5 Aralık 2013 Perşembe

Fas, Agadir

Fas gezisinin planlarını yapmaya başladığımızda, ne yalan söyleyeyim, Mısır ve Tunus'dan sonra "Bir Kuzey Afrika ülkesi daha..." havasına sokmıştum kendimi.

Hani olur ya, ne göreceğinizi üç aşağı, beş yukarı bilirsiniz de, sadece marjinal farklar ilginizi çekmeye başlar... Aynen o duygu işte.

Bir insan bu kadar mı yanılabilir?

Fas "Başka Bir Kuzey Afrika Ülkesi" olmaktan çok öte bir yer arkadaşlar. İnsanlarıyla, doğasıyla, tarihiyle birçok özelliği kendine mahsus, inanılmaz cazibeli, bambaşka bir diyar.

Bu yüzden, başlangıçtaki kafama yerleşmiş monoton gezi, bir anda her günü ayrı heyecanlı, egzotik bir serüvene dönüştü.

Sizi de fazlaca sıkmadan anlatayım, dilimin döndüğünce...

Önce insanlar...

Kuzey Afrika ülkelerini sağdan sayarsak, önce Mısır, sonra da Tunus olmak üzere görme şansım oldu.

Mısır, tarihi bakımdan zenginliği tartışma götürmeyen, "Bir Numara" gezi durağı. Yedi bin yıllık tarih ülkenin her yanına saçılmış, gezmekle, görmekle bitmeyecek bir diyar.

Gel gör ki bu tarihin bu günkü sahipleri, ülkelerine gelen turistlere pek de arkadaşça davranıyor sayılmazlar.

Daha da açıkçası, Kahire'de dolaşırken sözün tam anlamıyla "üç buçuk" attım.

İnsanların yüzünüze bağırdığı, polislerin sizi "biraz fazlaca" bahşiş vermeye teşvik ettiği, satıcıların sizi dükkanlarına zorla sokup birşeyler satmaya çalıştığı pek güvenli olmayan bir ülke Mısır.

Hattızaatında, binlerce göstericinin arasında, herkesin gözünün önündeki bir meydanda, bir kadın televizyon muhabirine tecavüz edildiğini duyduğum ilk yer.

Tebes diye kalmış aklımda ama yanılıyor olabilirim, şu Ramses'in yatan bir heykelinin bulunduğu arkeolojik alanda geziyoruz. Dağın içine oyulmuş bir tapınakta yürüyoruz ama tam bir Bond filmi gibi, her yer labirent.

Koridorlar o kadar kısa ki sadece önüzde ve arkanızda ki birer kişiyi görme şansınız var. Gurup birbirinden kopmuş, ayrılmış durumda.

Jelena önümde, arkamda da guruptan biri, duvarlara sürüne sürüne gidiyoruz.

Bir süre sonra arkamdaki adamı göremez oldum.

Arkamda ayak sesleri ve yürüyen bir gölge var ancak sahibini göremiyorum.

Bir anda durup, arkamdaki kişinin yetişmesini bekledim.

Ben durunca gölge ve ayak sesleri de durdu.

Yeniden yürümeye başladım, gölge de arkamdan gelmeye devam etti.

Müzedeki hayalet, anasını satayım...

Labirent, büyük bir odada son buldu.

Ben koridordan çıktıktan sonra, arkamdan beyaz bir entari içinde, gurupla ilgisiz bir Arap, onun arkasından da yeşil entarili yine başka tanımadık bir Arap çıktı.

İkinci Arap'ın ardından da labirente girdiğimizde arkamda bulunan gurup üyesi turist belirdi.

Yani biz labirente girdikten sonra bu ikisi bir yolunu bulup aramıza girmiş, arkadaki gurubun gerisini geciktirirken, öndeki de benim arkamdan fırsat kolluyordu.

Beyaz entariliyi gözünün ucuyla elimdeki kameraya bakarken yakaladım sanki. Kamera da öyle ucuz, bir özelliği olmayan turist kamerası.

Neyse, bu ikisi, büyük odaya girdiğimizde sessizce ayrılıp kayboldular.

Gezi bitip tapınaktan çıktığımızda, Jelena ve gurubun geri kalanı ufak müze mağazasında satılan papirüs'lere bakarken ben de, yek başıma, dışarda bir sigara yaktım, o zamanlar içiyordum işte.

Bir anda, az önceki iki Arap belirdi.

"Halidbinvelid" ve "Omarbinşerif" diye kendilerini tanıttılar. Ben sadece "hay" deyip zoraki selamladım bunları.

"Halidbinvelid" ve "Omarbinşerif"
"Bizim bir resmimizi çekermisin?" diye sordular.

"Tamam" deyince, duvarın önünde poz verdiler, ben de çektim resimlerini.

Sonra beyaz entarili, "Şimdi de ben senin resmini çekeyim." deyip kamerayı tuttu.

İşin rengi belli olmuştu.

Ancak çok nazik bir noktaya gelmişti olay.

Kamera, bileğime kordonla bağlıydı ve beyaz entarili de onu elinin içinde tutmuş çekiyordu. Ancak kameranın çekmekle gelmeyeceği belliydi. Bu da bu ikisine kamerayı alabilmek için tek bir yol bırakıyordu.

O anda ne düşündüm bilmiyorum, yalnız sol yumruğumu sıkıp olaya hazırlandığımı hatırlıyorum.

Neyse ki tam bu sırada gurup mağazadan çıktı ve bu ikisi gene bir anda kayboldu gitti.

Otobüse binip oradan ayrılana kadar sigara migara içmeyi bıraktım ve bir daha da guruptan ayrılmadım.

Gize'de piramitlerin dibinde başka bir çocuk, devesiyle geldi. "Bunun adı Michael Jackson" dedi ve sordu "Bir resmimizi çeker misin?"

Cevap bile vermedim.

"Bir resim çekmek istermisiniz?"

Yine piramitlerle Sfenks arasında deve üstünde bir polis güler yüzle durdurdu bizi. Otantik olsun diye polisler turistik alanlarda develere biniyordu.

