki yüz dolar öderiz. 

Pratikte bir bölgeyi devamlı F-16 gibi bir platformun kontrolü altında tutmak imkansız değilse bile çok maliyetlidir. Bayraktar gibi bir drone için ise bu olağan bir iş günüdür.

Yine bir F-16 yüzlerce kilometre öteden, radar ekranlarını panayır yerine çevirir. Düşman, bir uçağın kendisine doğru geldiğini anında görür. Bayraktar TB2, F-16'ya göre çok daha küçük olduğu için radarda çok daha geç fark edilir.

Bir F-16 düşerse pilot ya ölür, ya da esir olur, sonrasında kurtarılması için Rambo'ya rica etmek falan gerekir. Bir Bayraktar düşerse cebimiz biraz acır ama olsun. Zaten bu yüzden Suriye ve Libya'da Pantsir gibi canavar hava savunma sistemlerini Bayraktarlar ile etkisiz hale getirebildik. Yoksa aklı olan hiç bir pilot uçağıyla Pantsir'lerin üzerine gitmez.

Bayraktar TB2'nin kullandığı roketler de hep bizim tasarımımız. Küçücük, hafif itkisiz roketler bunlar. İsimleri MAM, yani minyatür akıllı mühimmat. O kadar hafifler ki, benim gibi gürbüz biri, iki tanesini rahat rahat taşıyabilir. Sekiz kilometre uzaktan, hedeflerini bir metre hassaslıkla da vurabiliyorlar. Fiyatları da kelepir. Sık, sıkabildiğin kadar. Kredi kartının limitini geçmezsin.

İşte bu sebeple Türk drone'ları Suriye'de, Libya'da ve Azerbaycan'da savaşların gidişatını değiştirebildiler. Fiyatları, kullanım maliyetleri ve can kaybını önlemeleri hava kuvvetlerine yeni kapılar açtı. Milyonlarca dolar tutabilecek operasyonları, on bin dolarlar seviyelerinde gerçekleştirebiliyor Türk drone'ları.

Bayraktar TB2 elbette bir derin nüfuz edici sığnak bombası atamıyor ama bu tür bir görev o kadar çok nadirdir ki, bir F-16 bütün operasyonel hayatı boyunca bu bombayı hiç atmamış olabilir - keza bir nükleer bomba. Zaten böyle eksantrik görevler için saatine sekiz bin dolara kıyıp, bir F-16 kaldırmak en iyisi.

Kötü komşu insanı ev sahibi yaparmış, Amerikalı ve İsrailliler eğer zamanında bize silahlı drone'lar satsaymış, bunları yapmamış olacaktık.

Bunların tümü Türk insanının başarısı - Bayraktar damat olsa da tartışmasız bir başarıya imza attı. Şapka çıkarıyorum. TAI Anka'yı da unutmuyoruz tabi.

Şimdi hem damat, hem de TAI, yeni ve ileri drone'lar tasarlıyorlar, Baykar'ın Akıncı isimli drone'u F-16'nın taşıdığı her türlü mühimmatı taşıyabiliyor. Çok yüksekten uçabildiği için de devasa bir alanı aynı anda gözlem altında tutabiliyor. TAI'nin Aksungur isimli drone'u iki motoruyla kırk sekiz saat havada kalabiliyor. Kardeşi Anka'nın bazı modelleri gib, yerdeki pilottan binlerce kilometre uzakta hem de. Motorları ise turbo dizel, bir tür Isuzu motoru yani! 

Her iki grup da jet motorlu, ve bir sonraki aşaması stealth olacak drone'lar tasarlıyorlar.

Bir Amarika bu kadarını yapamıyor işte. Şaka değil, gerçekten. Nedeni ise kapitalizmin genlerinde gizli.
Ucuz ve küçük yerine daha fazla kar edebilecekleri büyük ve pahalı sistemleri tercih ediyor Amarikan firmaları. Örneğin Amarikan drone'larında kullanılan bir Hellfire roketi bizim yaptığımız MAM silahının iki katı ağırlığında, ve tanesi iki yüz bin dolara yakın. Yani sekiz tanesi bir Bayraktar TB2 ediyor. MAM'ın fiyatı açıklanmıyor ama bir Hellfire'ın onda biriyse şaşırmam.

Bu memleketin insanı istediği zaman yapabiliyor işte...

Sağlıcakla kalın.

30 Eylül 2020 Çarşamba

Côte d’Azur'e Doğru

Bu Corona illetinin en can sıkıcı kısmı benim için maske olmuştu sevgili arkadaşlar, halen de öyle. Bir türlü alışamadım maske takmaya. Nefes alırken insanın kendi nefesinin sıcaklığını hissetmesi çok yabancı geliyor bana. Bu yüzden bizi Nice'e götürecek uçağımıza bindiğimizde daha yerimize oturmadan afaganlar basmıştı şahsımı.

Şöyle bir maskenin ucundan gerip, üstten biraz temiz hava alayım dedim, hostes bir şahin gibi atladı üstüme, "Kapat bakayım onu! Çekme, uzatma maskeni!"...

Uçakla seyahat ederken, uçuş süresi ne kadar uzun, yada kısa olursa olsun, saat sabahın sekizi yada gecenin üçü bile olsa hiç dinlemem, bir bardak kırmızı şarap içerim mutlaka. Bu bana seyahat ettiğimi hatırlatan bir ritüeldir. Ancak bu maske hassasiyetini görünce, tamam dedim, yan bastık! Şarap, marap hayal diye geçirdim içimden.

