18 Ekim 2014 Cumartesi

İzlanda - Kuzey Işıkları

Gelin sizi çok fazla baymadan, azıcık The Big Bang Theory (Büyük Patlama Teorisi) geyiği yapalım. Biraz yerçekimi, biraz da nükleer fizik yani.

Evrende her madde birbirini çeker. Madde miktarı arttıkça bu çekim gücü de artar.

Örneğin Dünyamızdaki madde miktarı o kadar fazladır ki üzerinde bulunan herşey güçle merkeze doğru çekilir. Biz buna yerçekimi diyoruz. Yani Newton ve elma hikayesi.

Dünyanın merkezine doğru çekilen maddeler birbirine çarpar ve gırç diye yerlerine oturur. Daha teknik bir söylemle maddenin atomları birbirlerine çarpar ve daha fazla iç içe geçmeden durur. Daha da teknik bir söylemle, atomun çekirdeğinin etrafında dönen elektronlar, birbirlerini iterek atomların daha da fazla birbirlerine yaklaşmasını önlerler. Dünyanın çekim gücü daha fazlasına yetkin değildir.

Yerçekimi sayesinde uzaya savrulmayız, ya da yolda ayaklarımızı kullanarak yürüyebiliriz. Ayaklarımızdaki elektronların kaldırım taşlarındaki elektronlara "çarpması" sayesinde de, yeri delip, arzın merkezine seyahatten kurtuluruz.

Güneş ise dünyamıza göre milyarlarca kat fazla madde içerir. Bu yüzden de çekim gücü dünyamıza göre çok daha yüksektir. Bu yüksek çekim gücü ile çekirdeğe doğru yönelen atomlar birbirlerine çarptıklarında, etraflarındaki elektronların itme gücü bu kuvvetli çekime dayanamaz ve atomların bütünlükleri bozulur. Elektronlar ve çekirdekte bulunan protonlar serbest kalır, madde dejenere diyebileceğimiz ilginç bir hale döner.

Bu Elektronlarını kaybetmiş protonlardan dördü füzyona girip yani birleşip bir helyum atomu oluştururlar ve bu sayede güneş o bildiğimiz ısısını ve ışığını verir. Yine protonların birleşmesi sonucunda ortaya çıkan enerji de güneşin sahip olduğu meddeleri dışa doğru iterek maddenin yerçekimi ile daha da fazla sıkışmasını engeller.

Ancak konumuz bu birleşerek helyum oluşturan protonlar değil, tam tersine birleşemeyip, ortada kalan serbest proton ve elektronlar.

Bu serbest proton ve elektronlar güneşin içerisinde rastgele savrulurlar ve sıklıkla oluşan patlamalar sonucunda uzaya savrulurlar.

Işık hızına yakın bir hızla dört bir yana savrulan bu parçacıklardan bir bölümü sekiz dakikanın biraz üzerinde bir yolculuktan sonra dünyamızın atmosferine ulaşırlar.

Dünyamızın bir manyetik alanı olduğunu biliyorsunuz. Bu manyetik alan sayesinde pusulalar hep kuzeyi gösterir.

İşte bu manyetik alanın kutupları güneşten gelen bu parçacıkları aynı bir mıknatıs gibi çekerler.

İyi de yaparlar, çünkü güneş ve diğer yıldızlardan gelen bu parçacıklar insan DNA'sını değiştirip mutasyona yol açmak gibi zararlı bir özelliğe sahiptirler. Bu yüzden kutuplara yönelen bu parçacıklar, dünyanın geri kalan daha yoğun yerleşik bölgelerine düşmezler, biz de üçüncü bir kulak, altıncı bir parmak, ya da, daha da önemlisi bol bol kanser geliştirmekten kurtuluruz.

Güneşten gelen bu parçacıklar kutup bölgelerinde atmosfere girerler ve onları dünyaya gönderen patlamanın şiddetine göre değişik yükseklikte bulunan oksijen ve nitrojen, yani azot atomlarına çarparlar.