"Bir resim çekmek istermisiniz?"

Soru şeklinde gelse de emir Mısır polisinden. Gel de hayır de...

Çektik fotoğrafı, halkla ilişkilere katkısı olsun diye.


Tam gudbay'larken adam elini açtı. "Bakşiş?"

En komiğini sona sakladım.

Kahirede geniş mi geniş bir caddeden karşıya geçmeye çalışıyoruz.

Trafik ışığı falan hak getire.

Caddenin ortasında bir trafik polisi var ve dört yöne sırasıyla dönüp deli gibi düdük çalıyor ve elini kolunu frantik bir biçimde sallayarak, pandomim ile bale karışımı bir gösteri sergiliyor.

Polisin ne istediğimi anlamak imkansız. Arabalar her yönden aynı anda geliyor, burun buruna gelince acı acı frene basıyorlar.

Biz bir iki adım atıp karşıya geçmeye yeltendik ama hemen kendimizi geri kaldırıma atıp canımızı zor kurtardık.

Polis bizi görünce, bale yapmayı bıraktı, kendini arabaların önüne atıp düdüğünü uzun uzun çaldı ve herkesin anlayacağı biçimde elini dur işareti vererek kaldırdı.

Arabalar zınk diye durdu.

Jelena'yla ben kral ve kraliçe gibi telaşsızca geçmeye başladık caddeyi.

Tam orta noktada duran polisin yanına geldiğimizde polis bize baktı, gülümsedi ve avucunu açtı.

Kahire'de caddeyi karşıdan karşıya geçmek "bakşiş" 'e tabiydi

Mısır böyleydi işte...

Tunus Mısır'a göre bir çağ ilerde bu arkadaşçalılık konusumda arkadaşlar, ancak durum yine de çok iyi sayılmaz.

Zarzis'de örneğin bir ayının, Jelena'nın peşimden "Gazel!" diye bağırıp koştuğu, benim de ona "Sen git hayatım, bunu bana bırak!" 'ladıktan sonra adamın önünü kesip "Ne diyon lan!" 'ladığım vukuu bulmuştu.

Başka bir okazyonda, bir satıcı Jelena'nın koluna yapışıp, dükkanın içine çekmeye çalışmıştı.

"Kom gazel, veri gud tings to buy"

"Yok kardeşim, almayacağız hiç birşey."

Bu sefer Jelena'ya sarılıp:

"O zaman gel bir fotoğraf çektirelim..."

"Siktir lan!"

"Tamam yaa, ne kızıyon?"

Havasında bir de şaşkın şaşkın cevap vermişti.

Tam bu noktada, eğer "Lan ne biçim yerlermiş buraları..." gibi bir izlenime kapıldıysanız, yeri gelmişken söyleyeyim, Türkiyeye gelen yabancıların, özellikle kadınların, başlarına gelenler yukardakilerden pek de farklı değil.

Tamam, bizde polis cadde geçenden bahşiş almaz ama satıcıların ve sokaktaki diğer Tarzanların verdiği rahatsızlık efsanevi boyutlara ulaşmış durumda.

Neyse, dönelim konumuz olan Fas'a...

Fas'ta durum ben diyeyim siyah-beyaz, siz deyin gece-gündüz, o kadar farklı.

Fas kralı, sanki her Faslı'ya birer psikolog tutmuş. Hepsi birer elma şekeri.

Sizi tehdit eden, taciz eden, rahatsız eden kimse yok. Satıcılar yolunuzu kestiğinde "Yok" dediğiniz anda "Nasıl isterseniz..., İyi günler." diyip gidiyorlar.

Üç beş aksilenenin dışında herkes güler yüzlü, yardımsever. Yol sorunca gösteriyorlar, hiç birşey olmasa oturup sizinle konuşuyorlar falan.

Sanki Kuzey Afrika'da değil Lozan sokaklarında geziyorsunuz.

Fas'da hemen herkes Fransızca konuşuyor. Fransızca okullarda zorunlu ders. Tüm tabelalar, menüler, dökümanlar Arapça ve Fransızca. Yani Fransızca bilenler için Fas ziyaret edilmesi çok kolay bir ülke.

En çok Fransızca bilen topluluk Fransızlar olduğundan Fas sanki Fransızlar için ikinci tatil adresi olmuş.

Örneğin bizim gurubumuzda bir Türk, yani ben kulunuz, bir Sırp, zevcem Jelena, bir de İsviçreliye - ki ana dili Fransızca, karşılık on beş tane Fransız vardı.

Fransızlar için Fransızca konuşmak çok önemlidir arkadaşlar.

Dillerini için deli olurlar, kelimelerle oynayarak birbirlerine şaka yaparlar ve en önemlisi başka bir dili konuşmayı pek sevmezler. Bu yüzden Kanada, Martinik, La Reunıon, Senegal, Tunus ve Fas gibi Fransızca konuşulan ülkeler turist olarak büyük bir Fransız çoğunluğuna sahiptir.

Mesela Fransızca konuşulmaya Tayland'ı alın, çok küçük bir Fransız turist yüzdesi görürsünüz.

Faslılar da bu Fransızca konuşma işini çok benimsemiş, hatta bence biraz gereğinden çok önemsemiş durumdalar. Fransızca konuşmayı bir ayrıcalık, bir önemsenme kaynağı olarak görmekteler çoğunlukla. Fransa ise, büyük abi, en önemli hedef ve ulaşılacak en yüksek mertebe, Nirvana yani.

Bu biraz üzücü, çünkü Fransa gördüğüm kadarıyla Fas'a öyle bir önemli katkıda bulunmamış. Ne yapalım, kendi bilecekleri iş.

Ülke büyük sayılabilecek bir alana sahip. Aşağı yukarı Türkiyenin yarısı kadar. Nüfusu ise otuz iki milyon. Ülkenin bir kralı var, yukarda söylediğim gibi. Yani monarşik bir yönetim var Fas'da.