Ben bunları düşünürken hostes, sınavda kopye çeken öğrencileri yakalamaya çalışan bir öğretmen gibi sağa sola bakınıyor, aniden geriye dönüp, maskesini aralayan falan var mı diye kontrol ediyordu. Eğer birini yakalarsa bağırmak suretiyle doğrudan afişe ederek, tuvaletin deliğine sokup, çıkarıyor, kurbanını maskeyi araladığına, aralayacağına pişman ediyordu.

Cenevre'den kalktık, normal uçuş irtifamıza tırmanıyorduk, ama bu şarap grevi yüzünden o kadar canım sıkkındı ki, ne anonsları dinliyor, ne de kızlarla konuşuyordum. Maske yüzünden kimsenin göremediği mahkeme duvarı gibi bir suratla oturmuş, amaçsız bir biçimde iPad'imi kurcalıyordum.

Aradan biraz zaman geçti. Gözüm, ön taraftan bize doğru yaklaşan servis arabasına takıldı. Maskeye fermuar mı takıp yiyeceğiz falan diye düşünüyordum ki, bir de baktım, iki yuro verip, bir kola alan herkes maskesini indirip, rahat rahat yiyip, içebiliyor. Demek EasyJet'e para ödeyince Corona bulaşmıyormuş.
"Anam" dedim, hayat sanki güzelleşecek gibi duruyor!

Hostes kadın arabasıyla geldi, "Keskö vu vule buar?" diye sordu. "Kırmızı şarap" dedim. "Şu mu olsun, bu mu olsun?" diye sordu, "Ver bacım, farketmez, hangisi olursa olsun." dedim. Bir ufak şişe verdi. "İki" dedim. İkinci şişeyi Jelena'ya vermeye kalktı, havada yakaladım, "Bu da benim" dedim. Ne kadar çok şarap, o kadar az maske, anlıyorsunuz değil mi?

Hayat Güzelleşiyor!
Her iki şişeyi de yudum yudum, uzun uzun, sindire sindire içtim. Maske polisi, kabin şefi, yırtıcı kuş, hostes kadın yanımdan geçerken, inadına maskesiz, gözünün içine baka baka şarabımı içmeye devam ettim...

Nice havaalanına indiğimizde günün yarısı geçmişti. Neyse ki otelimiz havaalanının çok yakınındaydı. Yine de bir terminali yürüyerek geçmektense, tramvay'a binip, neredeyse otelimizin kapısının önünde indik.

Côte d’Azur, ya da başka bir ismiyle Fransız Rivyerası, Akdeniz'in en güzel bölgelerinden biridir sevgili arkadaşlar.

Ben, Côte d’Azur'ün doğasından çok, şaşalı havasını severim. Benim yaşında olanlar için Monte Carlo, Cannes, Saint Tropez falan hep paranın, jet sosyetenin, paralı, casuslu filmlerin mekanlarıdır.

Ancak zaman, her şey gibi Côte d’Azur'den de bedelini almış. Gerçi akibeti, örneğin ellili, altmışlı yıllarda jet sosyetenin önemli bir tatil merkezinden bugün caddelerinde güvenle yürüyemeyeceğiniz bir çöplüğe dönen Acapulco kadar kötü olmamışsa da, Côte d’Azur şu sıralar eskisi kadar pırıltılı bir yer değil. Caddelerde bol bol Rusça duyuyorsunuz. Afrikalılar caddelerde size Eyfel kulesi minyatürü satmak için "Hey! My friend! Very cheap! Very cheap!" diya yolunuzu kesip, kolunuza yapışıyor, sizleri taciz edebiliyor. Monte Carlo ya da Cannes'ın ellili yıllardan kalma gösterişli binaları da sanki biraz eskimiş gibi.

Ama Côte d’Azur, hala Côte d’Azur işte...

Hala Cannes'ın güzelim otellerinin önünden geçerken etkilenmemek mümkün değil. Başınızı deniz tarafına çevirdiğinizde ise, özellikle film festivali zamanında, etkilenecek başka şeyler görebiliyorsunuz. Yine Monte Carlo'da gezerken etrafınızda Ferrari'ler, Lamborghini'ler vızır vızır geçiyor, bir bara girdiğinizde doğal bir refleksle 'Shaken, not stirred' bir Martini söylüyorsunuz kendinize.

Saint Tropez, bu Côte d’Azur şebekesinin hafif uzağında kaldığı ve gidip, gelmenin göreceki olarak zor olduğu için bence hiç bozulmamış. Dünyanın en güzel köylerinden biri olan bu cennetten kalma yer, yüzlerce yıl yaşında binalarının arasında gezen son model arabaları ve milyonlarca dolarlık yatların park ettiği marinasıyla halen bir cazibe merkezi. Eze ise zamanın orta çağlarda durduğu başka bir cennet köy.
Yani yukarda biraz mızmızlık ettim diye hevesinizi kırmış olmayayım. Côte d’Azur kesinlikle gezilmesi, görülmesi gerekli bir yer.

Zaten öyle olmasaydı neredeyse her sene en az bir kere gitmezdik.

Gerçekten de hayatımın bir çok döneminde, birçok farklı ortamda, farklı insanlarla gitmişliğim vardır bu bölgeye.

Ancak kafama kazınan ve ne olursa olsun bir daha silinmeyecek bir Côte d’Azur gezimiz vardır ki, önem bakımımdan hepsini geride bırakır.