Bu çarpmanın etkisi ile oksijen ve nitrojen atomlarının elektronları enerji kazanıp çekirdeklerinin biraz uzağında, daha büyük çaplı bir yörüngede dönmeye başlarlar.

Fiziğin acımasız kuralları bir süre sonra bu enerjilenmiş oksijen ve nitrojen atomlarının soğumasına, yani elektronların eski yörüngelerine dönmelerine neden olurlar. Elektronlar eski düşük yörüngelerine dönerken enerjilerini bir foton parçacığı ışıyarak kaybederler. Foton bildiğiniz üzere ışık demektir.

Bu ışık da kutup yakınlarında geceleri, dünyanın belkide en güzel ışık gösterisi halinde yeşil, mor ve kırmızı renklerle gökyüzünü kaplar.

Her iki kutup bölgesinde de oluşan bu fenomenin kuzeydekine Aurora Borealis, güneydekine de Aurora Australis ismi verilmiştir. Aurora, Roman şafak tanrıçasının ismi, Borealis ise Yunanca'da Kuzey Rüzgarları demektir. Australis ise Güney demektir.

Aurora'nın çoğulu Aurorae dir ancak birçok kişi İngilizce'de sonuna "s" ekleyerek Auroras şeklinde, yanlış olarak yazar. Fenomen kelimesi de benzeri bir kıyıma uğramıştır. Bir Fenomen Phenomenon, birden fazla fenomen de doğru olarak Phenomena şeklinde söylenmesi gerekirken birçok kişi (zaman zaman ben kulunuz da dahil) bu sözcüğün çoğul halini Phenomons yada Fenomenler şeklinde yanlış olarak kullanır.

İşte bu "hayati önemde" bilgiyi de vermiş olalım ve Aurora' "lara" geri dönelim :)

Zaman zaman Northern Lights yani Kuzey Işıkları da denen Aurora Borealis en iyi İskandinavyanın kuzeyinde, Rusya, Alaska ve Kanadanın kutba yakın bölgelerinde, Greenland'da ve en önemlisi İzlanda'da gözlenebilir.

Aurora Borealis'i gözleyebilmek için iki dünyevi, bir ulvi koşulun oluşması gerekir. Işıkların renklerini tutmak için bulutlu bir hava, ışıkları görmek için bu bulutların arasında açıklıklar ve ışıkların oluşabilmesi için güneş rüzgarları.

Bunların hiçbirini kontrol edemediğimizden, Aurora Borealis'in gözlemlenebilmesi için bol bol şans gerekir demek yanlış olmayacaktır.

İşte bunu bilerek İzlanda gezimizi normalde iki gün yeterli olsa da, şansımızı artırmak için üç gün uzunluğunda planladık. Uçağımız akşam üstü Keflavik havaalanına indiğinde de, daha otelimizin bulunduğu Reykjavik kentine gitmeden akşamki Aurora Borealis turu için kaydımızı yaptırdık.

Bu turun ilginç bir özelliği var. Hava ve güneş koşulları nedeniyle Aurora Borealis'i göremezseniz, bu ışıkları tam anlamıyla görene kadar iki sene boyunca turu ücretsiz tekrarlayabiliyorsunuz.

Tur otobüsü bizi otelimizden almaya geldiğinde bu heyecanlı akşam için tamamen hazırdık.

Zorlu hava koşulları için hazırlik
Üzerimizde, önceki İskandinavya gezisinde deneyip memnun kaldığımız kutup ceketlerimiz, eldivenlerimiz ve berelerimizle dağ komandolarını andırıyorduk.

Aurora Borealis gözlemi için tek bir uygun yer bulunmuyor. Her gün yayınlanan "aurora tahminine" göre, açık gökyüzü hangi bölgedeyse, tur otobüsü sizi oraya götürüyor.

Bir saatlik bir otobüs yolculuğu bizi ilk gözlem noktamıza getirdi. Burası büyük bahçesiyle ahşap yapılı bir restorandı.