Ülkenin hem Akdeniz'de, hem de Atlas Okyanusunda kıyısı var. Ülkenin önemli sayılabilecek büyüklükte bir alanı Atlas dağlarıyla kaplı. Sahara çölünün batısı da Fas'ın içerisinde.

Yani hem demografik, hem de coğrafik olarak eğlenceli bir ülke.

Fas'daki ilk durağımız Agadir kenti.

Agadir'deyiz
Atlas okyanusunun kıyısında, çok mu çok yeni bir yerleşim merkezi. O yüzden tarihi bir havası yok.

Zaten, kentin Kuzey Afrika'yla da bir ilgisi yok. Daha çok Kankun'a benziyor.

Kısacası tüm kent turistler için var.

Herşey yapay, sahte. Trafik işaretleri uyulsun diye değil, medeni görünsün diye koyulmuş. Park yerleri kare kare boyanmış. Çarşıda, kamyonların mal getirebilmeleri için bile ayrı yollar ve duraklama noktaları var. Kötü bir Cote d'Azur kopyası.

Afrika'dasın lan, insaf...

Ruhsuz, lolipop bir yer Agadir, sizin anlayacağınız...

Çölde bir vaha yani...

(Tamam, edebiyatı burada bırakıyorum. Hepimiz anladık Agadir'in nasıl bir yer olduğunu)

Ancak Agadir'de öyle bir şey var ki arkadaşlar, sadece bunun için bile Agadir'e gidilebilir.

Günbatımı.

Agadir'de gün batımı
Atlas okyanusunun bu tarafında gün batımları, Amerikan tarafında ise gün doğumları çok güzeldir.

Bunun en önemli sebebi ise aslında çok basittir:

Güneş Doğudan doğar...

...ve Batı'dan batar.

Bu yüzden okyanusun bu tarafında güneş Batı tarafında bulunan denizin üstünden batar ve çoğunlukla da size kartpostallarda görmeye alıştığınız o dehşet gün batımlarını sunar.

Hele biraz da şanslıysanız ve günbatımının kızıllığını tutacak bulutlar da varsa etrafta, işte o kan kırmızı gökyüzünü yaşarsınız. İster fotoğrafını çekin, ister manitanızın elini tutun ama yalnız başınıza yaşamayın o gün batımını.

Etrafta ellerinde sörf tahtası, kendi resimlerini çekmeye çalışan yalnız kelleler ve, yazsam mı bilmiyorum ama yazalım anasını satayım, iki erkek beraber tatile gelmiş toplar için tüm kalbimle üzüldüm.

Burada geçen her yalnız günbatımı, Deep Purple'ın bir şarkısında anlattığı gibi "One too many wasted sunset", yani gereğinden bir fazla ziyan olmuş bir günbatımı.

Agadir de gün batımını dehşet güzel yapan, Güneş'in Batı'dan batmasının dışında, ikinci bir astronomik fenomen var arkadaşlar.

Gel-git'ler...

Bu yazıyı Türkçe okuduğunuza göre büyük olasılıkla siz de benim gibi Akdeniz çocuğusunuzdur.

Akdeniz, bence dünyadaki en güzel denizdir, nokta.

Hele Ege, hem Türk, hem Yunan tarafı.

Sadece Ege de değil. Adriyatik, Cote d'Azur, sayın aklınıza gelen diğer Akdeniz kıyılarını, herbiri cennetten birer parçadır.

Ancak diğer birçok denizlerde bulunup da Akdeniz'de görmediğimiz bir fenomen vardır ki bu da gel-git'lerdir.

Gel-git'ler sonucu karayı kaplayan sular 
Pek bilmeyiz nasıl olduklarını, ne zaman geldiklerini, ne zaman gittiklerini.

Öyle kafanızı ilimle çok şişirmeden anlatayım.

Newton, bir ağacın altında uyurken kafasına dank diye düşen elmadan sonra evrendeki her cismin birbirini çektiğini buldu. Cisimler ağırlaştıkça ve birbirine yaklaştıkça bu çekim gücü artmaktaydı. Hatta cisimlerin birbirine yakın olması ağırlıklarından daha fazla artırıyordu bu çekim gücünü.


Kendisi de Dünya'ya oldukça yakın bir cisim olan Ay, ki üç günlük yoldadır, bu sebeple Dünyayı ciddi olarak çeker.

Haa, Dünya da Ay'ı çeker, hem de çok daha kuvvetli, ama bunun konumuzla ilgisi yok.

Ay'ın bu çekimi karaları, ya da daha genel anlamda, katı maddeleri pek fazla etkilemez. Karalar şöyle bir "gırç" eder ve sonunda hareketsiz kalırlar.

Siz de, ben de öyle deforme olmayız, yani Ay'ın çekimiyle boyumuz uzamaz. Ancak, eğer biraz moralinizi düzeltmek istiyorsanız, teraziye Ay tepenizdeyken çıkın. Daha hafif olduğunuzu görürsünüz - bu bir şaka değil.

Sıvılar ise şekillerini çok kolay kaybederler. Dünyada en çok bulunan sıvı da deniz suyu olduğu için Ay'ın çekimi okyanusların Ay'a bakan taraflarında bir kabartı oluşturur. Yani sular yükselir. Bu kabartı, yada yükselme Dünya'nın Ay'a bakan tarafının tam tersinde de gerçekleşir.

Hemen toparlayalım. Bir daire çizin, bu Dünya olsun. Bu dairenin soluna daha küçük bir daire daha çizin. Bu da Ay olsun. Soldaki Ay'ın çekimi yüzünden Dünyanın sağ ve solundaki okyanuslar kabarırken yukarı ve aşağıdakiler çöker.

Böylece günde iki kere okyanus kıyılarında sular yükselir ve çekilir.

Akdeniz, ve hattızaatında Karadeniz, Marmara, Hazar Denizi, vs. kapalı iç denizlerdir. Bu denizlerin suyu okyanuslara olan bağlantılarından yükselmeyi ve düşmeyi sağlayacak miktarlarda geçemez.

