18 Ekim 2014 Cumartesi

İzlanda - Kuzey Işıkları

Gelin sizi çok fazla baymadan, azıcık The Big Bang Theory (Büyük Patlama Teorisi) geyiği yapalım. Biraz yerçekimi, biraz da nükleer fizik yani.

Evrende her madde birbirini çeker. Madde miktarı arttıkça bu çekim gücü de artar.

Örneğin Dünyamızdaki madde miktarı o kadar fazladır ki üzerinde bulunan herşey güçle merkeze doğru çekilir. Biz buna yerçekimi diyoruz. Yani Newton ve elma hikayesi.

Dünyanın merkezine doğru çekilen maddeler birbirine çarpar ve gırç diye yerlerine oturur. Daha teknik bir söylemle maddenin atomları birbirlerine çarpar ve daha fazla iç içe geçmeden durur. Daha da teknik bir söylemle, atomun çekirdeğinin etrafında dönen elektronlar, birbirlerini iterek atomların daha da fazla birbirlerine yaklaşmasını önlerler. Dünyanın çekim gücü daha fazlasına yetkin değildir.

Yerçekimi sayesinde uzaya savrulmayız, ya da yolda ayaklarımızı kullanarak yürüyebiliriz. Ayaklarımızdaki elektronların kaldırım taşlarındaki elektronlara "çarpması" sayesinde de, yeri delip, arzın merkezine seyahatten kurtuluruz.

Güneş ise dünyamıza göre milyarlarca kat fazla madde içerir. Bu yüzden de çekim gücü dünyamıza göre çok daha yüksektir. Bu yüksek çekim gücü ile çekirdeğe doğru yönelen atomlar birbirlerine çarptıklarında, etraflarındaki elektronların itme gücü bu kuvvetli çekime dayanamaz ve atomların bütünlükleri bozulur. Elektronlar ve çekirdekte bulunan protonlar serbest kalır, madde dejenere diyebileceğimiz ilginç bir hale döner.

Bu Elektronlarını kaybetmiş protonlardan dördü füzyona girip yani birleşip bir helyum atomu oluştururlar ve bu sayede güneş o bildiğimiz ısısını ve ışığını verir. Yine protonların birleşmesi sonucunda ortaya çıkan enerji de güneşin sahip olduğu meddeleri dışa doğru iterek maddenin yerçekimi ile daha da fazla sıkışmasını engeller.

Ancak konumuz bu birleşerek helyum oluşturan protonlar değil, tam tersine birleşemeyip, ortada kalan serbest proton ve elektronlar.

Bu serbest proton ve elektronlar güneşin içerisinde rastgele savrulurlar ve sıklıkla oluşan patlamalar sonucunda uzaya savrulurlar.

Işık hızına yakın bir hızla dört bir yana savrulan bu parçacıklardan bir bölümü sekiz dakikanın biraz üzerinde bir yolculuktan sonra dünyamızın atmosferine ulaşırlar.

Dünyamızın bir manyetik alanı olduğunu biliyorsunuz. Bu manyetik alan sayesinde pusulalar hep kuzeyi gösterir.

İşte bu manyetik alanın kutupları güneşten gelen bu parçacıkları aynı bir mıknatıs gibi çekerler.

İyi de yaparlar, çünkü güneş ve diğer yıldızlardan gelen bu parçacıklar insan DNA'sını değiştirip mutasyona yol açmak gibi zararlı bir özelliğe sahiptirler. Bu yüzden kutuplara yönelen bu parçacıklar, dünyanın geri kalan daha yoğun yerleşik bölgelerine düşmezler, biz de üçüncü bir kulak, altıncı bir parmak, ya da, daha da önemlisi bol bol kanser geliştirmekten kurtuluruz.

Güneşten gelen bu parçacıklar kutup bölgelerinde atmosfere girerler ve onları dünyaya gönderen patlamanın şiddetine göre değişik yükseklikte bulunan oksijen ve nitrojen, yani azot atomlarına çarparlar.

Bu çarpmanın etkisi ile oksijen ve nitrojen atomlarının elektronları enerji kazanıp çekirdeklerinin biraz uzağında, daha büyük çaplı bir yörüngede dönmeye başlarlar.

Fiziğin acımasız kuralları bir süre sonra bu enerjilenmiş oksijen ve nitrojen atomlarının soğumasına, yani elektronların eski yörüngelerine dönmelerine neden olurlar. Elektronlar eski düşük yörüngelerine dönerken enerjilerini bir foton parçacığı ışıyarak kaybederler. Foton bildiğiniz üzere ışık demektir.

Bu ışık da kutup yakınlarında geceleri, dünyanın belkide en güzel ışık gösterisi halinde yeşil, mor ve kırmızı renklerle gökyüzünü kaplar.

Her iki kutup bölgesinde de oluşan bu fenomenin kuzeydekine Aurora Borealis, güneydekine de Aurora Australis ismi verilmiştir. Aurora, Roman şafak tanrıçasının ismi, Borealis ise Yunanca'da Kuzey Rüzgarları demektir. Australis ise Güney demektir.

Aurora'nın çoğulu Aurorae dir ancak birçok kişi İngilizce'de sonuna "s" ekleyerek Auroras şeklinde, yanlış olarak yazar. Fenomen kelimesi de benzeri bir kıyıma uğramıştır. Bir Fenomen Phenomenon, birden fazla fenomen de doğru olarak Phenomena şeklinde söylenmesi gerekirken birçok kişi (zaman zaman ben kulunuz da dahil) bu sözcüğün çoğul halini Phenomons yada Fenomenler şeklinde yanlış olarak kullanır.

İşte bu "hayati önemde" bilgiyi de vermiş olalım ve Aurora' "lara" geri dönelim :)

Zaman zaman Northern Lights yani Kuzey Işıkları da denen Aurora Borealis en iyi İskandinavyanın kuzeyinde, Rusya, Alaska ve Kanadanın kutba yakın bölgelerinde, Greenland'da ve en önemlisi İzlanda'da gözlenebilir.

Aurora Borealis'i gözleyebilmek için iki dünyevi, bir ulvi koşulun oluşması gerekir. Işıkların renklerini tutmak için bulutlu bir hava, ışıkları görmek için bu bulutların arasında açıklıklar ve ışıkların oluşabilmesi için güneş rüzgarları.

Bunların hiçbirini kontrol edemediğimizden, Aurora Borealis'in gözlemlenebilmesi için bol bol şans gerekir demek yanlış olmayacaktır.

İşte bunu bilerek İzlanda gezimizi normalde iki gün yeterli olsa da, şansımızı artırmak için üç gün uzunluğunda planladık. Uçağımız akşam üstü Keflavik havaalanına indiğinde de, daha otelimizin bulunduğu Reykjavik kentine gitmeden akşamki Aurora Borealis turu için kaydımızı yaptırdık.

Bu turun ilginç bir özelliği var. Hava ve güneş koşulları nedeniyle Aurora Borealis'i göremezseniz, bu ışıkları tam anlamıyla görene kadar iki sene boyunca turu ücretsiz tekrarlayabiliyorsunuz.

Tur otobüsü bizi otelimizden almaya geldiğinde bu heyecanlı akşam için tamamen hazırdık.

Zorlu hava koşulları için hazırlik
Üzerimizde, önceki İskandinavya gezisinde deneyip memnun kaldığımız kutup ceketlerimiz, eldivenlerimiz ve berelerimizle dağ komandolarını andırıyorduk.

Aurora Borealis gözlemi için tek bir uygun yer bulunmuyor. Her gün yayınlanan "aurora tahminine" göre, açık gökyüzü hangi bölgedeyse, tur otobüsü sizi oraya götürüyor.

Bir saatlik bir otobüs yolculuğu bizi ilk gözlem noktamıza getirdi. Burası büyük bahçesiyle ahşap yapılı bir restorandı.

Otobüs durur durmaz ben ve üç beş fotoğraf meraklısı attık kendimizi dışarı. Hemen makinaları çıkardık, tripodları kurduk ve beklemeye başladık.

Bir saatlik bir otobüs yolculuğu bizi ilk
gözlem noktamıza getirdi
Bizi gören tur rehberi güldü. "Bulutların açılmasına en az iki saat var. Acele etmeyin.", dedi. Eşim Jelena (Yelena) çoktan restorana girmiş, kahvesini içiyordu.

Ben de ona katıldım ve kendime bir kahve söyledim, ancak kahvemi içerken bile bir gözüm ve bir kulağım dışarıda, Aurora Borealis'i kaçırmamak için tetikte bekliyordum.

Güzel bir fotoğraf ile fotoğrafsızlığın arasındaki fark bir kaç saniye olabilirdi. O yüzden yarım kahvemi alıp, yeniden dışarı çıktım.

Aradan bir saat geçmişti. Ben ve bahçedeki diğer fotoğraf meraklıları sıkıntıdan dağların taşların resmini çekiyorduk. Jelena bir ara geldi, "Ne var ne yok?" diye sordu. "Bekliyoruz" dedim. "İçeri gel" dedi, reddettim.

Bir saat daha geçti. Ortada Aurora, maurora yoktu. Artık kıçımız donmaya başlamıştı, o yüzden içeri girdim ve kendime bir kahve aldım. Kahve bitmek üzereydi ki rehberimiz bağırarak bir anons yaptı. Meteoroloji'den yeni tahmin gelmişti. Buna göre bulutlar arasında açıklık başka bir bölgede olacaktı.

Herkes otobüse koştu ve yeniden yola koyulduk. Saat on iki olmuştu. Üstüne iki saatlik farkı da eklediğinizde, İsviçre zamanına göre saat iki olmuştu ki, sabahın altısında kalktığımızı da düşünürseniz, vücudum "Artık yeter!" noktasına gelmişti.

İkinci gözlem noktası da umutsuz görünüyordu. Bütün gökyüzü bulutla kaplıydı. Saat bir civarında rehberimiz bir daire oluşturup İzlanda dansı yapmayı önerdiğinde içimden küfür etmek geldi. Kimse bu fikre sıcak bakmayınca, bir hayalet hikayesi anlatmaya başladı. Ben o anda gerçek anlamda küfür ettim.

Saat iki civarlarında pes etmiş, geri yola koyulmuştuk. Gezimiz için hiç de iyi bir başlangıç olmamıştı.

Ertesi gün Golden Circle (Altın Çember) isimli tura katıldık ve çok güzel bir gün geçirdik. Gördüklerimiz inanılmaz doğa harikaları olsa da, yorucu bir gün olmuştu. Üzerine, önceki gecenin uykusuzluğu da eklendiğinde, akşamki ikinci Aurora Borealis seferi çok karanlık göründü gözüme.

