25 Nisan 2014 Cuma

Normandiya, Sainte-Mère-Église

Normandiya çıkarması, 6 Haziran 1944'de, gece paraşütlerin inmesiyle başlamıştı. İşin güzeli paraşütler Normandiya'ya değil, Pas de Calais'ye (Pa dö Kale) iniyordu. Paraşütlerin ucunda da paraşütçüler değil, yere düştüklerinde patlayan kuklalar vardı. Anladığınız üzere, yanıltma harekatının bir parçası olarak Pas de Calais'ye inen paraşütçülerin raporları Alman karargahına gelmeye başlamıştı.

Hemen sonrasında 1000 kadar İngiliz uçağı, Normandiya sahilimdeki hedeflerini bombaladı.

Bu arada Sword (Sord) kumsalının gerisine, Pegasus köprüsü yakınlarına, görevleri köprüyü ele geçirmek olan İngiliz askerleri, bir planörle inmişti. Askerlerin komutanı İngiliz teğmen, tabancasıyla bir alman askerini vurdu. Bu Normandiya çıkarmasının ilk kurşunu, ve ölen ilk Alman askeriydi. Hemen sonrasında, bir Alman makineli tüfeği ateşlendi ve İngiliz teğmen de orada öldü. Bu da Müttefiklerin ilk kaybıydı.

İşgal başlamıştı...

On üç bin paraşütçü Normandiya içlerindeki hedeflerine indirilmişlerdi... Yada indirilmeye çalışılmışlardı.

Bir kere tüm sahil kalın bir bulut tabakasının altında kalmıştı. Pilotlar, gözle değil, bu günün otoyollarda hız denetimi yapan radarlardan bile ilkel radarlarla iniş noktalarını bulmaya çalışıyorlardı.

Sonuçta, göreceli olarak çok az paraşütçü önceden belirlenmiş hedeflerine inebildi.

İkincisi, uçakların bir bölümü telaştan, normalden hızlı uçuyorlardı. Birçok paraşütçü atladığında, rüzgarın şiddeti, silahlarını ve çantalarını üzerlerinden koparıp almıştı. Savaşa silahsız başlamak hiç de hoş değildi.

Atlantik savunmasından sorumlu Alman Mareşal Erwin Rommel (Ervin Romel), bölgedeki nehirlerin akışını engelleyip taşırmış ve normalde kuru olan bölgeler göl ve bataklık olmuştu. Paraşütçüler kara yerine suya düşünce boğulmuş yada boğulma tehlikesi geçirmişlerdi.

Amerikan paraşütlerinin komplike ayrılma mekanizması yüzünden kimi paraşütçüler suya düştüklerinde ağırlıklarını zamanında atamamışlardı. Paraşütleri tek bir kancayla ayrılabilen İngilizler biraz daha şanslıydılar,

Bu harekata Amerikan 82'nci ve 101'inci, İngiliz 1'inci ve 6'ncı paraşüt tümenleri katılıyordu.

Amerikan 82 ve 101'inci paraşüt tümenleri çok klas ve havalı tümenlerdir arkadaşlar. Bugün bile bu elit özelliklerini korurlar.

101'in görevi, bir iki köprüyü tahrip edip, Utah kumsalından gelecek tankların geçişini güvenceye almaktı.

82 ise sağ kanadı koruma ve yine bir iki köprüyü uçurma ile birlikte, Utah kumsalının biraz içerisinde önemli yolların kesiştiği. Stratejik bir nokta olan Sainte-Mère-Église (Sent Mer Eglis) kasabasını almakla görevlendirilmişti.

Sainte-Mère-Église aynı zamanda Normandiya sahilindeki savaş gezimizin ilk durağıydı.

Sainte-Mère-Église, Aziz Mère Kilisesi demek. Zaten kasabanın yarısı da işte bu koca, cazibeli kilise. Kilisenin önünde de koca bir meydan. Yakınlardaysanız ve zamanınız da olursa kilisenin içini mutlaka görün.

Çıkarma gününe geri dönersek, 6 Haziran 1944 gecesi, meydanın etrafında bir evde yangın çıkmıştı. Bütün halk ve Alman askerleri ayakta, zincir yapıp kuyudan doldurdukları kovalarla yangını söndürmeye çalışıyorlardı. Alevler geceyi gündüz gibi aydınlatmıştı.

Tam bu anda 82'nci tümenin paraşütçüleri inmeye başladı. Alman askerleri için sanki bir atış talimi fırsatıydı bu. Yangından dolayı aydınlanan gök yüzünde salınan paraşütçüler, Alman askerlerine mükemmel birer hedef olmuşlardı. Paraşütçüler yere inmeden, daha havadayken kurşunluyorlardı. Paraşütleri ağaçlara, direklere takılan askerler, daha kendilerini bağlardan kurtaramadan Alman kurşunlarına hedef olmuşlardı. Bir bölümü ise, doğrudan alevlerin içine inip yanmışlardı.

Sainte-Mère-Église Kilisesi
John Steele (Con Stiil) isimli paraşütçünün paraşütü, kilisenin kulesinine takılmıştı. Steele iki saat ölü taklidi yaparak çatışmayı seyretti. Sonrasında Almanlar paraşütünü keserken yaşadığını anladılar ve esir aldılar. Steele sonrasında kaçıp, kasabayı geri almak için mücadele eden Amerikan birliğene katıldı. Sonunda da kasabayı ele geçirdiler.

Böylece, Sainte-Mère-Église, Fransa'da kurtarılan ilk yerleşim merkezi ünvanını aldı.

The Longest Day (Dı Longıst Dey) filmi, 6 Haziran gecesi Sainte-Mère-Église'te geçen bu olayları çok güzel anlatır. Filimde kuleye asılı iki saat geçiren John Steele, devamlı çalan çanlar yüzünden işitme yetisini geçici olarak kaybeder. Ancak ben bunu Sainte-Mère-Église'le ilgili okuduklarımdan teyit edemedim.

Waco planörü
Bir başka rivayet de, paraşütçüleri getiren C-47 pilotunun, kasabadaki yangını atlama noktasının işaretlendiği meşalelerden biri diye düşünüp, paraşütçülere "atla" sinyali verdiğidir. Ancak, bunu da henüz doğrulayan bir kaynak bulamadım.

Bugün, o gecenin anısına, Sainte-Mère-Église'deki kilisenin kulesinde devamlı bir paraşütçü figürü asılı durur. Yine tam o gece yanan evin yerinde, Paraşütçülere ait bir müze bulunmakta.

Müzede bir C-47 Skytrain (Skaytreyn) uçağı, bir de Waco (Uako) Planörünü görebilirsiniz.

Müzeyi ziyaret ederseniz, mutlaka planöre bir dokunun. Bez kaplı kanat ve gövdeyi hissetmek ilginç gelecektir.

Paraşütçüleri getiren C-47 uçağı
C-47 uçağı ise, paraşütçüleri o gece Sainte-Mère-Église'e getiren uçağın ta kendisi. Hem de çok güzel bir mizansenle, zamanın araçları ve üniformalarını giymiş mankenlerle görüme sunulmuş.

Yan vitrinlerde ise İkinci Dünya Savaşının silahları, üniformaları gibi zamanın popüler malzemeleri sergileniyor. Bu günün standartlarında bile hızlı ve ölümcül olan gerçek bir Alman MG-42 ağır makineli tüfeğini, yada amerikan ordusunun standard makineli tüfeği Thomson'ı (Tamsın) görebilmek için bir fırsat. Ne yazık ki bu silahlara dokunamıyorsunuz. Müzenin dışında ise savaştan kalma kamyonlar, toplar, bir de Amerikalıların ünlü Sherman tankı var.

Kasabanın gerisi birkaç binadan ibaret. Bir de meraklıysanız yine İkinci Dünya Savaşı ve Paraşütçülerle ilgili askeri eşya satan dükkanlar var. Bu mağazalara girdiğinizde, eğer bu işlere ilgi duyuyorsanız, kendinizi darı ambarında zannetmeye başlıyorsunuz. Top, tüfek, süngü, miğfer, armalar, modeller, aklınıza gelebilecek her türlü askeri malzeme satılıyor. Biz ne yazık ki bir Paskalya tatilinde buradaydık ve sadece bir mağaza açıktı.

Sherman tankı
Bu dükkanların en popüler malzemesi ise bastığınızda klik-klak yapan teneke oyuncaklar - benim yaşlarımdaysanız, çocukluğumuzdan hatırlayabilirsiniz.

Bunlar, hemen çıkarma harekatı öncesi paraşütçülere verilmişti. Paraşütçüler, bu minik aleti, indikten sonra karanlıkta yada birbirlerini göremedikleri durumlarda, dost unsurları ayırabilmek için kullanıyorlardı. Bir klik, bir klik-klak'la cevaplanıyordu.

İşte bu aletlerin kopyalarından, fiyatları da ucuz olduğu için, her anne-baba çocuklarına birer tane satın almıştı. Böylece her gittiğiniz noktada, sabah akşam bu klik-klak sesini duyuyor, sinirleriniz bozuluyor ve yavaş yavaş nefret etmeye başlıyordunuz.

Sainte-Mère-Église'de kurtuluş anıtı dışında başka görülecek birşey yok.

Ben şahsen bu kurtuluş, şehitlik, yada diğer askeri olayların anısına yapılı anıtları hiç sevmiyorum. Bana sorarsanız, kişiler yada olayların anısını yaşatmak yerine, olayın yaşandığı bölgenin otantisitesini/orijinalliğini bozuyorlar. Ziyaretçilerin, deyimi yerindeysa "havaya girmelerini" engelliyorlar.

Auschwitz toplama kampında, binlerce Yahudinin katledildiği gaz odalarının yerinde bir anıt var. Eğer bu anıt yerine gaz odalarının bir reprodüksyonu yapılsaydı, insanlar bu acıyı daha fazla hissedip, bu trajedinin boyutunu daha iyi anlayabilirlerdi. Yine Omaha kumsalında abuk sabuk geometrik şekiller ve bayraklarla donanmış anıtlar yerine, günü hissettirebilecek tank engellerini, dikenli telleri koysalardı, oradaki askerlerin kahramanlığı daha fazla ortaya çıkabilirdi.

Bence tabii.. Bir gün Normandiya Valisi olursam, söz değiştireceğim :) Neyse, eğer görmek isterseniz, Sainte-Mère-Église'in Kurtuluş Anıtı, lop bir taş ve kilisenin hemen önünde duruyor.

Sainte-Mère-Église'i arkamızda bıraktığımızda, yavaş yavaş İkinci Dünya Savaşı'nın havasına girmeye başlamıştık. Ben, Jelena'yı baymamak için fazla konuşmamayı tercih etmişken, bu sefer o meraklanıp olayları sormaya başladı. Böylece, geyik yoğunlaştı ve ikimiz de savaşı daha fazla hissetmeye başladık.

24 Nisan 2014 Perşembe

Normandiya'ya Doğru

Tarihi muzafferler yazar derler ya, ne kadar doğru bir laftır. Hepimizin yıllardır izlediği filmler, okuduğu kitaplar, dinlediği hikayelerin hemen tümü İkinci Dünya Savaşını Müttefiklerin kazanması kadar normal birşey yokmuş, sanki bu bir alın yazısıymış gibi gösterir.

Çünkü müttefikler haklı, Almanlar kötüdür. Müttefikler kahraman, Almanlar ise çaresizdir. Churchill ve Roosevelt birer demokrasi kahramanı, Hitler ise bir diktatördür. Stalin ise bu bağlamda pek tartışılmaz ve kıyasa girmez. Çünkü Stalin ve yaptıkları, demokrasi ve özgürlük savaşçıları müttefikler tanımına pek uymaz.

Kısaca, Müttefiklerin savaşı kazanması zaten beklenen bir sonuçtur. Bu sonucu elde etmek ise sadece bir zaman meselesidir.

Tanrı hepimizi Hitler gibilerinden korusun. Hitler, tabii ki dünyanın gördüğü en zararlı varlıklardan biridir. Sorun burada değil. Bana sorarsanız, sorun, insanlara iyinin, haklının her zaman kazanacağını söylemek, onları buna inandırmakta.

İkinci dünya savaşı sırasında Alman ordusunun elindeki her silah, kullandığı her araç ve ülkenin teknolojik seviyesi, Müttefiklerin hepsinden daha ileri, daha üstündü. Hitler'in davası haklı olmasa da, ona inanan bir halkı, davası için gönülden savaşacak bir ordusu vardı.

Tanrı bizi korudu da, Almanlar savaşı kaybettiler.

Ancak müttefiklerin kazanması hepimizin inandırıldığı bariz üstünlüklerinden olmadı. Kazanmak ile kaybetmek arasındaki çizgi, bize söylendiğinden çok daha inceydi.

Normandiya çıkarması ise bu çizginin en çok inceldiği noktalardan biri oldu.

Normandiya çıkarmasına kadar Müttefik uçakları Alman ordusunu, endüstriyei tesislerini ve şehirlerini bombalıyor, Hitlerin savaşma gücünü zayıflatıyordu.

Ancak bir savaş tam anlamıyla karada kazanılır. Kara harekatı ise tatsızdır. Çünkü askerler ölür. Askerler ölünce de halk kızar. Bu yüzden politikacılar zorunlu kalmadıkça bir kara harekatına kalkışmazlar.

Normandiya öncesi Avrupa'da Amerika'nın fazlasıyla hoşnut olduğu bir durum vardı. Hitler'in aptallığı sonucu Rusya'ya açtığı savaş yüzünden görünen rakip Almanlar ve asıl rakip Ruslar birbirlerini yiyiyor, Ruslar, İngilizler savaş için gerekli tüm malları Amerika'ya para ödeyip alıyorlardı.