2014 yılının 31 Aralık gününde arabaya atlayıp, yeni yıl için Côte d’Azur’e gelmiştik. Jelena hamileydi ve hamile olduğunu öğrendiğimizden beri çıktığımız ilk 'seferdi'. O zamanlar daha 🐝Mezzy🐝 'nin 🐝Mezzy🐝 olduğunu, yani bir kızımız olacağını bile bilmiyorduk. 

2015 Yılbaşı, 🐝Mezzy🐝 'yi beklerken
Hayatımın en güzel yılbaşısıydı. Monaco'da, eski bir şarap mahzeninden restorana çevrilmiş tarifi zor güzellikte bir mekanda akşam yemeğimizi yemiştik. Garip Jelena şarap içemediği için ben onun yerine de içmiştim. Monte Carlo'da, Casino'nun bahçesinde karşılamıştık yeni yılı. Herkesin karısı kendine güzeldir tabi ancak kalbimde dünyanın en güzel kadınıdır sevgili karım. Ne var ki 🐝Mezzy🐝 içerden onu her zamankinden daha güzel yapmıştı. İşte böyle bir ortamda ondan sıfıra kadar sayarak eski yılın son saniyelerini geçirmiştik. Havai fişekler yeni yıl ile birlikte canım kızımın gelişini kutluyordu.

Anladınız herhalde. Çok önem verdiğim, çok sevdiğim bir yerdir Côte d’Azur...

23 Temmuz sevgili kızımın doğum günüdür. İlk yaşını Venedik'te, Hard Rock Cafe'de kutlamıştı 🐝Mezzy🐝'cik. İkincisini ise İbiza'da, yine Hard Rock Cafe'de. Önceden planlamasak da, doğum günlerini Hard Rock Cafe'de kutlamak bir geleneğe dönüşmüştü. Üçüncü yaşını Las Vegas'ta, yine Hard Rock Cafe'de kutladı 🐝Mezzy🐝'cik. Dördüncü yaşına geldiğinde ise artık nereye gideceğimizi biz değil, o belirlemeye başlamıştı. Doğum günü için nereye gidelim diye sorduğumuzda "dizzi-rend", yani Disneyland demişti. İster istemez dördüncü yaşına Paris'te, Hard Rock Cafe'de girdi canım kızım.

Bu sene, beşinci yaşı için de Disneyland diye tutturmuştu, ancak Disneyland'in etrafında başka Hard Rock Cafe kalmadığından biraz lojistik yapmak zorunda kalmıştık. O yüzden de kızımın beşinci doğum günü için Hard Rock Cafe Nice'i sectik, üç günlük bir Côte d’Azur gezisini altı günlük bir Disneyland tatili ile birleştirdik ve "Et Voilà!", kendimizi Nice'de bulduk.

Devam edeceğiz...

23 Eylül 2020 Çarşamba

Roquefort

Sevgili arkadaşlar, bu akşam bir Roquefort akşamı. Roquefort, hayli ünlü bir Fransız peyniri, mavi peynir denilen bir peynir türü. Mavi peynir özel bir bakteri ile, genelde bir mağarada mayalanır. Bir mavi peynir sadece ve sadece Roquefort-sur-Soulzon bölgesindeki Combalou mağaralarında mayalanmışsa, onu Roquefort diye satabilirsiniz. İtalyanların Gorgonzola peyniri de Roquefort gibi bir mavi peynirdir.

Bilenleriniz bilir, Roquefort hayli tuzlu, kokulu ve kuvvetli bir peynirdir. Bu yüzden seveni olduğu kadar bol bol düşmanı da bulunur.

Ben şahsım, doğru şeyle birlikte yediğimde Roquefort (ve Gorgonzola) 'dan fazlasıyla zevk alırım.

Roquefort'un kriptoniti şekerdir. Tatlı bir şey, örneğin şeftali, kayısı gibi bir meyve ve TABİ Kİ şarap ile yendiğinde tadına doyulmaz. Kimisi tatlı şarap ile sek olarak yese de benim için tatlı şarap sütlü çay gibi, yani sadece Brit’lerin sevebileceği bir şey olduğundan pek haz etmem.

Yine Burgundy'de Roquefort soslu bir beef steak yemiştim. Aradan on beş yıldan fazla geçti, tadını hala unutamadım. Başka bir kez, ev sahibimizin Fransız olduğu bir yemekte Roquefort'lu kanapelerin üzerine kürdanla birer dilim şeftali dikmişlerdi, tadları çok güzeldi.

Roquefort olmasa da, İtalyanlar Gorgonzola'yı et ve makarna sosu için kullanırlar. Yine benden onar puan tabi.

Tatlıyla çok arası olmayan ben şahsım ise şarabın yanında Roquefort'u üzümle tüketir ve ihya olurum - Şekil A.

Akşamınız güzel olsun.



16 Eylül 2020 Çarşamba

Corona mı Hızlı, Biz mi?

Sevgili arkadaşlar, iki fazlı bir yaz tatilinin ardından eve döndük, ama nasıl döndük, bir biz biliyoruz, bir de siz bileceksiniz, eğer sabrınız bu yazıyı bitirmeye yeterse tabi...

Size şuraya gittik, bunu gördük diye anlatmadan önce. Nalcı Turizm'in nasıl çalıştığını, gezilerimizi nasıl planlayıp, icra ettiğimizi anlatayım biraz, çünkü öykümüzün gerisi için önemli olacak.