Bu yüzden de gel-git bu denizlerde hissedilmez.

Ancak Agadir gibi okyanus kıyılarında sular çekildiğinde arkalarında onlarca metre ıslak kum ve su birikintileri bırakır.

Eğer bu "git" olayı, bir de gün batımına denk gelirse, gökyüzünün kızıllığı fotokopisi çekilmiş gibi kumsala çıkar.

İşte Agadir'de geçirdiğimiz ikinci günbatımı hem bulutlarıyla, hem de gelgitlerin zamanlamasıyla böyle şanslı bir günbatımıydı. Birinci de fena sayılmazdı, ancak üçüncü gün batımında çok az bulut vardı.

Bunca lafın kıssadan hissesi ise şöyle. Dünyanın en güzel gün batımlarından birini görmek için alın kocanızı, karınızı, erkek/kız arkadasınızı yanınıza ve atlayın uçağa. Sadece bunun için bile gidilebilir Agadir'e.

Yeri gelmişken bir hatırlatma yaparak astronomi konusunu kapayalım. Anlayacağınız üzere Atlas Okyanusu'nun doğu kıyısının her yerinde Güneş deniz'e batmayabilir. Mesela Kanarya adalarının doğu kıyısındaysanız Güneş dank diye karadan batar. Bir de her kıyı kuzey-güney doğrultusunda düz değildir. O yüzden yukardaki genellemenin her koşulda doğru olacağını düşünmeyin.

Ve sonrasında bana da kızmayın.

Günbatımı dışında da Agadir'de yapacak çok şey var.

Yemek mesela.

Bol bol Hint, Doğu Asya, Orta Doğu ve olmazsa olmaz Fransız, İtalyan ve İspanyol restoranları var. Fiyatlar da çok uygun. Fas şarabı insanın ayaklarını yerden kesmiyor ama gayet içilebilir bir şarap.

Fas'ın yemekleri tipik Kuzey Afrika mutfağından. Bir tür arpadan yapılan Kuskus pilavı ve Tajin isimli, sebzeli, etli ve ÇOK BAHATATLI bir yemekleri var.

Bir de tabii ki Mergez.

Mergez bizim bildiğimiz sosis, ancak sadece koyun etiyle hazırlanıyor ve zehir gibi de baharatlı. Ancak bir kilo yiyebilirim, bir oturuşta. Son zamanlarda Mergez için bir tat geliştirdim. Çok seviyorum.

Ve tabii ki bol bol deniz mahsülü. Yiyenler çok memnundu.

Fas'ın baharatları
Fas aynı zamanda bir baharat cenneti. Hem çok güzel baharatları var, hem de çok güzel piyazlıyorlar turistlere.

Baharatçılar, turistleri oditoryum kılıklı odalara alıp tek tek anlatıyor, hangi baharat nedir, nasıl kullanılır diye.

Mesela otuz beş baharatın karışımı bir harmanları var ki yere göğe koyamıyorlar. Balık için kullandıkları beş baharatlık başka bir harmanları da var.

Başkaca, Fas safranı diye bir baharatları var ki Hint safranı gibi sarı değil, aksine kırmızı. Yine Fas körisi dedikleri bir körileri var. Ben şahsen beğendim.

Doğal olarak afrodizyak olduğu iddia edilen bir dolu baharatı da satıyorlar turistlere. Bir çoğu da alıyor ha....

Ancak en çok kullanılan baharat kümin, yani bizim kimyon. Portakal ve elmanın üzerine bile döküyorlar. Çok popüler.

Bu baharatçılar aynı zamanda ev yapımı kozmetik ürünleri de satıyorlar. Bu bayağı bir endüstri olmuş arkadaşlar. İnanın Vichy'den çok çeşitli kremleri, hacı yağları falan var.

İsterseniz bir de masaj yapıyorlar size bu kremleri kullanarak. İlginizi çekerse denemenizi tavsiye ederim.

Her turistik belde de olduğu gibi Agadir'de de binlerce incik-boncuk hatıra malzemesi satan mağazalar var.

Develer
Şehir içinde yine ilginç gelebilecek bir balık pazarı ve bir sebze-meyve pazarı var. Bu iki yerde biraz Agadir'in yapmacıklığından kurtulup gerçek ülkeyi gördüğünüzü düşünüyorsunuz ama serüven buralarda değil.

Şehirin biraz dışında bir kale ve surlarının altında deveciler var, eğer deve hatırası isterseniz.

Agadir, Kuzey Afrika havası koklayabileceğiniz bir yer değil.

Zaten rehberimiz de söyledi:

"Bu gördüklerinizin Fas'la ilgisi yok. Gerçek Fas'ı yarın göreceksiniz..."

Devam edeceğiz.

Sevgiler.

10 Kasım 2013 Pazar

Kitap

Sevgili arkadaşlar, İsviçre'de kış resmi olarak geldi diyebiliriz. Şu anda bahçeye kar yağıyor. Jelena'yla mükemmel hatta biraz fazlaca mükemmel bir öğlen yemeyi yedik, sobayı yaktık, kahvelerimizi içtik ve tam bir tembel kış Pazarı havasına girdik.

Böyle günlerde yaşlı adam egzersizimi yaparken artık neredeyse değişmez bir adet haline dönüşen kitap okuma fiiline atfetmeye çalıştım kendimi.

Ancak kitap yerine bir dolu başka ıvır zıvır gereksiz işlere bakmaya başladım.

Mesela Adana valisi bir vatandaşa "gavat" demiş, ona takıldım. Üç beş habere herkezin zaten farkında olduğu gereksiz yorumlarımı yazdım, sildim, falan.

Sonra biraz TV seyrettim, köpeği taciz ettim, Jelena'ya bulaştım, vs.

Ancak elim bir türlü yarım kalmış kitabıma gidemedi.

Niye derseniz, başladığım kitap o kadar kötü ki gece rüyalarıma giriyor.

