17 Temmuz 2017 Pazartesi

Norman Dike Sendromu

Band of Brothers isimli bir mini-dizi vardı, izlediniz mi bilmiyorum. İkinci dünya savaşı sırasında, ABD'nin 101'inci Paraşütçü birliğinden Easy Company isimli bir bölüğün öyküsünü anlatır.

Bu dizinin bir bölümünde, bölüğün başına, biraz da karargahın itelemesiyle, Norman Dike isimli bir üsteğmen getirilir.

Narasyomdaki bir tek cümle bu üsteğmenin durumunu özetler.

"Norman Dike'ın sorunu yanlış kararlar vermesi değil, hiç karar verememesiydi"

Alın size bizimki.

Aman o ne der, bu ne der, oy kaybederim, şu guruba ters bir şey söylerim diye hiç bir şey söylemiyor.

Dinciler kızmasın diye bir ara Atatürk diyemiyordu. Laiklik ise hak getire. Meral Akşener bile son bir ayda, bizimkinin bir yılda kullandığından çok laiklik kelimesini bir cümle içinde kullandı. Laikler kızmasın diye de çok sık Allah, kitap falan demiyor. Kürtler kızmasın diye HDP'liler tutuklandığında haklıdır diyemiyor, Türkler kızmasın diye de Anayasaya aykırı ama hayır dersek millet ne der deyip, dokunulmazlıkların kaldırılmasına ıkına sıkına evet diyor.

Aman Hüloooğğğğlar kızmasın diye ağızını açıp, Türk ordusunu aleni aşağılayan darbe afişlerine bir şey söyleyemiyor, fare gibi kaçıyor.

İç politika, yani hedefi başkanlığı kaldırmak mı, yoksa iyi bir başkan olmak mı bilmiyoruz. Kürtler için ne diyor, bilmiyoruz. NATO için görüşü nedir, kalacakmıyız, gidecekmiyiz bilmiyoruz. AB ne olacak? Girelim mi, vaz mı geçelim? Rusya ile yakımlaşalım mı? Arap sermayesine mi oynayalım, Şangay beşlisine, yani İran'a mı oynayalım?

Bilmiyoruz.

Bana sorarsanız, o da bilmiyor. Bu soruların bir kaçına hasbel kader bir cevabı varsa da korkudan söyleyemiyor.

Norman Dike'a dönersek, bir çatışmanın ortasında eeee, aaaa, yaniiii. diye kaz çevirirken görevinden azledildi.

Yerine geçen yeni komutan hemen askerleri makineli tüfek ateşi altında topladı, arkadaşlar, hedefimiz bu, co sen sağa geç, pitır sen arkadan dolaş, bob sen de ateş desteği ver diye net emirlerini verdi, ileri dedi, çat, pat, iki dakikada bölük çatışmadan muzaffer çıktı.

Dike, savaştan sınıra İsviçre'ye yerleşmiş. Bize yarım saat uzakta, Leman Gölünün üzerinde bir köyde yaşamış, 89'da da ölmüş.

13 Temmuz 2017 Perşembe

Beam Me Up Scotty

Çinlilerin sözde bir uyduya "foton ışınladıkları" açıklamasından sonra, olasılıkla eksik yada yanlış bir çeviri sonucu bütün haberlerde kuantum ışınlaması maddeyi enerjiye çevirip uzaya göndermek şeklinde söyleniyor.

Uzay yolundan hatırlarsınız, "Beam me up Scotty!"

Herkes öyle bir havaya girdi ki, Kirk "Two to beam up!" diyecek, Scotty'de bunları enerjiye çevirip gemiye gönderecek...

Hadi gelin, biraz işin fiziğine bakalım.

Acaba, madde enerjiye nasıl dönüştürülür...

Einstein babanın meşhur formülünü bilmeyeniniz yoktur herhalde.

E=mc2

Yani basitçe bir maddenin ağırlığını ışık hızının karesiyle çarparsanız ortaya çıkan enerji miktarını bulursunuz.

Bu formülü tersten okursanız da enerjinin olduğu her yerde bir miktar madde enerjiye dönüşmüş demektir.

Enerjinin en basit hali ısıdır. Aslında hemen her türlü enerji sonunda ısıya dönüşür. Yani petrol de yaksak, nükleer bomba da patlatsak, ya da bir saksıyı elimize alıp yarım metre havaya kaldırsak (potansiyel enerjiyi hatırlayanınız var mı?) enerji kullanıldığında en son olarak ortaya ısı çıkar.

Benzin istasyonuna girdiniz, depoyu doldurdunuz. Kontağı çevirip, gaza bastınız. Bir miktar benzin havayla karışıp, silindire girdi. Piston silindirin içinde sıkıştı, buji "çak" diye çaktı, sıkışmış benzin-hava karışımı yandı, ortaya enerji çıktı. Bu karışım genişledi, pistonu yukarı itti. Piston krank milini çevirdi, krank mili şanzımanı hareket ettirdi, şaft ve/veya akslar tekerlekleri döndürdü, araba hareket etti.

Bu süreçte enerji ortaya çıktığı andan itibaren ısıya dönüşmeye başlar.

Bir kere benzinin yanmasından dolayı motor bloğu ısınır. Sırf bu yüzden her arabada bu ısıyı düşürmek için bir radyatör bulunur. Piston yukarı çıkarken yağ olsa da sürtünmeden ısı oluşur. Yine krank mili dönerken, şanzımanın içinde, tekerleklere hareket iletilirken hep sürtünmeden dolayı ısı ortaya çıkar. Lastikler yolda dönerken de sürtünme ve ısı oluşur. İyi de olur, eğer sürtünme olmasaydı, arabanız bir jet motoru olmadan hareket edemezdi. Yine araba hava içerisinde ilerlerken bir sürtünme oluşur ve araba yavaşlar. Bu yavaşlama esnasında yine ortaya ısı çıkar. Sonra gideceğiniz yere vardığınızda frene basarsınız. Fren balataları diske sürtünür, cayır cayır yanar ama tekerlekler durur. Bu aşamada da ortaya tahmin ettiğiniz üzere ısı çıkar.

Bu ısı sonra evrenin toplam ısısını biraz artırır böylece evrendeki enerjinin daha eşit dağılmasını sağlar. Entropi denen bir şeyi artırır, bu da iyi bir şey değildir, evreni sonsuz bir buzdolabı haline biraz daha yaklaştırır. Ama konumuz bu değil.

Benzinin yanmasından doğan bu enerji, benzinin içindeki karbon atomlarının yanmasından, yani oksijenle birleşmesiyle ortaya çıkan kimyasal reaksiyonun sonucu çok, ama çok ufak bir madde miktarının enerjiye dönüşmesiyle elde edilir.

Bu madde o kadar küçüktür ki bildiğimiz herhangi bir yöntemle ölçemeyiz.

İşin aslı odun, kömür, petrol gibi bir şeyleri yakarak elde ettiğimiz tüm enerji türleri kimyasal reaksiyonlarla karbonun oksijenle birleştiği enerji türleridir ve ancak maddenin mikroskobik bile diyemeyeceğimiz kadar küçük bir miktarını enerjiye dönüştürebilir.

Ama her enerji bir şeyleri yakarak elde edilmez. Örneğin nükleer santrallerde, büyük uçak gemilerini ve denizaltıları yürüten reaktörlerde ya da ikinci dünya savaşında kullanılan atom bombalarında bulunan nükleer enerji, başka bir deyişle ağır atomların çekirdeklerinin parçalandığı fission reaksiyonu maddenin bu kez gayet ölçülebilir yüzde sıfır nokta birini enerjiye çevirir. Başka bir deyişle bir kilo uranyumu parçaladığınızda ortada 999 gram madde kalır, bir gram madde enerjiye dönüşür.

Muazzam bir enerjidir bu arkadaşlar. Hiroşimaya atılan atom bombasındaki fission'a uğrayan uranyumun ağırlığı bir kilodan biraz az. Başka bir deyişle yüz binlerce kişi sadece bir gram maddenin enerjiye dönüşmesiyle öldü.

Enerji denizinde, tabi ki her balıktan büyük başka bir balık bulunur.

Atomu parçalamak yerine birleştirirseniz, yani fission yerine fusion'a uğratırsanız, inanın daha fazla enerji elde edersiniz.

Fusion, en basit haliyle dört hidrojen atomunun birleşip, bir helyum atomu oluşturmasıyla ortaya çıkar.