Bildiğiniz üzere küçük ailemizle birlikte İsviçre'de yaşamaktayız. Gerçekten yaşamaktan zevk aldığımız, dünyanın en uygar ülkelerinden biridir. Ancak uygarlığı bir kenara, bu güzel ülkenin çok önemli bir özelliği daha vardır sevgili arkadaşlar.

İsviçre, Avrupa'nın tam ortasında bir yerdedir.

Örneğin Paris'e trenle Ankara-İstanbul'dan daha kısa zamanda ulaşabilirsiniz, aynı şekilde Milano'ya, ya da Münih'e.

Yine Côte d'Azur, Venedik, Viyana, Pisa, Toskana, Amsterdam, Brüksel, Barselona, hatta Prag (her ay sadece hafta sonu için Prag'dan arabasıyla Lozan'a gelip, dönen bir eksik akıllıyı tanıyorum), hep bir günlük araba uzaklığındadır.

Gençken bu araba rutinini çok severdim. Sevgili karımla kaba bir hesapla bir milyon kilometre ve dört araba eskitmişliğimiz vardır. Düşünün, aklımıza estiği bir anda, "Hadi <insert city name>' e gidelim" dediğiniz anda, arabanın deposunu doldurup, gaza basıyor, altı-yedi saat sonra kendimizi güzelim bir Avrupa şehrinde bulabiliyorduk...

Yaş kemale erince bu araba işi artık yorucu olmaya başladı takdir edersiniz.

Sadece yolda kaybedilen yedi saat değil, bir de direksiyon sallamanın yorgunluğu da eklenince, gezinin ilk ve son günleri çekilmesi zor bir hale geliyordu. Örneğin Paris'e altı saatte kamyoncularla kavga ede ede gitmektense, trene atlayıp, dört saatin biraz üzerinde bir sürede, şarap yudumlayarak gitmek daha cazip olmaya başladı.

İşin bir de ekonomisi var tabi.

Yine Paris'i düşünürsek, Lozan'dan trenle Paris'e adam başı otuz Frank'a gitmek mümkün. Treni bırakır, uçakla giderseniz fiyatlar daha komik bir hale gelebiliyor. Örneğin bu Aralık'ta Paris'e adam başı yirmi Frank'a uçuyoruz. Akıl almaz komik fiyatlar bunlar sevgili akadaşlar.

Ancak Amarikalıların dediği gibi, "There is a catch!".

Bu fiyatlarda yolculuk yapabilmek için biletinizi ve otelleri seyahatinizden uzun sayılabilecek bir süre öncesinden almanız gerekiyor.

Sevgili karım bu işlerin uzmanı haline geldi. Örneğin gelecek yılın Ağustos ayında gideceğimiz tatilin küçük bir uçak kısmı hariç tümünü şimdiden aldı. İnanmaması serbest, Kanarya Adaları'ndaki all-inclusive bu tatil için Türkiye'de bir otelden çok daha az bir miktar ödüyoruz.

İşte aynı nedenle bu sene gittiğimiz iki aşamalı yaz tatilimizi de bir sene öncesinden başlayarak kademeli bir biçimde satın alıp, ödemiştik.

İlk olarak Temmuzun sonunda 🐝Mezzy🐝'nin doğum günü için Fransa'ya, sonra da Ağustos'un ortalarında Kanarya Adaları'na, deniz kıyısına gidecektik.

Gezinin detaylarını aşağıda sıralıyorum.

Amacım oraya buraya gittik diyerek hıyarlık yapmak değil, bunların tümü yazının ilerisinde önem kazanacak, lütfen biraz sabır...

Fransa gezisi:

1) Cenevre-Nice uçak
2) Nice'de iki gece otel
3) Nice-Paris uçak
4) Paris, Disneyland'da beş gece otel
5) Disneyland-Cenevre tren

Kanarya Adaları:

6) Basel-Madrid uçak
7) Madrid'de iki gece Otel
8) Madrid-Gran Canaria uçak
9) Gran Canaria Mogan'da onbir gün otel
10) Gran Canaria-Basel uçak

Her şey planlanmıştı, sadece gün sayıyorduk.

İşte tam bu anda Corona vurdu!
İşte tam bu anda Corona vurdu!

Sınırlar kapatıldı, birçok ülkede insanlar eve kapandı.

Salgının ilk günlerinde İtalya en çok kurban veren ülkeydi, ancak kısa zamanda Fransa ve İspanya Corona'dan en çok etkilenen ülkeler arasına girdi.

"Fransa" ve "İspanya"! Yani bizim tatil bölgelerimiz!...

Şubat-Mart ayları süresince zaten evden çıkamadık. Herkes gibi umudumuz bir tedavinin bulunacağı ve Temmuz'un sonuna kadar hayatın normale döneceği şeklindeydi.

Heyhat!

Bana sorarsanız dünyanın bu belanın etkilerinden kurtulması en az bir on yıl alacak ama bu konuyu başka bir yazıya bırakalım, tatil öykümüze devam edelim.

Corona'nın herkesin paniklediği ilk dönemlerinde tanımı zor günler geçirdik, 🐝Mezzy🐝 ile ben evde, sevgili karım ise Corona savaşının ön sathında, çalıştığı hastanede...

Yirmi küsür yıldır yaşadığım bu güzel kenti hiç böyle görmemişim. Post-apokoliptik bir bilim-kurgu filmi izler gibiydik. Sokaklar boş, yollar boş, dışarda gördüğümüz bir kaç insan da yiyecek (ve şarap) almak için evden çıkmış. Bir Mad Max eksikti yani. Yine de Lozana, mutfak alış-verişi için gittiğimiz günlerde sanki Maldivlere, tatile gitmiş gibi içim ferahlıyordu.