Golden Circle, neyse ki biraz erken sonlandı ve biz de otele gidip bir saat kadar dinlenme fırsatı bulduk. Saat yedi buçuk olduğunda, yine tam teçhizat otobüsteydik.

Gözlem noktamız bu kez bir deniz fenerinin dibindeki bir restorandı.

Kuzey Işıkları
Otobüs durduğunda, terasa çıkıp ışıkları beklemek yerine, restorana girip kendime bir kahve aldım. Ne de olsa artık tecrübeliydik, öyle heyecanlanmaya falan gerek yoktu. Turun büyük çoğunluğu zaten bizim gibi bir önceki geceden göremeyenlerdi ve onların da bir çoğu benim gibi ağırdan alıyordu.

Kahvenin yarısında otobüs şoförü geldi ve sakin bir sesle "Siz bu turu niye aldınız bilmiyorum ama Kuzey Işıklarını görmek isteyeniniz varsa dışarı gelsin." dedi.

Bu çağrı bütün restoranda bir Eksodüs etkisi yarattı. Herkes ayağa fırlayıp terasa hücum etti. Ben biraz da kütlemi kullanarak balkonun en ucunda, kol demirinin hemen yanında bir yer buldum kendime.

Kuzey Işıkları
Kafamı kaldırdığımda ise bir doğa mucizesine tanıklık ediyordum. Gökyüzü bir baştan diğer başa açık yeşil bir ışık dizisi ile bezenmişti. Ufka doğru ise bir ark şeklini almış, kırmızı bir hale oluşmuştu. Baştan başa aydınlık gökyüzünde bu ışıklar neredeyse dans ederek bize izlemesine doyum olmayacak bir gösteri sunuyorlardı.

Böyle bir mucizeyi ölmeden görebildiğim için kendimi şanslı saydım.

Hemen fotoğraf makinesini kurdum ve birkaç resim çektim.

İzlanda'ya gelmeden Aurora Borealis'in doğru olarak fotoğraflanması için hangi fotoğraf gereçlerinin gerektiğini, kameranın hangi ayarlarla kullanılacağını öğrenmiştim.

İlk denemede on ikiden vurdum.

Kuzey Işıkları
Aurora Borealis fotoğrafları hep canlı ve parlak, yeşil, mor ve kırmızı renklerdedir. İnsan gözü ile bu renkleri fotoğraflardaki kadar canlı görmek olanaksızdır.

Bu canlı renkleri fotoğraflarda elde edebilmek için, makinenin objektifini yirmi saniye boyunca açık tutmanız gerekir ki, fotoğraf, renkleri canlı olarak gösterebilmek için yeteri kadar ışık toplayabilsin. Makineyi bu kadar uzun bir süre boyunca elinizde, kımıldatmadan tutmanız imkansızdır. Bu yüzden de mutlaka bir tripod kullanmak gerekir.

Ev ödevimi yaptığımdan, gerçekten işe yarar Aurora Borealis resimleri çekebildim. Deniz feneri de resimlere tatlı bir çeşni kattı.

Yeteri kadar fotoğraftan sonra restorana geri döndüm ve Jelena ile bu kez bir keyif kahvesi içmeye başladık.

iPad ile fotoğraf makinesine bir wi-fi bağlantısı kurmuş, resimleri bir de büyük ekranda inceliyordum ki, Asya'lı genç bir çocuk geldi ve "Bu resimleri nasıl çekebildin?" diye sordu. Ben de ona makine ayarlarını söylerken, elindeki iPad'i uzatıp "Burda ayarlarmısın?" diye sordu.

"İPad'le bu resimleri çekemezsin." dediğimde "Ama sen çekmişsin." dedi. Uzun bir süre iPad'imin resimleri fotoğraf makinesinden wi-fi ile taşıdığını anlatmaya çalıştım ama ikna edemedim. O hala benim resimleri iPad ile çektiğimi ama ayarları söylemek istemediğimi düşünmeye devam etti.

Birkaç kişi konuşmamızı duyup ne oluyor diye baktıklarında resimleri gördüler. Email adreslerini verip postalar mısın diye rica ettiler. Bir gurup genç kız etrafıma toplanıp cep telefonları ile iPad ekranındaki Aurora resimlerini çektiler.

Bir anda "uzman fotoğrafçı" mertebesine yükselmiştim. İnsanlar iltifat ediyor, yeniden dışarı çıkıp bir daha resim çekmeyi deniyorlardı.

Tanıyanlarınız bilir, böyle ortamları hiç iyi idare edemem. Kızardım, utandım, "Thank you" falan diye kem-küm etmeye başladım. Genelde Jelena"ya takılmak için ona Sırpça "Ti si svezda", yani "Sen bir yıldızsın" derim, hikayesi uzun, bir gün anlatırım. Ancak o anda Jelena gülmekten yerlere yatmış, yan masadan bana "Ti si svezda!" diye bağırıyordu.

İşte tam o sırada sol tarafımdan bir kırk boyunda, sekseninin üzerinde yaşlı bir kadın yaklaştı ve anlamadığım bir dilde bana birşeyler söyledi.

"I am sorry, I don't understand" yani anlayamadım dedim.

Kadın sesini biraz daha yükseltip, birşeyler daha söyledi.

Yine anlamamıştım. Kadın sinirlendi ve yavaş yavaş birşeyler daha söyledi.

Öğrenciliğim boyunca yedi sene İngilizce okudum. Yaşamımın on sekiz senesini yurt dışında geçirdim. Yirmi seneden fazla çalışma dili İngilizce olan çok uluslu bir şirkette çalıştım ve kariyerimin uzun sayılabilecek bir döneminde yatırım projelerinin onaylanması için gereken, ilk kriteri anlaşılırlık olan İngilizce dökümantasyon yazdım.

Bunları size "Arkadaş ben iyi İngilizce bilirim." demek için anlatmıyorum. Ama en azından yanımda konuşulan dilin İngilizce olup olmadığını anlayacak kadar İngilizce bilirim demek istiyorum.

Kadın, biraz da sinirle, hem yüksek, hem yavaş konuştuğunda, beynimdeki tüm mikro-işlemcileri aynı anda çalıştırıp analiz ettim ve söylediklerini anlayabildim.

Kadın İngilizce konuşuyordu!

Bana son söylediği "Can you understand English?" (İngilizce anlayabiliyormusun?) sorusuydu. Bu soruyu da Kolomb'un yerlilerle konuştuğu tonda sormuştu.

Olasılıkla baba Cockney, anne Belfast'lıydı. Bunu da herhalde İngilizce öğrensin diye Hindistan'a göndermişlerdi. Hayatımda böyle bir aksan duymamıştım!

"I thought I could." (Anlayabildiğimi zannediyordum) dedim.

Bu da bana yine koloni tonuyla, iPad'deki fotoğrafı işaret ederek kızgınlıkla sordu.

"Ben niye dışarıda bunu göremedim?"

Fotoğraftaki canlı yeşil ve kırmızı renkleri kastediyordu. Soruş tarzıyla da sanki o renkleri görememesinin sorumlusunun ben olduğumu ima ediyordu.

Jelena, gülmekten masanın altına girmişti.

Can pahalı, "Bak teyzecim..." diye başlayıp, insan gözüyle makinenin sensörü arasındaki farkı anlatmaya başladım.

Sahil
Sunumumu bitirdiğimde teyzem neredeyse renkleri göremeyişinin doğal olduğuna kani olmuştu. Bana sarıldı ve teşekkür etti, sonra da Jelena'ya dönüp, bana sarılmasını kast ederek "Yanlış anlamadın değil mi?" diye sordu.

Biz artık kibarlığı bırakmış, katıla katıla gülüyorduk.

Aynı otobüsle Reykjavik'e döndük. Beni gördüğünde "My expert!" (Uzmanım benim) diye laf atıyordu. Ertesi gün yine tesadüf, Reykjavik'in merkezinde bir daha karşılaştık. Yine bize bakıp güldü.

Gördüklerimiz, uykusuz geçirdiğimiz iki geceye fazlasıyla değmişti. O akşam rahat uyuduk.

Ertesi gün Blue Lagoon isimli bir kaplıcaya gitmek yerine Reykjavik'i görmeyi tercih etmiştik. Bütün günü bir havuzda geçirmek yerine daha önce görmediğimiz bir kenti keşfetmek daha çekici gelmişti.

Kilise
Reykjavik, çok küçük ama çok cazibeli bir kent. Aynı anlamda İzlanda da çok küçük bir ülke, o yüzden başkent büyük, şatafatlı ve aktif bir yer değil. Düşünün, parlemento binasının üzerinde on tane pencere yok!

Şehrin ilginç sayılabilecek, modern tarzda yapılmış bir katedrali var. İçi büyük olsada, o kadar sade ki, hiçbir süsleme, hiçbir dekorasyon yok desem yeri.

Çok yüksek bir çan kulesi var ve bu kuleye çıkabiliyorsunuz. Çıkış ücrete tabi ama kimse bilet falan kontrol etmiyor. Bilet satan kioskun önünde "Eğer kapalıysak, kuleye çıkış ücretini kumbaraya atın." şeklinde bir tabela var.

Bu kuleden, Reykjavik'in kuşbakışı bir manzarasını görmek mümkün.

Reykjavik
Reykjavik'in başka bir güzelliği ise Cafe'leri. Tüm İskandinavyada olduğu gibi kahveler çok güzel. Bir de bir fincan aldıktan sonra istediğiniz kadar kahveyi ücretsiz içebiliyorsunuz. Bu cafe'ler sosyalleşmek için birebir Ve bildiğimiz anlamda cafe'lere hiç benzemiyorlar. Hatta dışardan baktığınızda cafe olduklarını bile anlayamıyorsunuz,

Bir kere masalardan çok kitaplıklar var. Herkes hem kahvesini içiyor, hem kitabını okuyor, hem de İnternet'de geziniyor.

İnternet demişken, İzlanda'nın şimdiye kadar gördüğüm en yaygın wi-fi kapsamasına sahip olduğunu söyleyebilirim. Hepsi tamamen ücretsiz olmak üzere, online olamadığımız hiçbir yer yoktu. Issız dağlarda, Orta Atlantik Sırtında, otobüslerde, hatta tuvaletlerde bile wi-fi kapsamı içindeydik.

Şehrin girişinde, yine İskandinavya'da görmeye alıştığımız koca bir opera binası yada gösteri merkezi var.

Kiralık kutup araçları
Bahçesinde ise kışın kiralayabileceğiniz bir dolu havalı kar aracı. Koca tekerlekli SUV'lerden tutun, paletli ciplere, jetskilere hatta hovercraftlara kadar onlarca, fazlasıyla "Cool" araç. Doğru mevsimde gelirseniz, kaçırmamanız gerekli bir aktivite bence.