Stalin, ne biçim müttefiksiniz, beni yalnız başıma bıraktınız Almanlarla, savaşa girin, batıdan bir cephe açın diye kıçını yırtıyor, Roosevelt'de savaşa girmediği her gün Amerikalı askerler yerine Rus askerlerinin öldüğünün farkında, harekatı geciktirdikçe geciktiriyordu.

Kızmayın Amerikaya bu yüzden. İşin aslı, Avrupa'daki savaşta Amerikalılara pek giren, çıkan yoktu. Almanlar ABD'ye saldırmış değil. Fransızlar kendi ülkeleri için bile savaşmamış, niye ABD onlar için savaşsın, değil mi?

Ancak her şeyi tadında bırakmak gerekir. Eğer Ruslar, Almanları tek başına yenerse, bu kez Avrupa, Hitler isimli bir diktatör yerine, Stalin isimli bir diktatörün eline geçecekti. Geleceğin süper gücü ve Avrupa'da olacaklar üzerinde söz sahibi olmak istiyorsa ABD bir noktada artık seyretmeyi bırakıp, savaşa katılmak zorundaydı.

Kısaca adadan ana karaya atlayıp, yönü Almanya'ya çevirmek, hatta mümkünse Rusya'dn önce Almanya'ya girmek.

Her operasyona olduğu gibi batı Avrupa'da yapılacak bu işgale da bir isim bulundu, "Operation Overlord" (Opereyşın Ovırlord), anlamı ise bey, paşa, yani bir tür Kiziroğlu. Karışıklık olmasın diye belirtelim, Normandiya'ya yapılacak çıkarmanın ismi Overlord'un bir alt operasyonu olan "Operation Neptune" (Opereyşın Neptiun), yani Güneş'e en uzak gezegenin ismi (n'olur Plüto geyiği başlatmayın, bir Roman tanrısı diyelim sıkıntı varsa).

Sicilya ve İtalya, müttefikler için çok faydalı bir çıkarma harekatı deneyimi olmuştu. Benzeri bir harekatı, kapsamı kat be kat büyük de olsa Fransa'nın Atlas Okyanusu sahillerinde tekrarlayacaklardı.

Bütün kuvvetlerini İngiltere'ye yığdılar. Artık iş sadece çıkarmanın yapılacağı sahili belirlemeye kalmıştı.

Britanya, jeolojik olarak Fransa'nın kuzeyinden kopmuş bir adadır. Bu yüzden, adanın hemen hemen tüm güney kıyısının karşısında, Fransa'ya ait bir kıyı bulunur.

Bu iki kara parçasının birbirine en yakın olduğu nokta ise Fransa'nın Pas de Calais (Pa dö Kale) bölgesidir. Avrupa'ya İngiltere'den çıkarma işine kalkan her aklı selim adamın da aklına gelen ilk çıkarma noktası da haliyle burası olur.

Ancak savaş sürpriz işidir. En barizi yapmak yerine, zor da olsa düşmanı beklemediği bir yerden vurursunuz.

Sürprizin önemini düşmanınız da bildiğinden, sizin sürpriz yapacağınızı düşünüp, tedbirini en olası değil de daha az olası bölgelerde alır.

Siz de düşmanınızın sizden sürpriz bekleyip, kuvvetlerini az olasılıklı yerlere kaydıracağını düşüneceğiniz için, bu kez onu en olası noktadan vurursunuz :)

Yani p eşit değildir q'ya. Bu işin mantığı olmaz.

Ancak saldırıya hazırlanan düşmanınız, en başarılı generalini bu saldırı olasılığı en yüksek noktaya göndermiş, onun emrine binlerce tanklı, toplu koca bir ordu vermişse ve her saat binlerce radyo mesajı gidip geliyorsa, demek ki bunlar bariz de olsa, beni buradan vuracak dersiniz.

Gerçekten de Afrika'da ve İtalya'da Almanların tozunu atan General George Patron (Corc Petın), Pas de Calais'nin tam karşısınaki Kent ve Sussex kentlerinde tezgahını kurmuştu.

Emrinde de Amerikan Birinci Ordusu bulunuyordu.

Alman keşif uçakları ve istihbaratı binlerce tankın, kamyonun fotoğrafını çekmişti. İngilizce tercümanlar gece gündüz radyo mesajlarını Almanca'ya çeviriyorlardı.

Demek işin sürprizi falan kalmamıştı. Müttefikler Pas de Calais'den vuracaklardı.

Almanlar da bunu görüp, kuvvetlerinin büyük bölümünü Pas de Calais'ye kaydırdılar.

Ancak Atlantik savunmasından sorumlu Mareşal Erwin Rommel (Ervin Romel) kolayca atlatılabilecek bir adam değildi. Pas de Calais dışımdaki olası çıkarma noktalarını da boş bırakmamıştı. Normandiya dahil bütün sahilleri gezmiş, savunma planlarını şahsen yapmış yada denetlemişti.

İşin komiği, tüm bu mizansende gerçek olan tek unsur General Patton'dı. Geri kalan her şey sahteydi. Birinci ordu bir hayalet orduydu. Tanklar, toplar hep şişme plastikten yapılmıştı. Bütün radyo ve evrak trafiği de istihbarat servislerinin işiydi.

Patton'un bu işe hayli bozulduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Bir savaş tutkunu olan Patton, geçmişte tarihin önemli savaşlarını reenkarinasyon sonrası değişik komutanların kimliği ile kendisinin yaptığına inanmış biriydi. Savaşmak yerine bir yanıltma operasyonunun başrolünü oynamak, onun gibi bir asker için kabul edilebilir birşey değildi. Kader işte...

Çıkarma için aslında seçilen bölge Normandiya olmuştu. Britanya adasına Pas de Calais kadar yakın olmasa da, çok uzak da sayılmazdı.

Normandiya sahili doğu-batı doğrultusunda uzanır. Çıkarmanın planlaması yapılırken bu sahil beş bölüme ayrılmış, ve batıdan doğuya bu bölümlere Utah (Yutah), Omaha, Gold, Juno (Cuno) ve Sword (Sord) isimleri verilmişti.

Plana göre Omaha ve Utah kumsallarına Amerikalılar, Gold ve Sword kumsallarına İngilizler, Juno kumsalına ise Kanadalılar çıkacaktı.

Size bir fikir vermesi açısından, Omaha kumsalının bir ucumdan diğerine yürümek bir saatimizi almıştı. Yine Omaha ve Gold kumsalı arasındakı yolun uzunluğu otuz kilometre. Sword kumsalının üzerinde de dört tane köy var. Ne kumsallar küçük, ne de aralarındaki mesafeler kısa yani.

Çıkarma yapılacak bu kumsallar da kendi içlerinde yirmi dört sektöre ayrılmıştı. Omaha kumsalının en batısındaki ilk sektörün kodu "A", Sword kumsalındaki son sektörün kodu da "R" olarak belirlenmişti. Olaya Utah kumsalı da sonradan dahil olunca bu sıralamaya sekiz sektör daha eklenmişti. Her sektör kendi içinde "Green" (Griin-Yeşil), "Red" (Red-Kırmızı) ve "White" (Uayt-Beyaz) isimli alt kumsallara bölünmüştü.

Bu sektörlere çıkacak birlikler de gayri-resmi olarak aynı kodlarla isimlendirilmişti. Filmlerde dikkat ettiyseniz "Dog Company" (Dog Kampıni), "Easy Company" (İyzi Kampıni) falan diye duyarsınız. Bu Able *Eybıl), Baker (Beykır), Charlie (Çarli), Dog, Easy, Fox (Foks), vesaire o zaman kullanılan fonetik kodlamada baş harfleri olan A, B, C, D, E, F, vesaireye, denk gelir. Örneğin Dog Green, D-Yeşil Sektörüne çıkacak birliklerdir.

Bir de her yerde Able, Dog, Easy Sektörlerinden bahsedilirken, çok az, mesela Queen (Kuiin) Sektöründen bahsedildiğini duyarsınız. Bunun bir nedeni Queen Sektörünün İngiliz olması ve Holywood'un ilgi alanı dışında kalması olsa da, asıl nedeni, Amerikalıların alfabenin ilk harfli sektörlerinin bulunduğu Omaha Kumsalında işleri karıştırmasıdır. Hollywood'un da katkısıyla ABD nerede işleri eline yüzüne bulaştırırsa, oradan bol bol hikaye ve kahraman çıkar.

Son bir not. Bu birlik isimleriyle kumsal sektörlerinin eşleşmesi sadece çıkarma zamanı için geçerlidir. Başka bir bölgedeki savaşta duyduğunuz Dog Company, Omaha kumsalında D Sektöründe karaya çıkması planlanan birlik olmayabilir.

Çıkarma harekatı sadece kumsallarla sınırlı değildi.

Denizden gelen kuvvetlerle birlikte, bir diğer önemli unsur paraşütle inecek askerler, yani Airborne (Eyirborn) birlikleriydi. Asıl kuvvet denizden gelecek olsa da paraşütçü birlikler köprüler yada yollar gibi stratejik noktaları ele geçirecek, çıkarma sonrası değişik noktalardan karaya çıkan birliklerin bir araya gelmelerini sağlayacaklardı.

O zamanlar henüz helikopterler kullanılmadığından, savaş malzemeleri ve paraşütçü olmayan askerler planörlerle indiriliyordu. Binlerce planör bu devasa lojistik harekat için imal edilmiş, İngiltere'nin güneyindeki hava üslerine dağıtılmıştı.

Yüzbinlerce asker Staging Area (Steycing Eyriya) adı verilen bekleme bölgelerinde savaşı sürdürmek için gerekli araç, yiyecek, giyecek ve diğer malzemelerle birlikte büyük gün için hazırlanmıştı.

Herkes artık bir tek şeyi bekliyordu.

Biraz iyi hava!

22 Nisan 2014 Salı

Size Bu Satırları...

Haydi, hayatımıza biraz değişiklik getirelim ve yazımıza bu kez biraz afillice başlayalım. Hani büyük, ünlü ve aynı zamanda önemli yazarlar konuya girerken "Size bu satırları Leman gölünün kıyısından yazıyorum...", yada "Siz bu satırları okurken, ben bir şişe rakının içinde boğulmuş olacağım.." falan derler ya... Buna benzer bir başlangıç var aklımda işte.

"Size bu satırları..."

Nasıl melodramatik geliyor kulağa değil mi?

Yazmayanı yiyiyim. Koy gitsin...

Size de bu satırları bir kadeh Bordeaux (Bordo) şarabının eşliğinde, Honfleur'de, bir otel odasından yazıyorum.

Şimdi Honfleur neresi, orada ne işin var falan diye haklı olarak soracaksınız. Eğer olaya biraz da dikkatli ve kritik bakarsanız, daha da haklı olarak Bordeaux'nun Türkçe okunuşunu Bordo diye yazdın da Honfleur'ü niye yazmadın diye de merak edebilirsiniz.

Ne yapalım, yazıya, öyle "Bir şişe Bordeaux şarabı..." diye başlayınca olaya ortadan girmiş olduk. Girizgahı tam yapamadığımızdan konu da haliyle biraz havada kaldı. Eski bir arkadaşın deyişiyle "Bir cümlede o kadar fazla pencere açtım ki, hangisine bakacağınızı şaşırdınız.". Hattızatında, İngilizce'den çevrilmiş bu deyiş bile tam gediğine oturmadı, farkındayım...

Derin bir nefes alıp olayı toparlayalım.

Bir kere ne diye hıyarca yabancı kelimelerin Türkçe okunuşunu yazıyorum, oradan başlayalım.

Çünkü önemli olduğunu düşünüyorum.

CNN'in Türkiye muhabiri Ivan Watson'ın Tayyip Erdoğan'ın soyadını nasıl doğru telaffuz ettiğine dikkat ettiniz mi? Adam yumuşak g'yi hakkıyla telaffuz ediyor. Bu yumuşak g fenomeni sadece Türkçemizde vardır arkadaşlar ve yabancılar bu harfi çok zor anlarlar. Ivan, niye bunca zahmete girip doğrusunu öğrenmiş diye sorarsanız... Çünkü önem veriyor.

ABD büyükelçisi Ricciardone Söyleşilerini Türkçe yapıyor, Birleşik Krallık büyükelçisi Moore de aynı şekilde. Geçenlerde Ricciardone'yi Riçardone diye okuyorlar ama İngilizcede o "ç" okunuşunu göremiyorum diye yazacak oldum, hemen birisi cart diye geçirdi, "İsmin kökeni İtalyanca, doğru okunuşu Riçardone." şeklinde.

Yabancı kanallarda İngilizce konuşan Türklerin söylediklerini İngilizce altyazıyla veriyorlar. Çok aşağılayıcı olsa da ne yazık ki gerçek.

Yabancı sözcüklerin doğru telaffuzu önemli yani. İşte ben kulunuz da bu nedenle, karınca kararınca, yabancı sözcüklerin, fonetik olarak tam doğrusu olmasa da! Türkçe yazımıyla telaffuzlarını koymaya çalışıyorum. Bu hareketimin "kıl olunabilirliğinin" farkındayım, ancak lütfen kıl olmayın. Gerçekten kötü bir niyetim yok.

Yine dağıldık gidiyoruz. Nerden açıldı bu konu?

Honfleur'den....

Daha doğrusu niye bu sözcüğün Türkçe okunuşunu yazmadığımdan. Hatta bunca gereksiz gevezelikten sonra Honfleur konusunun nasıl geçtiğini bile unutmuş olmanız normaldir, o yüzden hatırlatayım. Hani "Size bu satırları Honfleur'den, bir kadeh Bordeaux şarabıyla birlikte yazıyorum." diye melodramatik bir giriş yapmıştım ya... Oradan.