Corona'nın tepe yaptığı bu günlerde, Jelena da, ben de öksürüklü, ateşli, şimdiye kadar olmadığımız bir biçimde kuku olduk. Test yaptırmadık ama ben karambolde Corona’yı kapıp, atlattığımıza neredeyse eminim.

Tatil ise gitgide gidilmesi imkansız gibi görünmeye başlamıştı.

Bu karamsar günlerde ilk güzel haber Haziran'da geldi. Fransa ile sınırlar açılmıştı. Nisan'da iptal ettiğimiz bir seyahatten sonra Temmuz da güme gidebilirdi, o yüzden bu sınırların açılması bayağı umutlarımızı artırmıştı. Bir test için, 🐝Mezzy🐝'yi hemen yakındaki Besançon'a, bir dinozor parkına götürdük, bir de uzun süredir yapamadığımız şarap ve peynir alışverişimizi gerçekleştirdik.

Sonrasında sınırların kapanmayacağı belirginleşti, biz de tekrar tatil planlarımıza döndük.

Ancak tam bu noktada elli küsür yıllık hayatımda bir kez bile görüp, duymadığım acayip şeyler olmaya başladı.

İlk önce Nice'e uçuşumuz (1) sabahtan, akşama alındı. Böylece Nice'de geçirmeyi planladığımız gün çöp oldu. İner inmez Cannes'a geçmek zorunda kaldık.

Sonrasında Paris'e uçuşumuzun (3) saati değişti. Yine Disneyland Park'da geçireceğimiz bir gün daha çöpe gitti.

Ancak en komiği Paris'deki otelimizin (4) başına geldi. Sevgili karım bu olan bitenden sonra bir İsviçre refleksiyle, lan Paris'teki otelin başına bir şey gelmiş midir diye otelin Web sitesine baktı.

Otel kapalı!

Yani gitsek, kıçımız açıkta kalacak.

Sevgili karım son anda allem etti, kallem etti, hemen yakında başka bir otel buldu. Bu arada otelle telefon, email falan, zar zor bir oda bulabildik.

Paris'teyken bu kapanan otelin önünden geçiyorduk, Jelena "Bugi, otelin içinde insanlar var, sanki kapalı değil gibi" dedi.

İçeri bir girdik, otel hayli faal bir durumda. Resepsiyondaki adama açık mısınız diye sorduk, sanki dünya yuvarlak mı diye sormuşuz gibi aptal bir sırıtmayla balıktı yüzümüze.

"Mais bien sûr!", tabi ki açığız dedi.

Lan sitenizde kapalısınız diyor, üç gün uğraştık sizden parayı geri alıp, başka bir otele rezervasyon yaptırabilmek için dedik. Bu da "A bon?", yani gerçekten mi deyip, çevirdi kafasını.

Hadi Web sitelerinde kapalı görünmesine rağmen oteli açtınız, bu insanlar nereden geldi diye sorduk kendimize, sonra biraz düşününce cevabı bulduk. Demek otelin sayfasına gitmemişlerdi. Ee, herkes sevgili karım kadar pro-aktif değil tabi.

Bu arada madem otel açıktı, bizim mailleştiğimiz, telefonda konuştuğumuz otel adamları niye otelin açık olduğunu bize söylemeyip, üstüne bir de paramızı iade ettiler diye sorarsanız... Sormayın. Fransızların dediği gibi "C'est la vie!"

Paris'ten Cenevre'ye trenimiz (5) ise saatinde kalktı, ancak bizi Cenevre'ye götürecek hızlı tren Dijon'da durdu, bizi bir banliyö trenine bindirip, Cenevre'ye gönderdiler. Dolmuş gibi, dura, kalka Cenevre'ye ulaştık.

Bu iki gezimiz arasında iki haftadan az bir zaman vardı. Jelena Fransa gezimizde başımıza gelenlerden sonra her gün İspanya'daki bütün otelleri, uçakları falan kontrol etmeye başladı.

Ancak İspanya gezimize ilk darbe otel yada havayollarından değil, İsviçre hükümetinden geldi.

Bütün İspanya karası Corona nedeniyle kırmızı listeye alınmıştı. Eğer ülkede yirmi dört saatten fazla kaldıysanız, hemen eve, iki haftalık karantinaya giriyordunuz. Maaşınız ödenmiyor, dışarda yakalanırsanız da on bin Frank, yani yetmiş küsür bin törkiş lira ceza ödüyordunuz.

Böylece Madrid uçuşumuz (6), Madrid otelimiz (7) ve Madrid-Las Palmas uçuşumuz (8) güme gitmişti. Otelimiz, bir de hayli funky, pahalı bir oteldi, içimiz cız etti.

Hemen uçuşu iptal ettik, ancak bu iptal havayolundan değil, bizim planlamamızdan dolayı gerçekleştiği için paramızı geri alamadık. Otel ise rezervasyon iptalini kabul etse de aradan bir aydan fazla zaman geçmesine rağmen hala geri ödemeyi yapmadı.

Bu aşamada sorun Gran Canaria adasına ulaşmaya dönmüştü. Cenevre-Las Palmas uçak bileti, son anda alacağımız için adam başı dört yüz Frankı bulmuştu, halbuki Madrid'den uçuşumuz sadece adam başı elli Frank falandı.