Otobüs durur durmaz ben ve üç beş fotoğraf meraklısı attık kendimizi dışarı. Hemen makinaları çıkardık, tripodları kurduk ve beklemeye başladık.

Bir saatlik bir otobüs yolculuğu bizi ilk
gözlem noktamıza getirdi
Bizi gören tur rehberi güldü. "Bulutların açılmasına en az iki saat var. Acele etmeyin.", dedi. Eşim Jelena (Yelena) çoktan restorana girmiş, kahvesini içiyordu.

Ben de ona katıldım ve kendime bir kahve söyledim, ancak kahvemi içerken bile bir gözüm ve bir kulağım dışarıda, Aurora Borealis'i kaçırmamak için tetikte bekliyordum.

Güzel bir fotoğraf ile fotoğrafsızlığın arasındaki fark bir kaç saniye olabilirdi. O yüzden yarım kahvemi alıp, yeniden dışarı çıktım.

Aradan bir saat geçmişti. Ben ve bahçedeki diğer fotoğraf meraklıları sıkıntıdan dağların taşların resmini çekiyorduk. Jelena bir ara geldi, "Ne var ne yok?" diye sordu. "Bekliyoruz" dedim. "İçeri gel" dedi, reddettim.

Bir saat daha geçti. Ortada Aurora, maurora yoktu. Artık kıçımız donmaya başlamıştı, o yüzden içeri girdim ve kendime bir kahve aldım. Kahve bitmek üzereydi ki rehberimiz bağırarak bir anons yaptı. Meteoroloji'den yeni tahmin gelmişti. Buna göre bulutlar arasında açıklık başka bir bölgede olacaktı.

Herkes otobüse koştu ve yeniden yola koyulduk. Saat on iki olmuştu. Üstüne iki saatlik farkı da eklediğinizde, İsviçre zamanına göre saat iki olmuştu ki, sabahın altısında kalktığımızı da düşünürseniz, vücudum "Artık yeter!" noktasına gelmişti.

İkinci gözlem noktası da umutsuz görünüyordu. Bütün gökyüzü bulutla kaplıydı. Saat bir civarında rehberimiz bir daire oluşturup İzlanda dansı yapmayı önerdiğinde içimden küfür etmek geldi. Kimse bu fikre sıcak bakmayınca, bir hayalet hikayesi anlatmaya başladı. Ben o anda gerçek anlamda küfür ettim.

Saat iki civarlarında pes etmiş, geri yola koyulmuştuk. Gezimiz için hiç de iyi bir başlangıç olmamıştı.

Ertesi gün Golden Circle (Altın Çember) isimli tura katıldık ve çok güzel bir gün geçirdik. Gördüklerimiz inanılmaz doğa harikaları olsa da, yorucu bir gün olmuştu. Üzerine, önceki gecenin uykusuzluğu da eklendiğinde, akşamki ikinci Aurora Borealis seferi çok karanlık göründü gözüme.

Golden Circle, neyse ki biraz erken sonlandı ve biz de otele gidip bir saat kadar dinlenme fırsatı bulduk. Saat yedi buçuk olduğunda, yine tam teçhizat otobüsteydik.

Gözlem noktamız bu kez bir deniz fenerinin dibindeki bir restorandı.

Kuzey Işıkları
Otobüs durduğunda, terasa çıkıp ışıkları beklemek yerine, restorana girip kendime bir kahve aldım. Ne de olsa artık tecrübeliydik, öyle heyecanlanmaya falan gerek yoktu. Turun büyük çoğunluğu zaten bizim gibi bir önceki geceden göremeyenlerdi ve onların da bir çoğu benim gibi ağırdan alıyordu.

Kahvenin yarısında otobüs şoförü geldi ve sakin bir sesle "Siz bu turu niye aldınız bilmiyorum ama Kuzey Işıklarını görmek isteyeniniz varsa dışarı gelsin." dedi.