Honfleur, Anflöğğğ diye okunuyor. Bir nevi Hülooğğğ gibi yani. Fransızca'daki "r" 'nin "ğğğğ" şeklindeki okunuşuna takılmadığımdan, yukarda, parantez içinde yazmış olsaydım, Anflör derdim.

Niye Hanflör değil de Anflör diye sorarsanız da, "h" harfi Fransızcada "mute" olan bir harftir. Varlığı yada yokluğu, sözcüklerin okunuşunu değiştirmez. Bu yüzdendir bütün dünya "Hotel" derken, biz bu sözcüğü Fransızca'dan arakladığımız için "Otel" deriz.

Honfleur, Fransa'nın Normandiya bölgesinde bir kent. Normandiya ise Fransa'nın kuzey batısında, hemen İngiltere'nin karşısında bulunmakta.

Normandiya eski bir dükalık. İsminden de anlaşılacağı üzere bu bölgede yaşayan insanlara Norman deniyor. Normanlar ise Vikingler, Keltler ve Galyalılar'ın karışımı bir halk. Her ne kadar, çizgi romandaki köyleri Normandiya'nın komşusu Britanya'da olsa da, Normanlar halk olarak Asteriks ve Hopdediks'in hemşerileri. Yine karışıklığı önleme bakımımdan Britanya, Fransa'da bir bölge, Büyük Britanya yani dilimizdeki İngiltere ile karışmaması bakımından belirtelim.

Normandiya mesela elma'dan yapılan Calvados (Kalvados) konyağının yapıldığı bölge. Hadi yine doğruluk açısından dilimize bir içki türü olarak geçen Konyak kelimesinin aslında bir içki türü değil, aynı isimli bölgede yapılan brandy'nin (brendi) ismi olduğunu söyleyelim. Yani Calvados bir konyak değil, doğru söylemiyle bir brandy'dir.

Ancak Normandiya dendiğinde herkesin aklına Calvados konyağı değil, İkinci Dünya Savaşı'nın dönüm noktası olan müttefik çıkarması gelir.

Çok üzücü birşey bence, bu cennetten bir parça bölgeyi, savaşla özdeştiştirmek. Herkes, Normandiya'ya gittiğinde, tanklar, toplar, mezarlıklar göreceğini düşünüyor - ve aslında tüm bunları da görüyor, ancak Normandiya bütün bu savaş mevzusu olmasaydı da, rahatlıkla gezilip görülmesi gereken bir yer olacaktı.

Daha da fazlası, bence bu savaş ağırlıklı tarihi, bölgenin doğal güzelliğini gölgelemiş.

Bu savaş konusuna sonraki yazılarda geleceğiz, ancak en azından bu yazı süresince, bu tatsız konuyu bir kenara bırakalım ve size Normandiya'yı savaş'ı karıştırmadan anlatmaya çalışayım.

Normandiya yolculuğumuza sabah saat altı'da başladık ve ilk durağımız Honfleur"e akşam saat dört'te ulaştık. Rotamız bizi ilk olarak İsviçre-Fransa sınırımdaki Valorbe (Valorb) kemtine, oradan Besançon'a (Bezanson), sonrasında Burgonya, Paris, ve Rouen (Ru'an) yoluyla da Honfleur'e getirdi.

Bütün Fransayı çaprazlamasına geçen oldukça uzun bir yol bu arkadaşlar. Bir günde araba ile gidilebilecek menzilin sınırlarında bir uzaklık. Neyse ki, şoförlüğü Jelena ile paylaştık ve dinlenmek için durmamıza gerek kalmadı. Jelena bir de arabayı yiyecek ve içecekle doldurmuştu. O yüzden yemek için de vakit kaybetmedik ve Paris'ten çıkıştaki iki saatlik tıkalı trafiğe rağmen, saat dört gibi Honfleur'e ulaşabildik.

Köpeğimiz Koni de bu yolculukta bizimle birlikteydi. Ağır bir hastalık geçirmişti ve Jelena'da, ben de, bir ara yaşayacağından umudumuzu kesmiştik. Neyse ki sağlığına kavuştu ve veterinerin de onayından sonra bizle gelebildi. Koni çok sever bizim gezilerimizi. Biz de arabayla gittiğimiz her yere götürürüz onu.

Honfleur'deki otelimiz
Honfleur'deki otelimiz Auberge (Oberj) denilen, bizim eski han'ların karşılığı bir konaklama yeriydi. Yani bir resepsiyonu bile olmayan, aslen insanların yemek için geldikleri ancak isterlerse bir oda kiralayıp, kısa bir süre kalabildikleri bir yer.

Avrupa'da çok popülerdir bu hanlar. Bizdeki ucuz ancak temiz olmayan oteller, yada Amerikan filmlerinde sadece yatağın sağlamlığının önemli olduğu moteller gibi tatsız yerler değil, aslında çok temiz, cazibeli ve sıcak mekanlardır.

Öyle kimsin, nesin, pasaport, kimlik, kredi kartı, depozit, idrar tahlili, doğum sertifikası falan demeden anahtarımızı alıp odamıza çıkmıştık bile. Koni'yi odada bırakıp hemen düştük yola. Şehir merkezine bir kilometreden kısa bir uzaklıktaydık. İki kelam edemeden, kendimizi şehrin göbeğinde bulduk.

Fransa, zaten dünyanın en güzel ülkelerinden biri, hatta belki de en güzelidir. O yüzden Honfleur için çok güzeldi dersem sürpriz olmayacaktır. Ancak Honfleür tarzı bir kenti Fransa'da ilk kez gördüğümü söyleyebilirim.

Mimari
Yapılar o kadar İngiliz-vari ki, neredeyse farkında olmadan Manş'ı mı geçtim diyor insan. Her ne kadar Birleşik Krallığı henüz ziyaret etmemiş olsam da BBC sağolsun, İngiliz Mimarisi üzerina karşılaştırma yapabiliyorum.

Koyu renkli tuğla/taş yüzleri ve siyah çatıları ile Normandiya tarzı taş binaların arasına serpiştirilmiş bu İngiliz tarzı yapılar, kente kendine özgü, çok cazibeli bir görünüm sağlamış. O kadar ilginç gelmişti ki, oldukça uzun bir süre etrafımı seyrettim.

Hanfleur Limanı
Kısa bir yürüyüş bizi Honfleur'ün en bilinen ve en cazibeli bölümüne getirdi.

Liman.

Honfleur'ün limanı şimdiye kadar gördüğüm en güzel limanlardan biri. Eski görünümünü korusa da halen aktif olarak kullanılmakta. Bu günlerde daha ziyada biraz kalbur-üstü yatların park yeri bir marina'ya dönüşmüş ancak eskiden büyük ölçekte ticaret için kullanılıyormuş.

İşin aslı, bu liman, kentin varoluş sebeplerinden biri.

Onbirinci yüzyılda yapılmış, onikinci yüzyılda da İngiltere'ye giden mallar için bir geçiş noktası olmuş. Yüzyıl savaşları boyunca Fransız ve İngilizler arasında birkaç kez el değiştirmiş ve savaşın sonunda artan ticaret sayesinde büyümüş. Onaltıncı yüzyılın başında ise Kanada, Afrika ve Azor adalarıyla yapılan ticaret sonucunda daha da zenginleşmiş.

Bugün, bölgenin ticareti, Honfleur yerine Le Havre (Lö Avr) kentindeki limandan yapılmakta.

Limanın girişindeki taş yapı
Liman bir koy içerisinde kurulu. Girişinde çok güzel, depo olduğunu düşündüğüm eski, taş bir yapı var. Bu yapının hemen yanına da eski iki tekne demirlemiş. Koyun etrafında ise rengarenk tarihi binalar. Zamanında birçok ressamın ilham kaynağı, bu sebeple de uğrak yeri olmuş bu güzelim liman.

Limandan içerilere girince sanki zaman tünelinden geçiyor ve kendinizi birkaç yüz yıl geçmişte buluyorsunuz. Kahverengi taş binalar, maviden kırmızıya rengarenk kapı, pencere ve panjurlar, Arnavut kaldırımlarını hatırlatan kaldırımlar, eski sokak lambaları, çitler ve bahçeler. Sanki bir ortaçağ filminin seti.

Yine Honfleur'ün merkezinde birbirinden güzel kiliseler var, benim en çok ilgimi çeken ise, merkezin biraz dışındaki Église Saint-Léonard (St. Leonard Kilisesi) oldu. Bu kilise, benim gördüğüm, duvarlarında fresk olan nadir Katolik kiliselerinden.

Normandiya, Orta Avrupa saatinde olsa da bir saat gerideki İngiltere yada Portekiz'le neredeyse aynı boylamda, o yüzden güneşin batması Nisan ayında bile saat dokuzu buluyor.

Rotamızı otele çevirdiğimizde saat ilerlemiş olsa da hala gün ışığı vardı. İkimizin de bir yere gidip, birşeyler içmeye mecalimiz kalmamıştı.

Bir markete girdik, ve hem Fransa'da olup, hem de Bordeaux'ya göreceli olarak yakın olmanın avantajını kullanarak, normalde bir restoranda otuz-kırk yuro ödeyeceğiniz bir şarabı birkaç yuro ödeyip satın aldık ve odamıza çıktık.

İşte hem size bu satırları yazıyor, hem de bu naçizane ucuz, "lokal" şarabın tadını çıkarıyorum.

Santé!

Ertesi sabah gün ışırken "çek-aut" yapıp yola çıktık. Bu kez arabayla Honfleur'ün limanından geçiyorduk. Sabah güneşi limanı o kadar güzel aydınlatmıştı ki, binaların tüm renkleri, bütün canlılıklarıyla ortaya çıkmıştı. Hemen kenara çekip, fotoğraf makinesini kaptım ve limanın çevresinde bir tur attım.

Resimler mükemmel olmuştu ancak beni beklerken, Jelena pazarcılarla kavga etmiş, arabayı ilerde bir yere çekmek zorunda kalmıştı.

Arabaya atlayıp Honfleur'ü geride bıraktık ve onbeş kilometrelik, olabildiğince "scenic" yani güzel manzaralı bir yolda gittikten sonra Normandiya'daki ikinci durağımıza ulaştık.

Deauville (Dovil), tam anlamıyla jetset, snob, ukala, bir o kadar da şatafatlı, ışıltılı, zengin bir kent. Fransız aristokrasisinin günümüzde pek bilinmeyen ancak geçmiş günlerde çok ünlü olan toplanma noktası. Cannes, Saint-Tropez, Monte-Carlo gibi Güney-Fransa kentlerinin popüler olmasından çok önce "in" olan Deauville, hala cazibesini koruyan bir kent.

Deauville'in ünlü şemsiyeli kumsalı
Uçsuz, bucaksız bir kumsal ve bu kumsalın etrafında çoğunluğu ahşap bir yaya yolu. Bu yoldan yürürken abartılı bahçelerden zar zor görünen lüks villalarla karşılaşıyorsunuz.

Plajın tam ortasında ise ünlü Normandiya Oteli ve bir sıra plaj kabinesiyle karşılaşıyorsunuz. Bu kabineler öyle abbas kabineler değil tabii. Herbirinin girişinde o kabineyi zamanında kimin kullandığı yazılı. Danny Glover'dan Steven Spielberg'e kadar bir dolu tanıdık isim var.

Kentin merkezinde ise açıkta çok kayda değer birşey yok. Deauville, çoğunlukla bol paralı ünlülerin özel hayatlarını geçirmeleri için varolmuş bir kent. Benzetmek gerekirse, Holywood'dan daha çok bir Beverly Hills yada Bel Air konumunda bir yer.

Ünlülere ayrılmış kabinler
Ancak Deauville denince akla ilk olarak çok önemli bir isim gelir. Gabrielle Bonheur Chasnel.

Yada bilinen adıyla Coco Chanel (Koko Şanel).

Deauville kenti, bu yirminci yüzyılın ünlü kadın figürünün hayatımda önemli bir rol oynamıştır.

Chanel, 1883'de, Saumur (Somur) kentinde, çamaşırcılık yapan bir anne ve nikahsız yaşadığı işportacılık yapan babadan bir çocuk. Aile bir gecekonduda yaşarken, baba şehir şehir gezip, pazarlarda elbise satmaya çalışıyormuş.

Chanel, doğumunun sonrasında nüfusa kaydolurken, anne hastayım diye, baba da seyahat ediyorum diye mazeret gösterip gelmemişler. Nüfus memuru da baktı ki ilgilenen yok, salla gitsin demiş, arada da Chanel'in soyadını "Chasnel" diye yanlış yazmış.

Baba, sonrasında annenin ailesinin n'olur evlen diye para vermesi sonucunda resmi nıkaha razı olmuş ve Chanel'in doğumundan kısa bir süre sonra evlenmişler.

İlerleyen yıllarda anne biri çok genç yaşta hayatını kaybeden beş çocuk daha yapmış ve sonrasında, Chanel daha beş yaşındayken bronşit'ten ölmüş. Başka bir deyişle, hayatının son beş senesinin herbirine bir çocuk sığdırmış.

Anne ölünce baba iki erkek çocuğu çiftliklerde işçi olarak çalışmaya, Chanel dahil üç kızı da Corrèze'de (Korez) bir manastıra göndermiş. Bu manastırda, rahibeler Chanel'e, ileride hayatının temeli olacak dikişi öğretmişler.

Chanel sekiz yaşına geldiğinde, bu yaşta artık burada kalamazsın diyerek manastırdan çıkarmışlar, o da Moulins (Mulen) kentinde, Katolik kadınların barındığı yurt benzeri bir eve taşınmış.

