17 Ekim 2014 Cuma

İzlandal - Kıtaların Kıyısında

1800'lü yılların sonuna doğru, elektriğin de bulunup geliştirilmesiyle, uzun yıllardır süregelen bir rüya gerçek olma yoluna girdi.

Avrupa ile Amerika, deniz altından geçen bir kabloyla birbirine bağlanacak, okyanusun iki yakasındaki akrabalar bu kablo üzerinden telgraf yoluyla haberleşebilecekti.

Bu kıtalar arası telgraf kablosu, Atlantik okyanusu üzerinden, gemilerle aylar süren posta gönderilerine göre inanılmaz bir hız ve kolaylık sağlayacaktı.

1872 yılında Kraliyet donanmasına bağlı HMS Challenger gemisi bu kablonun güzergahını belirlemek üzere sefere çıktı.

O zamanlar, sonar gibi teknolojiler henüz bulunmadığından, suyun derinliği iskandil atarak, yani ucuna ağırlık bağlanmış iplerli batırdıktan sonra, ağırlık dibe vurduğunda ipin uzunluğunu ölçerek belirleniyordu.

Ana karadan uzaklaşıp, okyanusun ortasına yaklaştıkça, beklendiği üzere, suyun derinliği artıyor, buna göre de gerekli kablo uzunluğu hesaplanıyordu.

Ancak HMS Challenger'ın seferileri, kabaca Avrupa ve Kuzey Amerika'nın arasındaki uzaklığın tam ortasına ulaştıklarında, kimsenin beklemediği bir sürprizle karşılaştılar.

Okyanus burada, anakara yakınlarından bile daha sığıydı.

Acaba bu sığlık noktasal bir fenomen mi diye kuzeye ve güneye yönelip yeniden ölçüm yaptıklarında, aynı sığlığın her iki yöne doğru da süregeldiğini gözlemlediler.

1925 yılında, sonar'ın da keşfiyle, bu sığlığın bütün Kuzey ve Güney Amerika boyunca dünyamızı ikiye böldüğü anlaşıldı.

Bu çıkıntıya Mid-Atlantic Ridge, yani Orta Atlantik Sırtı adını verdiler.

Bu sırt aslında dünyanın en uzun ve en yüksek dağ sırasını oluşturuyordu. Ancak bu dağ sırasının neredeyse tümü su altındaydı. Sadece az sayıda yüksek zirveleri su üstünde kalabilmişti.

Bunlardan en önemlisi de İzlanda adasıydı.

Kıtaların oluşumundaki en önemli giz olan bu sualtı dağları, aslında, kıtaların üzerlerine oturduğu tektonik tabakaların arasından sızan volkanlardır. Magma, bu aralardan yüzeye çıkıp katılaştıkça, kıtaların bağlı oldukları bu tabakaları iterek ayırır ve kıtalar da bu sayede birbirinden uzaklaşır.

Milyonlarca yıl önce Afrika ile Güney Amerika ve Avrasya ile Kuzey Amerika tek bir kara parçasıydı. Bugün bile haritaya bakarsanız, özellikle Güney Amerika'nın batısı ile Afrikanın doğusunun makasla kesilmiş gibi birbirine uyacağını görürsünüz.

Bu milyonlarca yıl yaşındaki fazlaca bilinmeyen okyanus sırtı fenomeni, İzlanda gezimiz öncesi beni en fazla heyecanlandıran ziyaret kalemlerinden biri olmuştu. Çünkü bu dağ sırası İzlanda'dan geçmekle kalmıyor, hedefimiz Reykjavík kentinde ilk kez su üzerine çıkıp, ziyaret edilebilir bir duruma geliyordu.

Avrasya ile Amerika sınırı
Tur otobüsü geniş bir alanın bir köşesine park ettiğinde, işte bu yüzden bin atlı akınlar örneği, çocuklar gibi şen olmuştum. Öyle ya, koskoca Kuzey Amerika kıtasıyla daha da koskoca Avrasya kıtasının birleştiği, su altında kalmamış tek noktadaydık.