Bu çağrı bütün restoranda bir Eksodüs etkisi yarattı. Herkes ayağa fırlayıp terasa hücum etti. Ben biraz da kütlemi kullanarak balkonun en ucunda, kol demirinin hemen yanında bir yer buldum kendime.

Kuzey Işıkları
Kafamı kaldırdığımda ise bir doğa mucizesine tanıklık ediyordum. Gökyüzü bir baştan diğer başa açık yeşil bir ışık dizisi ile bezenmişti. Ufka doğru ise bir ark şeklini almış, kırmızı bir hale oluşmuştu. Baştan başa aydınlık gökyüzünde bu ışıklar neredeyse dans ederek bize izlemesine doyum olmayacak bir gösteri sunuyorlardı.

Böyle bir mucizeyi ölmeden görebildiğim için kendimi şanslı saydım.

Hemen fotoğraf makinesini kurdum ve birkaç resim çektim.

İzlanda'ya gelmeden Aurora Borealis'in doğru olarak fotoğraflanması için hangi fotoğraf gereçlerinin gerektiğini, kameranın hangi ayarlarla kullanılacağını öğrenmiştim.

İlk denemede on ikiden vurdum.

Kuzey Işıkları
Aurora Borealis fotoğrafları hep canlı ve parlak, yeşil, mor ve kırmızı renklerdedir. İnsan gözü ile bu renkleri fotoğraflardaki kadar canlı görmek olanaksızdır.

Bu canlı renkleri fotoğraflarda elde edebilmek için, makinenin objektifini yirmi saniye boyunca açık tutmanız gerekir ki, fotoğraf, renkleri canlı olarak gösterebilmek için yeteri kadar ışık toplayabilsin. Makineyi bu kadar uzun bir süre boyunca elinizde, kımıldatmadan tutmanız imkansızdır. Bu yüzden de mutlaka bir tripod kullanmak gerekir.

Ev ödevimi yaptığımdan, gerçekten işe yarar Aurora Borealis resimleri çekebildim. Deniz feneri de resimlere tatlı bir çeşni kattı.

Yeteri kadar fotoğraftan sonra restorana geri döndüm ve Jelena ile bu kez bir keyif kahvesi içmeye başladık.

iPad ile fotoğraf makinesine bir wi-fi bağlantısı kurmuş, resimleri bir de büyük ekranda inceliyordum ki, Asya'lı genç bir çocuk geldi ve "Bu resimleri nasıl çekebildin?" diye sordu. Ben de ona makine ayarlarını söylerken, elindeki iPad'i uzatıp "Burda ayarlarmısın?" diye sordu.

"İPad'le bu resimleri çekemezsin." dediğimde "Ama sen çekmişsin." dedi. Uzun bir süre iPad'imin resimleri fotoğraf makinesinden wi-fi ile taşıdığını anlatmaya çalıştım ama ikna edemedim. O hala benim resimleri iPad ile çektiğimi ama ayarları söylemek istemediğimi düşünmeye devam etti.

Birkaç kişi konuşmamızı duyup ne oluyor diye baktıklarında resimleri gördüler. Email adreslerini verip postalar mısın diye rica ettiler. Bir gurup genç kız etrafıma toplanıp cep telefonları ile iPad ekranındaki Aurora resimlerini çektiler.

Bir anda "uzman fotoğrafçı" mertebesine yükselmiştim. İnsanlar iltifat ediyor, yeniden dışarı çıkıp bir daha resim çekmeyi deniyorlardı.

Tanıyanlarınız bilir, böyle ortamları hiç iyi idare edemem. Kızardım, utandım, "Thank you" falan diye kem-küm etmeye başladım. Genelde Jelena"ya takılmak için ona Sırpça "Ti si svezda", yani "Sen bir yıldızsın" derim, hikayesi uzun, bir gün anlatırım. Ancak o anda Jelena gülmekten yerlere yatmış, yan masadan bana "Ti si svezda!" diye bağırıyordu.