Kitabın ismi The Atlantis Gene, yani Atlantis Geni. A. G. Riddle diye ABD'li bir genç yazarın ilk kitabı.

Az buz değil, beş yüz sayfalık bir Bilim-Kurgu ve Terör harmanı.

Amazon'da değişik birşey ararken denk geldim. Nasıl güzel piyazlamışlarsa hemen indirdim Kindle'a.

İlk yirmi sayfadan sonra yavaş yavaş baymaya başladı. Ellinci sayfa civarları artık baygınlıklar geçirmeye başlamıştım.

Kitap - bence tabii - öyle kötü yazılmış ki insanın bir daha elime alası gelmiyor.

Kitap okumak çok kişisel bir eylemdir. Herkesin beklentileri, umdukları ve aldıkları zevk farklıdır.

Ders kitapları, ansiklopediler yada kanun kitapları gibi özel amaçlı kitapları bir kenara bırakırsak, bir romanı elime aldığımda beklentim ve aynı zamanda yazarın başarısı, beni ne kadar konunun içine çekebildiği, kişi olarak olaya ne kadar dahil edebildiğidir.

Güzel diye tanımladığım kitapları okurken kendimi olayın geçtiği yerde, olayın kahramanlarıyla birlikte olayı yaşarken bulurum.

Plot (konu) benle birlikte gelişir, gizemi kahramanla birlikte ben de çözerim. Çözümleme (revelation) herkesle birlikte beni de şaşırtır.

İyi bir yazar gizemin çözümü için kahramana verdiği her ipucunu okuyucuya da verir.

Okuyucu bu işi kendisi çözerse gururlanır, mutlu olur. Yok eğer çözemezse vay anasını satayım, nasıl atlamışız bunu diye hayıflanır.

Kısacası bu çaba bile tüm kitap okuma eyleminin hazzı ve tadıdır.

Mesela Agatha Christie bu çözümleme işini okuyucuya bırakacak kadar ipuçlarını vermeyi resmi bir hale getirmiştir.

Benim okuduğum kitaplarının çoğunda, Christie boş bir sayfa bırakır ve "Bu noktada gizemin çözülmesi için bütün ipuçları okuyucuya verişmiştir." der.

Siz de Poirot'dan önce katili bulmak için kıçınızı yırtarsınız :)

Benim başarı oranım kabaca yüzde yirmi civarında, yani her beş kitaptan birinde katili doğru olarak öngörebildim diyebiliriz. Ancak sadece bu gizemi çözme çabası bile beni herzaman olayın bir parçası yapmaya yetmiştir. Katili kendim bulsam da bulmasam da inanılmaz zevk almışımdır Christie'nin kitaplarından.

İşte şu an okuduğum kitap bunun tam aksini yapıyor.

Bir yazarın işi size hikayesini anlatmaktır.

Bu arkadaş ise hikaye anlatma işini kitaptaki karekterlere yüklemiş.

Yani plot'u yada konuyu kitaptaki kişilerin birbirlerine plot'u anlatmasıyla anlıyorsunuz.

Alın size bir örnek. Kitapta bir prof, büyük patrona anlatıyor:

"We know that the therapy they received was something cutting edge. Possibly something so new we don’t have anything to compare it to. But we have some theories.

There’s been another recent breakthrough in genetics—what we call epigenetics. The idea is that our genome is less like a static blueprint and more like a piano.

The piano keys represent the genome. We each get different keys, and the keys don’t change throughout our life: we die with the same piano keys, or genome, we’re born with. What changes is the sheet music: the epigenetics.

That sheet of music determines what tune is played—what genes are expressed—and those genes determine our traits—everything from IQ to hair color. The idea is that this complex interaction between our genome and the epigenetics that control gene expression really determines who we become.

What’s interesting is that we have a hand in writing the music, in controlling our own epigenetics.

And so do our parents and even our environment. If a certain gene is expressed in your parents and grandparents, it’s more likely to activate in you.

Essentially, our actions, our parents’ actions, and our environment influence what genes could be activated.

Our genes might control the possibilities, but epigenetics determines our destiny. It’s an incredible breakthrough. We’ve known something more than pure static genetics was at work for some time. Our twin studies in the thirties and forties told us that.

Some twins survived longer in the machine than others, despite having almost exactly the same genome. Epigenetics is the missing link."

İngilizce bilmiyorsanız dert etmeyin. İçerikle işimiz yok zaten. Konumuz yöntem.

Şimdi siz gerçek hayatta hiç yukardaki gibi bir dialog, yada doğru deyişi ile bir monolog, gördünüz mü, duydunuz mu?

Gidin karınıza, kocanıza, patronunuza yukardaki gibi bir konuşma yapın.

Sopa yersiniz valla...

Babaya sanki yeni kitabının konusu ne diye sorsanız, size yukardaki konferansı verecek.

İşte beş yüz sayfa okumadan sadece yukardaki benzeri birkaç diyaloğu okursanız kitabın konusunu anlıyorsunuz.

Geri kalan sayfalardan ise mükemmel bir Segal yada Norris filmi çıkabilir. Vur da vur gözüne, çalsın davullar, patlasın bombalar :)

Ne yazık ki bu çocukça yazım tarzı kitabı okunması saçma ve amaçsız bir hale getirmiş.

Okuyucuya kalmış birşey yok. Bir gizem (mystery) ve çözümleme (revelation) yok. Bekleyin ki, iki kişi yan yana gelsin ve size olanı biteni anlatsın.

Hadi bu taze genç, ondan zırvaladı diyelim. Size aynı şeyi Da Vinci Code'un ulvi yazarı Dan Brown son kitabı Inferno'da yapmış desem ne dersiniz?

Tabii yazım zerafeti ve deneyimi ile Brown kitabını hala okunur kılmış ama işin özüne dönerseniz kitabın kahramanı Robert Langdon tüm kitap boyunca hafızasını kaybetmiş bir eblek (doğrusu ebleh olsa da tarihi sebeplerden eblek diyelim burada) biçiminde ne yaptığını bilmeden önce bir genç kadını takip eder, sonrasında da daha yaşlı bir kadın ona olan biteni anlatır, yakalayınca da ilk genç kadın hikayenin son rötuşlarını aktarır Langdon'a.