Yine Reykjavik'e özgü bir aktivite olan yanardağ safarisini de not edin derim. Biz oradayken kapalıydı ancak yaz aylarında açık oluyormuş ve çok ilginçmiş. Ne yazık ki yaz aylarında da Aurora Borealis'i görmek mümkün değil, o yüzden birinden birini seçmeniz gerekiyor.

Son olarak balina gözlemleme turlarınında bir seçenek olduğunu söyleyelim. Bizim konuştuğumuz bir-iki tekneci, yunusları görebileceğimizi garanti etti, ancak balinalar için biraz temkinli konuştu. Biz de yarım günümüzü riske etmek istemedik.

İzlanda'nın bir de kendisine özgü kazakları çok ünlü. Yolunuz düşerse bir denemenizi öneririm.

Jelena sahilde
Yemekleri ise bana sormayın. Beklendiği üzere çoğunluğu deniz mahsulü. Yiyenler memnun görünüyor ama ben onların yalancısıyım.

Reykjavik, yada geniş anlamıyla İzlanda doğa harikası bir ülke. Yılın her döneminde görecek bir yeri, yapacak bir şeyi var. Doğayla iç içe olmak, biraz hareketli zaman geçirmek isteyen maceracı bir tarafınız varsa, ziyaret listenizin başına koymanız gerekli bir destinasyon.

Ancak gürültülü İngiliz yada İrlanda pub'larını saymazsanız, ülke sadece "doğa ve macera". O yüzden akşam üstü "Gourmet" bir yemek yada alış-veriş seven bir tarafınız varsa aman dikkat.

Biz bu buz ülkesini sımsıcak bir kalple arkamızda bıraktık, hem de kesinlikle geri dönmek üzere. Size de kuvvetle gitmenizi öneriyoruz.

Sağlıcakla kalın.

17 Ekim 2014 Cuma

İzlandal - Kıtaların Kıyısında

1800'lü yılların sonuna doğru, elektriğin de bulunup geliştirilmesiyle, uzun yıllardır süregelen bir rüya gerçek olma yoluna girdi.

Avrupa ile Amerika, deniz altından geçen bir kabloyla birbirine bağlanacak, okyanusun iki yakasındaki akrabalar bu kablo üzerinden telgraf yoluyla haberleşebilecekti.

Bu kıtalar arası telgraf kablosu, Atlantik okyanusu üzerinden, gemilerle aylar süren posta gönderilerine göre inanılmaz bir hız ve kolaylık sağlayacaktı.

1872 yılında Kraliyet donanmasına bağlı HMS Challenger gemisi bu kablonun güzergahını belirlemek üzere sefere çıktı.

O zamanlar, sonar gibi teknolojiler henüz bulunmadığından, suyun derinliği iskandil atarak, yani ucuna ağırlık bağlanmış iplerli batırdıktan sonra, ağırlık dibe vurduğunda ipin uzunluğunu ölçerek belirleniyordu.

Ana karadan uzaklaşıp, okyanusun ortasına yaklaştıkça, beklendiği üzere, suyun derinliği artıyor, buna göre de gerekli kablo uzunluğu hesaplanıyordu.

Ancak HMS Challenger'ın seferileri, kabaca Avrupa ve Kuzey Amerika'nın arasındaki uzaklığın tam ortasına ulaştıklarında, kimsenin beklemediği bir sürprizle karşılaştılar.

Okyanus burada, anakara yakınlarından bile daha sığıydı.

Acaba bu sığlık noktasal bir fenomen mi diye kuzeye ve güneye yönelip yeniden ölçüm yaptıklarında, aynı sığlığın her iki yöne doğru da süregeldiğini gözlemlediler.

1925 yılında, sonar'ın da keşfiyle, bu sığlığın bütün Kuzey ve Güney Amerika boyunca dünyamızı ikiye böldüğü anlaşıldı.

Bu çıkıntıya Mid-Atlantic Ridge, yani Orta Atlantik Sırtı adını verdiler.

Bu sırt aslında dünyanın en uzun ve en yüksek dağ sırasını oluşturuyordu. Ancak bu dağ sırasının neredeyse tümü su altındaydı. Sadece az sayıda yüksek zirveleri su üstünde kalabilmişti.

Bunlardan en önemlisi de İzlanda adasıydı.

Kıtaların oluşumundaki en önemli giz olan bu sualtı dağları, aslında, kıtaların üzerlerine oturduğu tektonik tabakaların arasından sızan volkanlardır. Magma, bu aralardan yüzeye çıkıp katılaştıkça, kıtaların bağlı oldukları bu tabakaları iterek ayırır ve kıtalar da bu sayede birbirinden uzaklaşır.

Milyonlarca yıl önce Afrika ile Güney Amerika ve Avrasya ile Kuzey Amerika tek bir kara parçasıydı. Bugün bile haritaya bakarsanız, özellikle Güney Amerika'nın batısı ile Afrikanın doğusunun makasla kesilmiş gibi birbirine uyacağını görürsünüz.

Bu milyonlarca yıl yaşındaki fazlaca bilinmeyen okyanus sırtı fenomeni, İzlanda gezimiz öncesi beni en fazla heyecanlandıran ziyaret kalemlerinden biri olmuştu. Çünkü bu dağ sırası İzlanda'dan geçmekle kalmıyor, hedefimiz Reykjavík kentinde ilk kez su üzerine çıkıp, ziyaret edilebilir bir duruma geliyordu.

Avrasya ile Amerika sınırı
Tur otobüsü geniş bir alanın bir köşesine park ettiğinde, işte bu yüzden bin atlı akınlar örneği, çocuklar gibi şen olmuştum. Öyle ya, koskoca Kuzey Amerika kıtasıyla daha da koskoca Avrasya kıtasının birleştiği, su altında kalmamış tek noktadaydık.

Bu iki kıta her yıl birkaç santim birbirinden uzaklaşmakta. Bunun sebebi de, iki kıtanın üzerinde bulunduğu tektonik tabakaların arasına dolan volkanik katı madde. Bilimsel açıklamasını bilsem de, bu ayrımı, bu kadar net görebileceğim aklıma gelmemişti doğrusu.

Otobüsün bizi bıraktığı yer Kuzey Amerika kıtasının bir parçasıydı. Biraz yürüyüp bir platforma çıktığımızda ise, Kuzey Amerika kıtasını terketmiş, ancak Avrasya kıtasına henüz ayak basmamış durumunda, ne idüğü belirsiz bir kara parçasının üzerinde bulunuyorduk.

Devletler hukukunda böyle alanlara "No man's land" (hiçkimsenin toprağı) derler. Eğer arabayla bir sınır geçtiyseniz bu ara bölgeleri görmüşsünüzdür. Örneğin gümrük kontrolünden sonra İsviçre'den çıkar, ancak Fransa'ya girmek için arabayla bu "hiçkimsenin toprağında" bir kaç yüz metre yol almanız gerekir.

Bu her iki ülkeye de ait olmayan toprak parçası her nedense fazlasıyla ilgimi çekmiştir.

Örneğin, bu ara bölgede bir suç işleseniz hangi devletin kanunlarına göre yargılanırsınız, ya da kimin hapisanesinde yatarsınız? Bu bölgeye bir ev yapıp oturmaya başlasanız, hangi ülkenin vatandaşı sayılır, kime vergi verirsiniz?, vesaire, vesaire. Eminim, uluslararası hukukta bunların bir karşılığı vardır ama ben bilmediğim için bana ilginç gelir işte.

Lafı uzatmayalım. Biz de bu platforma çıktığımızda, "No Man's Land" olmasa da, "No Man's Continent" 'a ayak basmış olduk.

Resmen Orta Atlantik Sırtın'nın üzerinde yürüyorduk.

Bu önemli bir olay arkadaşlar. Öyle Boğaz Köprüsü'nden geçip, "Kıta değiştirdim!" demek gibi sembolik bir şey değil.

Avrupa, jeolojik olarak bir kıta değildir. Gerçek anlamda kıta olan Avrasyadır. Bu yüzden Boğaz Köprüsü'nü geçtiğinizde aslında Avrasya'dan Avrasya'ya geçmiş oluyor, yani tüm dünyaya piyazladığımızın aksine kıta değiştirmiş olmuyorsunuz.

Reykjavik de ise, gerçek anlamda bir tektonik plakadan bir başkasına yürüyerek geçebiliyorsunuz.

İşin en önemli kısmı da, bu ayrımı görsel olarak kanıyla, canıyla hissedebilmeniz. Yani "Sayın yolcular, şu anda Yengeç Dönencesinden geçtik." gibi afaki olarak, biri söyledi diye değil, kendi gözünüzle, net olarak görebiliyorsunuz.

Amerika kıtasının bittiği yerde, kayalar, testereyle kesilmiş gibi dimdik bir yamaçla bir hendeğe gömülüyor, bu yamaç ise alabildiğince uzayıp, kıtanın sınırını şüpheye meydan bırakmayacak bir biçimde belirliyor.

Orta Atlantik Sırıtı ise bu noktada alçak bir düzlük halinde.

Sırtın beş-on kilometre ilerisinde de, Avrasya kıtasının sınırı, benzer bir hendeğin ardından dimdik bir yamaç şeklinde yükseliyor.

Amerika'nın rengi kapkara
Orta Atlantik Sırtı, diğer iki kara parçasından geceyle gündüz kadar farklı.

Örneğin, Amerika'nın rengi kapkara, Orta Atlantik Sırtı ise sarıya çalan, açık bir renk. Amerika ve Avrasya sert, keskin kayalıklardan oluşmuş, Orta Atlantik Sırtı ise düz, yumuşak çizgileri ile çok daha uysal.

Orta Atlantik Sırtı, doğası nedeniyle çok hareketli bir bölge.

İki kıtayı hareket ettirebilecek güç, gözünüzde canlandıramayacağımız kadar büyük arkadaşlar. Bunun için gerekli enerji, öyle bilmem kaç atom bombası ya da hidrojen bombası gücünde gibi bilinen insani ölçüleri aşıyor. Dünyanın merkezinden kaynaklanan, Güneşin yüzeyindeki sıcaklığa eşit bir güçten sözediyoruz.

Durum böyle olunca da, bu iki kıtanın arasındaki alanda bol bol depremler, volkanlar, toprak kaymaları yer alıyor sizin anlayacağınız.