Bu iki kıta her yıl birkaç santim birbirinden uzaklaşmakta. Bunun sebebi de, iki kıtanın üzerinde bulunduğu tektonik tabakaların arasına dolan volkanik katı madde. Bilimsel açıklamasını bilsem de, bu ayrımı, bu kadar net görebileceğim aklıma gelmemişti doğrusu.

Otobüsün bizi bıraktığı yer Kuzey Amerika kıtasının bir parçasıydı. Biraz yürüyüp bir platforma çıktığımızda ise, Kuzey Amerika kıtasını terketmiş, ancak Avrasya kıtasına henüz ayak basmamış durumunda, ne idüğü belirsiz bir kara parçasının üzerinde bulunuyorduk.

Devletler hukukunda böyle alanlara "No man's land" (hiçkimsenin toprağı) derler. Eğer arabayla bir sınır geçtiyseniz bu ara bölgeleri görmüşsünüzdür. Örneğin gümrük kontrolünden sonra İsviçre'den çıkar, ancak Fransa'ya girmek için arabayla bu "hiçkimsenin toprağında" bir kaç yüz metre yol almanız gerekir.

Bu her iki ülkeye de ait olmayan toprak parçası her nedense fazlasıyla ilgimi çekmiştir.

Örneğin, bu ara bölgede bir suç işleseniz hangi devletin kanunlarına göre yargılanırsınız, ya da kimin hapisanesinde yatarsınız? Bu bölgeye bir ev yapıp oturmaya başlasanız, hangi ülkenin vatandaşı sayılır, kime vergi verirsiniz?, vesaire, vesaire. Eminim, uluslararası hukukta bunların bir karşılığı vardır ama ben bilmediğim için bana ilginç gelir işte.

Lafı uzatmayalım. Biz de bu platforma çıktığımızda, "No Man's Land" olmasa da, "No Man's Continent" 'a ayak basmış olduk.

Resmen Orta Atlantik Sırtın'nın üzerinde yürüyorduk.

Bu önemli bir olay arkadaşlar. Öyle Boğaz Köprüsü'nden geçip, "Kıta değiştirdim!" demek gibi sembolik bir şey değil.

Avrupa, jeolojik olarak bir kıta değildir. Gerçek anlamda kıta olan Avrasyadır. Bu yüzden Boğaz Köprüsü'nü geçtiğinizde aslında Avrasya'dan Avrasya'ya geçmiş oluyor, yani tüm dünyaya piyazladığımızın aksine kıta değiştirmiş olmuyorsunuz.

Reykjavik de ise, gerçek anlamda bir tektonik plakadan bir başkasına yürüyerek geçebiliyorsunuz.

İşin en önemli kısmı da, bu ayrımı görsel olarak kanıyla, canıyla hissedebilmeniz. Yani "Sayın yolcular, şu anda Yengeç Dönencesinden geçtik." gibi afaki olarak, biri söyledi diye değil, kendi gözünüzle, net olarak görebiliyorsunuz.

Amerika kıtasının bittiği yerde, kayalar, testereyle kesilmiş gibi dimdik bir yamaçla bir hendeğe gömülüyor, bu yamaç ise alabildiğince uzayıp, kıtanın sınırını şüpheye meydan bırakmayacak bir biçimde belirliyor.

Orta Atlantik Sırıtı ise bu noktada alçak bir düzlük halinde.

Sırtın beş-on kilometre ilerisinde de, Avrasya kıtasının sınırı, benzer bir hendeğin ardından dimdik bir yamaç şeklinde yükseliyor.

Amerika'nın rengi kapkara
Orta Atlantik Sırtı, diğer iki kara parçasından geceyle gündüz kadar farklı.

Örneğin, Amerika'nın rengi kapkara, Orta Atlantik Sırtı ise sarıya çalan, açık bir renk. Amerika ve Avrasya sert, keskin kayalıklardan oluşmuş, Orta Atlantik Sırtı ise düz, yumuşak çizgileri ile çok daha uysal.

Orta Atlantik Sırtı, doğası nedeniyle çok hareketli bir bölge.