Manastırda öğrendiği dikiş sayesinde terzi olarak çalışmış, ek iş olarak da pavyonlarda şarkı söylemeye başlamış. Coco lakabının da sık söylediği "Ko Ko Ri Ko" - evet, bizim kukuriku, ve "Qui qu'a vu Coco" isimli iki şarkıdan geldiği düşünülüyor.

Ona sorduklarında, Coco'nun Fransızcada "metres" anlamına gelen "cocotte" (kokot) sözcüğününden türediğini söylemiş. Lakabına mistik ve cinsel bir boyut getiriyor bu açıklama tabii. Ancak Chanel'in geçmişini saklamak için uydurduğu hikayeler de dikkate alındığında, şarkı ismi teorileri biraz daha doğru görünüyor bence.

Chanel'in bir sonraki durağı Vichy (Vişi) kenti olmuş. Burada şarkıcılık kariyerinde ilerlemeye çalışmış, ancak cazibesi ile izleyenleri etkilese de, sesi aynı düzeyde etki gösteremediğinden doğru düzgün sahne alamamış.

Chanel bu aşamada hayatını Vichy'nin ünlü olduğu maden sularını dağıtarak kazanmış.

Moulins'e geri döndüğünde artık sahnede bir geleceğinin olmadığını görmüş, hayatını başka bir şekilde kazanması gerektiğini anlamış.

Chanel'in hayatını kazanmak için benimsediği yeni yöntem herkes tarafından bilinse de, pek açıkça söylenmez. Yaşamının bu dönemini, kibar biyografistler "Chanel Etienne Balsan'la (Etiyen Balzan) bir arada oldu. Sonrasında Chanel Etienne Balsan'ın arkadaşı Arthur Capel (Artur Keypıl) ile bir ilişkisi oldu. Arthur Capel, Chanel'e moda tasarımı işinde yardımcı oldu..." falan diye geçiştirirler.

İşin gerçeği tabii ki bu kadar masum değil. Chanel'in kendisi bile bile birçok kez bu ilişkilerinin kapsamını açıkça dile getirmişti.

İşin aslına dönersek Etienne Balsan varlıklı bir Fransızdı ve Chanel onun metresi, ya da kibar deyişiyle "kız arkadaşı" olmuştu. Chanel, Etienne'le yaşamında ilk defa lüks ve ışıltıyla tanışmıştı. Elbiseler, mücevherler, partiler, bildiğiniz şeyler yani...

Arthur Capel ise Etienne'in arkadaşıydı ve daha da önemlisi Etienne'den daha varlıklıydı. Chanel, derhal Etienne'i salladı ve Arthur'la birlikte oldu

İşte Chanel'in kariyerindeki dönüm noktalarından biri de bu ilişkisidir.

Arthur, Chanel'i Paris'te bir daireye yerleştirdi ve ona bir de şapka dükkanı açtı.

Chanel ve Arthur, Deauville'de sıkça birlikte zaman geçiriyorlardı. İlişkileri ise dokuz yıl sürüp, biraz romans koksa da, işin aslı ikisi de birbirlerine sadık değillerdi. Arthur zaten soylu bir İngiliz kadın bulup evlendi, sonra da bir araba kazasında öldü.

Chanel, daha Etienne'le birlikteyken şapkalarını tasarlıyordu. Bu tasarımların ünlenmesi ise tiyatro oyuncusu Gabrielle Dorziat'nın (Gabriel Dorzia) bu şapkaları önce Bel Ami sonra da diğer oyunlarında sergilemesi ile gerçekleşti.

Chanel'i Chanel yapan hamlesi ise, parasını tabii ki Arthur'un verdiği, Deauville'de açtığı mağaza oldu. Chanel bu mağazada ilk kez giysi tasarımlayıp satmaya başladı.

Kendi dizaynı bir elbiseyi giydiği soğuk bir günde üşüyüp, üzerine yine kendi dizaynı uzun kollu eski bir bluz'u geçirmişti. Bu bluz o kadar ilgi topladı ki, herkes nereden aldığını sordu. Chanel de eğer isterlerse kendilerine birer tane hazırlayabileceğini söyledi.

Sonrasında sorduklarında Chanel "My fortune is built on that old jersey that I’d put on because it was cold in Deauville.”, yani "Bütün kısmetim Deauville'de, hava soğuk diye üzerime geçirdiğim o eski bluz üzerine kurulu." demiştir.

İşte Chanel ve Deauville in hikayesi.

Chanel aynı başarıyı tekrarlamak amacıyla bir mağaza da Bask bölgesi yakınlarındaki Biarritz kentinde açtı. Bu mağaza da fazlasıyla başarılı oldu. Hatta, Chanel, Arthur'a yatırdığı parayı geri bile verdi. Chanel bu arada bir Rus soylusu olan Dük Dmitri Pavloviç ile de bir ilişkiye girdi.

Chanel artık bir couturiere (kütürier), yani tescilli bir modacı olmuştu.

Chanel'in 1920'lerdeki hamlesi, ilk defa kendi ismini kullandığı Chanel No. 5 parfümü oldu. Sonrasında - kadınlar daha iyi bilir tabii, ben görsem de tanımam, renksiz ceketiyle ünlü Chanel elbisesini tasarladı.

Chanel'in başarısı, kadınları korse gibi rahatsız giyisilerden kurtarıp, günlük, rahat, kullanışlı giysiler tasarlamasındaydı.

Söylemeye bile gerek yok herhalde, bu hanım kızımızın çok "aktif" ve bir o kadar da "renkli" bir aşk hayatı vardı. Dükler, iş adamları, nazi subayları, vesaire, vesaire.

Az biraz da faşist tarafı vardı Chanel'in. Nazi'lerin Yahudilere karşı hareketini açık olarak desteklemiş, işgal süresince bir Nazi subayı ile uzun bir ilişki yaşamış ve rivayete göre de Almanya hesabına casusluk da yapmıştı.

Fransız direnişi savaş sonrası onu sorguya çekse de hakkında resmi olarak bir suçlama yapılmadı.

Normaldir Avrupa'da böyle şeyler.

Ünlü bir büyüğümüzün de dediği üzere, dün dündür, bugün de bugün. N'olur, bir Naziyle ilişki kurup, üç beş önemli bilgiyi sızdırdıysa? Artık ünlü ve Fransa'nın bir sembolü, reklam kaynağı. Hattızatında Fransız direnişine üye kadınlar da Nazi subaylarıyla yatmadılar mı? Onlar da Nazi'lerden bilgi sızdırdılar zaten, ödeşmiş oldular değil mi?

İşte böyle.

Normandiya'dan savaş, barut, top, tüfek demeden anlatacaklarım bu kadar.

Hem Honfleur, hem de Deauville cennetten birer köşe arkadaşlar. Benim kalbim tabii ki Honfleur'le. Bu küçük kent o kadar güzel ki yüzlerce kez ziyaret edebilirim. Deauville, bana göre biraz fazla ışıltılı, ancak yine de görülmeye değer.

Sadece bu iki kenti görmek için buralara gelinir mi sorusuna çok emin bir evet diyemeyeceğim. Öyle Paris, Eyfel Kulesi, Empire State Building turistiyseniz gelmeyin derim, biraz hayal kırıklığı olabilir. Ancak gizli mücevherleri bulmaktan hoşlanan bir gezi zevkiniz varsa bu iki kent için özel bir gezi sizi mutlu edecektir.

Ancak eğer yüz kilometre yakınında iseniz, bu bölgeyi görmemek kriminal sayılır.

Kalın sağlıcakla.

13 Nisan 2014 Pazar

İkinci Dünya Savaşı 101

İkinci Dünya Savaşı, Adolf Hitler Almanyasının 1 Eylül 1939 tarihinde Polonya'ya saldırmasıyla başlamıştı. Avrupa'yı Hitler'le aralarında bölüşmüş olan Ruslar ise 17 Eylül'de, Polonya'ya doğudan girdiler.

İngiltere ve Fransa, derhal Polonya'nın yanında yerlerini alıp, Almanya'ya savaş ilan ettiler. Ancak, savaş ilan etmiş olsalar da her nedense savaşmayı seçmediler. İşin aslı, kimse Almanya'nın ayağına basmak istemedi ve Polonya'ya yardım etmedi. Huyudur Avrupa'nın, biraz seçicidirler sözlerini yerine getirirken.

Hitler'in Panzer tankları ve Stuka pike bombardıman uçakları karşısında Polonya ordusunun atlı süvarilerinin direnme şansı yoktu. 27 Eylül'de, yani bir aydan az bir süre sonra Polonya, Almanya'ya kayıtsız, şartsız teslim oldu.

Almanları durdurmak neredeyse imkansızdı. Blitzkrieg, yani Şimşek adını verdikleri, motorize kara birliklerinin yoğun hava unsurlarıyla desteklendiği bu savaş taktiği ile çok kısa bir zaman içerisinde Polonya'yı ele geçirmişlerdi. Görünüşe göre de, pek durmaya niyetleri yoktu.

Ruslar ise kuvvetlerini Baltık devletlerine konuşlandırmış, Finlandiya'yı ise alenen işgal etmişlerdi. Finlandiya direndi, ancak 1940 yılında teslim oldu.

Kahraman Fransa ve İngiltere Rusların bu işgalini Almanlarla işbirliği olarak görseler de, yine savaşmayı seçmediler. Bunun yerine, daha da "kahramanca" bir hamle yapıp, Rusya'yı zamanın Birleşmiş Milletleri olan Milletler Birliğinden attılar.

Ruslar bugün bile bu travmanın etkisinden kurtulmuş değillerdir. Hala yatıp kalkıp, bu tarihi bozgun için yas tutmakta, bir ulusa nasıl bu kadar elim ve zalim bir ceza verilebilir diye hayıflanmaktadırlar

Hitler 1940 yılında Norveç ve Danimarka'yı işgal etti. Danimarka birkaç saat, Norveç ise sadece bir ay dayanabilmişti. İngilterenin denizden yaptığı bir saldırı dışında Fransa ve İngiltere yine kahramanca olanları seyretmişlerdi.

İngiliz halkı bunca kahramanlığa dayanamadı ve zamanın başbakanı Chamberlain'i (Çeymbırleyn) gönderip, yerine Churchill'i (Çörçıl) getirdi. Gerçekten de, Churchill'den sonra İngiliz ordusu anladığımız anlamda savaşmaya başlayacaktı.

Kahraman olduğu kadar bir deha deryası da olan Fransız hükümeti ise, sıranın kendilerine geldiğini anladığından, dehasına yakışır bir savunma projesi geliştirmişti. Bu projenin adı Maginot (Majino) hattıydı. Tamamen savunmaya yönelik, yer altında, trenlerin kullanıldığı, birbirine bağlı tüneller ve dev toplarla donanmış uçsuz bucaksız bir istikham kompleksi. Bu kurgu-bilim havasındaki muazzam hat neredeyse Fransa'nın tüm ulusal servetine mal olmuştu.

Hitler Fransa'ya karşı taarruzunu başlattıktan sonra Maginot hattı yerine ilk iş olarak Belçika, Hollanda ve Lüksemburg'u işgal etti. Sonrasında Belçika'dan Güneye, Fransanın içlerine girdi. Maginot hattı bu giriş noktasının doğusunda kalmıştı. Başka bir deyişle, Hitler, Fransa'nın tek savunma umudunu bir kurşun bile atmadan devre dışı bırakmıştı.

Birinci Dünya Savaşında onbaşı olan biri için hiç de fena bir taktik başarı değil sanki. Nitekim, Hitler eğer burada başarısız olsaydı, ilerleyen yıllarda, dünyanın gelmiş geçmiş en kanlı kasabı olma ünvanını elinden kaçıracaktı.

İşte bu harekat esnasında, ciddi olarak ilk defa Fransız, İngiliz ve Alman askerleri karşı karşıya gelmişlerdi. Alman ordusu bunların tozunu attı ve Dunkirk (Dankörk) isimli bir liman şehrine kadar kovaladı. Bu askerlerin, tam imha edilmek üzereyken, Hitler'in İngilizlerle savaşmak istememesi nedeniyle kaçmalarıma, *öhö*, geri çekilmelerine göz yumuldu.

Haa, yine atlamayalım, İngiltere bu arada İzlanda, Grönland gibi dünyanın alakasız bir ucundaki "hayli stratejik" hedefleri ele geçirerek, savaşta payına düşen kahramanlığı gösteriyordu.

İtalya ise Almanya'nın yanında Fransa ve İngiltere'ye savaş ilan etmiş, sonrasında güneyden Fransa'ya girmişti.

Fransız hükümeti işte bu noktada çok ciddi bir ikilemle karşılaştı. Ya kalkıp ülkesini işgal eden Alman ve İtalyanlarla savaşacak, ya da savaşmayıp Paris'teki sanat eserlerini kurtaracaktı.

Çok zor bir seçim olmuştu. Fransız hükümeti halkına Paris'teki sanat eserlerinin savaş gibi saçma bir sebeple heba olduğunu nasıl açıklayabilirdi?

İşte bu yüzden Fransa Almanlara teslim olmaya karar verdi. Yüzbinlerce Fransız askeri bir kurşun bile atmadan silahlarını teslim edip, kendi ayaklarıyla yürüyerek esir kamplarının yolunu tuttu.

Fransa'nın teslim anlaşması 22 Haziran 1940'da, Compiègne (Kompien) kentinde, bir tren vagonunun içinde imzalandı. Bu yerin seçimini, Hitler bizzat kendisi yapmıştı. Bu tren vagonu, 1918'de Birinci Dünya Savaşını Almanların yenilgisiyle bitiren ve Almanlara onur kırıcı şartları dikte eden anlaşmanın imzalandığı vagondu.