İşin aslı, zaman geçtikçe, magmanın da soğuması nedeniyle, Orta Atlantik Sırtı yavaş yavaş yerine oturmakta, yani dibe çökmekte. Bu yüzden de, yüzlerce kilometrekarelik bu alanın üzerine kimse birşey inşa etmemiş. Bir kilise ve yanında bir ufak bina gördük, o kadar.

Gölleri, nehirleri, kanyonları ve şelaleleri ile bir doğa harikası
Orta Atlantik Sırtı, üzerindeki gölleri, nehirleri, kanyonları ve şelaleleri ile doğa harikası bir yer. Kendine has, çalı türü, canlı sarı renkli bir bitki örtüsü var.

Göller ve nehirler pırıl pırıl ancak buzullardan gelen su yüzünden sondurucu soğuk. Birkaç metrekare alanında, minicik göllerde bile boyları bir metreye yakın balıkları net olarak görebiliyorsunuz. Elinizi uzatıp yakalayabilirsiniz sanki. Ancak denerseniz, büyük olasılıkla koca balık sizin elinizi yiyecektir.

Dünyanın başka herhangi bir yerinde görmenin olanaksız olduğu bu özel yerin tadını doya doya çıkararak eşim Jelena ile kırk beş dakika yürüdük.

Rehberimiz olan yaşlı hanım (evet bana göre bile yaşlı), bize Orta Atlantik Sırtıyla baştan sona ilgisiz hikayelerini anlatırken, biz de doğaya konsantre olmaya çalışıyorduk.

Jelena bir gölün yanında
Ancak kadın bir türlü susmadı.

"...iki İzlandalı genç, aşık oldukları genç kız için düello etmeye karar verdiler ve buraya geldiler. Düello saatler sürdü. İkisi de yorgun düşmüşlerdi. İzlanda valisi bunlara düelloyu durdurma emri verdi. Gençler kavgalarını bitirebilmek için taa Norveç'e gittiler, ancak gittikten sonra öğrendiler ki Norveç'te düelloda rakibi öldürmek yasakmış. İki genç bu kez de İsveç'e geçmişler. Düello sona erdiğinde her ikisi de ölmek üzereyken aşık oldukları kız başka bir erkek bulmuş. Bu ikisi de öldükleriyle kalmışlar, vesaire, vesaire...."

İlginç insanlar yani İzlandalılar.

İzlandalılar kimdirler, kökleri nerededir diye sorarsanız, tek sözcükle Vikingler diyebiliriz.

Evet, İzlanda Norveç'den denize açılmış Vikinglerin kolonileştirdiği bir ada. İzlandaca ya da doğru değişiyle İzlandik de, eski bir Norveç diyalekti zaten.

İzlanda, kuş bakışı Avrupa ile Amerika'nın tam ortasında bir ada. Oldukça kuzeyde, kutup dairesinin hemen altında konumlanmış. Hem Jelena'nın, hem de benim, kuzey kutbuna en çok yaklaştığımız nokta. Tarihini henüz belirlemediğimiz Finlandiya'da bulunan Laponya gezimize kadar da öyle kalacak.

Adanın alanı neredeyse Britanya adası kadar, ancak nüfusu sadece üç yüz yirmi bin, ve bunların üçte ikisi de başkent Reykjavik'de yaşıyor.

Ülkenin en önemli geçim kaynağı balıkçılık.

İzlanda, enerji ihtiyacının önemli bir bölümünü jeotermal kaynaklardan karşılıyor. Yukarda anlattığım gibi, ayağınızı hızlıca yere vurunca topraktan sıcak su fışkırıyor. İzlandalılar bu sıcak suyu elektrik üretiminden ısınmaya kadar birçok yerde kullanıyorlar. Jeotermal sıcak suyun en güzel tarafı bedava olması. Kadı kızlık kusuru ise kükürt kokması. Bir duş alınca burnunuz düşüyor. Soğuk su ise buzullardan sağlanıyor. Bu su tatsız ve kokusuz.

İzlanda Birleşik Krallık ve ABD'li turistlerin gözde destinasyonu. İngilizce her yerde geçerli ancak İzlandik aksana alışmak biraz zaman alıyor.

İşte, bir nefeste, İzlanda böyle bir yer.

Güneşli bir Reykjavik sabahında Golden Circle (Altın Çember) turumuz Orta Atlantik Sırtı'na yaptığımız ziyaret ile başladı.

İzlanda'yı gelen hemen her turistin aldığı bu tur, adanın doğal güzelliklerimden en önemlilerini yarım ya da bir gün gibi kısa bir süre içerisinde ziyaretçilerine gösteriyor. Kısaca yolunuz düştüğünde kesinlikle kaçırmamanız gerekli bir aktivite.

Gullfoss
Golden Circle'ın ikinci durağı ise, yine gerçek bir dünya harikası olan Hvítá nehrinin üzerindeki Gullfoss, yanı Altın Şelale.

Şelaleye giden patikada yürümeye başladığınızda suyun gürültüsü ve havadaki nem, şelalenin boyutları hakkındaki ilk ipuçlarını veriyor. Biraz ilerlediğinizde ise Hvítá nehrini ve içinde aktığı kanyonu görebiliyorsunuz.

Şelaleye yaklaşıp suyun düştüğü noktayı görmene kadar, nehrin akarken birden bire kaybolduğu izlenimini alıyorsunuz. Suların düşmeye başladığı noktayı gördüğünüzde ise, şelalenin devasa boyutunu anlayabiliyorsunuz.

Sular önce dışbükey bir ark üzerinden on metre kadar yüksekten düşüyor, sonrasında bir merdivenin basamağı gibi, kısa bir düzlemin arkasından, yirmi metrelik bir yükseklikte daha büyük, ikinci bir şelale oluşturuyor.

Gullfoss
Nehirden akan suyun miktarı, beynimin algılama kapasitesini zorlamıştı. Gerçek anlamda bir su bulutu, şelalenin etrafını kaplıyor ve gözlerimizi açmamızı yada konuşmamızı neredeyse imkansız hale getiriyordu. Birçok noktada, fotoğraf makinesinin objektifi su damlalarıyla kaplanmadan tek bir fotoğrafı zar zor çekebilmiştim.

İzlandalılar, alanı ziyaretçiler için hazırlarken oldukça başarılı bir iş yapmışlar. Yollar, korkuluklar ve izleme platformları ortamın ambiantı içerisinde neredeyse görülmez durumda. Ziyaretçilerin güvenliği için gerekli uyarılar ve işaretlerin tümü bulunsa da, bunlar büyük bir başarıyla kamufle edilmiş. Kurgu-bilim tarzı metalik yürüme yolları ve yanıp sönen yeşil tahliye işaretleri yok, sizin anlayacağınız.

Bu dünya harikasına beş dakika uzaklıkta, Haukadalur isimli, bambaşka ve çok daha ilginç, ikinci bir dünya harikası yer var.

Haukadalur, jeotermal bir alan.
Haukadalur, jeotermal bir alan. Alçak bir tepe üzerine konumlanmış, kayalık bir yapısı var. Size, bir çaydanlığın üzerinde yürüyormuşsunuz izlenimini veriyor. Ortalık sıcak su birikintileri ile dolu ve her on beş-yirmi metrede bir yerden buharlar yükseliyor.

Yürümeye başlayalı bir iki dakika olmamıştı ki doğa ana, bize en görkemli, en ilginç gösterilerinden birini yaptı.

Bir su sütunu "puff" diye yerden fışkırdı ve yirmi metre kadar yükseldi. Ortalık bir anda su buharı ile kaplandı. Su sütunu, bir kaç saniye kadar daha fışkırdı ve kaybolup gitti.

Hayatımda ilk kez bir gayzer fışkırmasını canlı olarak görmüştüm.

İlk kez bir gayzer fışkırmasını görmüştüm
Strokkur İsimli bu gayzer, Haukadalur alanının en popüler gayzeri, çünkü hiç aksatmadan dört ile sekiz dakika arasında değişen aralıklarla fışkırıyor. Bu yüzden de, etrafında devamlı bir sonraki fışkırmayı bekleyen bir kalabalık oluşuyor. Bizim şansımıza, aynı anda dört kez üst üste fışkırdı. Rehberimiz, bunun pek olağan olmadığını söyledi.

Strokkur, Haukadalur'daki en tutarlısı ve en öngörülebileni olsa da, bu alandaki tek gayzer değil.

Geysir isimli başka bir gayzer var ki, Strokkur'dan daha azametli, ancak günde sadece bir kaç kez fışkırıyor ve bu fışkırmalar önceden öngörülemeyen zaman aralıklarında gerçekleşiyor.

Geysir biz oradayken fışkırmadı
Geysir, ne yazık ki, biz oradayken fışkırmadı.

İzlandalılar, parktaki her gayzer'in dibine, kayalarla aynı renkte bir plaketin üzerine isimlerini yazmışlar. Ben İzlandaca gayzer anlamına gelen geysir'i görünce, onun bir gayzer ismi olduğunu anlamadım ve "İyi ki gayzer yazmışsınız, yoksa ben sürahi zannedecektim", gibi ukalalık bile ettim.

Sonradan Geysir'in özel bir isim olduğunu anlamakla kalmadım, Avrupalıların gördüğü ilk gayzer olmasından dolayı, tüm dünya dillerine geçen gayzer sözcüğünün bu gayzerden kaynaklandığını öğrendim.

Bu buharlarla kaplı dünya dışı, mistik ortamda bir saat kadar kaldık. Her ikimiz de çok güzel zaman geçirip, yüzlerce fotoğraf çektik.

Tur esnasında otobüsle bir noktadan diğerine giderken İzlanda'nın kendine özgü jeolojik yapısını ve bitki örtüsünü yakından görme şansımız oldu.

Volkanik bir ada olmasından dolayı, kayalar ve hatta kumsallar siyah renkli. Düz alanda anlamsız bir şekilde yükselen tepeler mini volkanik fışkırma noktaları. Benzer bir yapıyı Kanarya Adalarından Tenerife'de de görmüştük.

Bitki örtüsü ise ağaç bakımından çok fakir. Buna şaşırmamak gerekir çünkü kuzey kutbunun bu kadar yakınında, kışın günler çok kısalıyor ve ağaçların ihtiyacı olan ışık yeterli miktarda ulaşmıyor.

İşin aslı, kuzey kutbunun bu kadar yakınında insanların yaşayabileceği bir bölge olması bile büyük şans. İzlanda, Gulf Stream (Ben öğrenciyken ders kitaplarında Golfistirim diye de geçerdi) isimli sıcak okyanus akıntısı ve jeotermal özelliği sayesinde yaşanabilir düzeylerde sıcaklıklara sahip olabilmiş.

Golden Circle turumuz bir kilise ziyareti ile sonlandı.