İki kıtayı hareket ettirebilecek güç, gözünüzde canlandıramayacağımız kadar büyük arkadaşlar. Bunun için gerekli enerji, öyle bilmem kaç atom bombası ya da hidrojen bombası gücünde gibi bilinen insani ölçüleri aşıyor. Dünyanın merkezinden kaynaklanan, Güneşin yüzeyindeki sıcaklığa eşit bir güçten sözediyoruz.

Durum böyle olunca da, bu iki kıtanın arasındaki alanda bol bol depremler, volkanlar, toprak kaymaları yer alıyor sizin anlayacağınız.

İşin aslı, zaman geçtikçe, magmanın da soğuması nedeniyle, Orta Atlantik Sırtı yavaş yavaş yerine oturmakta, yani dibe çökmekte. Bu yüzden de, yüzlerce kilometrekarelik bu alanın üzerine kimse birşey inşa etmemiş. Bir kilise ve yanında bir ufak bina gördük, o kadar.

Gölleri, nehirleri, kanyonları ve şelaleleri ile bir doğa harikası
Orta Atlantik Sırtı, üzerindeki gölleri, nehirleri, kanyonları ve şelaleleri ile doğa harikası bir yer. Kendine has, çalı türü, canlı sarı renkli bir bitki örtüsü var.

Göller ve nehirler pırıl pırıl ancak buzullardan gelen su yüzünden sondurucu soğuk. Birkaç metrekare alanında, minicik göllerde bile boyları bir metreye yakın balıkları net olarak görebiliyorsunuz. Elinizi uzatıp yakalayabilirsiniz sanki. Ancak denerseniz, büyük olasılıkla koca balık sizin elinizi yiyecektir.

Dünyanın başka herhangi bir yerinde görmenin olanaksız olduğu bu özel yerin tadını doya doya çıkararak eşim Jelena ile kırk beş dakika yürüdük.

Rehberimiz olan yaşlı hanım (evet bana göre bile yaşlı), bize Orta Atlantik Sırtıyla baştan sona ilgisiz hikayelerini anlatırken, biz de doğaya konsantre olmaya çalışıyorduk.

Jelena bir gölün yanında
Ancak kadın bir türlü susmadı.

"...iki İzlandalı genç, aşık oldukları genç kız için düello etmeye karar verdiler ve buraya geldiler. Düello saatler sürdü. İkisi de yorgun düşmüşlerdi. İzlanda valisi bunlara düelloyu durdurma emri verdi. Gençler kavgalarını bitirebilmek için taa Norveç'e gittiler, ancak gittikten sonra öğrendiler ki Norveç'te düelloda rakibi öldürmek yasakmış. İki genç bu kez de İsveç'e geçmişler. Düello sona erdiğinde her ikisi de ölmek üzereyken aşık oldukları kız başka bir erkek bulmuş. Bu ikisi de öldükleriyle kalmışlar, vesaire, vesaire...."

İlginç insanlar yani İzlandalılar.

İzlandalılar kimdirler, kökleri nerededir diye sorarsanız, tek sözcükle Vikingler diyebiliriz.

Evet, İzlanda Norveç'den denize açılmış Vikinglerin kolonileştirdiği bir ada. İzlandaca ya da doğru değişiyle İzlandik de, eski bir Norveç diyalekti zaten.

İzlanda, kuş bakışı Avrupa ile Amerika'nın tam ortasında bir ada. Oldukça kuzeyde, kutup dairesinin hemen altında konumlanmış. Hem Jelena'nın, hem de benim, kuzey kutbuna en çok yaklaştığımız nokta. Tarihini henüz belirlemediğimiz Finlandiya'da bulunan Laponya gezimize kadar da öyle kalacak.

Adanın alanı neredeyse Britanya adası kadar, ancak nüfusu sadece üç yüz yirmi bin, ve bunların üçte ikisi de başkent Reykjavik'de yaşıyor.

Ülkenin en önemli geçim kaynağı balıkçılık.