Devreye yine ailemizin seyahat danışmanı, sevgili karım girdi. Gran Canaria yerine Tenerife'e çok ucuz bir uçuş buldu. Tenerife'de bir gece kalarak, yine adam başı on küsür Frank'a, Tenerife'den Las Palmas'a bir dolmuş uçak buldu. Biz de Madrid'de iki gün yerine, Tenerife'de, altı sene sonra yeniden bir gün geçirerek deniz tatilimizi her şeye rağmen gerçekleştirebilecektik.

Ta ki tatilden üç-beş gün öncesi, Gran Canaria'daki otelimiz (9) bize kapanacağını bildirene kadar.

Tanrılar demek ki bu tatile gitmemizi istemiyorlardı.

Ancak kendi deyişiyle iki savaş geçirip, hayatta kalmayı becermiş sevgili karım yine devreye girdi ve son anda bir resort bulup, rezervasyonumuzu yaptı.

Bu yeni otel ilk otelimiz kadar romantik, manzaralı bir yer değildi - ilk otelimiz volkanik bir yamacı kazıyarak yapılmış, infinity havuzu ile dağdan düşermiş gibi yüzebileceğiniz bir yerdi, ama, sonuçta yeni otelin bir havuzu, bir de denizi vardı ki, buna da şükür tabi.

Gran Canaria'dan dönüş uçuşumuz ise sorunsuz, saatinde kalktı.

Özetlersek, Nice'de iki gece kaldığımız bir otel (2) - ki Jelena son anda rezervasyon yapmıştı, ve Las Palmas-Basel uçuşumuz (10) dışında bütün uçuşlarımız ve otellerimiz şu yada bu şekilde değişmişti.

Sizlere gezilerimizi anlatırken, devamlı o iptal oldu, bu değişti demektense, bütün miyavlamamı bu yazıda tamamlayıp, ilerleyen zamanlarda başınızı ağrıtmayayım dedim.

Devam edeceğiz...

Gününüz güzel olsun❤️

Bir ufak not. 🐝Mezzy🐝'nin Ekim'deki okul tatilinde gideceğimiz Disneyland, ve uçuşlar, trenler, oteller falan da Corona'nın ikinci dalgası dolayısıyla hep iptal olmuş durumda.

🥴😛🤣

#Blog #Gezi

30 Ağustos 2020 Pazar

Bir Şişe Bordeaux

Sevgili arkadaşlar, genelde, hem bizim hemşerilerle, hem de yabancılarla şarap geyiği yaparken biraz dikkat ederim. Çünkü şarap işine biraz uzak olan mutlu çoğunluk, şarap geyiğini hayli ukala, fazlasıyla snob bulurlar. Sadece kendi Facebook sayfamda biraz daha serbestçe şarap geyiği yapar, şarap resimlerimi paylaşırım ki, kendi sayfam olmasına rağmen arada birileri çıkar, yüzüme ya da arkamdan, ne lan bu şarap geyiği diye sitem ederler.

Canları sağolsun.

İşin aslı, şarap, bece gelmiş geçmiş en asil, en sanat ağırlıklı içkidir.

Bir rakı, bir viski tad olarak çok farklılık göstermez. İki kadeh içince de çarpar, içkinin kendisinden tad almaktansa, alkolün sonuçta yol açtığı keyif için içilir genellikle.

Şarap ise en azından kendim için konuşayım, içtikten sonra değil, içerken haz aldığım yegane içkidir.

O yüzden biraz şarap geyiği yapacağım, affınıza sığınıyorum.

Neyse...

Uzunca bir aradan sonra ilk kez güzel bir şişe Boredaux şarabı açtık. 2012 yılından bir Médoc, bir Cru Bourgeois. Şarapla pek hoşlaşmayan sevgili karım bile bu şaraba eşit ortak oldu.

Bordeaux, bana sorarsanız bir denge bulma sanatıdır. Tek üzümle yapılmış şaraplar o üzümün kalitesine, harman şaraplar ise karışımdaki dengenin hassaslığına göre tad olarak güzelleşirler ya da kötüleşirler.

Cabernet Sauvignon ve Merlot gibi iki ayrı dünyanın üzümlerimden harman Bordeaux, şarap yapıcılarına, hedefledikleri tadı bulabilmeleri için bir çok fırsat sunarlar.

Bugün bu fırsatı çok iyi değerlendirmiş bir şatonun sekiz yaşında bir şarabını içtik. Tadı, after taste dedikleri, içtikten sonra bıraktığı tad, ama en önemlisi, şarabı yıllandırmanın temel hedefi, kompleks organik moleküllerinin ortaya çıkardığı kokular, tarif edilmesi zor bir düzeyde.

Tadı hala damaklarımda.

Akşamınız güzel olsun 😍🍷



21 Temmuz 2020 Salı

Eskilerden Bir Arkadaş - 2

Sevgili arkadaşlar, sizlere Romanya'da tanıştığım eski bir arkadaşım ille birlikte başımızdan geçen bir kaç olayı anlatmaya başlamıştım, devam edelim.

Lozan'a yerleştiğim ilk yıllarda aldığım bir arabam vardı. Öyle insanın içini kaldıracak bir araba değil, kendi halinde bir VW Golf. GTI dedikleri hızlı bir modeldi. Çok günüm geçmişti onla. Bir de çok gezmiştim. Aldığımda sıfırdı, ama yıllar bedelini aldı ve iki yüz bin kilometreye falan gelmişti son günlerinde.

Bilgisayar teknolojisinin arabalara yeni girdiği modellerden biriydi. Her yeni bilgisayar tabanlı ürün gibi bol bol yazılım sorunu yaşıyordu.