Hitler, Fransız delegasyonunu aşağılayarak şovunu tamamladı ve anlaşmanın imzalanmasını beklemeden ayrıldı. Alman tarafı anlaşmayı daha düşük düzeyde bir yetkili ile imzaladı.

Ne olursa olsun, Paris yakılıp yıkılmamış, sanat eserleri kurtulmuştu!

Rusya ise bu arada boş durmadı ve zaten askerlerinin bulunduğu Baltık Devletlerini, yani Estonya, Letonya ve Litvanya'yı resmen işgal edip topraklarına kattı. Buna karşılık artık yalnız kalan İngiltere'nin nasıl bir tepki verdiğini ben şahsen bilmiyorum. Rusyayı Enternasyonel Briç Klübünden yada Avrupa Basketbol Şampiyonasından ihraç etmiş olabilir.

Hitler işte bu noktada İngiliz hükümetine alenen bir barış teklifinde bulundu. Yani, pek barış gibi gelmese de kulağa, 'Biz birleşik krallığı yok etmek istemiyoruz.' falan gibi birşey.

Hitler zaten baştan beri İngilizlerle savaşmak istemiyordu. Stratejik olarak Britanya adasının pek bir önemi yoktu. Hitlerin istediği petroldü ve yakınlarda petrol ya Kuzey Afrika'da, ya Orta Doğu'da ya da Hazar Denizi çevresinde bulunmaktaydı.

İngilizler bu teklifi kabul etmediler.

Ego bakımından Churchill'i solda sıfır bırakabilecek Hitler de, barış teklifinin kabul edilmemesiyle İkinci Dünya Savaşı'nın belki de stratejik açıdan en anlamsız savaşını, yani bilinen adıyla The Battle of Brıtain'ı (Britanya Savaşı) başlattı.

Aylar boyunca Alman uçakları Fransa'dan kalkıp Britanya adasının güneyini şuursuzca, bombaladılar. İngilizler de menzil, yakıt ve yeni bulunan radar ile erken uyarı üstünlüklerini kullanarak gerçekten başarılı bir hava savunması yaptılar.

İngilizler kendilerini bu savaşın tartışmasız galibi görseler de, bence bu savaşın bir kazananı olmamıştı. Britanya Savaşı'nın bana göre önemi, Almanların ilk kez galip olamamış olmalarıydı. Demek Almanlar yenilmez değillerdi.

Savaşın ilerleyen yıllarının önemli aktörü ABD ise bu noktada savaşın dışımda kalmayı seçmişti.

ABD aslında tam anlamıyla savaşın dışında sayılmazdı. "Ortak bir dilin ayırdığı aynı halk" olarak İngilizleri, dolayısıyla da müttefikleri destekliyordu.

Daha da fazlası, savaş için gerekli malzemeyi önceleri "cash and carry", yani bas parayı, al malı yada "lend-lease" yani borç ver-kirala şeklinde İngilizlere ve sonrasında eski düşman, yeni müttefik, gelecekteki düşmanı Rusya'ya ve eski dost, yeni rakip Çin'e falan satıyordu. İngiltere, bu borcu 2006 yılına kadar ABD'ye geri ödemeye devam etmişti.

Bu malzemeyi götüren gemiler ise Atlas okyanusunda Alman denizaltıları U-Boat'lar tarafından taciz ediliyor, bir bölümü denizin dibine gönderiliyor, geri kalanlar da İngiltereye ulaşıp savaş için kullanılıyordu. ABD batan bu gemilerin yerine 'Liberty Ships" isimli, yenilerini yaparak bir endüstri bile oluşturmuştu.

Ticari bakımdan ABD için hiç de kötü bir ortam değildi bu, ancak Başkan Roosevelt bu tatlı oyunun sonsuza kadar sürmeyeceğinin farkındaydı. ABD, er yada geç savaşa girmek zorunda kalacaktı. Roosevelt, bu çerçevede güçlü bir donanma inşa etti.

Bu arada Güneydoğu Asya'da, Japonlar çoktan beridir egemenliklerini kurmak için Çin'le savaşıyordu.

Japonya, 1940 yılında İtalya ve Almanya ile birlikte Axis cephesini resmi olarak kurduklarını açıkladı. Bu ekibe Avusturya, Bulgaristan, Romanya, Hırvatistan, Slovakya, Arnavutluk, Macaristan gibi ülkeler savaş boyunca işgal edilmedikleri yada fikir değiştirip müttefiklere katılmadıkları bir süre boyunca dahil olmuşlardı.

Bu cephenin zayıf üyesi İtalya ve lideri Duce (Duçe-Dük) Mussolini, egosu ve Hitlere karşı beslediği kıskançlığı yüzünden abuk sabuk işlere kalkmıştı. Mesela Malta'yı kuşatmış, Mısır'a bulaşmış, Yunanistan'ı işgale kalkmıştı.

Yunanlıların yardım isteğine İngilizler olumlu yanıt vermiş, hem Akdeniz'de, hem de Kuzey Afrika'da İtalyanları geri püskürtmüşlerdi.

Hitler hem itibarı kurtarmak, hem de Romanya"dan gelen petrolün güvenliğini sağlamak için olaya müdahale etti. Önce, Kuzey Afrika'da başarılı bir karşı saldırıyla kontrolü ele geçirdi, sonrasında da Sırbistan ve Yunanistan'a saldırarak ve bu iki ülkeyi işgal etti.

Belgrad'daki sanat eserlerine çok takılmayan Sırplar, partizan taktikleriyle savaşın sonuna kadar ülkeleri için Almanlarla silahlı mücadelelerini sürdürdüler. Hitler ne yazık ki bu direnişin intikamını çok acı bir şekilde aldı. Elli bin kadarı toplama kamplarında olmak üzere yarım milyon Sırp, savaş süresince hayatını kaybetti.

Hitler'in bir sonraki hamlesi ise birçok kişiye göre Avrupa'da savaşın kaderini değiştiren en önemli kararı olarak tarihe geçti. Operasyon Barbarossa adı altında Nazi Almanyası, müttefiği ve saldırmazlık paktı imzaladığı Rusya'ya savaş ilan etti ve doğusunda bir cephe açarak ilerlemeye başladı.

1941 yılının sonunda ise savaşın kaderini değiştiren ikinci önemli olay gerçekleşti. Aklını peynir ekmekle yemiş Japon stratejistlerin planı dahilinde Tokyo'dan "Tora Tora Tora" kodlu emir üzerine, gizlice Japonya'dan hareket etmiş bir deniz gücü, Amerikan Pasifik filosunun bulunduğu Pearl Harbor (Pörl Harbır) limanına saldırdı.

Amerikan donanmasının büyük bölümü hasar gördü ve kullanılmaz hale geldi. Ne var ki, büyük bir şans eseri, saldırı esnasında Japonların asıl hedefi olan hiçbir Amerikan uçak gemisi limanda değildi.

En önemlisi, ABD artık resmi olarak savaşa dahil olmuştu.

ABD'ye herkes gibi ben de birçok konuda kızar, eleştiririm. Ancak işin ucunda idealleri uğruna savaşmak olduğunda, haklarını teslim etmek gerekir, zira bu millet gerçekten büyük bir tutkuyla savaşır. Hem tutarlı, hem de naiftirler. Rüzgarın estiği yöne göre yön değiştirmez, özellikle Avrupa ülkeleri gibi, bugün aydın, yarın caydın yapmazlar.

Pearl Harbor ve Asya'daki savaşı zaten hakkında yapılmış yüzlerce filmden, diziden falan biliyorsunuzdur. O yüzden, detaylarını bir Hawaii gezisi sonrasına bırakalım ve Avrupa'daki savaşa geri dönelim.

Kara Avrupası ve Kuzey Afrika neredeyse tamamen ya Axis'lerin, ya da İspanya gibi onlara sempati duyan yönetimlerin denetimindeydi. Amerika savaşa girmesine girmişti de, öyle elini kolunu sallayarak Avrupa'ya ayak basıp Almanlara saldıramazdı. Bir yerden başlaması gerekiyordu.

Bu başlangıç Kuzey Afrika olacaktı.

Kasım 1942'de, General George Patton (Corc Petın), otuz üç bin kişilik bir kuvvetle Fas'ın Kazablanka kenti yakınlarında karaya çıktı. Alman kontrolündeki Fransız hükümetinin kuvvetleri direndiyse de, Patton, onları kovaladı.

O güne kadar Kuzey Afrika, İtalyan, İngili ve Alman orduları tarafından kazan-kaybet biçiminde el değiştirmekteydi. Bu gel-git savaşları da iki komutanın ismini öne çıkarmıştı. Alman Mareşal Erwin Rommel (Ervin Rommel) ve İngiliz Mareşal Bernard Montgomery (Börnard Montgomri). Bunlardan ilki savaşın sonunda intahara zorlanacak, ikincisi ise aptallığı yada ukalalığının hangisinin daha baskın olduğu bugün bile tartışılan kararlarıyla, büyük kısmı kendi vatandaşı olan binlerce asker ve sivilin ölümünden sorumlu olacaktı.

Amerikan ve Alman orduları ilk defa Şubat 1943'de, Kasserine Geçidinde karşı karşıya geldiler. Bu karşılaşmada Alman kuvvetleri Amerikalıları sildi, süpürdü. Bunun üzerine birliğin komutanı gönderildi, yerine de Patton getirildi.

Patton gelir gelmez Amerikan birliklerinde radikal değişimlere gitti, disiplini sağladı, askerleri eğitimlerle savaşa hazırladı. İzlediyseniz, Patton adlı filmde bu devir alma süreci çok etkileyici bir biçimde karikatürize edilir. İnsanlara şu filmi izle, bu kitabı oku demekten hiç haz etmem ama bu önemli tarihi karekterin hikayesini anlatan bu filmi izlemenizi gerçekten tavsiye ederim.

Patton'ın bu tedbirleri, çok değil, bir ay içerisinde sonuç verdi ve Amerikan birlikleri El Guettar'da Almanlara karşı kayda değer bir başarı sağladı. İngilizlerle birlikte Amerikalılar Mayıs 1943'de Kuzey Afrika'yı tamamen ele geçirmişlerdi.

Bir sonraki hedef Sicilya olacaktı. Yine İngiliz ve Amerikan birlikleri 1943'ün Ağustos'unda bu adayı ele geçirdiler.

Sıra İtalyadaydı ancak savaştan ve Mussolini'den bıkmış olan İtalyanlar bir darbeyle Duce'yi indirdiler. Müttefik birlikler Eylül 1943'de İtalya'ya ayak bastı ve İtalyanlar da bu arada teslim oldular.

Ancak İtalya'da hala Alman askerleri vardı ve bu birlikler sıkı bir savunma pozisyonuna geçtiler. Kışın da gelmesiyle müttefiklerin ilerlemesi yavaşladı ve İtalya'nın alınması Haziran 1944'ü buldu.

İtalya'nın alınması aslında müttefikler için çok da öncelikli değidi.

Savaşın bitmesi ancak Almanya'nın yenilmesine bağlıydı.

Almanya'nın kapısı kuzey Avrupa'dan başlayacak bir işgalle açılacaktı. Bu işgalin atlama taşının İngiltere olacağı açıktı. Çünkü, Amerika'dan gelen birliklerin, uçakların ve gemilerin lojistik olarak toplanma yerleri Britanya adasıydı. Bunca askeri yığnağın mesela Sicilya'ya götürülüp oradan İtalya üzerinden Almanya'ya geçmesi imkansız, imkanlı bile olsa saçma olurdu.

Almanlar da bunu bildikleri için, İngiltere'nin tam karşısındaki Fransa kıyılarına bizzat Rommel'in koordinasyonuyla Atlantik Duvarı dedikleri bir savunma hattını inşa etmişlerdi.

Her iki taraf da olacakların farkındaydı. ABD, Britanya adasına asker yığıyor, Almanya da Fransa kıyılarına sığnaklar, koruganlar, tank tuzakları, mayınlar ve motorize birliklerle müttefikleri karşılamaya hazırlanıyordu.

İngiltere'de üstlenmiş savaş uçakları düzenli olarak ana karadaki Alman hedeflerini bombalasa da henüz Batı Avrupa'da müttefik askerlerin postal sesleri duyulmuyordu.

Almanıyla, İngiliziyle, Fransızıyla, herkesin beklediği, herkesin konuştuğu bir tek şey vardı.

İnvasyon, yani İşgal.

Hikayemizi şimdilik burada bırakıyorum. Yukarda anlattıklarım tarihe dayansa da benim İkinci Dünya Savaşını yorumlama biçimimdir.

Aynı fikirde olmayabilirsiniz, bu da normaldir, olabilir.

Yazıda bazı ülkeleri eleştirirken hedefim zamanındaki hükümetleriydi, halkı değil. Bir halkı şöyle yada böyle diye etiketleyen ırkçı bir yaklaşımım hiç olmadı. Bunca yazının içinden bir cümle alıp "Böyle düşünceyi sana hiç yakıştırmadım" şeklinde doktorluk yapmak isteyenlere peşinen duyururum

Gelelim bunca şeyi size niye anlattığıma. Amacım, tabi ki bir aksilik olmazsa, Cuma günü çıkacağımız Normandiya gezisinden izlenimlerimizi ve resimlerimizi paylaşmadan önce, dilimin döndüğümce çıkarma öncesi olayları özetleyip sizin için sahneyi hazırlamak.

Döndüğümüzde, çıkarma ve sonrasını da sıkılmazsanız anlatacağım.

Kalın sağlıcakla....

27 Mart 2014 Perşembe

Sevilya

Sevilya Andaluzya'nın neredeyse ismi en karışık kenti.