İzlanda, enerji ihtiyacının önemli bir bölümünü jeotermal kaynaklardan karşılıyor. Yukarda anlattığım gibi, ayağınızı hızlıca yere vurunca topraktan sıcak su fışkırıyor. İzlandalılar bu sıcak suyu elektrik üretiminden ısınmaya kadar birçok yerde kullanıyorlar. Jeotermal sıcak suyun en güzel tarafı bedava olması. Kadı kızlık kusuru ise kükürt kokması. Bir duş alınca burnunuz düşüyor. Soğuk su ise buzullardan sağlanıyor. Bu su tatsız ve kokusuz.

İzlanda Birleşik Krallık ve ABD'li turistlerin gözde destinasyonu. İngilizce her yerde geçerli ancak İzlandik aksana alışmak biraz zaman alıyor.

İşte, bir nefeste, İzlanda böyle bir yer.

Güneşli bir Reykjavik sabahında Golden Circle (Altın Çember) turumuz Orta Atlantik Sırtı'na yaptığımız ziyaret ile başladı.

İzlanda'yı gelen hemen her turistin aldığı bu tur, adanın doğal güzelliklerimden en önemlilerini yarım ya da bir gün gibi kısa bir süre içerisinde ziyaretçilerine gösteriyor. Kısaca yolunuz düştüğünde kesinlikle kaçırmamanız gerekli bir aktivite.

Gullfoss
Golden Circle'ın ikinci durağı ise, yine gerçek bir dünya harikası olan Hvítá nehrinin üzerindeki Gullfoss, yanı Altın Şelale.

Şelaleye giden patikada yürümeye başladığınızda suyun gürültüsü ve havadaki nem, şelalenin boyutları hakkındaki ilk ipuçlarını veriyor. Biraz ilerlediğinizde ise Hvítá nehrini ve içinde aktığı kanyonu görebiliyorsunuz.

Şelaleye yaklaşıp suyun düştüğü noktayı görmene kadar, nehrin akarken birden bire kaybolduğu izlenimini alıyorsunuz. Suların düşmeye başladığı noktayı gördüğünüzde ise, şelalenin devasa boyutunu anlayabiliyorsunuz.

Sular önce dışbükey bir ark üzerinden on metre kadar yüksekten düşüyor, sonrasında bir merdivenin basamağı gibi, kısa bir düzlemin arkasından, yirmi metrelik bir yükseklikte daha büyük, ikinci bir şelale oluşturuyor.

Gullfoss
Nehirden akan suyun miktarı, beynimin algılama kapasitesini zorlamıştı. Gerçek anlamda bir su bulutu, şelalenin etrafını kaplıyor ve gözlerimizi açmamızı yada konuşmamızı neredeyse imkansız hale getiriyordu. Birçok noktada, fotoğraf makinesinin objektifi su damlalarıyla kaplanmadan tek bir fotoğrafı zar zor çekebilmiştim.

İzlandalılar, alanı ziyaretçiler için hazırlarken oldukça başarılı bir iş yapmışlar. Yollar, korkuluklar ve izleme platformları ortamın ambiantı içerisinde neredeyse görülmez durumda. Ziyaretçilerin güvenliği için gerekli uyarılar ve işaretlerin tümü bulunsa da, bunlar büyük bir başarıyla kamufle edilmiş. Kurgu-bilim tarzı metalik yürüme yolları ve yanıp sönen yeşil tahliye işaretleri yok, sizin anlayacağınız.

Bu dünya harikasına beş dakika uzaklıkta, Haukadalur isimli, bambaşka ve çok daha ilginç, ikinci bir dünya harikası yer var.

Haukadalur, jeotermal bir alan.
Haukadalur, jeotermal bir alan. Alçak bir tepe üzerine konumlanmış, kayalık bir yapısı var. Size, bir çaydanlığın üzerinde yürüyormuşsunuz izlenimini veriyor. Ortalık sıcak su birikintileri ile dolu ve her on beş-yirmi metrede bir yerden buharlar yükseliyor.

Yürümeye başlayalı bir iki dakika olmamıştı ki doğa ana, bize en görkemli, en ilginç gösterilerinden birini yaptı.