Kötü bir alışkanlık geliştirmişti. Hiç bir şey yokken elektrik aksamı zırvalıyor, arabanın farklı sistemlerini istemsiz olarak çalıştırıyordu. Kaç kere servise götürdüm. Tamam, oldu diyorlar, üç beş gün sorun çıkarmıyor, sonra yine aynı tas, aynı hamam.

Bir gece işten dönüyordum. Otoyolda sol şeritte, 120 ile falan giderken bir anda motor stop etti, dört kapıdaki camlar aynı anda aşağı indi ve bir Noel ağacı gibi arabanın far, sinyal, stop, her türlü ışığı yanıp sönmeye başladı. Başka kereler kışın ortasında klima, yazın ortasında da ısıtıcı devreye giriyor, çöl kadar kuru havada silecekler çalışıyordu.

Bugün değiştiririm, yarın değiştiririm derken bir süre daha kullandım bu arabayı.

Bir pazar günü size bahsettiğim bu arkadaş ve karısı ile birlikte Burgonya'ya gittik, benim arabayla tabi. Lozan'a iki-üç saat uzaklıkta olduğu için Burgonya böyle günübirlik kaçamaklara çok uygun bir yer.

2002 Romanée-Conti
Araba giderken hiç sorun çıkarmadı. Burgonya'nın en güzel şaraplarının yapıldığı köylerini birbirine bağlayan Route des Grands Crus'yü baştan sona geçtik. Duraklarımızdan biri de Vosne-Romanée köyüydü. Burada dünyanın en pahalı şaraplarından biri olan Romanée-Conti'nin üzüm bağı bulunur.

Arabayı bu bağın yanına park edip, bağı sınırlayan alçak taş duvarın etrafında gezinmeye başladık. Şişesi beş bin dolar olan bu şarabın üretildiği bu bağın güvenliğinden koca bir haç sorumlu. Biz bağa bakarken sevgili oğlum Yumuk bağın duvarına gitti ve sağ arka ayağını kaldırıp, bağa doğru bir güzel işedi.

Bizi bir gülme aldı haliyle. Bol bol şarap ve çiş şakası yaptık. Sizler de eğer bir 2002 Romanée-Conti içerseniz, canım oğlum Yumuğun katkısını lütfen hatırlayın!

Burgundy Trilogy
Oradan Nuits-Saint-Georges, yani Aziz Corc'un Geceleri isimli köye geçtik. Köyün merkezindeki otelde Burgundy Trilogy isimli, Burgonya'nın en ünlü şaraplarından üçünün - Vosne-Romanée, Chambolle-Musigny ve Nuits-Saint-Georges, yine Burgonya peynirleriyle servis edildiği mükemmel bir şarap tadımı yaptık. Bugün Burgonya şaraplarının fiyatı o kadar artmış ki, Burgundy Trilogy'yi ne yazık ki artık menülerinden çıkarmışlar.

Sonra da Lozana geri dönmek üzere yola koyulduk.

Otoyolda 130 kilometreyle falan giderken, bütün gün gıkı çıkmayan araba yine sapıttı. En sol şeritteyken motor durdu, camlar indi, stereo bangır bangır çalmaya başladı, bu gürültüye bir de arabanın alarmı eklendi.

Zar zor emniyet şeridine kendimizi atabildik. Böyle durumlarda arabaya çakılmış bilgisayar muamelesi yaptığımda, yani kontağı kapayıp, tekrar açtığımda sorun çözülüyordu. Aynı yöntem bu kez de işe yaradı, tekrar yola koyulduk.

Ancak bir on dakika sonra yine aynı rezillik. Tekrar çektik sağa.

İçimden "Ah be oğlum, işemeyecektin o duvara!" diye geçirdim, "O koca haçı da mı görmedin?"

Aziz Romanée bizi cezalandırıyordu...

Arkadaşım arabaya bir de ben bakayım dedi. Hem makine mühendisidir, hem de bu araba işlerine çok meraklıdır. Ertesi gün benim eve geldi. Ben bahçede Yumuk'la oynarken o da kaputu açmış, arabaya bakıyordu. Biraz sonra gülerek geldi. 'Ben bu arabaya artık el süremem" dedi. "Niye?" diye sordum, "O araba artık bir suç mahalli" dedi. "Bir cinayeti rapor etmem gerekiyor" diyerek, pense ile kuyruğundan tuttuğu ölü bir fareyi uzattı bana.

O araba artık bir suç mahalli!
Fare, akünün üzerinde ölmüştü, ama cesedin görünümüne bakarsak, oldukça uzun bir süredir orada olduğu anlaşılıyordu. Zaten akünün üzerine bakınca farenin nerede öldüğü de kolayca belli oluyordu. Leş gibi kirli akü kapağının üzerinde pırıl pırıl bir Mickey Mouse deseni ortaya çıkmıştı.

Fare belki arabanın başına gelenlerin sorumlusuydu ama cesedi ortadan kaldırmış olsak bile arabanın dertleri devam etti, ben de sonunda değiştirmeye karar verdim.

İkinci bekarlığım, gittim, kendime canavar bir araba seçtim. Öyle 350 beygir falan, Porsche, Ferrari, Merrari dinlemiyor, tozunu attırıyor o funky arabaların.

Benim arkadaş "Gel alma bunu, başına dert açar" dedi. "Niye?" diye sorunca da "Bunun seri otomatik bir şanzımanı var, çok arıza yapıyor" dedi. Araba rally falan kazanan bir model, ben de nasılsa onu dağda, taşta kullanmayacağım, bir şey olmaz diye düşündüm ve gözümü karartıp, annesinin izdivaç töreni miktarında bir para bayılarak bu canavarı aldım.