İzlanda da kiliseler çok sade. İçlerinde inançları gereği, estetik olarak güzel, gösterişli hiçbir şey yok. Bununla birlikte, kilisenin bulunduğu alan denizin kıyısında çok güzel bir konuma sahipti. Bol bol resim çektik ve güneşin batışını izledik.

İzlanda'da ilk günümüz işte böyle geçti arkadaşlar. Ancak gün henüz bitmiş sayılmazdı, çünkü geldiğimiz günün akşamı başladığımız çok önemli bir işi bitirmemiz gerekiyordu.

O da bir sonraki yazının konusu olsun...

2 Ekim 2014 Perşembe

Dubai - AaVeeMee

Birçoğumuzun cebinde bir sürücü ehliyeti bulunur. Bu belgenin asıl ismi "Sürücü Lisansı" 'dır. Sizi araba kullanmaya yetkili kılar. Aynı şekilde bir sporcu lisansı, sahibine spor yarışmalarına katılma, bir inşaat lisansı da bir arsaya inşaat yapma yetkisi verir. Hattızatında, eğer isminiz Bond, James Bond ise adam öldürme lisansınız bile olabilir, duyulmamış bir "lisans" değildir yani.

Ancak bunca lisansın içerisinde, daha öncesinde hiç rastlamadığım bir lisans türüyle ilk kez Dubai'de karşılaştım.

İçki Satınalma Lisansı.

Sağolsun, eski Başbakan, yeni Cumhurbaşkanımızın sayesinde içki satma lisansları konusunu sıkça tartışmıştık, ama o bile içki alma lisanslarını gündeme getirmemişti.

Dubai'de ise otel gibi belirli yerlerin dışında içki satın almak, içmek ve taşımak için bir lisansa ihtiyacınız var.

Bu alkol alma lisansı, kırmızı, bankamatik kartı gibi bir kart. Bir arkadaşımınkini inceleme fırsatı buldum, oradan biliyorum. Yine anladığım doğruysa, sadece yerleşik yabancılara veriliyormuş. Ancak yerleşik yabancı bile olsanız, eğer Müslümansanız, çare yok, meyve suyu ve kahveye talim, yani lisans, misans yok.

Benim gözlemlediğim kadarıyla bu lisans, Dubai'deki yabancıların hayatlarını zorlaştırmamış. Başka bir deyişle (tabii ki eğer Müslüman değilseniz) sistem alkol severlere zorluk çıkarmadan düzgün bir biçimde çalışıyor gibi. Ancak kulağıma çok ilginç geldiği için yazmadan da edemedim.

Bir önceki yazımda, sizlere Dubai'nin en göze çarpan özelliği olan yapılarından ve yapay adalarından sözetmiştim.

Şimdi ise en az onlar kadar önemli başka bir Dubai fenomenini anlatayım isterseniz.

Alış-veriş merkezleri, yani AVM'ler.

Dubai'deki AVM'ler için fenomen kelimesini laf olsun diye kullanmadım. Bu mağaza toplulukları, Dubai yaşamının belki de en önemli parçaları.

Dubai'deki tüm altyapı, turistleri ve yerleşikleri, evlerinden alıp bir alış-veriş merkezine ulaştırmak için tasarlanmış dersek, fazlaca yanılmış olmayız herhalde.

Metrodan indiğinizde, hiç dışarı çıkmadan birkaç kilometrelik yerüstü tünelleri ile AVM'lere ulaşabiliyorsunuz. Bu uzun yürüyüşte yorulmayın diye yürüyen platformlar sizi zahmetsizce taşıyor.

Bu yürüyen platformlarda tasarruf ettiğiniz enerji gerçekten çok önemli çünkü kilometrelerce kare alanlı AVM'lere girip, yürümeye başladığınızda kullanmadığınız her kaloriye ihtiyaç duyuyorsunuz.

Dubai'de ki AVM'ler neredeyse minik birer şehir. Özellikle iki tanesi var ki, mağazalara girmeden sadece yürüyerek dolaşmak neredeyse bir gün ister.

Bunlardan ilki The Dubai Mall, yani Dubai AVM'si.

The Dubai Mall
The Dubai Mall, dünyanın en büyük AVM"si ve Burj Khalifa isimli, dünyanın en yüksek binasının hemen altında kurulu.

Boyutlarını sözcüklere dökmek nasılsa yetersiz kalacağından, olayı fazlaca melodramatik bir hale getirmeden, sadece devasa demekle yetineyim.

Eğer rakam isterseniz, ticari alanı bir milyon yüz yirmi dört bin metrekare ve toplam kat alanı yüz on iki hektar. Bin iki yüz mağazası var. Bir yılda da altmış beş milyon kişi ziyaret ediyor. Türkiyenin nüfusu neredeyse, siz düşünün...

The Dubai Mall içinde buz pateni ringi
Geleneksel züğürt hesabı vardır ya, "Abi, her birine bir liradan, bir bardak su satsan...", şeklinde başlar hani. Artık siz düşünün burada yapılan alış-verişi.

Aynı noktaya bir daha gelmeden, içinde saatlerce yürüyebilirsiniz. Bütün AVM boyunca, koridorların kesiştiği noktalarda yön levhaları var. Yine her yüz metrede, koca dokunmatik ekranlı bilgisayarlar size nerede olduğunuzu gösteriyor ve gitmek istediğiniz mağazaya en kısa yolu bir harita üzerinde işaretliyor.

Aklınıza gelebilecek her türlü giysi, ayakkabı, parfüm ve elektronik markasının bir mağazası var bu mini şehirde. Jelena ABD'de yada Singapur'da bulamadığı markaların hepsini Dubai Mall'da buldu.

Şelale
Fiyatlar ise hiç de beklediğimiz gibi ucuz değildi. Elektronik eşyalarda İsviçre yüzde otuz daha ucuz diyebilirim. Hanım işlerinin fiyatları da Jelena'nın keyfini kaçırdı. Dubai, bulunabilirlik bakımından bir cennet olsa da, fiyat bakımından bize çok fazla çekici gelmedi, sizin anlayacağınız.

AVM'ler sadece mağazaları barındırmıyor. İçlerinde restoranlar, fast-food zincirleri, cafe'ler, sinemalar, hastaneler, postaneler, camiler, elektrikçiler, kırtasiye dükkanları, yani ne ararsanız var.

Tabii, bir de bu merkezlerin simgesi haline gelmiş star atraksiyonlar var ki, genelde ziyaretlerin en çok anlatılan konuları oluyorlar.

The Dubai Mall'da dünyanın en büyük saydam akvaryumu var. Boyutları neredeyse Van gölü kadar (bilinçli abartı, lütfen işi matematiğe vurmayın). İçinde köpek balığımdan timsaha kadar aklınıza ne gelirse var. Bir tünelle içinden yürüyebiliyor, bütün 'bakliyatla' burun buruna zaman geçirebiliyorsunuz.

Akvaryum
Yine aynı AVM'de bir şelale, buz pateni sahası gibi daha az devasa boylarda başka atraksiyonlar da bulunmakta.

Arada, İnsanın karşısına başka ilginçlikler de çıkıyor. Birkaç koridorun kesiştiği bir noktada öyle bir cafe'ye rastladım ki, neredeyse bir havaalanı kadar büyük. Fotoğrafını, normalde dağların, ovaların fotoğraflarını çekmek için kullandığım geniş açılı bir objektife ancak sığdırabildim.

Dubai'nin iki numaralı AVM'si ise Mall of the Emirates (Moll ov dı Emirıts). Dubai Mall'dan biraz küçük, sadece 700 tane 'cik' mağazası var. Yine aklınıza gelebilecek her marka var tabii.

Ski Dubai
Mall of the Emirates'i bir ikon haline getiren özelliği ise içindeki kış parkı. Bu parkın içi gerçek karla bezenmiş. Sözcüğün anlamıyla kayak yapabiliyor, kızakla kayabiliyor, hatta kartopu bile oynayabiliyorsunuz. Parkın girişimde St-Moritz kasabasını bile görebiliyorsunuz. Bunca senedir İsviçrede görememiştim, elli derece sıcaklıkta, Dubai'de görmek kısmet oldu :)

İsmi Ski Dubai olan böyle bir parkı, dünyada başka hiç bir yerde görmek mümkün değil. Dubai'nin mahşeri sıcağı ile mükemmel bir kontrast oluşturmuş.

Dubai'nin başka çekici bir tarafı ise yemeklerin bolluğu ve çeşitliliği. Her milletten insanın yaşadığı kent, her kültürün mutfağını da birlikte getirmiş.

Çölde kayak pistleri
Orada yaşayan bir arkadaşımızın deneyimleri eşliğinde bir akşam bir Güney Afrika, bir akşam da bir Arjantin restoranında, unutulmaz iki yemek yedik. Son birkaç yılın en güzel eti olarak kayıtlarımıza geçti.

Güney Afrika restoranında garsona Jelena'nın yaş günü olduğunu söyledik. Önceden planlanmış bu yalan sonucunda, hepsi Afrikalı garsonlar, yerel kostüm ve enstrümanları (tamtamları) ile inanılmaz bir gösteri yaptılar. Jelena biraz utandı ama biz çok eğlendik.

Arjantin restoranı ise hat safhada snob'du. Yiyeceğimiz ineğin neredeyse genç kızlık soyadını bile söylediler. Sonrasında da, dakikalarca anlattıkları etlerinin özelliklerinden sınava soktular. Ancak mükemmel Arjantin şarapları, snob'luklarını fazlasıyla affettirdi.

Şimdi, isterseniz burada duralım ve bir ara toplam alalım.

Size anlattıklarım kuşkusuz ilginç ve görülmeye, yaşanmaya değer şeyler. Ancak dikkat ettiniz mi bilmiyorum, ne bir Arap ülkesi olan Birleşik Arap Emirlikleriyle, ne de bir Arap şehri olan Dubai ile ödeşleştirilebilecek şeyler.

Arap kültüründen, mutfağından, müziğinden, giyiminden eser yok. Daha ziyade, batı kültüründen seçmece kesilip, bir şehire sakar bir biçimde yamanmış parçalar. Aralarında bir uyum, bir süreklilik yok.

The Empire State Building, Manhattan'ın gerisiyle güzeldir. Bu binayı İstanbula dikerseniz, aynı etkiyi yaratamazsınız .

Çöl
Yine aynı şekilde, bütün bir şehri, batı kültürünün önemli bir parçası da olsa, sadece alış-veriş aktivitesini etrafına sarmalarsanız, şehrin kendisinden çalarsınız bence. Dünyanın en bilinen, en pahalı markaları da olsa, her gün, sabah akşam bu mağazaları gezerek hayat geçmez.