Dünya üzerinde bu enerji sadece hidrojen bombalarında, yani termonükleer silahlarda bulunur. Ancak kafamızı kaldırıp dünya dışımda çok yakın bir yere, yani güneşe bakarsak bu enerji türünü bol bol görürüz.

Güneş verdiği ısı ve ışığı, yanı enerjisini her saniye tonlarca hidrojeni helyuma çevirerek sağlar.

İşin aslı, yenilenebilir dediğimiz bir çok enerji türü aslında fusion'a bağlı enerjilerdir.

Güneş fusion sayesinde parlar ve solar pilleri doldurur, ya da havayı ısıtıp, rüzgarlara yol açar. Biz de bundan elektrik elde ederiz.

Ancak başta söylediğimiz üzere sonuçta bunların hepsi ısıya dönüşür. Bu vesile ile enerjinin bir şekilden başka bir şekile dönüşebileceğini de not etmiş olalım.

Maddenin enerjiye dönüşümüne dönelim. Fusion, maddenin yaklaşık yüzde sıfır nokta yedisini, yani her kilonun yedi gramını enerjiye çevirir.

Başka bir deyişle Hiroşimaya bir kilo uranyum yerine bir kilo hidrojen içeren bir bomba atmış olsalardı, ortaya çıkan enerji, daha doğrusu yıkım yedi kat daha fazla olacaktı.

Diğer enerji türlerine bakarsak, güneş sistemi ve galaksinin oluşması esnasında başlayan dünyanın kendi ve güneş, ayın da kendi ve dünyanın etrafında dönmesi sonucunda ortaya çıkan gel git tabanlı santraller, hala evreni oluşturan big-bang'in enerjisini kullanıyor sayılır.

Bu enerjinin madde dönüşümü ölçülebilir değerlerin üstünde diyebiliriz. Evren'in nasıl oluştuğunu henüz bilmiyoruz. Bir teoriye göre evrenin tüm madde-enerji toplamındaki enerjinin maddeye dönüşmesinden, başka bir teoriye göre de sıfır enerjinin, madde ve anti-madde diye ayrışıp, evreninizi maddeyle baş başa bırakmasından oluşmuştur.

Ancak öyle bir enerji türü vardır ki, kömürü, petrolü, fission'ı, fusion'ı sağda ve solda sıfır bırakır, utançtan yerin dibine sokar.

Etrafımızda gördüğümüz bütün maddelerin ortak özellikleri atomlardan oluşmuş olmalarıdır. Bu atomların çekirdeklerinde proton ve nötron isimli iki, çekirdeğin etrafında ise elektron isimli bir parçacık bulunur. Elektronlar eksi, protonlar artı elektrik yükü taşırlar.

Ancak etrafımızda pek bulunmasa da çekirdeklerinde eksi elektrik yüklü proton ve etrafında artı yüklü elektronların döndüğü bir tür madde daha vardır.

Buna anti-madde derler. Bu anti maddenin protonlarına anti-proton, elektronlarına ise, fiziğin en aptalca isimlemelerinden biri olsa da pozitron derler. Halbuki anti-elektron deseler ne güzel olacaktı, ya da anti-protona negateon. Bu kez de anti-nötron'a ne deneceği biraz karışacaktı. Nötronların elektrik yükleri olmasa da anti-nötronlar başka özellikleriyle farklılık gösterirler.

Bildiğimiz evrende anti-madde bulunmamakta. Başka galaksilerden gelen kozmik ışınların da tümü madde tabanlı. Henüz anti-madde'den kaynaklanan bir ışıma görmedik.

Ancak CERN Laboratuarındaki LHC, yani Large Hadron Collider benzeri parçacık çarpıştırıcılarında çok az miktarda da olsa anti-madde elde edebiliyoruz.

Bu anti-maddenin çok ilginç bir huyu var. Bir anti-madde parçacığı normal bir madde parçacığı ile karşılaştığında birbirlerini tamamen enerjiye çeviriyor. Yüksek frekanslı fotonlar X ışınlarından daha yüksek frekanslı Gamma ışıması şeklinde ışıyorlar.

Yani maddenin yüzde yüzü enerji oluyor.

Düşünün, bir kilo uranyumla koca bir şehir olan Hiroşima yok oldu, bir kilo anti-madde bombası Hiroşima gibi BİN tane şehri yer yüzünden silebilir. Kısaca hemen tüm insanlığı bir kiloluk anti-madde kullanarak yok edebiliriz.

Madde ve anti-madde'yi reaksiyona sokup gamma ışınları şeklinde ışıma oluşturmaktan daha verimli bir enerji üretim şekli bilmiyoruz.

Konumuzun başladığı noktaya geri dönelim.

Ben kulunuz yüz kilonun biraz üstündeyimdir. Eğer Scotty, beni enerjiye dönüştürüp, ışınlayacaksa, çok fazla seçeceği yok.

Yakayım dese, evrenin varoluşundan bu güne kadar geçen zamandan daha uzun bir zamana ihtiyacı var.

Benim atomlarımın çekirdeklerini parçalasa, Hiroşimaya atılan bomba gücünde yüzden fazla atom bombası, atomlarımı birleştireyim dese on beş tane hidrojen bombası ile uğraşması gerekecek. İnsan vücudunu oluşturan atomlar ne fission'la parçalanmaya, ne de fusion'la birleşmeye uygun. Nasıl yapar, bilmiyorum.

Anti madde kullanayım dese, yüz kilo anti-madde bulmak için CERN'e bir sipariş emri gönderip bir kaç milyon yıl beklemesi gerekecek. Laboratuarda ancak bir kaç anıt-madde parçacığı üretebiliyoruz. Bunlar da bir kaç saniye içinde bir maddeye çarpıp yok oluyorlar zaten.

Maddeyi enerjiye çevirme yöntemi hangisi olursa olsun, benim madde olan naçiz vücudumu enerjiye çevirdiğinde, elinde Hiroşima gibi YÜZ BİN'den fazla şehri yok edecek, yani dünyadaki bütün yaşamı sona erdirecek bir enerji olacaktır.

Bilmem anlatabildim mi olayın saçmalığını.

İşin zorluğu aslında daha yeni başlıyor. Bu enerjiye çevrilmiş maddeyi ışınlanan noktada tekrar enerjiden maddeye çevirmek gerekecek.

Bütün karmaşıklığıyla vücudumuz, beynimiz, molekül molekül, atom, atom AYNEN yeniden oluşturulacak.

Bunun için de Scotty'nin, benim vücudumu enerjiye çevirmeden önce, her atomun konumunu tam bir hassasiyetle bir kenara not etmesi gerekecekti.

Bu detaylı ölçümü yaptıktan sonra, işin aslı beni enerjiye çevirip, fotonlarla bir yere göndermesine, sonra da o fotonları yeniden maddeye çevirmesine gerek yok.

Vücudumdaki tüm atomların hangi konumda olduğu bilgisi varış noktasında vücudumu yeniden oluşturmak için gerekli bir bilgi, o yüzden zaten benle, ya da benim fotonlara dönüşmüş enerji halimle birlikte varış noktasına gelmek zorunda.

Evrende fotondan bol bir şey yok, her foton da birbirinin aynısı nasılsa. O yüzden benim vücudumun fotonları yerine varış noktasında sağdan, soldan buldukları fotonları kullanabilirler. Böylece de benim madde olan vücudumu enerjiye çevirip fotonlarla göndermeye gerek kalmaz, sadece atom bilgilerimi göndermek yeterli olur, benim naçiz vücudum da ilelebet payidar kalır.

Bunun tek sakıncası ise varış noktasında benim ikinci bir kopyamın oluşması.

Dünyada bir Bülent bile fazlayken bir kaç tanesinin aynı anda çav bella aydınları kızdırdığını düşünsenize...

Neyse, hayalin hayali üzerinde spekülasyon yapıyoruz.

İnsan vücudunun atom atom ölçümünün yapılması mümkün değil. Heisenberg isimli bir bilim insanı, bir parçacığın yerini ne kadar hassas ölçmeye kalkarsan hızını, hızını ne kadar hassas ölçmeye kalkarsan da yerini o kadar çok değiştirirsin diyor. Yani bir parçacığın hem hızını, hem de yerini hassas olarak ölçmek imkansız (o yüzdendir ki Uzay Yolunda bu ışınlama yaparken Heisenberg Kompensatörü isimli, bu ölçüm hatasını sözde gideren hayali bir cihaz kullanırlar).

Son olarak unutmadan, bu enerji halindeki fotonları geri nasıl maddeye çeviririz, bu konuda en ufak bir teorimiz, bilgimiz yok!