İşte tam o sırada sol tarafımdan bir kırk boyunda, sekseninin üzerinde yaşlı bir kadın yaklaştı ve anlamadığım bir dilde bana birşeyler söyledi.

"I am sorry, I don't understand" yani anlayamadım dedim.

Kadın sesini biraz daha yükseltip, birşeyler daha söyledi.

Yine anlamamıştım. Kadın sinirlendi ve yavaş yavaş birşeyler daha söyledi.

Öğrenciliğim boyunca yedi sene İngilizce okudum. Yaşamımın on sekiz senesini yurt dışında geçirdim. Yirmi seneden fazla çalışma dili İngilizce olan çok uluslu bir şirkette çalıştım ve kariyerimin uzun sayılabilecek bir döneminde yatırım projelerinin onaylanması için gereken, ilk kriteri anlaşılırlık olan İngilizce dökümantasyon yazdım.

Bunları size "Arkadaş ben iyi İngilizce bilirim." demek için anlatmıyorum. Ama en azından yanımda konuşulan dilin İngilizce olup olmadığını anlayacak kadar İngilizce bilirim demek istiyorum.

Kadın, biraz da sinirle, hem yüksek, hem yavaş konuştuğunda, beynimdeki tüm mikro-işlemcileri aynı anda çalıştırıp analiz ettim ve söylediklerini anlayabildim.

Kadın İngilizce konuşuyordu!

Bana son söylediği "Can you understand English?" (İngilizce anlayabiliyormusun?) sorusuydu. Bu soruyu da Kolomb'un yerlilerle konuştuğu tonda sormuştu.

Olasılıkla baba Cockney, anne Belfast'lıydı. Bunu da herhalde İngilizce öğrensin diye Hindistan'a göndermişlerdi. Hayatımda böyle bir aksan duymamıştım!

"I thought I could." (Anlayabildiğimi zannediyordum) dedim.

Bu da bana yine koloni tonuyla, iPad'deki fotoğrafı işaret ederek kızgınlıkla sordu.

"Ben niye dışarıda bunu göremedim?"

Fotoğraftaki canlı yeşil ve kırmızı renkleri kastediyordu. Soruş tarzıyla da sanki o renkleri görememesinin sorumlusunun ben olduğumu ima ediyordu.

Jelena, gülmekten masanın altına girmişti.

Can pahalı, "Bak teyzecim..." diye başlayıp, insan gözüyle makinenin sensörü arasındaki farkı anlatmaya başladım.

Sahil
Sunumumu bitirdiğimde teyzem neredeyse renkleri göremeyişinin doğal olduğuna kani olmuştu. Bana sarıldı ve teşekkür etti, sonra da Jelena'ya dönüp, bana sarılmasını kast ederek "Yanlış anlamadın değil mi?" diye sordu.

Biz artık kibarlığı bırakmış, katıla katıla gülüyorduk.

Aynı otobüsle Reykjavik'e döndük. Beni gördüğünde "My expert!" (Uzmanım benim) diye laf atıyordu. Ertesi gün yine tesadüf, Reykjavik'in merkezinde bir daha karşılaştık. Yine bize bakıp güldü.

Gördüklerimiz, uykusuz geçirdiğimiz iki geceye fazlasıyla değmişti. O akşam rahat uyuduk.

Ertesi gün Blue Lagoon isimli bir kaplıcaya gitmek yerine Reykjavik'i görmeyi tercih etmiştik. Bütün günü bir havuzda geçirmek yerine daha önce görmediğimiz bir kenti keşfetmek daha çekici gelmişti.

Kilise
Reykjavik, çok küçük ama çok cazibeli bir kent. Aynı anlamda İzlanda da çok küçük bir ülke, o yüzden başkent büyük, şatafatlı ve aktif bir yer değil. Düşünün, parlemento binasının üzerinde on tane pencere yok!