Hayatta, Jelena kadar alış verişten zevk alan çok az kişi tanıdım, ancak o bile, Mall of the Emirates'den sonra, "Yeter Bugi, sıkıldım artık, başka birşey yapalım." dedi.

Arap yarımadası, yada eski tabiriyle Arabistan'daki bu ilk deneyimimde, açıkçası daha fazla Arabistan görmek isterdim.

Yön levhaları ve metrodaki anonslar dışında Arapça konuşan kimse yok. Metroda bir sonraki istasyonun ismini anons ederken, "Merkez-i Ticari-i Alem-i", yani Dünya Ticaret Merkezi'ni duyduğumda sevindirik olmuştum. Çünkü, normalde, yolda yürürken Arapça yerine, ya Urdu, ya Hindu, ya da Asya dillerini duyuyorsunuz.

Çöl
Parmakla sayılabilecek kadar az, orijini Arap yarımadası olan insan gördüm. Sokaklar - pardon, AVM'ler, dünyanın her yerinden gelmiş, her milletten insanlarla doluydu.

Dubai, şu anki haliyle, kırkımdan sonra zengin olmuş birinin evine benziyor. Bir mobilya mağazasına gidip, en pahalı mobilyaları, bir uyum, bir konfor düşüncesi olmadan satın almış, ve rastgele evin içerisine serpiştirmiş gibi,

Kent, zaman geçip de kendi kişiliğini bulduğunda çok daha ilginç olacak kuşkusuz, ancak şu anda biraz nasıl söylesem, rüküş mü derler, siz bir kelime bulun artık.

Bu gezimiz esnasında, Dubai'nin dışına çıkma fırsatı bulduğumuzda ise gerçekten Arap kültürüyle karşılaşıp, mutlu oldum.

Dune Bashing
Bunlardan biri Dune Bashing (Kum Tepeleri Dövme) isimli safariydi.

Bir akşam, güneşin batmasına bir-iki saat kala, 4x4 arazi araçlarıyla çöle gittik. Arabada Jelena, ben ve Filipinli bir çift daha vardık.

Asfalt yoldan çıkıp, kumların üzerinde ilerlemeye başladığımızda, şoförümüz arabayı kenara çekti ve lastiklerin havasını indirdi.

Yeniden yola koyulduk ve çölün kum tepeli bölümüne geldik.

Bu noktadan sonra, arkadaşlar, neredeyse elli yaşıma kadar görmediğim, yaşamadığım bir araba yolculuğu yaşadım. O arazi aracı, kum tepeleri üzerinde son hızla, bir roller-coaster gibi, bir aşağı, bir yukarı, delice bir hızla gitmeye başladı.

Çöl Kampı
Şoför, tepeden son hızla inerken frene basıp, direksiyonu sağa yada sola kırıyor, araba iki tekeri üzerine yatıyor ve bir kum bulutunu havalandırıyordu. O kum bulutu küüt diye arabanın üzerine iniyor, bir süre bütün pencereleri kapkara yapıp bizi kör ediyor, sonra da çölün kuru havası nedeniyle, camlarda en ufak bir iz bırakmadan kaybolup gidiyordu.

Jelena bu hızlı araba işlerinden çok korkar. Ancak o arazi aracının içinde, ve gerçekten tehlikeli bir araba sürüşüyle, tepelerin üzerinde iki tekerin üzerine yan yatmışken bile Jelena arka koltukta neşeden çığlıklar atıyordu.

Bir yarım saat sonra durduğumuzda şoförün yanına gidip elini sıktım ve "Senin gibi araba kullanan birini ilk defa görüyorum." dedim.

Develer
Tam güneş batarken, çölün ortasında bir kampa ulaştık. Bu kampta isterseniz develere, isterseniz Quad isimli çöl arabalarına binip gezebiliyorsunuz.

Sonrasında yer sofrasına oturup, kuskuslu, şiş kebaplı mükemmel bir Arap yemeği yedik. Üstüne bir de dansözlü falan bir şov izledik.

İkimiz de çok eğlenmiştik. Bu turun sonunda ilk defa Arabistanda olduğumuzu hissedebildik. Bana sorarsanız, 3D IMAX film izlemekten daha zevkli, yada mekana çok daha uygun.

Bir sonraki gezimiz ise BAE'nin başkenti Abu Dhabi'ye (Abu Dabi) oldu.

Şeyh Zaid Camii
 Abu Dhabi, Dubai kadar modern görünse de, hayat Dubai'ye göre biraz daha oriyental. Dubai'de şortlu, mini etekli kızlar her yerde görünse de Abu Dhabi'de pek göze çarpmıyorlar.

Dubai'den Abu Dhabi'ye gelirken otobüste Jelena ile yan yana oturabilirken, Abu Dhabi'de haremlik-selamlık ayrılmak zorunda kaldık. O otobüsün ön tarafına, ben arka tarafına...

Abu Dhabi'nin en görülmeye değer yeri, Büyük Cami, ya da Şeyh Zaid Camii.

Bembeyaz, harikulade bir cami. Çok yeni, ancak çok güzel yapılmış. Ziyaret edilmesi de çok rahat. Golf arabaları sizi kapıdan alıyor ve kadınların örtünmeleri için ayrılmış bir bölüme götürüyor. Kadınlar caminin dağıttığı siyah giysilerle örtünüyorlar ve içeri girebiliyorlar.

Caminin büyük bir avlusu var. İçerisi ise çok zevkli yapılmış. Dev avizeleri, güzelim bir halısı ve mermer sütunları var.

Şeyh Zaid Camii içi
Abu Dhabi'nin görülecek nesi var sorusuna tabii ki ilk cevap AVM'ler oluyor. Ancak ilginizi çekerse Ferrari World isimli bir eğlence parkı ve F-1 pistini de görebilirsiniz. Biz vakit darlığından bu son ikisini ziyaret edemedik.

İşte böyle...

BAE, eski deyişiyle nevi şahsına münhasır, yani kendisine özgü bir yer. Birçok şeyin en büyüğü, en yükseği bu küçük ülkeye sığdırılmış.

Her yerde alım, ışıltı, şaşaha, yani kısaca para görüyorsunuz.

İşte bu yüzden, ziyaret ederken çok ilginç geldi ve fazlasıyla zevk aldım.

Jelena, başı örtülü, camiin ana salonunda
Ancak bir daha gelir miyim sorusuna, ne kadar uğraşsam da evet cevabını verebilmek için bir neden bulamıyorum.

Kalın sağlıcakla...

30 Eylül 2014 Salı

Dubai - Parası Neyse...

Uçakta, önümüzdeki sırada, sağlı-sollu beş kadın oturuyordu. Beşi de simsiyah çarşaf içerisinde, ayak uçlarına kadar örtülüydüler. Her nedense sadece bir tanesi peçe takmıştı. Diğer dördünün yüzleri açıktı.

Dubai'ye uçuyoruz
Toplum içerisinde bir guruba çok dikkatli bakmak ayıp sayılsa da, ister istemez bu beşliyi izlemeye başladım.

Uçak kalktıktan bir süre sonra şort ve tee-shirt'üyle evin erkeği geldi. Beşiyle de tek tek konuştu, anlayabildiğim kadarıyla şakalar yaptı, sonra da dönüp yerine oturdu.

Eşim Jelena, bu aileye benden daha fazla dikkat kesilmişti. Olasılıkla, İslam'ın bu en koyu halini ilk defa yakından görüyordu ve bu yenilik ciddi olarak ilgisini çekmişti.

Sonrasında birbiri ardına sorularını yağdırmaya başladı.

"Niye sadece biri yüzünü tamamen örtmüş?", "İslam dört eşe izin vermiyor muydu, niye beş kadın var?", "Yüzü örtülüyken kadınlar nasıl yemek yiyebiliyor?", "Kadınlar arasında bir hiyerarşi var mı, yoksa hepsi eşit mi?", "Evde yalnızken de örtünüyorlar mı?", Vesaire, vesaire..

"Bilmiyorum." dedim. Hiç bir çarşaflı, peçeli yada birden fazla eşli bir aile tanımadım hayatım boyunca. Hele ki Arap göreneklerine fazlasıyla yabancıyım. Nereden bileyim beşi birden karısı mı, yoksa biri yada birkaçı adamın çocuğu, akrabası falan mı? Evde nasıl davranırlar yada aralarımda bir rütbe farkı, kıdem farkı var mıdır?

Ancak bu peçeliyken nasıl yemek yeniyor sorusu ilginç gelmişti. Daha önce hiç düşünmemiştim açıkçası...

Yemek servisi esnasında soru yanıtını buldu. Kadın peçesini aşağıya çekip yemeğini yemeye başladı. Bu arada Ben de yüzünü görme fırsatını buldum. Belki de gizlemek istediği için daha fazla dikkatimi çekmişti, bilmiyorum...

Yüzünü örten kadınların hep yaşlı olduğunu düşünürüm nedense. Bu hanım ise zar zor yirmi yaşındaydı. Yüzü açık diğer dört kadın, koyu tenleri ile tipik birer Arap izlenimini verseler de, peçeli olan sonuncusu hiç de Arap'a benzemiyordu. Hatta neredeyse kesinlikle Avrupalıydı diyebilirim.

Tanıyanlarınız bilir, bu örtünme işini kesinlikle onaylamasam da, insanların seçimlerine duyduğum saygı bu fikrimi bastırır. Bu nedenle kendimi zorlayıp, bu aileyi gözlemlemeyi bıraktım.

Varış noktası Dubai olan bir uçakta Arap yolcu görmek normaldir diye düşünebilirsiniz, ancak uçakta bu aile dışında neredeyse başka hiç Arap yolcu yoktu.

Uçağın geri kalanına baktığınızda, Dubai'den ziyade bir Karaçi uçuşunu andırıyordu. Çünkü, uçağın çoğunluğu Pakistani, yada Hintli yolculardan oluşmuştu. Hatrı sayılır miktarda da Asyalı, yani çekik gözlü yolcular vardı.

Yolcuların bu dağılımı, aslımda Dubai'nin, yada geniş anlamıyla Birleşik Arap Emirliklerinin nüfus yapısının bir örneğiydi denilebilir. Dokuz buçuk milyona yakın nüfusun sadece bir buçuk milyonu Emirliklerin "yerlisi". Geri kalan sekiz milyon ise tümden yabancı.

Bu yabancıların çoğunluğu ise Pakistan, Hindistan yada Bangladeş gibi fakir Asya ülkelerinden.