Yöntem ne olursa olsun, fotonlar maddeye döndüğünde elinizde yüz kiloluk bir anti-madde kalacaktır.

Neresinden tutsanız, elinizde kalıyor sizin anlayacağınız.

Siz gelin atlayın otobüse, gidin nereye gidecekseniz. Öyle "One to beam up!" falan biraz yaş, en azından şu sıralar.

Belki bir gün...

6 Temmuz 2017 Perşembe

Marketing

Günümüzde bir mal ya da hizmetin kendisi kadar nasıl pazarlandığı da bir o kadar önem kazanmış durumda sevgili arkadaşlar. Zaman zaman bu pazarlamanın önemi pazarlanan şeyin içeriğinden daha fazla önem kazanabiliyor.

Amacım işin ekonomik boyutunu kurcalamak değil. Hepimiz pazarlamanın, markanın, reklamın önemini biliyoruz. Bu işin erbapları yıllarını pazarlamanın eğitimine ve uygulamasına adamış insanlar. Pazarlama artık bir bilim olmuş durumda.

Kökü Latinceye giden ama İngilizceden çaldığımız seksi bir ismi de var.

"Marketing"

"To March", "Marcher" ya da "Marciare" hatta Türkçede bile var, "Marş" yürüme demek. "Market" "Marche" ya da "Mercato" ise pazar, yani insanların alış veriş için yürüdükleri yer. "Merchant", "Marchande" ya da "Mercante" satıcı, "Merchandise", "Marchandise" ya da "Mercanize", hatta eskilerin dedikleri gibi "Marşandiz" ise satılan mal, hep aynı kökten türeme (sözcükleri İngilizce, Fransızca ve İtalyanca yazdım, bakmadım ama İspanyolcası da büyük olasılıkla benzeridir).

Kapitalizm sağ olsun, pazarlama bu kadar hayatımıza girince herşeyi pazarlamaya başladık. Ancak benim en çok takdir ettiklerim, kendini pazarlayabilenler.

Merak etmeyin, kötü kadın geyiği yapmayacağım. Kendini pazarlayanlarla kastım, yaptığı işi doğru ve etkili olarak müşterisine anlatabilenler.

Çok önemli bir yeti bu. Kendimde fazlaca bulunmadığından ola ki, becerenleri çok takdir ederim.

Bekleneceği üzere yaşamın kuralı, bir süre sonra bu kendini pazarlama işinin de kakası çıktı.

Mutasyonlarını yeni bitirmiş bir tür bu kendini pazarlama işinin "nirvana" 'sına ulaştı.

Ancak Bu yeni türün önemli bir sorunu var arkadaşlar. Bunlar "sadece" kendilerini pazarlıyorlar.. Ne var ki pazarlayacak bir şey yok ortada. Yaptıkları bir iş, sahip oldukları bir beceri, ürettikleri bir fikir, ulaştıkları bir başarı, verdikleri bir katkı falan yok.

Sadece pazarlama...

En güncel örnek Trump.

ABD başkanlığını talk show sunuculuğuna çevirdi, iş başa düşünce de etrafındakilere "Ya, bu iş çok zaman ve enerjimi alıyor" demeye başlamış.

Kampanya esnasında mükemmel bir performans gösterdi, konuşmasıyla, vaatleriyle kendisini mükemmel pazarladı.

Sonra da altından üçüncü sınıf bir ırkçı çıktı.

Sarkozy'nin bile bir stili vardı. Bu hepten odun. Bir iftar yemeği vermemeyi marifet zannetti.

İş dünyasının en çarpıcı örneği ise hepimizin bildiği Microsoft firması.

Bill Gates kanımca gerçek bir dahi ve ileri görüşlü bir iş adamıydı. Microsoft'u kurdu ve IBM'in o zamanki yeni ve birçok kişinin oyuncak dediği PC'lerinin işletim sistemini yazdı. PC-DOS isimli bu işletim sistemini MS-DOS ismiyle pazarladı.

AncakIBM'in sadece kendi bilgisayarlarında çalışan işletim sisteminin aksine MS-DOS'u her bilgisayarda kullanılabilir biçimde tasarladı.

Ve hiç bir yerde yazmasa da çok önemli bir pazarlama hamlesi yaptı ve MS-DOS'un korsan olarak kopyalanıp satılmasına göz yumdu.

MS-DOS ve hatta Wındows işletim sistemi Windows-95 sürümüne kadar hiç bir kopyalama kontrolü ve koruması taşımıyordu.

IBM bugün PC yapmıyor. DEC, Unisys, Amiga, Commodore, Amstrad gibi firmalar artık piyasadan silindi.

Hep Microsoft'un sayesinde.

Gates, geleceğin Internet'de olduğunu görmüştü. Internet Explorer tarayıcısını Windows'a entegre eti, Netscape bu yüzden tarihe gömüldü.

Gates dünyanın en zenginlerinden biri oldu!

Ancak Gates hiç de medyatik biri değildi. Ufak tefek, sıradan bir insandı. Düzenli duş bile almadığından saçları hep yağlı gezerdi. Mıy-mıy konuşur, öyle şovlarda falan boy göstermezdi.

Kısacası pazarlama ve pazarlanma katsayısı çok düşüktü.

Sonradan evlendi, Şirketteki sorumluluklarını devretti ve kendini hayır işlerine adadı.

Yerine geçen Steve Ballmer ise hem kelli felli, koca bir adam, hem de kendini çok iyi pazarlayan, gür sesiyle bağıra çağıra konuşan, toplantılarda hep kendisini dinleten, Microsoft'un etkinliklerinde, tüm dünyanın gözü önünde tarzan gibi çığlıklar atıp, maymun gibi koşuşturan, fazlasıyla medyatik biriydi.

Ne var ki tek yetisi kendisini pazarlamaktı. Altında ise yazımızın konusu gereği, pazarlanacak hiç bir şey yoktu.

Bir mahalle bakkalının yapmayacağı hataları yaptı. Aptalca kararlar verdi.

Windows'u daha hazır değilken Noel tatilindeki satışlar kaçmasın diye erkenden piyasaya sürdü. Windows, Bill Gates'in yaptığı bir sunumda çakıldı, dünya kıçı ile güldü. Müşterilerine eski bilgisayarlarını değiştirmeye zorlamak için, Windows'u suni olarak daha fazla bellek, daha hızlı işlemci talep edecek şekilde planladı.

Internet'i umursamadı, geleceği görmedi. Apple'ın mobil devrimini anlamadı. Apple'ın bilişimden kopup cep telefonu pazarına girdiğini düşündü. Jobs'ın masa üzerindeki bavul boyunda bilgisayarı cebimize sığacak kadar küçülttüğünü gördüğünde ise artık çok geçti.

Microsoft battı. Bugün varlığını sadece eskinin ataletiyle sürdürüyor.

Ballmer da Microsoft'un başından gitti ama olan olmuştu tabi.

İş hayatında bulunanlarınız bilir, Corporate dünyada böyleleri çok vardır. Çok konuşurlar ve güzel konuşurlar, ancak içleri bomboştur. Bütün toplantılara gelirler ama iş başa düştüğünde ortadan kaybolurlar.

İşin daha da ilginçi, firmalarda karar vericilerin arasındaki bir gurup üst düzey yönetici, bu boş tenekelerin ne olduklarını bile bile, kendilerini pazarlama yeteneklerinden faydalanmak için bunlara yol açmaya başladılar ve bu parazitler için iş dünyasında bir pazar oluştu. Ancak bu balonlar kısa vadede güzel şov yapsalar da, uzun vadede verdikleri zarar ne acı ki çok büyük oluyor.

Ne yapalım, yöneticiler düşünsün...

Konu kendini pazarlama olunca ister istemez aklımız iş dünyasına gidiyor ancak bu boş tenekeler hayatın her yerinde, her aşamasında var sevgili arkadaşlar.

Bilmiyorum Michio Kaku ismini duyanınız var mı?

Michio Kaku, Japon kökenli, Amerikalı bir teorik fizikçi. Bir profesör. Eğer BBC, Discovery falan gibi popüler dökümanter kanalları izliyorsanız Michio Kaku'yu görmemeniz olanaksız.

Eğer gördüyseniz de unutmanız olanaksız.

Asya yüzlü, uzun beyaz dağınık saçlarıyla tam aklı bir karış havada bilim adamı. İngilizceye tamamen hakim ve çok etkili kullanıyor. Bilimsel forumlarda, panellerde, TV programlarında, her yerde görmeniz mümkün. Youtube'da yüzlerce videosu var.