Şehrin ilginç sayılabilecek, modern tarzda yapılmış bir katedrali var. İçi büyük olsada, o kadar sade ki, hiçbir süsleme, hiçbir dekorasyon yok desem yeri.

Çok yüksek bir çan kulesi var ve bu kuleye çıkabiliyorsunuz. Çıkış ücrete tabi ama kimse bilet falan kontrol etmiyor. Bilet satan kioskun önünde "Eğer kapalıysak, kuleye çıkış ücretini kumbaraya atın." şeklinde bir tabela var.

Bu kuleden, Reykjavik'in kuşbakışı bir manzarasını görmek mümkün.

Reykjavik
Reykjavik'in başka bir güzelliği ise Cafe'leri. Tüm İskandinavyada olduğu gibi kahveler çok güzel. Bir de bir fincan aldıktan sonra istediğiniz kadar kahveyi ücretsiz içebiliyorsunuz. Bu cafe'ler sosyalleşmek için birebir Ve bildiğimiz anlamda cafe'lere hiç benzemiyorlar. Hatta dışardan baktığınızda cafe olduklarını bile anlayamıyorsunuz,

Bir kere masalardan çok kitaplıklar var. Herkes hem kahvesini içiyor, hem kitabını okuyor, hem de İnternet'de geziniyor.

İnternet demişken, İzlanda'nın şimdiye kadar gördüğüm en yaygın wi-fi kapsamasına sahip olduğunu söyleyebilirim. Hepsi tamamen ücretsiz olmak üzere, online olamadığımız hiçbir yer yoktu. Issız dağlarda, Orta Atlantik Sırtında, otobüslerde, hatta tuvaletlerde bile wi-fi kapsamı içindeydik.

Şehrin girişinde, yine İskandinavya'da görmeye alıştığımız koca bir opera binası yada gösteri merkezi var.

Kiralık kutup araçları
Bahçesinde ise kışın kiralayabileceğiniz bir dolu havalı kar aracı. Koca tekerlekli SUV'lerden tutun, paletli ciplere, jetskilere hatta hovercraftlara kadar onlarca, fazlasıyla "Cool" araç. Doğru mevsimde gelirseniz, kaçırmamanız gerekli bir aktivite bence.

Yine Reykjavik'e özgü bir aktivite olan yanardağ safarisini de not edin derim. Biz oradayken kapalıydı ancak yaz aylarında açık oluyormuş ve çok ilginçmiş. Ne yazık ki yaz aylarında da Aurora Borealis'i görmek mümkün değil, o yüzden birinden birini seçmeniz gerekiyor.

Son olarak balina gözlemleme turlarınında bir seçenek olduğunu söyleyelim. Bizim konuştuğumuz bir-iki tekneci, yunusları görebileceğimizi garanti etti, ancak balinalar için biraz temkinli konuştu. Biz de yarım günümüzü riske etmek istemedik.

İzlanda'nın bir de kendisine özgü kazakları çok ünlü. Yolunuz düşerse bir denemenizi öneririm.

Jelena sahilde
Yemekleri ise bana sormayın. Beklendiği üzere çoğunluğu deniz mahsulü. Yiyenler memnun görünüyor ama ben onların yalancısıyım.

Reykjavik, yada geniş anlamıyla İzlanda doğa harikası bir ülke. Yılın her döneminde görecek bir yeri, yapacak bir şeyi var. Doğayla iç içe olmak, biraz hareketli zaman geçirmek isteyen maceracı bir tarafınız varsa, ziyaret listenizin başına koymanız gerekli bir destinasyon.

Ancak gürültülü İngiliz yada İrlanda pub'larını saymazsanız, ülke sadece "doğa ve macera". O yüzden akşam üstü "Gourmet" bir yemek yada alış-veriş seven bir tarafınız varsa aman dikkat.

Biz bu buz ülkesini sımsıcak bir kalple arkamızda bıraktık, hem de kesinlikle geri dönmek üzere. Size de kuvvetle gitmenizi öneriyoruz.

Sağlıcakla kalın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...