Yabancıların çoğu inşaat sektöründe çalışmakta. Aldıkları ücret uluslar arası normlara göre düşük olsa da, geldikleri ülkelere göre bir servet sayılabilecek kadar yüksek. O yüzden hepsi BAE'de yaşayıp çalışmaktan fazlasıyla memnun.

Bir başka gurup yabancı ise Batı Avrupa'dan, özellikle Birleşik Krallıktan. Bu kişiler, "beyaz yakalı" şeklinde tanımlanan, yüksek maaşlı, ofis işlerimde çalışmakta. Bu tip işler de Dubai başta, BAE'de fazlasıyla var, çünkü Emir, büyük bir başarıyla Dubai'yi, Orta Doğu'da iş yapan çok uluslu şirketlerin tartışmasız merkezi haline getirmiş.

BAE'nin başkenti, ilk akla gelenin aksine Dubai değil, Abu Dhabi. Ülkenin gelirinin büyük parçası petrolden gelmekte ve petrolün en bol olduğu yer de Abu Dhabi emirliği. O yüzden düdüğü de Abu Dhabi çalıyor. Dubai'nin zaten göreceli olarak az olan petrolü ise bitti bitecek durumda.

Aslında başkentin neresi olduğu çok da önemli değil, çünkü, mutlak bir monarşi olan yönetimde meclis, senato gibi parlementer bir organ ve bu organların toplandığı bir başkente gerek de yok.

Bu hakımdan ilginç bir yer BAE.

BAE, aslında sadece bu bakımdan değil, ilerde anlatacağım birçok bakımdan da ilginç ve kendisine özel bir yer. Üç kuruşluk gezmişliğimle söyleyebilirim ki hayatımda Dubai gezimize kadar, benzeri bir yer görmemiştim.

İşte bu yüzden dünyanın en uzun, en yüksek, en büyük, en bilmemne sözcüklerini sıkça kullanacağım bu yazıda.

Ancak BAE'yi farklı kılan sadece kırdığı rekorlar değil, onu ilginç, hatta acayip yapan birçok özelliği var. İyisi mi biraz sabredin, size yavaş yavaş anlatayım.

Haydi, ilk olarak havadan sudan konuşalım.

"Cehennem gibi!", "Yanıyor" yada "Cayır Cayır!" benzeri yüksek sıcaklığı tasvir eden tamlamaları birbirine ekleyin, sonra bunları dört ile çarpın, alın size BAE'nin havası.

Mahşeri bir sıcaklık!

Sahara çölünün ortasında bile bu kadarını görmemiştim. Hem sıcak, hem de nem, dışarda dolaşmayı pratik olarak imkansız hale getirmekte.

Ve lütfen dikkat! Size rahatınızı bozacak, keyfinizi kaçıracak bir sıcaklıktan değil, alışık değilseniz hayatınızı tehdit edebilecek kadar yüksek bir sıcaklıktan bahsediyorum.

Size bir iki rakam vereyim, daha iyi anlayacaksınız.

Uçağımız indiğinde saat sabahın üçüydü. Güneş çoktan batmış, ısınan toprak ısısını verip soğumuştu. Sıcaklık ise otuz dört dereceydi.

Abu Dhabi'den dönüşümüzde otobüsümüz Dubai'ye ulaştığımda güneş tamamen batmış, hava kararmış, sokak lambaları yanmaya başlamıştı. Sıcaklık kırk dereceydi.

Öğlen vakti metrodan bir durak erken inmiş, iki kilometre kadar yürümek zorunda kalmıştık. Böyle bir hatayı hayatım boyunca bir daha yapmayacağımdan emin olabilirsiniz ama tecrübesizlik işte, denemiş olduk.

Her yüz metrede bir insanların oturduğu apartman bloklarına girip lobilerinde soğuyorduk. Kafamdan aşağı litre litre su döktüm, yine fayda etmedi. Sıcaklık kesinlikle elli derece civarındaydı!

Rivayete göre, kışın, birkaç ay boyunca sıcaklık, dışarda yürünebilecek seviyelere düşüyormuş. İnanması güç ama "Aman ne iyi!" demekten başka yapacak bir şey de yok.

Binalar arası geçişler çoğunlukla tünellerden
Sözün kısası, BAE, sadece kapalı alanları kullanarak ziyaret edilebilecek bir ülke. Eğer biraz dişinizi sıkarsanız, dışarda on-on beş dakika kadar kalabilirsiniz, ancak fazlası zorlama olur.

Hayat da bu yüksek ısıya uyum sağlamış. Örneğin, her binanın önünde bir parça bulunsa da, kimse dışarda yürümediği için kaldırımlar önemlerini yitirmiş durumdalar. Gelişigüzel, binaların arasına serpiştirilmişler ve devamlılık göstermiyorlar. Her elli metrede bir kaldırım bitiyor, ve kendinizi bir yolun ya da inşaatın ortasında buluyorsunuz.

Bazı binaların önünden geçerken ise, eğer şanslıysanız, "Foşşş" diye başınızdan aşağı klima sıkıyorlar :)

Kullanılmadığı için kaldırımlar pek yok
Taksiler, Avrupa'daki belediye otobüslerinden ucuz, ve söylemeye gerek bile yok, hepsi klimalı. İnsanlar, dışarda, sadece koşup, bir taksiye binene kadar kalıyor.

Metrolardan indiğinizde, üzeri kapalı, klimalı, saydam tüneller içinde, kilometreler boyunca yürüyen platformlara binip, güneşin altında kavrulmadan, bir yerden bir yere gidebiliyorsunuz. Şehrin kendisini de ancak bu tünellerde görme şansınız oluyor, çünkü binalar o kadar yüksek ki, takside yada metroda tamamını görmek imkansız.

Bu dayanılmaz sıcaklık yüzünden, ben, gezi boyunca, kendimi, bir akvaryum içine hapsolmuş balık gibi hissettim.

Sıcak havayı bir kenara koyalım ve başka taraflara bakalım.

Dubai'nin başka ilginç bir özelliği ise inşaatların çokluğu.

Herhangi bir pencereden dışarıya baktığınızda, bir inşaat manzarası görmemek imkansız. Her yer inşaat!

Ancak bu inşaat bolluğu, ilk bakışta tahmin edebileceğinizden çok daha az rahatsız ediyor insanı, çünkü, sıcak yüzünden zaten dışarda dolanma ve bu tatsız inşaat manzaralarını görme şansınız olmuyor.

Dubai, inşaatlarla büyüyen bir kent
Dubai, inşaatlarla büyüyen bir kent. talep o kadar yüksek ki, dünyada, hiçbir yerde göremeyeceğiniz kadar lüks daireler ve binalar, yine inanılmaz fiyatlara satılıyor.

Herkesin korkusu da bu balonun patlaması.

Yapılan binaların çoğu gökdelen tabir edilen yüksek binalar. Dubai, Hong-Kong ve New York'un ardından dünyanın üçüncü gökdelen-yoğun şehri olarak sıralamaya katılmış. Bilgi olarak, İstanbul, aynı listede 29 numara.

Bu inşaat furyası, biraz da bol parayla ve modern olma hevesiyle birleşince, dünyada eşi-benzeri olmayan ilginçlikte yapılar ortaya çıkarmış.

Burj Khalifa
Bunlardan biri, dünyanın en yüksek binası ünvanına sahip Burj Khalifa. Anlamı Halife Kulesi. Yüksekliği ise, sıkı durun, 830 metre, yani neredeyse bir kilometre.

Akla zarar bir yükseklik bu, arkadaşlar.

New York'daki The Empire State Building'in iki katına yakın bir yükseklik. Çocukluğumun önemli bir bölümünde, Empire State Building, dünyanın en yüksek yapısıydı.

Burj Khalifa'nın 163 katı var! Biz 124'üncü katındaki bir gözlem platformuna kadar çıktık. Bindiğimiz asansör de dünyanın en hızlı asansörlerinden biriymiş, onu da ekleyelim.

Burj Khalifa'nın başka bir çok "en" 'leri var.

Örneğin su tesisatı.

Şimdi su tesisatının nesi özel diye sorabilirsiniz. Hemen söyleyeyim. Öncelikle bu binada günde tam tamına bir milyon litre su kullanılıyor. Bu bir milyon litre su, toplam uzunluğu yüz kilometre olan borularla taşınıyor. Bu yüz kilometreye, yangın söndürme ve klima için kullanılan borular dahil değil.

Burj Khalifa'nın tepesinden manzara
Suyu 830 metreye pompalamak da mümkün değil. O yüzden bina boyunca muhtelif katlarda rezervuarlar, yani depolar yapılmış. Su, taksit, taksit bir rezervuardan, diğer rezervuara pompalanıyor ve binanın en tepesine ulaşıyor. Buradan da yerçekimi sayesinde musluklara iniyor.

Binada 24 binden fazla pencere var. Otuz kişilik bir ekip, ancak dört ay boyunca durmadan çalışarak bütün pencereleri temizleyebiliyor.

Binanın en tepe noktası, rüzgar yada deprem esnasında bir buçuk metre kadar sallanabiliyor.

Binanın yerleşikleri ise Armani Otel, ofisler ve özel daireler.

Burj Khalifa'nin tek bir varolma nedeni var, o da "Dünyanın en yüksek binası bizde olsun", arzusu. Eh, dünyanın en çok parası da onlarda olunca, demek böyle arzular gerçekleşebiliyor.

Ancak, rivayete göre Suudi'ler bu işe çok bozulmuşlar ve yüksekliği bir kilometreyi geçecek bir bina üzerinde çalışmaya başlamışlar bile. Bakalım, hangisininki daha uzun olacak...

Bana göre fazlaca ruhu olmayan bir yapı, ancak gelin, hakkını teslim edelim. Dört bin yıl önce Piramitler ne ise, Burj Khalifa da günümüzde o. Azameti ile sizi küçültüyor, küçültüyor, öylece minicik bırakıyor. Yolunuz düşerse görmeden geçmeyin tabii ki.

Oceans Eleven filmini izlemeyeniniz yoktur herhalde. Filmin sonunda, çete üyelerinin bir araya geldiği ve sonrasında tek tek dağıldıkları ikonik bir sahne vardır. Bu sahnenin geri planında ise devasa bir Otelin havuzunda fıskiyelerle muhteşem bir su şovu görüntülenir.

Bu otel, Las Vegas'daki Bellagio Resort'dur ve her akşam bu muhteşem su şovu, mükemmel müzikler eşliğinde tekrarlanır. Çocuk gibi her gece izlerim, nadir de olsa Las Vegas'a yolum düştüğünde.

Burj Khalifa'nın havuzundaki su şovu
Neyse, işte bu bizim BAE'li arkadaşlar parayı bastırmış ve benzeri bir su şovunu Burj Khalifa'nın dibindeki bir havuza yaptırmışlar. Tabii ki sular Bellagio'ya göre daha yükseğe fışkırıyor, ses sistemi bilmem kaç kilowat daha yüksek falan ama...