Bir su sütunu "puff" diye yerden fışkırdı ve yirmi metre kadar yükseldi. Ortalık bir anda su buharı ile kaplandı. Su sütunu, bir kaç saniye kadar daha fışkırdı ve kaybolup gitti.

Hayatımda ilk kez bir gayzer fışkırmasını canlı olarak görmüştüm.

İlk kez bir gayzer fışkırmasını görmüştüm
Strokkur İsimli bu gayzer, Haukadalur alanının en popüler gayzeri, çünkü hiç aksatmadan dört ile sekiz dakika arasında değişen aralıklarla fışkırıyor. Bu yüzden de, etrafında devamlı bir sonraki fışkırmayı bekleyen bir kalabalık oluşuyor. Bizim şansımıza, aynı anda dört kez üst üste fışkırdı. Rehberimiz, bunun pek olağan olmadığını söyledi.

Strokkur, Haukadalur'daki en tutarlısı ve en öngörülebileni olsa da, bu alandaki tek gayzer değil.

Geysir isimli başka bir gayzer var ki, Strokkur'dan daha azametli, ancak günde sadece bir kaç kez fışkırıyor ve bu fışkırmalar önceden öngörülemeyen zaman aralıklarında gerçekleşiyor.

Geysir biz oradayken fışkırmadı
Geysir, ne yazık ki, biz oradayken fışkırmadı.

İzlandalılar, parktaki her gayzer'in dibine, kayalarla aynı renkte bir plaketin üzerine isimlerini yazmışlar. Ben İzlandaca gayzer anlamına gelen geysir'i görünce, onun bir gayzer ismi olduğunu anlamadım ve "İyi ki gayzer yazmışsınız, yoksa ben sürahi zannedecektim", gibi ukalalık bile ettim.

Sonradan Geysir'in özel bir isim olduğunu anlamakla kalmadım, Avrupalıların gördüğü ilk gayzer olmasından dolayı, tüm dünya dillerine geçen gayzer sözcüğünün bu gayzerden kaynaklandığını öğrendim.

Bu buharlarla kaplı dünya dışı, mistik ortamda bir saat kadar kaldık. Her ikimiz de çok güzel zaman geçirip, yüzlerce fotoğraf çektik.

Tur esnasında otobüsle bir noktadan diğerine giderken İzlanda'nın kendine özgü jeolojik yapısını ve bitki örtüsünü yakından görme şansımız oldu.

Volkanik bir ada olmasından dolayı, kayalar ve hatta kumsallar siyah renkli. Düz alanda anlamsız bir şekilde yükselen tepeler mini volkanik fışkırma noktaları. Benzer bir yapıyı Kanarya Adalarından Tenerife'de de görmüştük.

Bitki örtüsü ise ağaç bakımından çok fakir. Buna şaşırmamak gerekir çünkü kuzey kutbunun bu kadar yakınında, kışın günler çok kısalıyor ve ağaçların ihtiyacı olan ışık yeterli miktarda ulaşmıyor.

İşin aslı, kuzey kutbunun bu kadar yakınında insanların yaşayabileceği bir bölge olması bile büyük şans. İzlanda, Gulf Stream (Ben öğrenciyken ders kitaplarında Golfistirim diye de geçerdi) isimli sıcak okyanus akıntısı ve jeotermal özelliği sayesinde yaşanabilir düzeylerde sıcaklıklara sahip olabilmiş.

Golden Circle turumuz bir kilise ziyareti ile sonlandı.

İzlanda da kiliseler çok sade. İçlerinde inançları gereği, estetik olarak güzel, gösterişli hiçbir şey yok. Bununla birlikte, kilisenin bulunduğu alan denizin kıyısında çok güzel bir konuma sahipti. Bol bol resim çektik ve güneşin batışını izledik.

İzlanda'da ilk günümüz işte böyle geçti arkadaşlar. Ancak gün henüz bitmiş sayılmazdı, çünkü geldiğimiz günün akşamı başladığımız çok önemli bir işi bitirmemiz gerekiyordu.

O da bir sonraki yazının konusu olsun...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...