İlk dinlediğimde hayran kalmıştım. Orta okulda fizik ödevi için garajlarında bir parçacık hızlandırıcısı yapmaya kalkmış, kilometrelerce uzunlukta bakır telleri sarıp bobin falan yapmış, sonunda da sonra da mahallenin sigortalarını attırmış.

Quantum teorisini, temel parçacıkları, kuvvetleri falan o kadar incelikle basitleştirip bizim gibilerin anlayacağı bir dille anlatıyordu ki, hayranlıkla dinledim. Espiriler yapıyor, yeri geldiğinde eline bir tebeşir alıp, kara tahtaya yarım metre uzunluğunda bir denklemi iki saniyede vızzz diye yazıyor, herkesin anlayabileceği örnekler veriyor, kısacası kendisini soluksuz dinlettiriyordu.

Bu performansından sonra zaten dağınık saçları ve mimikleriyle tartışma götürmeyecek fiziki benzerliklerini de dikkate alarak, tamam dedim, Michio Kaku, yeni bir Einstein!

Hemen Youtube'a girip başka videolarını aradım.

Yine aynı beceriyle fizik bilmini, kuantum teorisini, gelecek tahminlerini, kara maddeyi, kara enerjiyi anlattığı belgeselleri, konferansları buldum ve izledim.. acayip de zevk aldım.

Ancak biraz dikkatle dinlediğimde, aynı hikayeleri, aynı espirileri, aynı örnekleri kelimesi kelimesine tekrarladığını fark ettim. Garajdaki parçacık hızlandırıcısı, Einstein'ın şoförü gibi hikayeler bırakın kelimeleri, vurgularıyla bile birbirlerinin aynısıydı.

Yine dikkatimi çeken, hatta Michio Kaku günümüzün Einstein'ı düşüncemde frene basmama yol açan ikinci bir konu, bu arkadaşın biraz faul biçimde kendisini string theory ile ilişkilendirmesiydi.

"String theory is my theory!" yani String Theory, artık Türkçeye İp Teorisi mi, Tel Teorisi mi diye çevirirsiniz, bilmiyorum, benim teorim diyordu. Sonra da bu teoriyi kanıtlamak ve Higgs Bozonunu bulmak için İsviçre'de, CERN'de çalışmaya başlayacağız falan dedi.

Bu String Theory, gerçekten evreni her şeyiyle açıklamaya cüret eden, çağımızın en önemli teorisi. Biraz ilgim olduğu için biliyorum, ve bildiğim için de String Teorisi benim teorim lafını Michio Kaku'nun çalışma alanını belirtmesi şeklinde anladım.

Ancak bu laf sanki Einstein'ın İzafiyet Teorisi gibi, Michio Kaku'nun da String Teorisi gibi de gelmeye başladı kulağıma. Biraz rahatsız oldum çünkü String Teorisi Kaku tarafından ortaya atılmış bir teori değil. Tamam, bu arkadaş boson bilmemnesinin hesaplamasına bir denklem eklemiş ama öyle teoriyi sahiplenecek kadar bir katkısı yok.

Teknik detaylarla baş ağrıtmayayım. Michio Kaku, bu teoriye yüzlerce başka bilim adamıyla birlikte katkıda bulunmuş bir bilim adamı, ancak herhangi bir şekilde teoriyi ortaya çıkaran ya da sahiplenebilecek birisi deği. Zaten teorinin kendisi de henüz tam anlamıyla kanıtlanmadı.

Ancak Kaku medyatik bir şahsiyet. Kendini süper pazarlıyor. O yüzden içinde fiziğin, bilmin geçtiği her programda var işte.

Aslında bir bakıma Stephen Hawking de bu kategoride sayılır.

Düşünün, motor nöron hastalığının sonucu tekerlekli sandalyeye mahkum olmayıp, normal bir hayat yaşasaydı kaçımız ilgilenirdik onunla?

Ama bilme bağlılığı ve özel durumu onu medyatik yaptı, öne çıkardı.

Şimdi size başka bir adamdan bahsedeyim. Kahramanımızın ismi Isaac Newton. Dünyada herkes maddelerin hareketsiz kalmaya meyilli olduğunu düşünürken bu maddelerin birbirini çektiğini anlamış. Sonra Ay niye dünyaya düşmüyor diye düşünmüş. Cevabını bulmuş ama zamanın matematik bilmi ile bunu kanıtlayamadığı için gitmiş günümüzde başlı başına bir bilim sayılabilecek Calculus'ü yazmış. Ay"ı ve gezegenleri daha iyi gözlemek için bir de teleskop icad etmiş. Bugün uçaklar, roketler hala Newton ilkeleriyle uçuyor, Newton teleskobu hala popüler biçimde kullanılıyor ve Calculus fiili olarak lise ve üniversitelerde okutuluyor.

Hawking'e dönersek fiziğe bildiğim kadarıyla getirdiği tek yenilik kara deliklerin yavaş da olsa madde kaybettikleri yani çok zayıf da olsa bir ışıma yaptıkları. Ama baştan aşağı teori ve ne size ne bana beş kuruşluk faydası yok bu - eğer varsa - kara deliklerin yaptığı minik ışımanın.

Tosun diyor ki quantum teorisine göre maddenin belirli bir yeri ve hızı yoktur. O yüzden bir kara deliğin olay ufkunda ortada hiç bir madde yokken toplamı bir hiç olan bir madde ve bir anti-madde parçacığı oluşabilir. Anti-madde kara deliğe düşerken madde olay ufkunun dışında kalır ve kara delik madde kaybetmiş olur.

Hepsi bu. Ne bir kanıt, ne bir gözlem. Sadece teori.

Tabi ki bir matematik dehası olan Hawking hangi boyda kara deliklerin kaç elektron-volt'luk enerji kaybettiklerini falan hepsini hesaplamış. Ama işin özü yukardaki paragraf işte.

Şimdi Isaac Newton da, Stephen Hawking de Cambridge Üniversitesinde lukazyan profesör ünvanına sahip bilim adamları. Hawking medyatik biri. Newton ise param yok diye keşfettiği Calculus'ü bile kitap olarak yayımlamamış bir garip adam. Michael Faraday bu mucizeyi farketmiş ve parası neyse ben veriyorum, bastır bunu demiş, Principia Mathematica'yı öyle yayınlamış. Michio Kaku İse çıktığı HER programda babasının garajını dakikalarca anlatıyor.

Bahsettiğim fark burada işte.

Bu konuyu kapatmadan bir yanlış anlamayı da gidermek isterim. Michio Kaku da, Stephen Hawking de sizin, benim gibi fanilere göre kat be kat zeki ve akıllı insanlardır. Bütün hayatımı bile versem bırakın bulmayı, Michio Kaku'nun küçümsediğim denklemini anlayabileceğimden bile emin değilim. Hele bu iki insanı Trump gibi birisiyle aynı kefeye koymak doğrudan adaletsizlik. Ancak konumuz bu insanların kendilerini konumladıkları ile aslen bulundukları yerler arasındaki fark olduğundan bu şekilde yazmak durumunda kaldım.

İşte, herşeyin olduğu gibi kendini pazarlamanın da azı yarar, fazlası zarar. Pazarlanacak marşandiz varsa pazarlama iyi ancak abartıp olmayan marşandizi pazarlayınca ayıp oluyor böyle.

Sağlıcakla kalın.

2 Temmuz 2017 Pazar

Rejim Değiştirme Oyunu

Panama, Granada gibi gerçekten ölçek olarak mikroskobik bir iki ülkeyi saymazsak, Amerikanın rejim ya da sınır değiştirmeye kalkıp da eline yüzüne bulaştırmadığı bir örnek gerçekten zor buluruz.

Sağdan sayalım.

Kore'de sıçtılar, Hem kendi girdikleri savaşı utanç verici bir biçimde kaçarak, yenilgi ile tamamladılar, hem de onlara şükür ki Kuzey Kore bugün dünyanın baş elası.

Vietnamda da sıçtılar, yine kendi girdikleri savaşta yenildiler, üstüne Kore gibi Güney Vietnam falan bile çıkamadı bu savaştan. Tek başına Kuzey Vietnam, "Kuzey" kelimesini attı sadece.

Küba"da Batista'yı desteklediler, Fidel ölene kadar dünyanın belki de en komünist ülkesi olarak kaldı. Orda da sıçtılar, sonra ambargoydu, izolasyondu, parmak kadar ülkeden sinirlerini çıkardılar.