Sonunda ise zaten faciaya engel de olamazlar ve kitap da biter.

Ne bir gizem, ne de okuyucunun olayı çözme şansı.

Ancak gizemle ilgili olmasa da geleneksel Brown anlatımıyla Floransa, Venedik ve İstanbul mükemmel okunuyor. Bir de Dante tabii.

Böyle kitabı ben de yazarım.

Mesela uzaylılar İstanbulun tepesinde, şehri yok etmeye hazırlanıyor. Size bu hikayeyi, üç beş ailenin yaşadığı korku ve kaçma çabasıyla garnitür ederek iki yüz sayfa rahatlıkla anlatabilirim.

Sonunda da uzaylı "yok et" düğmesine bastığında İstanbul yerine uzay gemisi patlar.

Siz daha "Lan ne oldu?" bile diyemeden Protonus gezegeninde iki uzaylı konuşurken patlamanın sebebini öğrenirsiniz:

"İşte kumandan Zork uzay gemisinin tingamatörünün quantum seviyesini bozdu, ondan proyon ışını gemiyi patlattı.."

Döversiniz valla :)

Benim okuduğum kitaba dönersek, "Madem bu kadar gıcık oldun, manyak mısın, niye bırakıp başka bir kitap okumuyorsun?" diye haklı olarak sorabilirsiniz tabii.

N'apayım, rahmetli babamın mirası, başladığı hiçbir kitabı yarım bırakmamıştı. Ondan kaldı bu huy.

İyi hafta sonları...

2 Kasım 2013 Cumartesi

Uzay Yolculukları Ve Bir Şabalak Editör

Sevgili arkadaşlar, gece gece sizle biraz afaki bir konu üzerine konuşmak istedim birden.

İngilizcede bir laf vardır, "What goes up must come down." diye. Bunun tercümesi ise, mana olarak, "Yukarı attığınız herşey geri yere düşer" demektir.

Bir taşı atın havaya, geri yere düşer.

Niye derseniz cevabı çok basittir.

Yerçekimi....

Yerçekimi o kadar baskın bir güçtür ki evrenin başını da sonunu da belirleyen en önemli etmenlerden biridir.

Ulu kuantum teorileri bile etrafımızda olan biten herşeyi açıklarken iş yerçekimine gelince zırt deyip teslim olurlar.

Newton'ın kafasına düşen elmayla başlayan ve Einstein'ın uzayı eğip bükmesiyle günümüze ulaşmış yerçekimi, kara deliklerden kuasarlara tüm uzaysal fenomenlerin en önemli nedenlerinden biridir.

Evrende her şey birbirini çeker. Bu kuvvet hep çekicidir, hiç itici olmaz.

Çeker de çeker.

İşte bu yüzden uzay yolculuklarının en önemli tarafı uzay araçlarını dünyanın bu kuvvetli çekiminden kurtarıp uzaya çıkarabilmektir.

Bu öyle illet bir iştir ki koca füzelerin uzunluğu ve ağırlıklarının dörtte üçüne kadarki miktarı sadece uzay araçlarını Dünyanın on on beş kilometresine götürmek için kullanılır.

Alın Satürn Beş roketini. Bu roket insanoğlunu aya götüren rokettir. Dev gökdelenlerin boyundaki bu roketten Dünyanın yerçekiminden çıkıp aya doğru yöneldiğinde kala kala birkaç metre uzunluğunda bir modül kalır.

Geride kalan metrelerce ve tonlarca roket parçaları bir daha hiçbir işe yaramaz.

Bu da uzay yolculuklarını inanılmaz boyutlarda maliyetli hale getirir.

Koca roket motorları birkaç dakka çalışır ve roket Dünya dışına çıktığında ya uzaya yada geri dünyaya çöp şeklinde bırakılır.

Halin böyle olduğunu gören erken akıllı biri ise "Yaw, böyle tuvalet kağıdı gibi kullan-at, pahalı roketler yerine uzaya çıkıp Dünyaya geri dönebilecek, sonra da yeniden kullanılabilecek bir uzay aracı yapsak mı?" demiş ve ortaya Uzay Mekiği programı çıkmış.

Fikir güzel. Bir araç yap, at uzaya, geri dönsün, biraz yağlama yıkama sonra yeniden gönder uzaya...

Fikir güzel de uygulama politik ve çıkarsal nedenlerden fikir kadar güzel olmamış.

Bir kere uzaydan gelen mekiği yeniden uzaya gitmesi için hazırlamak hem çok pahalı, hem de çok uzun zaman alıyordu.

Bir de üstüne yeniden uzaya giden mekik pek de güvenli değildi. Geçirdiği kazalar sonunda insanlar öldü, uzay uçuşları ertelendi.

Projenin maliyetleri öyle uçmuştu ki 1950'lerin teknolojisi ile yapılan Rus roketleri bile tek kullanımlı olmalarıma rağmen uzay mekiğinin bakımından ucuza çıktıkları için uydu atımı ve Uluslararası Uzay İstasyonuna malzeme götürmek için tercih edilir hale gelmişti.

Ve 2011 yılında da uzay mekiği bir daha uçmamak üzere görevden kaldırıldı.

Taa ki bugüne kadar.

Çünkü Hürriyet gazetesi uzay mekiği uçuşlarının yeniden başladığını ve Baykonue uzay merkezinden kalkışı NASA'nın New York'da naklen yayınlayacağını haber olarak geçiyordu.

Lan... Dedim içimden. Ben mi kaçırdım acaba? Diye düşündüm.

Hadi kırk yıllık Baykonur bir kaza ile Baykonue olmuş olsun, NASA aklını mı kaybetti ki uzay mekiğini ABD'den atmak yerine taa Kazakistana göndersin?

Sonra haberin resmine baktım.

En ufak bir tereddüte yer bırakmayacak şekilde Amerikan uzay mekiği...