'Canavar' Arabam!
Neredeyse bir sene sorunsuz kullandım. Acayip mutluyum, bir o kadar da zevk alıyorum bu canavarı kullanırken.

Ancak sinsi bir biçimde doğru zamanı kollayan tamircilerin tanrısı Montreux'nün dağlarının tepesinde, iki bin metrede falan vurdu darbeyi. Arabada her şey doğru çalışıyor, düz yolda yada yokuş aşağı tamamen normal gidiyor ama yokuş yukarı, hatta ufacık bir eğim de olsa otomatik vites boşa düşüyordu.

Arabada yalnız da değilim, tam rezillik yaşıyorum. Lozan'ın kuzeyine kadar gelebildik. Otoyolda arada yokuşlar olsa da, ben yokuşu görünce hızlanıyorum, araba da daha önceki hızı ile, sonuna doğru biraz yavaşlasa da yokuşu aşabiliyor.

Lozana girdik. Bilenleriniz bilir, Lozan, yukardan girdiğinizde hep yokuş aşağıdır. Yanımdaki arkadaşı yokuş aşağı bir noktada bıraktım, ama eve gidebilmem mümkün değil. Yaşadığım köyde otoyoldaki gibi hızlanıp, fizik kurallarıyla eve ulaşabileceğim düzlükte bir yol yok.

Arabayı işyerinin yeraltı garajına bıraktım, eve döndüm.

Pazartesi tamirciyi aradım, çekiciyi gönderdiler. Ancak çekicinin kamyonu yeraltındaki garajın kapısından geçemiyor. "Yukarı kadar çıkabilir misin?" diye sordu. "Deneriz" dedim.

Atladım arabaya, düz alanda hızlanıp, çıkıştaki rampaya girdim. Ancak soluğu yetmedi garibin. Rampanın sonuna bir kaç metre kala enerjisi bitti, durduk.

Geri geri gidip bir kez daha deneyeyim dedim ama arkamda garajdan çıkmak isteyen bir araba belirdi. Sadece bir şeritlik, birbirimize yol vermemizin olanaksız olduğu bir yoldayız. Ona geri git gibisinden bir işaret yaptım, o da parmağıyla çıkışı işaret edip, "Çıkmak istiyorum" dedi.

"Gerçekten mi?" diye söylendim, "Ben burasını park çıkışı değil, arabayla ileri geri oynama alanı zannediyordum..."

"Babacım git geri, bak araba bozuk, çıkamıyoruz işte." dedim, o da "Ama ben dışarı çıkmak istiyorum" diye ısrar etti.

Sinirlendim, kontağı kapadım, el frenini çektim, arabayı öylece bırakıp dışarı çıktım.

Geçmiş zaman hatırlamıyorum, ya benim arkadaş, ya da çekici adamı, gitti, arkadaki arabanın şoförünü geri gitmeye ikna etti. Bu geri gitti, ben de onun önünde geri geri onu takip ettim, park yerine ulaştığımızda da yana çekilip yol verdim. Bu da sinir yapıp gaza bastı, gitti.

Aynı şey yeniden başımıza gelmesin diye benim arkadaş park yerine girdi, arkadan gelen trafiği durdurdu. Ben de park yerinde hızlanıp, rampaya yeniden girdim. Ama yine gücümüz yetmedi, geri geri park yerine döndüm. Böyle bir iki kez imamın kayığı modunda gittik, geldik.

Ben çıkmayı denerken benim arkadaşın durdurduğu arabaların sayısı da artmaya başlamıştı.

Son kez gözümü kararttım, come hell or high water amk, bastım gaza...

Rampanın sonuna yaklaşmıştım. Gün ışığı görünmüş ancak araba da iyice yavaşlamıştı. Son bir metreyi gitmek ile durmak arası bir hızla geçtim. Rampayı aşmış, düz yola gelmiştim. Düz yolda canavardı sevgili arabam, gaza bir iki kez bastım, motor kükredi, arkamızdaki arabalar korna çaldılar, alkışladılar.

Araba tamir oldu. Hiç sorunsuz Sırbistan'a gidene kadar kullandım, sonra da sattım.

İşte böyle.

Daha anlatacak çok öykü var da, anonimite bozulmasın diye yazmıyorum, bir de zaman zaman ahlak ve terbiye sınırları tabi...

Kafamın uyuştuğu sayılı dostlarımdan biridir. Aynı tür müzik dinler, aynı tür filmleri izleriz. Yirmi küsür senedir birlikte çok vakit geçirdik. Bir ara aramıza kara kedi girdi ama benim aksiliğimden, neyse sonradan mutabık kaldık.

Ben yedi kere ameliyat olurken, hastanedeyken hep yanımdaydı, Yumuk'a göz kulak oldu.

Sırbistan'a gitmeden bir gün önce karısı, o ve ben bir akşam yemeği yemiştik. Karısı bana "Sırp kızları çok güzeldir, yalnız dönmezsin oradan" demişti. Ben de "Bir daha evlenmek mi?" falan diye cengaverlik yapmıştım. Sağolsun, sonradan nikahımız için ta Lozan'dan Niş'e, hem de arabayla gelmişti.

Ama en önemlisi, bana The Offspring'i sevdiren adamdır, her şeyi unutsam bile, bunu unutmayacağım.

Sevgi ile kalın ❤️

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...