Irak'ı kışkırtıp, İran'la savaşa soktular, bugün Irak diye bir devlet teoride bile zor var. İran yarısını aldı, Amerika birazını Kürtlere bırakabilir miyiz de bize bir üs çıksın diye uğraşıyor.

Amerika'nın gelmiş geçmiş en kötü başkanı Obama Suriye"de öyle bir sıçtı ki, Ruslar bir daha gitmemek üzere Akdeniz'e çöreklendi.

Şimdi de Fellah'ların peşindeler, bakalım altından ne çıkacak. Sırada ise İran ve biz varız.

Bunları şu Robin isimli arkadaşın kehanetlerine istinaden yazıyorum. Türkiye bölünebilir falan demiş de...

Aslında bu konuda haklı, Türkiyenin bölünme olasılığı yok değil hatta çok da az sayılmayabilir - keşke olmasa tabi ama...

Ancak bu sarsakça oynadıkları rejim ve sınır değiştirme oyunu, geçmişte örnekleri göründüğü üzere pek de onların istedikleri gibi bitmeyebilir.

Benden uyarması...

30 Haziran 2017 Cuma

Öyküler I

Babam annemle tanıştığında hava kuvvetlerinde pilotmuş. Bir süre Annem Ankara'da, babam Merzifon'da, şark hizmetinde devam etmişler. Rivayete göre annemi Ankara'da görmek için bir jet uçağını kaçırıp Merzifon'dan Ankaraya uçmuş, bir iki saat geçirip kimseye çaktırmadan geri dönmüş. Ama dediğim gibi rivayet işte 😛

Sonra evlenmişler, daha sonra da ben gelmişim. Gözümü Merzifon'da açmışım, kah hava üssünün içinde, kah kenarında beş yaşıma kadar yaşamışım, oralarda büyümüşüm.

O küçücük halimle F-5'lerin, T-33'lerin, helikopterlerin içinde hem gözlerim, hem kulaklarım bunların sıfatlarına ve gürültülerine o kadar alışmış ki bu gün bile gözlerim bir kapansın, yanımda top patlasa uyanmam. Uçakta türbülansmış, inişmiş, kalkışmış hiç iplemem, hele yanımda kimse yoksa uçak daha kalkmadan vurur kafayı uyurum.

1997 ile 2000 yılları arasında yılın büyük bölümünü iş nedeniyle Lozan dışında geçirdim. Hemen her Pazartesi Krakow'a uçar, Cuma günü de geri gelirdim. Sadece ben değil tabi. Çalıştığım şirketin birçok departmanından envai çeşit insan da bu Pazartesi-Cuma rutinini yapardı. Dalgasını bile geçerdik, Cenevre-Zürih uçuşumda kahvaltıyı bitirelim, Zürih-Krakow uçuşumda staff meeting (personel toplantısı) var diye.

Krakow'a indiğimizde herkes kendi sorumluluk bölgesine dağılır, işimizi yapmaya başlardık. Perşembe akşamları ise haftanın finali olduğundan, nasıl söyleyeyim, biraz uzun, biraz alkol-yoğun olurlardı.

İşte. bu "yoğun" Perşembe akşamları yüzünden cuma günkü uçuşumuz da Pazartesi günkü gelişimize göre çok daha "sessiz" geçerdi. Ben uçağa biner binmez uyumaya başlardım. O zamanlar Krakow-Zürih seferlerini zaten el kadar, pervaneli Saab'lar yaparlardı ve geniş uçaklardaki gibi ara koridorlar olmadığı için hemen her zaman pencere kenarına denk gelirdim. Kafamı uçağın duvarına dayar, Zürih'e kadar gözümü açmadan uyurdum.

Bir çok kez uçak iner, diğer yolcular uçağı terkeder ve şirketten kimse geçerken uyandırmamışsa, hostesler dürterek "Zürihe geldik" diye uyandırırlardı. İkinci senenin sonuna doğru bu hattın gediklisi bazı hosteslerle ismen bile tanışmıştık, hostesler "Mösyo Nalcı, onarive" demeye başlamışlardı😛

Yine bir Cuma, uçağın içinde kalkışı bekliyorduk. Yaşayanlarınız bilir, Polonya'nın iklimi çok serttir. O gün de öyle bir yağmur ve rüzgar var ki, uçak durduğu yerde sallanıyor. Hani biraz daha hızlı esse, uçağı ters çevirecek. Camdan baktığınızda dışarısı görünmüyor, simsiyah bulutlar ve su damlacıkları.

Uçağın iki pervanesi arı vızıltısı gibi bir ses çıkararak dönüyorlar.

İkinci pilot anonsunu yaptı "Ladies and gentelmen, due to adverse weather condırions..." Yani kötü hava koşulları sebebiyle kalkamıyoruz. Adam Amerikalı, aksansız İngilizce konuşuyor. "Rüzgar bilmem kaç knot'ın üzerine çıkarsa kalkış yapılamaz..."

Tam bu anda bir Lufthansa B-737 vızzz diya kalktı.

Bizimki yeniden aldı mikrofonu eline. Hoş, almasa da kibrit kutusu kadar uçakta zaten herkes duyuyor. Kabin kapısı ardına kadar açık, ben de ilk sıradayım zaten, LCD'leri okuyabileceğim biraz zorlasam.

"This is against regulations. They shouldn't have taken off. Maybe they found a window..."

Bu yaptıkları kurallara aykırı, kalkmamaları gerekirdi, belki bir ara rüzgarın hızı düşmüştür diyor.

Biraz sonra gürrrrr diye bir Austrian Airlines uçağı daha kalktı. Uçaktakiler yavaş yavaş homurdanmaya başlamıştı. Herkes eve dönmek istiyordu. Bizimki pist başına geldi, kalkış sırası bizimdi. Uçak rüzgar ve yağmurdan durduğu yerde sallanıyordu.

Bizimki yeniden aldı mikrofonu eline. "Ladies and gentlemen, I know you are getting impatient but this is for your safety..."

Tam bu anda kapıdan kaptanı duydum "I'm going man!...". İkinci pilot da anonsunu tamamlıyordu "...this is for your safety.... Damn we are going!, Ladies and gentlemen, we're taking off!"

Pervaneler hızlanıp, arı vızıltısından sivrisinek vızıltısına terfi ettiler. Bir on saniye geçmemişti ki havadaydık. Demek rüzgar tam karşıdan esiyordu ki uçak kısa zamanda kalkış için gerekli hava süratine ulaşmıştı.

Böyle durumlarda kalkış kolay olur da, kalktıktan sonrası biraz maceralıdır, hele küçük uçaklar için.

Yerden elli metre kadar yükselmiştik ki uçak, uzun bir halının ucundan tutup yukarı-aşağı salladığınızda halının üzerinde kalmış tozlar gibi silkelendi. Bir iki yolcu "Böğğğğğ" diye torbalarını kapıp, yanlarına yıkıldı.

Sonrasını hatırlamıyorum. Yeniden uyumuşum. Zürih'te "Mösyö! Onarive..." ile uyandım😛

***

Yıl 2003'tü herhalde. Bir arkadaşla Brezilya'da tatildeydik. Rio'da gerçekten "uzun" bir akşam geçirmiş, iki saatlik uykuyla hava alanına gelmiştik. Manaus'a, yani Amazon'un göbeğine uçacaktık, ancak uçak Brasilia'da aktarma yapacaktı.

Monitörlerden kapımızı bulduk, boarding pass'lerimizi gösterip bekleme bölgesine oturduk. Sonra boarding başladı. Kapı önünde sıraya girdik, boarding pass'lerimizi verdik, görevli onları alıp önce kontrol etti, sonra da cırt diye yırtıp, koltuk numaramızı gösteren ufak kuponları bize geri verdi.

Otobüse binip uçağa gittik. Brezilya'da uçaklar aynen bizdeki gibi. Herkes ayakta, kimi ileri, kimi geri gitmeye çalışır, çocuklar koşuşturur, insanlar oturup beklemek yerine dolapları açar, çantalarından ıvır-zıvır çıkarır falan...

Koltuklarımıza gidene kadar her halde bir on dakika geçti, tam oturacağız, baktım ki koltuklarda başkaları oturuyor.

Hem uykusuzluk, hem de koridordaki eziyet canıma yetmişti. Yerimde oturan adamı dürtüp, "Sir" dedim, "Bu koltuklar bizim".

"Sizin koltuk numaranız kaç?" diye sordu. "17A ve 17B". dedik. "Bizimkiler de 17A ve 17B" dedi.