Sonra ne bulacağımı bile bile Google'ladım haberin başlığının ingilizcesini.

İşin aslı tabii ki mekik falan değil. 60 yıllık Rus yapımı, tek kullanımlı Soyuz füzesi. 60 yıldır olduğu gibi Baykonur'dan atılacak. NASA da bu uçuşun bir Uluslararası Uzay İstasyonu görevi olduğu için gerçekten de Times meydanında naklen yayınlayacak.

İşte böyle...

NASA, roket falan gibi kelimeleri duyunca hemen Uzay Mekiğini kafadan eklemiş, herşeyi bildiğini sanıp insanları aptal yerine koyan editör.

"Lan spor haberi yapıyoruz, uzay haberi mi yapamayacağız a.... k..., bulun bana internetten bir uzay mekiği resmi." demiş, Baykonuru gözünün gördüğü kadarıyla Baykonue yapmış, haber diye itelemiş.

Okuyucunun değerlendirme kapasitesinin kendi minyatür beyninden bile daha yetersiz olduğuna emin, salmış gitmiş haberi, az gelişmiş ülkenin az gelişmiş çocuğu.

Az gelişmiş diyorum çünkü ancak az gelişmiş yerlerde olur böyle şeyler.

Arabanız bozulsun, çekin bir kasap dükkanının önüne, girin içeri, sorun kasapa, "Araba bozuldu bir bakar mısın?" diye. Sizce Türkiyedeki kasapların yüzde kaçı "Abi ben kasabım, araba motorundan anlamam." der?

Yüzde doksan dokuzu "Aç abi kaputu bir bakalım." demezse adam değilim. Açar kaputu, kabloları çekiştirir, yağ su kapaklarıyla oynar, "Abi bas bidaha marşa." diye sana arabayı çalıştırtır, araba çalışmayınca hala pes etmez, bakar da bakar motora...

"Abi buna antifiriz koydun demi?..."

Yazın ortasında, bir de.

:)

İşte bu muhabir de aynı bu kasap.

Hürriyetteki haberin linki aşağıda:

http://www.hurriyet.com.tr/teknoloji/25029683.asp

Haberin doğrusu ise şurada (İngilizce):

http://www.nasa.gov/press/2013/november/next-space-station-launch-to-be-shown-on-times-square-toshiba-vision-screen/#.UnWeR7K9KSM

İyi hafta sonları...

19 Ekim 2013 Cumartesi

Sözcüklerle Oynayalım Bu Akşam

Hadi biraz sözcüklerle oynayalım bu akşam. İki eski ve güzel arkadaşla ikiden fazla şarap şişesi etrafında sözcüklerle dans ettik biraz, sizinle de paylaşayım istedim.

Siyaset yazmama kararım hala devam ediyor ancak bu akşam biraz, ucundan accıcık da olsa, mutlaka ki istemeden, birazcık dokındırabiliriz... İzninizle tabii.

Konumuz politik ve ideolojik sayılabilir.

Biraz daha açarsak, her sorumlu entelektüel gibi iki kadeh içince dünyayı kurtarma vaziyetleri yani.

Bu içki üstü dünyayı kurtarma vaziyetleri sadece biz Türklere mahsus bir fenomen değildir. Her milletten enteller içip içip zeybeklenir ve dünyayı kurtarma moduna girerler.

Ancak, bir şeyi kurtarmak gibi bir eylem o şeyin batık, kurtarılmaya gereksinimi olduğunu ima eder.

Ne kadar kara bulut toparlıyor üstümüze bu “kurtarma” yüklemi, değil mi?

Halbuki, her millet bu kurtarma işinde olaya bizler kadar karamsar bakmaz.

Alın Fransızları....

Onlar içince dünyayı kurtarmak yerine “Reconstruire le Monde”, yani yeniden yapılandırırlar.

Bir ufak çalımla olayı kurtarma gibi melodramatik bir seviyeden alıp “yeniden yapılandırma” gibi iyimser ve yapıcı bir seviyeye taşırlar.

Halbuki biz “kurtarırız” abi.

Marjinalizdir çünkü...

Ya severiz, ya döveriz.

Ya her anımız birliktedir, ya da yüzüne bile bakmayız.

Bizim olmayan kimsenin olmaz... Döveriz, yüzüne asit atarız, hatta öldürürüz.

Bizim için birisi ya “bizden” ‘dir yada “onlardan”.

Bir insanın yaptıklarının arasında iyi yada kötü, doğru yada yanlış şeyler yoktur kültürümüzde.

O insan “bizden” ise yaptığı HERŞEY doğru, onlardan ise yaptığı HERŞEY yanlıştır.

Onlardan olana aptalca bir hiddetle ne derse desin saldırır, taciz eder, bizlerden olana da aptalca bir bağlılıkla körlemesine destek verir, anlaşılmaz bir sadakatle her fikrini, her davranışını savunuruz.

Orta Asya artı İslam kültürünün bir kokteyli...

Bu körlemesina bağlılıkla, yada hadi adını koyalım, fanatiklikle, yıllar boyu faşist/komünist diye birbirimizi yedik, Kenan paşayı başımıza getirdik ve hatta çoğumuz sevindik huzur bulduk diye.

İlahi adalate, yada İngilizcede dedikleri gibi “poetic justice” yani şairane adalete bakınız ki dünün “faşist ve aynı zamanda sosyal faşistleri” karşısındaki “gomonistler”, Tayyipin korkusuna bugün canciğer, kuzu sarması.

CHP bir çalımla “milliyetçi” yerine “ulusalcı” oldu, MHP ise “Atatürkçü”.

Eminim, Ecevit de, Türkeş de mezarlarından gülüyorlardır halimize...

Peşrevi uzattık biraz, bu saatte öyle derin ideolojik geyikle içinizi baymak değil amacım.

Tartışmamızın özü çok daha basit.

Kunumuz sadece “Sağcı” ve “Solcu”.

Yani şu bildiğimiz basit “Sağcı” ve “Solcu” sıfatları.