Orijinal İspanyolcasından başlayalım. Sevilya İspanyolca'da "Sevilla" yazılıyor ancak yanyana iki 'l', Fransızca'da olduğu gibi İspanyolca'da da 'y' gibi söylendiği için "Seviya" şeklinde okunuyor. Bazen sanki "Sebiya" gibi bile duyduğumu düşünüyorum.

İngilizce'de "Seville" yazılıp, "Sevil" şeklinde, Fransızca'da ise yine İngilizce gibi yazılıp, bu kez "Seviy" şeklinde söyleniyor.

Biz ise, herhalde biraz da futbol takımının katkısıyla "Sevilya" diyoruz.

Sevilya'nın kayda değer birçok özelliği var.

Mesela Andaluzya'nın başkenti. Bu arada kısaca niçin Endülüs değil de Andaluzya dediğimi anlatayım. Endülüs, Arapça tüm İberya adasının ismi. Andaluzya, aynı kökten gelse de, İspanyanın güneyindeki özerk bir devlet. O yüzden önceki iki yazım dahil hep Andaluzya diyorum, Endülüs yerine.

Sevilya mesela Macellan'ın ünlü dünya etrafında gemiyle dolaştığı gezisinin başlangıç noktası. İşin ilginçi Sevilya deniz kenarında bile değil, seksen kilometre içerde, ancak bir 'deniz limanı' olmasa da bir 'nehir limanı" olduğundan gemiyle ulaşılabiliyor.

Sevilya'nın dünyaca bilinen başka bir özelliği ise berberi. Yani Rossini'nin ünlü operası Sevil Berberi bu kentte geçiyor. Benim çocukluğumun Simpson'ları olan Güngörmüşler'in opera meraklısı Tonton'u çok söylerdi bunu. Bu arada böyle bilirmiş gibi yazdığıma bakmayın, Sevil Berberi'ni bilerek bir kere bile dinlemedim/izlemedim.

Aslen hayali bir karekter olan Don Juan (Don Huan okunur) efsanesi, ve dolayısıyla Mozart'ın Don Giovanni'si (Don Ciovanni okunur, İspanyolca'daki Huan'ın İtalyanca'daki karşılığı), ve yine Tonton'un favorisi, Mozart'ın Figaro'nun Düğünü hep temelde Sevilya'da geçer.

Bayaa operatik bir kent sizin anlayacağınız...

Otobüsümüz Sevilya'da ilerledikçe ağızımız daha da fazla açılmaya başladı. Sevilya gerçekten büyüleyici bir kent. Gezmeyi seven biri olarak söyleyebilirim ki her kentin kendine göre bir güzelliği, bir cazibesi vardır. Ancak bazı kentler vardır ki gerçekten özel yerlerdir, New York gibi, Floransa gibi, İstanbul gibi. İşte Sevilya da böyle bir kent. Her adımı tarih, her adımı cazibe.

Çantamızı otele atıp, rotamızı şehrin merkezine çevirdiğimizde hava neredeyse kararmıştı. Yürürken bir anda arkamızdan davul sesleri duyduk, hemen sonrasında da kırmızı-mavi polis ışığını gördük.

Görünüşe göre bir gösteri vardı. Kenara çekildik ve beklemeye başladık. Az sonra önde bir polis arabası, arkasında da yüz kadar genç hem davulla hem de pet şişeleri birbirine vurarak yürüyor, bir taraftan da slogan atıyorlardı.

Tabii ki ne kavga, ne biber gazı, ne toma, ne silah. Yürüdüler, gittiler. Muhtemelen Merkel'e kızıyorlardı.

Öyle gökdelenleri, yolları, köprüleri falan değil de, işte böyle şeyleri görünce Türkiye'nin geri kalmışlığını hissediyorum, içim sızlıyor.

Göstericilerin arkasından yolumuza devam ettik ve şehrin merkezine ulaştık. Burada karşımıza Andaluzya'da gördüğümüz en büyük katedral ve katedralin etrafındaki yüzlerce yıllık tarih çıktı. Binaları, çeşmeleri, sütunları, kalesi, meydanlarıyla gerçek bir tarih.

Turumuzu tamamladıktan sonra katedralin hemen yanıbaşında bir bara oturduk. Geleneksel şarap ve sangria'larımızı söyledik.

Ertesi sabah fotoğraf çekmek için en iyi saatler olan güneş doğuşunda uyandık. İki coffee-to-go ile birlikte, sokaklarda hazır kimse yokken her yerin bol bol fotoğrafını çektik. Saat on gibi de Starbucks'a oturup kahvaltımıza başladık.

Katedral açıldığında çoktan bilet kuyruğundaydık, o yüzden biletleri almak çok uzun sürmedi.

Katedralin gerçek boyutu gündüz gözüyle daha kolay görülebiliyordu. Bu yapı gerçekten çok büyüktü.

Dünyanın en büyük katedralleri sıralamasında üç numara bu katedral. Birincisi Vatikan'daki St-Peter katedrali. Ancak St-Peter, Vatikan binaları ve duvarları arasında kaldığı için büyüklüğü bence çok kolay hissedilmiyor. İkinci sıradaki katedral Brezilya'da, Aparecida şehrinde, ancak onu ziyaret etmedim, bilmiyorum.

Sevilya katedrali
Sevilya katedrali, aynı zamanda ilk yapıldığında dünyanın en büyük katedrali ünvanını Aya Sofya'dan alan yapı.

Bu katedral 1400'lü yıllarda, Araplar'ı kovaladıktan sonra yapılmaya başlanmış ve bitmesi yüz yıldan fazla sürmüş.

İlginizi çekerse, Kristof Kolomb da burada gömülü.

Biletlerimizi aldık ve dünyanın üçüncü büyük katedralini gezmeye başladık. Boyutları etkişeyici olsa da içerisi için çok yüksek beklentilerim yoktu. Katolik katedralleri, sade, karanlık ve hüzünlü yerlerdir. Gerçek sanat görmek istiyorsanız, bir Ortadoks katedrali gezmenizi öneririm. Özellikle de Saint Petersburg'daki Church of the Savior on Spilled Blood'ı, yani Dökülü Kan Üzerindeki Kurtarıcının Kilisesi'ni.

Sevilya katedralinin içi düşüncelerimi doğru çıkardı. Sevilya'yı ziyaret ediyor ve zamanınız da kısıtlıysa, içini görmeseniz de olur derim. Ancak Hristiyan inancındaysanız, yada ilginizi çekiyorsa, müze ve hazine dairesinde ilginç bulabileceğiniz yapıtlar var.

Çan kulesi
Katedralin en ilginç bulduğum yeri çan kulesi oldu. Bu çan kulesi aslında, katedral yapılmadan önce aynı alanda bulunan cami'nin minaresiymiş. Marakeş'deki büyük caminin minaresinin bir kopyası şeklinde yapmışlar. Yüz metrelik, bizdeki minarelerin aksine, dikdörtgen, muazzam bir yapı.

İşin güzel tarafı, bu minareye çıkabiliyorsunuz. Merdiven yerine basamaksız, meyilli rampalar var, bu da tırmanmayı kolaylaştırıyor. Tepede ise manzara harika. Tüm şehir ayaklarınızın altında!

Öğle güneşi, Mart'ın ortasında olmamıza rağmen ikimizi de bunaltmıştı. Katedral'i arkamızda bırakıp nehre, Sevilya gezisinin belki de en ilginç noktasına, yani arenaya doğru yöneldik.

Sevilya'daki arenanın özelliği, dünyadaki en eski arena olması. İsmi La Maestranza. 1760'lı yıllarda boğa güreşi için kullanılmaya başlanmış. Öyle İspanyolların ima ettikleri gibi çok eski bir, spor diyeceğim, içimden gelmiyor, fenomen değil bu boğa güreşi sizin anlayacağınız.

La Maestranza'nın başka bir özelliği oval şekildeki tek arena olmasıymış. Diğerleri hep daire biçiminde olurlarmış. Malaga'da tepeden gördüğüm arena, gerçekten de daire biçimindeydi.

La Maestranza
Arenanın dış duvarları bembeyaz boyanmış. Kapıları kırmızı, pencerelerin çerçeveleri sarı. Devasa bir bina. İçeride, tiribünlerin altında Kolezyum gibi bir halka koridor ve sağ tarafta odalar, sol tarafta da arenanın ringine açılan kapılar var.

Arenayı sadece rehber nezaretinde turlarla gezmek mümkün. Öyle labadak diye kendiniz giremiyorsunuz,

Tiribünler, bizim eski kale arkaları rahatlığında, yani öyle oturak, sıra falan yok. Betonun üzerine numaralar yapıştırılmış. Yerinizi böyle buluyorsunuz. Oturacak yerler, ringe yakınlığına göre iki ayrı fiyat kategorisinde ayarlanmış. En tepede de Roma usülü localar var. Locaların locası da gösterinin adet üzere onuruna yapıldığı şahsiyete ait. Artık başbakan mı olur, ringin sahibi mi olur, genelkurmay başkanı mı olur bilinmez.

Seyircileri ringden yarım metre yüksekliğinde beton bir duvar ayırıyor. Ringin bir metre kadar içinde de kıpkırmızı tahta bir duvarın ayırdığı bir halka daha var. Şanlı boğa güreşçileri muhtemelen zavallı boğayı çıldırtıp, sonra da kaçmak için kullanıyor bu alanı. Ring ise sapsarı renkli bir toprakla kaplı, büyük bir alan.

İşte bu 'anlı şanlı spor' bu arenada yapılıyor. Spor dediğime aldanmayın. Sporda bir kazanan yada kaybeden, eşit şanslar ve en önemlisi rekabet olur. Boğa güreşinde ise her şey zavallı boğayı önce çıldırtıp, sonrasında acı çektirerek öldürürken alınan zevkten ibaret.

Böyle söyleyince insanlar genellikle "boğanın da matadoru öldürme şansı var." deyip, olayı sanki eşit şartlarda bir mücadele gibi göstermeye çalışırlar ama işin aslı, matador eğer salak değilse genelde ölmüyor. Bir fikir vermesi açısından, Sevilya'daki bu ringin en eskisi olduğunu da hatırlayarak, tarihi boyunca burada sadece bir tek matadorun öldüğünü söyleyelim.

Onu öldüren boğayı hemen cart curt kesmişler zaten. Garip hayvanın kafası içerideki müzede bir duvara asılı. Üzerine, hırslarını hala alamayıp, bu boğanın annesi ineği de kesmişler, niye böyle hayırsız evlat doğurdun diye. Zavallı ineğin kafası da müzede bir duvara asılı. Hatta, duvara asılı tek inek kafası ünvanına sahip.

Yani, boğa da kazansa, matador da kazansa sonunda kabak zavallı boğanın başına patlıyor.

Ancak boğanın az da olsa yırtma şansı var. Eğer boğa, istisnai olarak iyi bir mücadele vermişse bağışlanabiliyor. Bağışlanan bir boğa ise bir daha arenaya çıkmıyor ve sadece damızlık olarak kullanılıyor. Güzel bir emeklilik yani.

Geleneksel bir boğa güreşi gösterisi çoğunlukla iki saat kadar sürüyor. Bu süre içerisinde altı boğa işkence edilerek öldürülüyor. Boğa başı yirmi dakika. Başka bir deyişle, zavallı hayvanlar yirmi dakika boyunca can çekişiyorlar.

Boğa güreşinin primadon'u, yani yıldızı hepinizin olasılıkla bildiği Matador isimli karekter. Matadorlar pavyon kadınları gibi altın püsküllü, açık mavi, yeşil tarzı cart renkli, tamamen elde dikilmiş kostümler giyiyorlar.

Bir gösteride takımlarıyla birlikte üç Matador bulunuyor, yani Matador başına iki boğa düşüyor.

Her Matadorun takımında ise iki Pikador, üç Banderillero, bir de Mozo de Espadas isimli altı alt-karekter bulunuyor.

Pikadorlar gösteriye at üzerinde katılıyorlar. Görevleri ise ellerindeki mızraklarla boğayı kızdırmak için şişlemek. Pikadorların atlarına da son zamanlarda zırh giydirmeye başlamışlar. Bu zırhdan önce arenalarda boğalardan çok atlar ölüyormuş.

Banderillero'ların görevi ise Pikador'ların şişleyip kızdırdıkları ve aynı zamanda yormaya başladıkları boğayı daha da kızdırıp, daha da yormak. Bunun için de ellerindeki şişleri boğaya batırıp üzerinde bırakıyorlar. Zavallı boğa da hem çıldırıyor, hem de kan kaybettiği için yorgun düşüyor.

Bu noktada Matador devreye giriyor. Sinirden gözü hiç birşey görmeyen boğa ise hareket eden herşeye saldırıyor artık. 'Asil kahraman' Matador kırmızı şalını sallayarak boğayı bir o yana, bir bu yana koşturuyor.

Yeri gelmişken, kırmızı rengin boğaları kızdırdığı külliyen yalan. Boğalar renk körü olduklarından kırmızıyı ayırt etmeleri mümkün değil.

Neyse. Artık boğanın mecali kalmayınca 'kahraman' Matador, kalbime bir kılıç sokarak boğayı öldürüyor. Tabii, çoğu zaman kılıç kalbe girmediği için zavallı hayvan daha da fazla acı çekerek koşuyor, yuvarlanıyor.

Takımın son üyesi Mozo de Espadas ise Matador'un uşağı. Zamanı geldiğinde Matador'a şalını, kılıçlarını falan veriyor.

Matadorlara ödeme, arenada özel bir odada, her zaman gösteriden önce yapılıyor. Dünya hali tabii. Ya boğa kazanırsa diye.