Tabi hemen boarding pass'eri çektik. Son bir daha göz ucuyla baktım, çuvallayıp rezil olmayalım diye, koç gibi 17A.

Hemen pişti yaptım tabi.

Adamlar da şaşırdı, onlar da kendi boarding pass'lerini bizim gözümüze soktular. "17A, 17B".

Burası Kamil Koç değil ki, bilgisayardan çıkmış biletler. Biletçi kız dalıp da mükerrer koltuk numarası vermiş olamaz. Aklım almadı o an nasıl aynı koltuk numaraları olabilir her ikimizde de...

Sonra adamlardan biri "Şu boarding pass'ini bir daha versene" dedi. Verdim. Bülent Nalci, 17A Flight 123ABC, Brasilia.

Adam bir daha baktı ve başladı gülmeye.

"Bu uçak Fortaleza'ya gidiyor. Sizin biletiniz Brasilia'ya!"

Kendimi o sarışın şakalarından birinin içinde zannettim. Burası Afyonkarahisar otobüs terminali değil ki elini kolunu sallayarak kapısını açık bulduğun her uçağa binesin... Bir hava alanında istesen de yanlış uçağa binemezsin. Girişte başlarlar bilet kontrolüne, uçağın kapısına kadar sürer. Biletinin olmadığı bir uçağa girebilmek çok ciddi bir güvenlik ihlalidir.

"Ne Fortaleza'sı?" dedim. "Brasilia uçuşu için kapı A-12 diye okuduk, oraya da geldik"

"O kapı değişti, yeni kapı numarası anons ettiler duymadınız mı?"

Duyduk babacım da biz salağız, o bakımdan yanlış olduğunu bile bile yine bu kapıya geldik.

"Ne anonsu? Biz anons falan duymadık"

Diğer yolcular da başladı mı gülmeye... Ömrümde çok az bu kadar utanmışımdır. Bir anda avanak turist olduk, ben de, arkadaşım da.

Yine savaşarak uçağın kapısına geri gittik ancak geçtiğimiz her sıradaki yolcular bize gülüyorlardı. "Brasilia'ya gidiyorlarmış...", "Fortaleza uçağına yanlışlıkla binmişler...", "Ha, ha, ha..."

"Ama bizim boarding pass'lerimizi kontrol edip kapıya aldılar, otobüse binmeden bir daha kontrol edip bilet kısmını yırttılar. Bizim bu uçağın içine kadar gelemiyor olmamız gerekirdi..." falan dedim ama hep içimden tabi.

Terminale döndüğümüzde anonslar yıkıyordu ortalığı. "Bülent, Thomas, Brasilia uçuşu için son çağrı..."

Bir hafta sonra bizi Avrupaya götürecek Trans-Atlantik uçuşumuz yine bu hava alanından dört saat "erken" kalktı! Tesadüfen hava alanına erken gelmiştik, yoksa uçağımızı kaçıracaktık...

Yine kıtalararası uçtuğumuz DC-10, çocukluğumun Seyranbağları dolmuşlarından daha kötü durumdaydı.

Herhalde bu nedenlerden Varig isimli havayolu firması artık aramızda değil, yıllar önce iflas etti.

Bu tatilden bir kaç yıl sonra Jelena ile bir Brezilya seyahati daha yapmıştık. Bin küsür dolar fazla ödeyip o zaman hala işlevini sürdüren Varig yerine Luftwaffe ile uçmuştuk. Uçaklar en azından söylendiği saatlerde kalktı 😛

***

Eski Sovyet devletlerinin dünyaya açıldığı ilk zamanlar, yani 1990'ların ikinci yarısı. Acil bir nedenle iş için Kazakistana gitmem gerekti. Sekreterimiz uçuşu ayarladı, biletlerimi verdi ve bana imar inmez ofise git istersen, ilk günü tamamen kullanabilirsin dedi.

Güzel haberdi bu. Genelde iş gezilerinde ilk gün yolda harcanır, en iyisinden akşama doğru bir-iki saat ofiste kalabilir, o da zaten kakara kikiri ile geçerdi. İlk günü tamamen ofiste geçirmek bir gün önce dönmek demekti ki, o zamanlar Kazakistan pek de popüler bir turist destinasyonu sayılmazdı.

Biletlere bir baktım, uçak saat sabah üçte iniyor. Genelde işbaşı saatinin dokuz olduğunu düşünürseniz, direkt ofise gitmek nasıl olur, çok da anlamadım, ancak üstelemedim de.

Viyana aktarmalı uçuyorum, Cenevre uçağı da sabahın altısında kalkıyor. Geceyi mecburen Cenevrede, hava alanının dibinde bir otelde geçirdim.

Viyanada ise mutlu haberi verdiler. Business Class overbooked. Kazakistan da öyle Paris değil ki başka havayolu ile uçasın. Biraz miyavladım ve Austrian adamları sen merak etme, biz sana Business Class servis yaparız dediler.

Uçağa bindik. O zaman uçuşlarda sigara içiliyor, beni ekonominin en arkasındaki sigara içilen sıraya oturttular. Sağ ve sol yanım boş. Bir hostes koltuk arkasındaki masayı indirip üzerine bir masa örtüsü yerleştirdi. Bir bardak şampanya ikram etti.

Etrafımdaki ekonomi yolcuları durumu anlamamışlardı. Kendilerime de aynı servis yapılacak diye bekliyorlardı ama tahmin edersiniz sonucu artık...
Böylece hayatımın en görgüsüz yolculuğunu yaptım😛

Ekonomi yolcuları geri planda kutu içindeki yemeklerini yer ve homurdanırken kişisel hostesim yemek boyunca başımda bekledi, bana menü verip siparişimi aldı, şarap listesinden şarabımı seçtim, yemek üstüne bir konyakla kahve ve sigaramı içtim. Sonrada tabi ki kesintisiz uyudum.

Hostesin dürtmesiyle uyandım. İniyorduk. Koltukları dik, masaları kapa muhabbeti.

Sonra da pilotun anonsu.

"Sayın yolcular, pist yüzeyi engebeli, o yüzden inerken "biraz" sarsılabiliriz, endişe etmeyin!"

Lan ne demek pist düz değil? Koca A-310'lar iniyor, düzeltememişler mi pisti?

Böyle bir anonsu hayatımda ilk ve son defa Almaty'de duymuştum.

Uçak indi ve gerçekten çocukken suyun üzerinde sektirdiğimiz taşlar gibi pat! pat! pat! diye zıplayıp durdu.

Ama tam durdu!

Öyle taxiway'e, aprona, kapıya falan gitmeden, zart diye indiğimiz pistin ortasında durdu. Pilot kontağı kapadı, ışıkları söndürdü, dead in the water derler ya, bir anda hayalet uçak olduk.

Karanlıkta beklemeye başladık.

Karanlık uçağın içinde miğferi, otomatik tüfeği falan tam teşekküllü bir Kazak cengaveri filmlerde operasyon yapan SAS komandolarının lazer pointerleri gibi bir el fenerini yolcuların yüzünde hızlı hızlı gezdirerek, rap rap en arkaya geldi, durdu.

Yolcular en önden başlayıp, teker teker uçaktan inmeye başladı. Yarım saat falan sonra sıra ancak bana gelmişti.

Ön kapıya geldiğimde daha uçaktan dışarı adımımı atamadan gözlerimin içine projektör gibi bir fener, göbeğime de bir Kalaşnikov namlusu dayanmıştı.

"Documents!"

Verelim abi, kızma....

Pasaportuma baktı ve namluyu indirip geç diye işaret etti. Terminale geldiğimizde herhalde pasaportumu bir on kere daha göstermiştim. Her iki metrede bir banko, her bankoda "Documents!". Sonradan öğrendim, bunlardan geçerken pasaportun arasına beş-on dolar koymak adettenmiş. Cahillik işte, üç saat sürdü havaalanından çıkmak.

Sonunda sekreterin niye direkt ofise gidebilirsin dediğini de anlamıştım. Saat sekize geliyordu.

Misafirhaneye gidip bavulu bıraktım. Bir duş, bir traş, ofise giderim derken traş takımının parça parça olduğunu gördüm. Resepsiyonu aradım, kız Türk, bir kazakla evli, Türkçe konuşuyoruz.

"Nerede traş bıçağı ve traş köpüğü bulabilirim?" diye sordum. Kız güldü. "Bulamazsın" dedi, "Ayrıca traş olmana da gerek yok, ofiste kimse farketmez" dedi.

Bir duş almak için odaya gittim, masanın üzerinde bir not buldum.