Olmuyor abi işte. Parayla satın alınmıyor bazı şeyler. Müziklerin hafif oryantal olması biraz gıdıkladı ama, hepsi o. Yine de görmek isterseniz ismi Dubai Çeşmeleri, akşam sekizde şovları başlıyor.

Dubai'nin gerçek anlamda fenomenal, başka bir yapısı var ki, önünde şapka çıkarıp pes diyorsunuz.

Palmiye Adaları isimli üç tane insan yapısı adadan bahsediyorum. Bu adalar gerçekten palmiye ağacı şeklinde tasarlanmış. Her adanın bir gövdesi, sağa sola açılan dalları ve etrafında da yarım ay biçimli bir şapkası var. Bu adalardan ikisi hala yapım aşamasında, ancak biri tamamlanıp oturuma açılmış.

Palmiye Adaları
Devasa boyutlarda olan bu adalar yapımları tamamlandığında, Dubai'ye beş yüz kilometre sahil şeridi ekleyecekler. Bu adalar uzaydan görülebilecek kadar büyükler.

Ancak adalar bitmeden sorunlar başlamış. Tabiat ana kendisinden habersiz, deniz kumlarını araklayıp yığarak yapılan bu adalara oldukça içerlemiş ve yavaş yavaş erozyonla kumları geri almaya başlamış.

İnsanoğlu da erozyonu durdurabilmek için denizin başka bir köşesinden, tonlarca mercan kayalıklarını, içlerine dev matkaplarla delikler açıp, mercanları öldürmemesi için organik tutkalla doldurarak kaldırmış, bu kayaları erozyona uğrayan sahillere yamayarak arazi kaybını kontrol altına alabilmiş.

Kıssadan hisse, eğer paran yoksa Maldivler gibi doğal adalar bile batıp kaybolurken, paran varsa, Palmiye Adaları gibi suni adaları bile yüzdürebilirsin :)

Tamamlanmış tek Palmiye Adası Palm Jumeirah bu yüzden öncelikli ziyaret noktalarımız arasında ilk sıralardaydı.

Tek sorun, uzaydan görülebilecek kadar büyük bu adanın, Dubai'den görülebilecek bir izleme noktası olmamasıydı.

Eğer isterseniz bu adaların üzerine gidip yürüyebilirsiniz ama o palmiye şeklini görmek mümkün değil.

Asyalı bir hop-hop otobüs görevlisi kıza sorduk.

"Palmiye Adasını nasıl görebiliriz?"

"Göremezsiniz."

"Madem görülemiyor, o zaman niye yapmışlar?"

"Uzaydan görülebiliyor. Bir de helikopter turu alırsanız görebilirsiniz. Ben öyle gördüm."

Şimdi taa uzaya gitmek biraz masraflı olacak. O sıcakta da helikopter, neyin de hiç çekilmez. Başka bir çözüm bulmaya karar verdik.

İşin şakası bir kenara, bu derece önemli ve turistik bir yapıyı izleyemeyecek olmak aklıma hiç yatmamıştı.

Bir taksiye atladık ve adanın en sonundaki, Atlantis Oteline gittik. Yine devasa, bilmem kaç katlı, bir şehir kapısını andıran biçimiyle yüksek bir gökdelen.

Ada, bu binanın tepesinden mükemmel görülebilir.

Kapıdaki generale sorduk.

"Bir gözlem platformu var mı otelde?"

"Yok. Ama isterseniz akvaryum var, çok güzel."

Bana ne akvaryumdan. Biz Palmiye Adasını görmeye çalışıyoruz, sen akvaryum diyorsun...

"Peki otelde bir bar yada restoran var mı?"

"Var tabii."

"Kaçıncı katta?"

"İkinci..."

Olmayınca olmuyormuş, demek ki.

Ulvi Monorail!
Kapıdaki taksicilerden biri "Monorail'e binin, adayı görebilirsiniz." dedi. Monorail dediği de şu karnı yarılıp, içinden tek bir beton blok geçen tren.

Aklım kesmemişti ama ne yapalım, vardır bir bildiği deyip aldık biletlerimizi.

Yukarda, rayların kenarında tren ne zaman gelecek diye sorduğumuzda, görevli sanki anasına küfür etmişiz gibi baktı bize.

"O tren değil, MONORAIL!"

Demek Monorail kısmı önemliymiş.

Bütün Dubai bildiğimiz 'Stereorail' tren sistemini kullanırken, niye bu adaya Monorail yapmışlar, onu da anlamak mümkün değil zaten. Gittiği de üç beş kilometre, hepsi o. Anlaşılan, "bir de Monorail'imiz olsun anasını satayım, parasıyla değil mi.", deyip yaptırmışlar.

Monorail'in gülü
Manasız bir 'Monorail' yolculuğundan sonra, bizi adaya getiren taksiye bindiğimiz yerde indik. Tabii ki, ne adanın palmiye biçimini, ne de başka işe yarar birşey görebildik.

Ancak yılmamıştık.

Adanın tam karşısında, Dubai Marinası isimli bir semt vardı ve buradaki binalar o kadar yüksekdi ki, bırakın Palmiye Adasını, Basra Körfezi üzerinden Tahran'ı görebilirdiniz.

Bu binaların birinde bir gözlem noktası, bar yada restoran olmalıydı. Biz de başladık bir binadan diğerine koşmaya,

Bir saat boyunca gittiğimiz her bina ya apartman bloğu, ya da şirket bürosu çıkmıştı.

Son durağımız olan Prenses Kuleleri'nin görevlisi bizi Mariott Otel'e gönderdi. Otele ulaştığımızda ben Vietnam'dan kaçmış Rambo gibiydim. Beş dakika önce yarım litre suyu kafamdan aşağı dökmüştüm. Sonrasında çöl kumlu rüzgar ve inşaatların tozu da karışınca, yüzümden siyah renkli damlalar akmaya başlamıştı.

Jelena, "Bizi kesinlikle otele almayacaklar." dedi.

Haklı olabilirdi ama denemeden pes etmek de bir Türk'e yakışmazdı.

Şortumla, yarısı sırıl sıklam tee-shirt'ümle, fermuarları açık, içinden kablolar çıkmış, sallanan sırt çantamla hiç bozmadan kapıda bekleyen üç görevlinin tam üzerlerine yürüdüm. Geçerken de sanki smokinle yürüyormuş gibi hiç bozmadan "How ya doin' folks?" diye selamladım. Kapıcı da "Good afternoon sir." dedi.

Yemişlerdi.

İçerdeki bell-boy'a da yüzüne bakmadan "Observation Deck?" (Gözlem Platformu) diye sordum. O da arkamdan otuz beş mi kırk beş mi artık neyse, kat numarasını söyledi.

Mariott Oteli;nin barı
Mekan, bir Gözlem Platformundan ziyade bir Gözlem Bar'ı şeklinde tasarlanmıştı. Geniş pencereler mükemmel bir görüntü, bar da mükemmel içecekler sağlıyordu.

Palmiye Adası ise, uzaydan görüldüğü kadar net bir daire şeklinde olmasa da, bizim gibi fani terestrialler için yeterli sayılabilecek bir palmiye görüntüsü veriyordu. Hemen fotoğrafları çektik ve uzun bir süredir bağlanamadığımız İnternet üzerinden kendimizi güncelledik.

Haa, bir de gezinin ilk kırmızı şarabı bu manzaraya karşı tüketildi, onu da kayıtlarımıza geçelim.

Bu isteğe göre imalat adaların hikayesi bu kadarla kalmıyor.

Palmiye adalarının dışında World Islands (Dünya Adaları) isimli, başka bir akla zarar yapay ada gurubu daha var. Bu adalar da yine sahilden toplama kumları yığmak suretiyle yapılmış.

İlk kırmızı şarap
Özellikleri ise her bir adanın dünya haritası üzerindeki bir ülkenin biçiminde olması. Yani Almanya, İngiltere isimli ve biçimli adalar var. Türkiye adası var mı, bilmiyorum. Dünyanın bu bölümünde, (aslında birçok bölümünde olduğu gibi) bizi pek sevmiyorlar. Türkiye adasını yapmamışlarsa şaşırmam :)

Her ada beş-on villa yapılacak kadar büyük göründü gözüme, ama mesafe çok uzaktı, yanlış değerlendirmiş olabilirim.

Bu adalara yerleşim tam olarak başlamamış, ancak yakında bitirirler hayırlısıyla.

Neyse ki, bu kez uzaya gitmeye gerek kalmadan, Burj Khalifa'nın tepesinden bu adaları görmek mümkün oldu. Ben bir tele-objektifle resimlerini bile çekebildim.

Gelin size başka bir yapay adadan bahsedeyim.

Yine mi diyenleriniz için bütün sempatimle sizi anladığımı söyleyebilirim. Niye kafayı yapay adalarla bozmuşlar, ben de anlayamadım. Geçerli bir nedeni vardır muhakkak, ancak, bana henüz malum olamadı.

Burj Al Arab
Neyse, bu kez yapay adanın kendisinden çok, üzerindeki yapı önem kazanıyor. Bu bina bir otel, ismi ise Burj Al Arab, yani Arap Kulesi. Birkaç kaynak bu oteli dünyanın tek yedi yıldızlı oteli diye gösteriyor. Ben Antalya'da en azından yedi yıldızlı Rixos'u biliyorum, ancak hangi bilgi doğru, zamanın yargısına bırakalım.

Bu otelin dış görünüşü bir yelkenli gemiyi andırıyor. Eminim birçoğunuz biliyorsunuzdur, Dubai'nin simgesi olan, çok özel bir yapı. Dışında, yelkene benzer estetik bir iskelet, koca binayı ayakta tutuyor.

Otelin bir gecelik konaklama ücreti on iki bin dolar'a kadar çıkabiliyor. Müşteriler hariç, kimseyi içeri almıyorlar. Biz kapıya kadar gidip bir fotoğraf çekebildik. Ben en azından bir barına gidip birşeyler içebilmeyi umuyordum, ancak nafile...

Dubai'nin ikonik yapıları işte böyle. İnşaat sektörünün kentin önemli bir yaşam kaynağı derken ne kastettiğimi anlatmış olduğumu umuyorum.

Ancak Dubai ve BAE, tabii ki sadece dev yapılar ve yapay adalar değil. Bu kenti ilginç kılan diğer özellikleri bir sonraki yazıda, dilim döndüğünce anlatmaya çalışacağım.

Kalın sağlıcakla.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...