Feministleri de unutmamak bakımından söyleyelim, günümüzde kadınlar da Matador'luk yada daha doğrusu Matadora'lık yapmaya başlamışlar. Ancak, henüz ciddi bir isim yapanı yokmuş.

Müzede ise kesik insan kafalarını ellerinde tutan adam heykelleri ilgimi çekti. Boğa güreşi başlangıç askeri bir eğitim yada spormuş. Kesik kafaları da bu eğitim esnasında hedef olarak kullanıyorlarmış.

Boğa güreşini hiç bir şekilde onaylamasam da, arenaya yaptığımız ziyareti çok ilginç buldum. Boğaların ringe çıktıkları kapıdan geçmek, ringi, tirbünleri görüp o havayı koklamak için mutlaka görülmeli derim.

Arenanın hemen yakınında, Torre del Oro isimli gözetleme kulesi ve nehir kıyısı boyunca gençlerin doldurduğu yeşil alanlar ve açık hava kafeleri yine ziyarete değer.

Plaza de España
Otelimizin hemen yanında olsa da Plaza de España'yı ziyaret ikinci günün sonuna kalmıştı. Bu meydan, içinde bulunduğu park ve çevresindeki muazzam güzellikteki yapı pek öyle heryerde görülebilen türden değil. Zaten bu yüzden, Lawrence of Arabia ve çok daha önemlisi, Star Wars II, Attack of the Clones gibi filmlerim bazı sahneleri burada çekilmiş. Anikin Skywalker ve Padme (hadi madem Anikin'inkini yazdık, kızın da soyadını yazalım) Amidela, Naboo gezegeninde aganigiyi Plaza de España'da yapıyorlardı.

Naçolu, Tacolu, Margaritalı bir akşam yemeği yedik
Artık yorulmuştuk. Tempoyu biraz düşürerek, bir gün önce randevulaştığımız Iguanas and Ranas isimli Meksika restoranına yöneldik. Naçolu, Tacolu, Margaritalı bir akşam yemeği yedik, sonrasında da kendimize koca birer dondurma ısmarladık.

Ertesi sabah bu kez, katedralin yanındaki kaleyi ve etrafındaki Yahudi mahallesini gezdik. Yahudi mahallesi, daracık sokakları, eski binalarıyla kaçırılmaması gereken bir yer. Gerçekten çok güzel.

Yahudi mahallesi
Şimdi buralarda hala Yahudiler yaşıyor mu bilmiyorum ancak İspanyol Yahudileri, Alhambra Fermanı isimli bir ferman sonrasında ya İspanya'dan göçe, ya da Hristiyanlığa dönmeye zorlanmışlar. Hatta bu olaydan sonra Sultan Bayazit, baskı altındaki bu insanları Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yerleştirmiş. Taa o zamanda gösterilen bu bilgelik keşke günümüzün Müslüman ve Hristiyan yobazlarına örnek olsa.

İşte böyle.

Sevilya, her kişinin görmesi gereken, tarihiyle, güzelliğiyle harikulade bir kent. Yolunuz düşmese de zorlayın ve görün mutlaka.

24 Mart 2014 Pazartesi

Granada

Birine adres tarif etmek ilk bakışta kulağa basit bir şey gibi gelse de, fazlasıyla karmaşık ve zor bir iştir arkadaşlar.

Doğru bir adres tarifi için soran kişiye bir yön ve o yönde hangi uzaklıkta yürümesi gerektiğini söylemeniz gerekir. Eğer birden fazla yön değişikliği gerekiyorsa, yeni yön ve uzaklığı öncekine eklemeniz gerekir. Eski deyişiyle vektör vasıtalı seyrüsefer!

Örneğin, "Kuzeye doğru yüz metre, sonra kuzeybatıya iki yüz otuz metre, sonra yirmi derece güneye elli altı metre."

Olmadı dimi?

Olmaz tabii. Eğer elinizde bir pusula ve ne kadar yürüdüğünüzü hesaplamak için her adımınızı ölçecek bir metre yoksa, teknik olarak doğru ve kusursuz olan bu tip bir yol tarifi, gerçek hayatta hiçbir işe yaramaz.

Daha uygulanabilir bir yönteme gereksinimimiz var demek ki.

Gerçek hayatta yönleri çoğunlukla sağa dön, sola dön şeklinde belirtiriz. Gittiğimiz yol tam olarak sağ ve solun teknik anlamı olan kırkbeş derece olmasa bile bu ufak sapmaları beynimiz düzeltir, yol otuz beş derece sağa dönsede onu affeder, kırk beş dereceymiş gibi doğru yolu buluruz.

Yönleri belirtmenin başka yöntemleri de vardır. Mesela yönler elimizle, yada burnumuzun ucuyla "Nah bu tarafa dön" şeklinde de gösterilebiliriz. Uzuvlarımızı kullanmak, sofistike olmasa da tamamen doğru ve geçerli bir yöntemdir.

Her yol ayrımında trafik işaretleri olan medeni ülkelerde ise yön belirtmek için yolun gittiği yerin adı da kullanılabilir. Örneğin "Kavşakta Cenevre tarafına dön." şeklinde.

Yönü böylece hallettik, gelelim ikinci gerekli unsur olan uzaklığa.

Ne yazık ki uzaklık ölçer bir aletiniz yoksa doğrudan verilen uzaklıklar tamamen işe yaramaz olacaktır. Mesela biri size "Üç yüz altmış sekiz metre git." derse, yürüdüğünüz uzaklığı bu hassaslıkla ölçemezsiniz.

Metre, kilometre, vesaire cinsinden uzaklıkları ancak çok kaba biçimde bir fikir vermek için, mesela "Yüz metre ilerde," falan diyerek kullanırız. Birisi size yüz metre ilerde diyorsa bundan çıkarabileceğiniz en hassas sonuç, söz konusu uzaklığın bir kilometreden az olduğudur.

Hemen aynı derecede belirsiz başka bir yöntem ise bir zaman belirtmektir. Yani "Abi, beş dakika ilerde".

Burada ima edilen uzaklık, bir insanın ortalama yürüyüş hızı olan beş kilometre saat çarpı tarifi veren abbasın size verdiği zamandır. Söylemeye bile gerek yok. Her insanın yürüyüş hızı farklı olmasından, ve kimsenin de genelde yürürken kronımetre tutmamasından dolayı bu yöntem ancak çok kaba bir şekilde uzaklığı tanımlar.

Buna rağmen beni çok şaşırtsa da Roma'da herkes yol tarif ederken bu dakikaları kullanıyordu. "McDonald's on dakika ilerde." şeklinde bir tabela bile gördüm.

Akıllı insanlar ise uzaklığı, hedefte adres soran kişinin geri plandan kolayca ayırabileceği bir özelliği kullanarak belirtirler. Örneğin "Sağ tarafta üç katlı kırmızı binadan sağa dön.".

Bir GPS ile adres aramaktan sonra verilebilecek en hassas uzaklık belirtme yöntemidir bu.

On beş yaşında tazı gibi koşabilen bir atlet de, seksen yaşında bastonla yürüyen bir dede de, beş dakika denen yolda mecburen tuvalete girip çiş yaparken kaç dakika harcadığını hesaplayan bayan da büyük bir hassaslıkla kırmızı binayı, yani yeni yönüne döneceği doğru noktayı bulacaktır.

Yer tarifini doğru yapmak isteyen biri yönün hangi noktada değişeceğini söylerken, yüz metre ilerde, üç durak sonra (otobüs her durakta durmayabilir), on dakika uzaklıkta gibi muğlak tarifler yerine, kırmızı binayı görünce, Aslan Eczanesinin sokağında, Atatürk heykelinin karşısında, üç sokak ilerde gibi çevrede kolayca tanınabilecek, geri plandan ayrılabilecek bir özelliği kullanmalıdır.

Unutmayın, her zaman yön ve uzaklık, yeni yön ve uzaklık, yeni yön ve uzaklık. Ve Et Voila!

"You have reached your destination."

Demek ki uzaklığı belirtirken de metre, kilometre, dakika falan değil, 'kolayca tanınabilecek bir noktaya kadar' şeklinde veriyoruz.

Benim yön duygum sıfırdır. O yüzden yol tariflerine çok sık ihtiyaç duyarım ve de kim iyi, kim kötü yol tarif eder bilirim. Mesela Amerikalılar, İsviçreliler çok iyi becerir yol tarifi vermeyi. Çünkü yolları eksiksiz ve doğru olarak işaretlenmiştir.

ABD'de interstate yolların kodlamasına bakarak bile doğu-batı yada kuzey-güney yönlerine gittiğini anlayabilirsiniz. Çift numaralı otoyollar doğu-batı, tek numaralılar kuzey-güney yönlerinde gider. Ünlü Route 66 mesela Amerikayı doğu-batı yönünde baştan başa geçer. Bundan başka, çıkış ve giriş rampalarında numaraların sonunda 'N', 'S', 'W' ve 'E' şeklinde kuzey, güney, doğu ve batının ilk harflerini basarlar ki siz de mesela Interstate 66'yı aldığınızda doğuya mı, batıya mı gittiğinizi anlarsınız.

Yol tarifi konusunda ise benim şimdiye kadar gördüğüm en kötüsü biz Türk'lerizdir.

Kaç kere gelmiştir başınıza yol sorduğunuzda.

"Abi, şimdi şuradan sağdan dal, bir sağ, bir sol, tam önüne çıkarsın."

Yönler iyi de mesafeler yok.

Genelde, sağ, sol yapacağınız yerler ilk sağa yada sola dönen yollar olmaz, aksine, size yol tarif eden baltanın kafasında canlandırıp, sizin de kafanızda aynı görüntünün olduğunu düşündüğü sağ ve sollardır onlar.

Bu tarif sizin hedefinize ne kadar uzakta olduğunuz hakkında hiçbir ipucu vermez. İlk solu ararken, daracık bir sokak görür, "Lan acaba ilk sol derken bunu saydı mı?" diye tereddütte kalırsınız.

Ancak hor görmeyin. Bu yine tarif sayılabilecek bir tarif.

Bazen sorarsınız.

"Aslantürk sokağı nerde oğlum?"

'Oğlum' durur, gözlerini uzak bir noktaya diker, kafasını kaşır....

"Aslantürk mü dedin abi?"

Kafayı kaşımaya devam eder, bir süre sonra "Abi, şimdi şurdan aşağıya git, pazarın yanında sağ tarafta."

Gel de güven bu tarife...

Soru sordun ya, bilmese de bir cevap vermesi lazım, yoksa karizması çizilir. Sözlüğünde "Bilmiyorum" yoktur, çünkü o herşeyi bilir.

Bir felaketizdir. Arabasıyla adres soran adama sanki yürüyormuş gibi yol tarif ederiz, sonra adam tek yönlü sokaklara girmek zorunda kalır, çıkmaz sokaklardan geri döner. Yine yol soranın bilmesinin mümkün olmadığı dönüş noktaları veririz, "Muhtarın yanından sağa dön, hassasın hemen altında" falan gibi.

Yada görmeyeceği yerleri anlatırız. "Şimdi abi, kırmızı ışığa, bankaya gelmeden sola döneceksin."

Bir Temel fıkrasında olduğu gibi. Temel, otoyolda lokantası için bir tabela koyar. "Temel'in yeri, 500 metre geridedur!"

En kötüsü biziz dedim ya, işte bu fikrim Granada'da değişti arkadaşlar. İspanyollar yol tarifinde en az bizler kadar feciatlar.

Havaalanından çıktık. Jelena tabii ki kaç numaralı otobüse binip, nerede ineceğimizi falan biliyor. Otobüse atladık, ineceğimiz durakta indik. Şehirin merkezi. Dibimizde Granada'nın devasa katedrali var.

Şimdi tek iş oteli bulmak...

İlk Rodrigez'i durdurduk.

"Otel Don Juan nerede abi?"

Rodrigez boş gözlerle bize baktı.

Jelena bu kez otelin bulunduğu caddenin nerede olduğunu sordu.

"Calle Martinez de la Rosa nerede abi?"

Boş gözler...

Jelena, bu kez otelin adı ve adresinin yazılı olduğu kağıdı gösterdi, ancak Rodrigez boş gözlerle bize bakmaya devam etti.

Olayı anlayın diye burada biraz daha detay vereyim. Arkadaş yardım etmek istemediği için cevap vermiyor değil. Kağıda gözünün ucuyla baktı çünkü, yani belirgin bir ilgi gösterdi sorunumuza. Hattızatında, yardım etmek istemeyen biri yürüyüp gidecekken bu bizim karşımızda durmaya devam ediyor.

Baktım, içinde bulunduğumuz durum iyiye doğru bir gelişme göstermiyor, araya girdim ve "Herhalde bilmiyorsun. Sağol abicim." dedim, ayrıldık. Rodrigez hala birşeyler söylemek istiyor ama sadece bakmakla kalıyordu.

Biraz daha yürüdük. Bu sefer Sanchez'i durdurup sorduk.

"Calle Martinez de la Rosa nerede abi?"

Sanchez, "Uzak, çok uzak, taksiye binmeniz lazım." dedi.

Lan ne taksisi?

Otelin yakınında bu durak, İnternet'te okuduk, biliyoruz, ondan indik.

Sanches'den de iş çıkmadı. Yürümeye devam ettik, bu kez Rositta'ya sorduk.

"Ablacım, Calle Martinez de la Rosa nerede?"

"Çok uzak, otobüse binin."

Yemezler ablacım. Devam...

Bu kez Carmen'e sorduk.

"Ablacım, Calle Martinez de la Rosa nerede?"

"Hemen aşağıda. On dakika yürüyün."

Bak bu oldu işte. Ben on dakikadan daha az bir yürüme bekliyordum ama olsun, yürürüz.