"Soğuk su her gün Amerikan elçiliği tarafından radyasyon içeriği için kontrol ediliyor, ama sıcak su bu kontrolün dışımda. O yüzden duş yaparken ağızınızı açmayın"

İki hafta soğuk duş almıştım😜

Takım elbiseyi, kravatı falan bıraktım, bir kot, bir tişört giydim, odadan çıktım. Şoför beni bekliyordu.

"Welcome to Kazakhstan!" dedi...

***

Kazakistan'da (o zamanlar) taksi yoktu. Ya da başka bir açıdan bütün özel arabalar birer taksiydi. Rusça'da taçka derler. Yolun kenarında durup elinizi kaldırırsınız, ıslık çalarsınız falan ve geçen arabalardan biri durur. Şuraya gidiyorum dersiniz, pazarlık yapar, anlaşırsanız ve atlarsınız adamın arabasına, sizi gideceğiniz yere götürür.

Mükemmel pratik bir sistem, ancak Rusça bilmiyorsanız işe yaramıyor. Misafirhaneden çıkıp şehre gittiğimizde misafirhanenin ve dolayısıyla şoförün menzilinden çıktığımız için tek çare bu taçkalarla oraya buraya gitmekti.

Malik İsimli Kazak bir arkadaşla çalışıyorduk. Üniversiteyi Moskovada okumuş, bizim İstanbul Türkçesi gibi Moskova Rusçası konuşuyordu. Restoranda garsonlar siparişi hazırol'da alıyorlardı, anlayın. Sağolsun hep o bir taçka bulur, beni misafirhaneye yollardı.

Fabrikada yemek çok kötüydü. Her biri en az yüz kiloluk kadınlar hazırlıyor, asker usulü tepsilere dan diye kepçeyi boşaltıyorlardı. Herkes bu kadınlara "Mother Russia" diyordu. Zaten herşeyi yiyemeyen problem çocuk ben, bu yemekleri namümkün yiyemiyordum.

O gün ofiste işimiz uzayacaktı. Malik'e "Hadi gel öğlen yemeğini dışarıda yiyelim" dedim. Aklımda şaşlık dedikleri şiş kebabı ve sebzeli pilav vardı. Koca bir kazanda, bir restoranın bahçesinde pişerken görmüştüm.

"Tamam" dedi, "Sen bekle, bir taçka bulup geliyorum".

"Ya.." dedim, "Gerçekten hiç mi taksi yok bu memlekette?"

Malik "Bir taşıma servisi var ama hiç denemedim" dedi.

"Gel çağıralım bir tane, hem de denemiş oluruz" dedim.

Eğer bu taksi servisi gerçekten çalışırsa Malikin yanımda olmadığı zamanlar da sağa sola gidebilmek mükemmel olacaktı. Yoksa hepimiz misafirhanede sabah akşam aynı insanları görmekten kafayı yiyecektik.

Malik bu "taşıma" servisini aradı, bir on dakika sonra da otomatik tüfekli, kurt köpekli güvenlik görevlilerin arasından geçip, fabrikanın önüne çıktık.

Kapının önünde her halde bir on beş metre boyunda simsiyah camlı koca bir limuzin bekliyordu. General üniformalı, şapkalı şoför bize kapıyı açtı.

İçeri girdik. Buz dolabımda viskisi, air freshner kokusu ve müziği ile tam bir p.venk arabası!

Şoför İngilizce "Bir şeye ihtiyacınız var mı?" diye sordu, ama "Can I help you with anything?" derken "anything" kelimesi fazlasıyla manalı bir biçimde "🎵anything🎶" şeklinde geldi kulaklarımıza. Bu "anything" 'i kuzeyden güneye her şey ile değerlendirebileceğimizin farkında ola ola "şaşlık" dedik.

"Siz bilirsiniz" dedi ve bizi restorana götürdü.

Eve dönüş zamanı gelmişti. Son akşam Malikle oturup, üçüncü sınıf bir şişe Rus votkasını bitirmiştik. Ayakta zor duruyordum. Malik bir taçka buldu, "Hırrr!", "Harrr!", "Gırrr!", "Haraşo" şeklinde pazarlığı tamamlayıp - Rusça kulağa ilk başlarda bu şekilde gelir, havaalanına kadar kaç Tenge'ye anlaşmışlarsa onu da peşin verdi. Görüşmek üzere deyip ayrıldık.

Bir on beş dakika gittik ve sonra arabanın motoru canhıraş sesler arasında durdu.

Ben arka koltuktayım, şoför indi, bana biraz hırlayıp "davay" dedi. Ayakta duracak halim yok, indim arabadan. Başladık arabayı itmeye.

Arabayı yolun kenarında bıraktık. Şoför bagajı açıp kirli bir bidonu aldı ve kıçını dönüp gitti. Ben de gecenin kör karanlığında, Kazakistanın kim bilir neresinde, bir yolun kenarında pipi gibi kaldım.

İlk başlarda uçağı kaçırmasam bari derken, zaman geçtikçe acaba bu günü kıçımı kaptırmadan atlatabilecek miyim'e geldim.

Aradan bir saat falan geçmişti ki bizim adam elinde bir bidon benzinle geldi. Ben arkadan iterken, bu motoru çalıştırdı, hırt-pırt kırk beş dakika gittikten sonra hava alanını bulabildik.

Uçakta bu kez gerçek Business Class kabinindeydim ama inanın, bir bardak su bile içmedim. Viyana'ya kadar deliksiz uyudum.

***

Size uçak maceralarımı anlatmaya devam edeceğim arkadaşlar. Bunlardan bazılarını başka yazılarda aynen ya da daha az detayla anlatmış olabilirim. Okudu yada hatırladı iseniz, ikinci baskı için özür dilerim.

Şimdilik bu kadar. Bizi izlemeye devam edin😛

22 Haziran 2017 Perşembe

Duopoli

Şu Kuzey Kore üzerinden uçan Amerika'nın süpersonik bombardıman uçağı B-1'i yapan Rockwell International firması bugün artık aramızda değil.

Amerikan donanmasının hava gücünün bel kemiği olan F/A 18 Hornet'leri yapan McDonnell Douglas firması da bugün yok.

Yine Amerikan hava kuvvetlerinin bel kemiği olan F-15 C Eagle ve F-15 E Strike Eagle uçaklarını yapan aynı firma, McDonnell Douglas. Yani "nada", yok ortalıkta.

Aynı firma nakliye filosunun bel kemiği C-17 Globemaster'ları da yapıyordu.

Şu bizde de bulunan F-16 Viper'ları yapan General Dynamics firması da yok artık.

İncirlikten bol bol kalkan, tank katili dedikleri A-10 Warthog'ları yapan Fairchild Republic de yok ortada.

Kısacası Amerikan Hava Kuvvetlerinin envanterinde bulunan uçakların çoğunu orijinalde yapan firmalar ortadan kalkmış durumda. Ya iflas, ya uçak yapmayı bırakmış, ya da Boeing veya Lockheed tarafından satın alınmış durumdalar.

B-21 bombardıman uçağından başka projesi olmayan Northrop-Grumman'ı saymazsanız ABD savunma sanayisi Boeing ile Lockheed arasında bir duopol olmuş durumda.

Duopoli kötü şeydir arkadaşlar. Verimsizdir, rekabet yoktur, gelişim, yeni ürün falan hep azdır, zor gelir.

Bütün dünyada sular ısınırken ABD bir savaş tehdidini iki firmayla karşılamayı göze alamaz bence.

Trump amca sanki kesenin ağızını açıp, bu defense contractor yani savunma şirketlerini biraz yağlayacak gibi.

Gidişat biraz kaka...

20 Haziran 2017 Salı

Uygarlık

Uygarlığın sonuçlarını taklit ederek uygar olmaya çalışan acayip bir millettir Türk milleti. Bir de bu işi yaparken o kadar yüzüne gözüne bulaştırır ki, çoğu zaman komik, aptal durumlara düşer.

Yıl doksan bir miydi, doksan iki miydi bilmiyorum, baba Bush Ankaraya gelecekti. Eh, koca "Amarika" başkanı geldiğine göre ona uygar gözükmemiz lazımdı. O yüzden birileri gitmiş, Amarika'yı görmüş birilerine sormuş anlaşılan ki, Esenboğa'dan şehire gelen ve şehir içinde Bush'un gideceği her yolun sağ ve sollarına sarı çizgi çekmişlerdi.