Jelena, bu arada elimizdeki otelin internet sayfasından bastığımız küçük haritaya bakıyor, geçtiğimiz caddelerin herhangi birinin o haritada olup olmadığını kontrol ediyordu.

Böyle sora sora bırakın on dakikayı, bir kırk beş dakika yürüdük.

Her yeni sorduğumuz kişi, bizi bir öncekinden farklı bir yöne gönderiyordu.

Çaresizce yürürken bir anda mucize gerçekleşti ve Calle Martinez de la Rosa yakınında haritada da gördüğümüz bir caddeyi bulabildik. Artık iş sadece bu caddenin hangi yönüne gideceğimizi bulmaya kalmıştı.

Tam bu esnada yanımızdan geçen Jose'yi durdurduk.

"Calle Martinez de la Rosa hangi taraf Jose abi?"

"Çok uzak, taksiye binin."

No way Jose! Haritaya göre otel ikiyüz metre yarıçaplı bir alan içerisinde. Ne taksisi?

Jelena dayanamadı, haritayı Jose'nin burnuna soktu.

"Bak, burası bilmemne caddesi. Calle Martines la Rosa ya sağda, ya solda. Hangi tarafa gidelim?"

Jose haritaya baktı, kafasını kaşıdı, eliyle şu tarafa diye işaret etti ama adamın işaret ettiği tarafta koca bir bina var. İşaret ettiği yöne gidebilmek için binanın üzerinden atlamamız lazım.

Gözüm yüz metre ilerde, caddeyi kesen bir sokaktaki, dikey yazılmış sarı bir otel tabelasına takıldı. "Hotel" kısmı okunsa da, ne oteli olduğu bir ağacın arkasımda kalmış, okunmuyordu.

Kırk beş dakikadır yürüyoruz anasını satayım, iki dakika fazla yürümekten zarar gelmez dedim, o ana kadar çeke çeke sürüklediğim çantayı Jelena'ya bırakıp otelin ismini okuyabileceğim bir açıya geçtim.

Evraka! Valla Hotel Don Juan!

Jelena bile takdir etti bu hamlemi. Pek bana giden şeyler değildir bu doğru yöne gitmek, onun göremediği oteli görmek falan.

Otele girdiğimizde kendimi lobide ilk bulduğum koltuğa attım. Jelena'nın, çantayı sürüklemediği için, biraz daha enerjisi kalmıştı. Check-in'i o halletti.

Çantayı odaya bırakıp geri resepsiyona geldik.

Benim aklım yemekteydi. Malaga'da bir Taco Bell bulunduğuna göre, Granada'da da bulunmaması için hiçbir neden yoktu. Resepyoniste sordum.

"Granada da Taco Bell var mı?"

"Taco Bell nedir?"

"Amerikan Meksika fast food."

"Yok."

"Ama Malaga da vardı." deyince arkadaşın torpağına laf söylemiş olduk. Malaga'da varsa Granada'da kesin olmalıydı. Olaya ilgi göstermeye karar verdi.

"Nasıl yazılıyor?" diye sordu, söyledik.

Hemen bilgisayarda yazıp gugılladı.

"Gerçekten de varmış." dedi, şaşırarak. "Bu hangi cadde ki?" falan diye kendi kendine konuşurken bir kırmızı yandı ve söndü.

"Evet, Granada'da bir Taco Bell var. Granada, Utah!"

Güldük.

"Kaliforniya da, Granada tepelerinde de var bir tane."

Daha da fazla güldük.

İspanya Granada'sında Taco Bell yokmuş. Ne yapalım. Bilseydim Malaga'dan beş on taco paket yaptırırdım.

Dışarı çıkmadan resepsiyonistle geleneksel, neredeyiz, nereye nasıl gideriz geyiğini yaptık. Merkeze geri, kırk beş dakika yürümemek için otobüse mi, taksiye mi binelim diye sorduk.

Az önceki Taco Bell geyiği yüzünden zaten hafif limoni resepsiyonist, yüzümüze siz sapıttınız mı gibisinden baktı.

"Şu aradki yoldan çıkın, beş dakika." dedi.

Demek önünde otobüsten inip yürümeye başladığımız katedral merkezde değilmiş, beş dakika dediğine göre...

Soruyu düzelterek yeniden sordum.

"Peki katedral'e nasıl gideriz?"

Yine yüzüme anlamsız anlamsız baktı.

"Şu yoldan çıkın, beş dakika." dedi ve "Az önce söyledik ya..." kısmını hala korumayı başardığı kibarlığından söylemedi.

Bu sefer biz Jelena'yla birbirimize anlamsız anlamsız baktık.

"Babacım, biz kırk beş dakika yürüdük buraya gelmek için..."

Resepsiyonist bir kez daha kibarca aynı şeyi tekrarladı.

"Şu yoldan çıkın, beş dakika."

Olabilirmiydi?

Valla olabilirdi...

Otobüsten indiğimiz andan başlayarak, oteli bulana kadar adres sorduğumuz herkese küfür ettim içimden. Hemde renkli, fantastik küfürler.

İçimde hala bir umut, resepsiyonistin "beş dakika" 'sı abartılı, yine yarım saat alacak diye ancak beş dakikadan biraz daha kısa bir zamanda ulaştık katedral'e.

Yorgunluğu unutup etrafı keşfe daldık hemen.
Granada'dayız
İspanyollar koyu katoliklerdir arkadaşlar. O yüzden katedralleri, kiliseleri ciddi büyüktür. Malaga'daki katedral zaten devasa bir yapıydı, Granada'daki ondan bile büyük.

Şehir merkezi de aynı şekilde daha büyük. Malaga'daki Ortaçağ kasabası gibi cazibeli şehre göre sanki daha bir meteopol Granada. Caddelerde daha çok insan, daha çok araba, mağaza, restoran görüyorsunuz.

Ancak Granada'nın görülmesi gereken tartışmasız en önemli yeri Alhambra.

Bizim Türkiyede pek bilinmez. Ben Alhambra'yı, Civilization isimli video oyununda bir dünya harikası olmasından bilirim. Oyunda, Alhambra'yı yaptığınız şehirde ürettiğiniz her asker dağlarda ve ormanlarda daha iyi savaşmaları için otomatik olarak bir kıdem alırlar. Faydalı bir dünya harikasıdır yani.

Gerçek hayatta Alhambra, bir cümleyle Arap yapımı, bir kale ve saray kompleksi. Ama devasa, büyük, geniş bir kale-saray. Bir fikir vermesi açısından binaların kapladığı alan üç aşağı, beş yukarı Topkapı sarayı kadar.
Alhambra içerideki yerleşim alanları
Alhambra, Granada sultanları Yusuf ve Muhammed tarafından 1300'lü yılların sonuna doğru yapılmış. Emevi'lerin egemenliğinin son günlerine denk gelen bu yıllarda, İspanyolların, Endülüs'ü geri alması esnasında kaçan birçok Müslüman sanatçının sığınma noktası olmuş.

Sanatsal ayrıntılarıyla içinizi baymayayım. Alhambra'nın içinde bir saray, bir kale, bir de bahçe kompleksi var. Kalenin kulelerimden Granada,nın çok güzel, panoramik bir manzarasını görmeniz mümkün. Ayrıca, kalenin hemen yakınlarındaki Fas mahallesi de bütün güzelliğiyle bu kulelerden görülebilir.

Bahçeler ise tipik İslami, ucu sivrilmiş yarım daireli çitlerle bezenmiş. Havuzları, ağaçları, çiçekleri ile bahçeler bence Alhambra'nın en görülmeye değer yeri.

Alhambra
İçerde bir de Charles'ın Sarayı isimli, geri kalan hiçbir binanın mimarisine uymayan, abuk bir bina var. Kendi başına başka bir yerde çok güzel bir bina olabilecek olsa da, Alhambra'nın içinde çok abes kalmış.

Gezmek isterseniz, aklınızda olsun. Her noktasına sadece belirli saatlerde girebiliyorsunuz. O yüzden, gezerken uzun uzun tadını çıkarabilmek için en az bir yarım gün ayırmanızı öneririm.

İşte biz bu muazzam alanı iki saatte gezdik ama canımız da çıktı. Hemen girişte oturmak için banklar ve daha da önemlisi, içmek için kahve görmüştük. Haşat bir vaziyette kahve bölümüne gittik.

Kahveler otomatik makinelerden alınıyor. Şansımıza sıra da yok. Yanyana iki makinenin birine Jelena, diğerine ben geçtik.

İspanyolcadan anladığımız kadarıyla önce para attık, sonra da kafvemizi seçmeye başladık.

Jelena bana yardım etmek için yan taraftan sesleniyordu.

"Bugiii, süt leçe demek."

"Sağol. Şeker ne demek?"

"Bilmiyorum. Sugar benzeri birşey olsa gerek."

"Azucar diyor o olabilir mi?"

"Tamam o. Sin azucar, şekersiz demek."

"Anladım. Sağol."

"Bugiii, parayı önce mi, seçtikten sonra mı atıyorsun?"

"Önce atıyorsun. Baksana, attıkça kredin artıyor."

"Espera diyor babe. Yani bekle. İngilizcedeki aspire gibi. Expectation, aspiration, beklenti."

"Esperanza zaten umut demek bugi...."

"Esperanza ediyoruz ama hala kahve yok..."

Tam bu anda arkadan biri geldi, fotoğraf malinesi, sandallarıyla bizim gibi bir turist.

"Merhaba. Size yardım edeyim." dedi İngilizce, ama gerçekten kibarca. "Bu yeşil düğmeye basmazsanız kahve gelmez."

Bastı düğmeye. Makina gur-gur etti ve foşşş diye kahveyi doldurdu.

Benim kahvem hallolunca, Jelena'nın makinesinin yanına gitti.

"Sizin kahveniz nasıl olacak?" diye sordu. Jelena, kapuçino, az şekerli falan diye siparişini verdi. Adam da uzay yolunda Mister Sulu gibi çat, çat düğmelere bastı ve gur-gur, foşşşş. Jelenanın kahvesi de geldi.

Kahveleri alıp geri döndüğümüzde anladım durunu. Biz İspanyolcanın inceliklerini tartışırken arkamıza en az elli kişi sıraya girmiş, bizim kahve almamızı bekliyorlardı.

Utandım, kafamı önüme eğip kaçtım dışarı.

Bizi şehir merkezine götürecek minibüse bindiğimizde ayaklarım artık yeter diyorlardı. Jelena benden de vahim durumdaydı. Şehir merkezinde kendimize wi-fi'ı olan bir kafe bulduk ve kendimize iki saatlik bir R&R ısmarladık.

Kafeden çıktığımızda güneş batmış, hava neredeyse kararmak üzereydi. Şehir merkezinde ızun uzun dolaşıp şehrin havasını kokladık. Her şehir hava karardığında güzeldir ancak Granada gözüme sanki daha da güzel görünmeye başlamıştı. Siesta bitmiş, restoranlar, barlar açılmış, etraf neonlar ve müzikle renklenmişti.

Tam otelimize gidecekken yol değiştirdik ve otelin yakınındaki bir bara girdik. Öyle turistik bir bardan çok yöresel bir bardı. İzlediyseniz, Cheers dizisindeki gibi, herkesin birbirini tanıdığı, işten çıkıp eve gitmeden bir tek attıkları bir bar.

Yabancı olmamıza rağmen garson kız güler bir yüzle bizi köşede minderli falan, küçük bir masaya oturttu. Jelena Sangriasını, bem de Granada şarabımı söyledik. İçkilerle birlikte geleneksel olarak ikram edilen tapaları da getirdiler.

Şansıma, ikramlardan biri, patates böreği dedikleri, patates, soğan, baharattan yapılan çok lezzetli bir tapaydı. O mükemmel şarapla nasıl zevk aldım, bir ben bilirim, bir de okuduğunuz için şimdi siz biliyorsunuz.

Karı-koca tam geyik havamızı bulmuştuk. Bir bardak şarap için girdiğimiz barda iki saat ve bir şişe şaraplık kaldık. Çok güzel bir akşam geçirdik.

Fas mahallesi
Ertesi sabah hedef Fas mahallesiydi. İslam zamanından kalma bu mahalle, beyaz evleri, dar sokaklarıyla inanılmaz cazibeli bir yerdi. Yüksek bir noktasında bir kilise, önünde de açık bir alan var. Tam karşısında da bütün azametiyle Alhambra.

İnternet'te Alhambra yazıp görsel arama yaptığınızda göreceğiniz yüz Alhambra fotoğrafının doksan'ı bu noktadan çekilmiştir, emin olabilirsiniz. Ben de üç beş fotoğrafımla bu Alhambra kirliliğine katkıda bulundum.

Fas mahallesinden şehir merkezine yaptığımız yürüyüş ise sayılı zevk aldığım yürüyüşlerden biri oldu.

Nehrin üzerindeki eski binalar
Fas mahallesinin beyaz evlerini geride bırakıp Alhambra'nın eteklerine geldik. Alhambra'yı şehirden ayıran nehirin üzerindeki eski köprüler ve etrafındaki yüzlerce yıllık binalar gerçekten görülmeye değer, eşsiz bir manzara.

Otobüs garına gelip Sevilya otobüsünün üç saat sonra kalkacağını öğrendiğimizde biraz bozulduk, ancak bu kötü sürprizi bir fırsata dönüştürdük. Otobüs garının karşısında bir Çin restoranı bulduk ve mükemmel bir öğle yemeyi yedik.

Otobüste ise bol bol uyuduk.

Bir sonraki durağımız Sevilya, Sevilya ise Andoluzya gezimizin en çok heyecanla beklediğimiz kentiydi.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...