Bu sarı çizgi işi Amarika'ya özgü bir şeydir arkadaşlar, ve ben çok kullanışlı bulurum. Yol kenarlarını ve gidiş gelişli yolları birbirinden ayırır. Solunuzda sarı çizgi varsa soldaki şerit ters yönden gelenlere, beyaz çizgi varsa sizle aynı yöne gidenlere ayrılmıştır.

Avrupa'da daha hiç görmedim bu usulü. Eğer geliş-gidiş bir refüj ile ayrılmamışsa ya asfalta gidiş yönünü gösteren oklar çizerler, ya da levhalarla hangi şerit ne yöne gidiyor, gösterirler.

Ancak konumuz Amarika, Evropa karşılaştırması değil.

Uygarlık bir gereksinimden yoka çıkıp, böyle bir çözüm bulmuş. Gereksinim hangi şeridin ne yöne gideceğini bilme, çözüm de sarı-beyaz çizgiler (ya da oklar, levhalar, vesaire).

Uygarlık bu gereksinimi üretebilmek işte. Ancak biz uygarlığı uygarlara benzemek olarak algıladığımız için, uygarlığı yolları sarıya boyamak şeklinde uygulamaya çalışıyoruz. Halbuki en azından o günlerin Türkiye'sinde yolları bırakın sarıya, gök kuşağının renklerinden puantiyeye de boyasanız, her şeritte, her yöne giden araç, hayvan ve insan bulabilirdiniz.

Uygarlık, ez cümle bir şeridin hangi yöne gittiğini bilme ihtiyacı, yoksa asfaltı sarıya boyama eylemi değil.

Benzeri bir örnek şu sıralar, özellikle sosyal medyada karşıma çıkıyor. 1930-40'lardan kalma, üzerlerinde etekli Türk kadınlarının bulunduğu siyah beyaz resimler paylaşılıyor. Bazen bu resimlerin yanında, günümüzden türbanlı imam-hatip öğrencilerinin bulunduğu kontrast yaratma amaçlı resimler de paylaşılıyor.

Mesaj ise çok açık. Elli yıl önce çok uygardık, bakın şimdi ne hale geldik.

Çünkü etek giymeyi uygarlık zannedip, etek giymeyince ilkelleştiğimizi düşünüyorlar.

Halbuki uygarlık etek giymek değil. Etek giymek sadece bir sonuç.

Uygarlık, etek giymenin cinsel referanslara bağlanmadığı, kadın bacağının sex shop'larda satılan oyuncaklardan biri değil de, yürümeye yarayan bir organ olduğunun anlaşılıp özümsenmesi (bu tabi ki kadın bacaklarının estetikliklerine zul getirmiyor, ama kadınların elleri de estetik olarak güzeldir, ne var ki bir mini-eldiven giyme problemimiz yok, anladınız her halde).

Cumhuriyet kadınlarının resimlerine dönersek...

Bu resimlerdeki etekli kadınların uygarlığa ve cumhuriyete bağlılıklarından kuşkum yok - öz annem de bunlardan biriydi, sadece bunu ülkenin uygarlığının bir ölçüsü yapmayı yanlış buluyorum. Yoksa o günlerde de, bu günlerde de bu etekli cumhuriyet kadınlarına "orospu", "yollu", "kaşınıyor" falan diyen bir kitle var. Hatta o günlerde bu kitle daha büyüktü. Mevcut iktidarın ayrımcı politikalarına şükürler olsun, bugün kim ne daha iyi görüyoruz ve en azından ülkenin yüzde ellisinin uygar olmasa da uygar olmayı istediğini biliyoruz.

Şimdi bu resimleri iyi niyetle paylaşmış bir çoğunuz bana kızıyorsunuz biliyorum, ama ne yapayım, düşündüğümü söylemez, işin kolayına kaçıp, çoğunlukla birlikte goygoyculuğa soyunursam, büyüdüğünde kızıma ne yüzle bakarım?

Ülkemizde hala mini etek, şort falan giymek gidilecek ortamı düşünerek bir karar vermeyi gerektiriyor. En uygar geçinenlerimiz bile mini etekli arkadaşlarını gördükleri de dışta bozuntuya vermeseler de, içlerinden "İlah mısın, nükleer silah mısın?" diye geçiriyor. Çomarları ise zaten biliyorsunuz.

Uygar bir ülkede ise kadın içinden gelip, kendine yakıştırdığında giyip çıkıyor işte.

Uygarlık etek giymek değil, bu sadece uygarlığın bir sonucu. Uygarlık, etek giymenin sekse davet olmadığını anlayıp, özümsemek.

Bunlar gibi bir çok örnek sıralamak mümkün.

Bir dönem uygarlığı yüksek bina yapmak olarak değerlendirdik, şehirleri paçavraya çevirdik.

Lozan'ın merkezinin en yeni ve en yüksek binalarından biri Tour Bel-Air dedikleri, sarı, çok katlı bir yapıdır. Ancak herkes nefret eder bu yapıdan. Yeniliği 1900'lerin başında yapıldığımdan. Şehirin gerisi ise çok daha eskidir.

Ancak bu "eski" şehirde bir tekerlekli sandalye ile kesintisiz her yere gidebilir, umuma açık her binanın istediğiniz katına çıkabilirsiniz.

Uygarlık yeni bina yapmak değil, bu sadece uygarlığın bir sonucu. Uygarlık, bu binaları yaşanabilir hale getirmek.

Sonra uygarlık güzel araba kullanmak dedik, güzel arabaları ülkemize getirdik, ama bunlar için yol yapsak da, park yeri yapmadık. Bu arabaları, atalarımızın atlara binmesinden daha hoyrat, daha düzensiz, daha kuralsız kullandık.

Anlamadık ki arabalar uygarlığın bir sonucu, onları insan gibi kullanmak uygarlığın kendisi

Uygarlıkla gelen herşeyin bokunu çıkardık. İnternet üzerinden okey oynamayı karı kız bulmaya, sosyal medyayı yalan söylemeye, online alışverişi dolandırıcılığa, Photoshop'ı sahteciliğe çevirdik.

Batıdan yarışma programlarını, yaşam koçluğu gibi kavramları aldık, hepsini maymuna döndürdük.

Uygar olmadığımız için, uygarları taklit ettik, çok daha kötü olduk.

Bu ülke uygarlığın ne demek olduğunu öğrendiğinde uygar olacak. Yoksa, uygarların yaptıklarını yaparak değil.

Uygarlığın en temel işlevlerinden biri konuşmaktır. Türkiye işe buradan başlamalı.

Uygar bir konuşma, dinleme anlama ve cevap verme şeklinde gerçekleşir. En uygar geçinen Türk arkadaşlarımın çoğunluğu dahil, lafım kesilmeden bir cümleyi tamamlayabildiğim çok azdır. Karşımdaki insan benim söylediğimden çok, altta kalmadan bana nasıl laf yetiştireceği ile ilgilidir.

Uygar bir yaşamda saygı vardır. Birlikte yaşadıkları eş, arkadaş, komşu, iş arkadaşlarının kişisel alanları, yaşamları, düşünceleri önemli ve saygıdeğerdir. Yaşam esnasında bunlara dikkat gösterilir.

Uygar bir yaşamda başkalarının fikirlerine saygı vardır. İnsanlar düşüncelerşni kısıtlama olmadan söylerler. Aynı diki konuşmayan, aynı inanca sahip olmayan, aynı cinsel tercihi bulunmayan insanlar istediklerini söyleyebilir, başkalarının özgürlüklerini kısıtlama düzeyine gelmedikçe istediklerini yapabilirler.

"Herkes düşüncesini söyleyebilir ama..." diye başlayan cümleler kullanılmaz.

Kadınlar dövülmez, kadın diye hayatta ilerlemeleri engellenmez.

İş hayatım boyumca çok diyebileceğim miktarda homoseksüellerle çalıştım. Hemen hepsi hayatımı zorlaştırdılar. Anlaşması zor insanlardır. Farklılıkları yüzünden toplum onları biraz kenarda bırakmıştır. O yüzden hepsi tetiktedirler. Devamlı seks içerikli şakalar yapar, her lafı cinsel tercihlerine getirirler. Onlarla zaman geçirmekten en ufak zevk almam.

Ancak uygarlık onların da kabulünü gerektirir. İnsanlık daha da uygarlaştığında belki onların üzerindeki baskı da azalacak, daha makul, daha anlaşılabilir hale gelecekler. Kimbilir.

İşte böyle.

Uygarlık kolay iş değil. Uygar geçinen bizlerin bile hatrı sayılır bir çaba göstermesi gerekiyor.

Daha da uygar bir dünyada yaşamak dileği ile...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...