Hani sağcı, milliyetçi, muhafazakar, kapitalist yada kibarcası liberal ekonomist.

Karşısında ise solcu, sosyalist, gomonist, devrimci, devletçi ekonomist.

Hiç düşündünüz mü, niye bu ideolojilere ve takipçilerine “Sağ” ve “Sol” gibi yön gösteren isimler verildiğini?

Bu isimler tesadüfi olarak verilmemiştir. İdeolojik kullanımları ile sağ ve sol sözcükleri eş anlamlı olarak da kullanılmaz. Yön belirten anlamları ile kullanılır.

“Sağ” sözcüğü, sağ omuzdaki iyi huylu meleği, sol sözcüğü ise sol taraftaki kötü huylu meleği yani Şeytanı temsil eder. Sadece Müslümanlıkta değil, diğer dinlerde de.

“Sağ” sözcüğü birçok dilde aynı zamanda “Doğru”, “Doğrucu” yada “Hak”, Haklı” gibi sözcüklerle eş anlamlıdır.

Alın örnek olarak İngilizceyi. “Right” hem “Sağ” hem de “Doğru” anlamına gelir. Aynı kökten “Righteous”, “Ahlaki”, “Doğrucu” demektir.

“Sol” sözcüğünün en çarpıcı örneği ise günümüz İtalyancasındadır. “Sol” karşılığı, Latince “Sine” kökenli “Sinistra”, İngilizce de “Günahkar”, “Uğursuz” anlamona gelir.

Sağcılar, solculardan önce türediklerinden solculuğu dillerinde istedikleri tanımlama önceliğime sahip olmuşlardı. Bu sebeple de sol tabanlı ideolojileri uğursuz, günahkar, şeytani gibi sevimli sıfatlarla tanımladılar.

Slavik dillerde de sağ ve sol benzeri şekilde tanımlanır. “Pravo”, “Sağ” aynı zamanda “Doğru”, “Gerçek” falan demektir. Eski Sovyet gazetesi Pravda’yı hatırlarsınız. “Sol” ise “Levo” diye çevrilir.

Sırbistan’da ilk günlerim. Niş kentinde, diz boyu kar kaplı yollarda bir taksi içinde kırık Polonyacamla şoföre yol tarif ediyorum.

“Levo” diyorum sola dönüyor taksi. Polonya’da öğrendiğim iki kelime işe yaradı ya, sanki filoloji profesörü oldum birden.

Tam sıra sağa dönmeye geldiğinde “Pravo” diyorum.

Ancak şoför sağa dönmek yerine basıyor gaza ve dümdüz gidiyor.

“Pravo Molimte” diye bir daha söylüyorum, “Pravo, Da!” diyor ve düz gitmeye devam ediyor.

Ben panikle sağ tarafı işaret edince “Aaa, Desna” cevabını alıyorum.

Sırplar da aynen biz Türkler gibi bir millettir.

Terstirler.

Onların iyi huylu melekleri demek ki sağ omuzlarında değil kafalarının üstünde durmakta.

Çünkü “Pravo”, Sırpçada “Düz” demek. “Sağ” ise “Desna”.

Aslında biraz düşünürsek Türkçede de aynısını demez miyiz?

“Düz Gitmek” dilimizde “Doğru Gitmek” yani “Pravo” değil midir?

Sağlıcakla kalın...

4 Ekim 2013 Cuma

Havadan Sudan

Geçenlerde İlker Başbuğ'a surmuşlar, "Paşam, içerde vakit geçirmek için ne yapıyorsunuz?" Diye.

Verdiği cevap çok manalı.

"Gazete okuyup televizyon seyrederseniz akıl sağlığınızı kaybedersiniz. Ben bol bol kitap okuyor, yazıyorum"

Haklı mı haklı. TC'den uzaktayken bile gazeteleri okuduğumda, haberleri izlediğimde sinirim kalkıyor.

O yüzden bıraktım gündemi izlemeyi. Tayyip Allahından bulsun dedim, kendimi daha az sinir bozucu dünya işlerine verdim.

Uzun süredir bu blog'a da yazmamıştım, ancak günlük bin ikiyüz kalori kardiyomu yapıp mis gibi kokan sıcak kahvemle oturunca yazmak geldi içimden.

Ama öyle Tayyip, Suriye, Beşiktaş falan gibi insanın içini bayan konulara girmeden yazayım istiyorum. Diğerlerinin sonu yok nasılsa.

Havadan sudan yazalım...

Hava deyince, havaların en zevksiz zamanları fotoğraf çekmek için.

Sonbaharın kırmızısı henüz gelmedi. Gün içinde de sadece iki saatlik "kuru" bir ara var. Gerisi yağmur...

Jelena radyoda duymuş, hemen aradı. Hurdaya çıkarılan birkaç Hawker Hunter uçağı Payerne havaalanına park edilmiş, istenirse gezilebiliyormuş. Nasıl severim Hunter'ları. Hala yağmursuz bir hava bekliyorum...

Ama nerede...

Bir hafta önce odun sipariş ettik. Oduncu yağmursuz ilk günde getiriyorum dedi. Oduncu komşumuz, yolun hemen karşısında evi ve deposu.

Ancak bir hafta oldu, hala odunlar caddeden karşıya geçemedi yağmur yüzünden...

Az önce gazetede okudum, Tom Clancy ölmüş.

Çok üzüldüm.

Tanırsınız mutlaka, askeri ve politik ağırlıklı kitaplar yazar. En ünlü kitaplarımdan biri The Hunt Of The Red October. Sean Connery'nin başrolünü oynadığı bir filmi de yapılmıştı. Bir Sovyet denizaltı personelinin Amerikaya iltica etmesinin hikayesini anlatır. Çok iyi filimdir. Kitabı ise bir kat daha güzeldir.

Hikayenin kahramanı CIA'de çalışan Jack Ryan isimli eski bir deniz piyadesi. Jack Ryan başka birçok Clancy romanının ve filminin de kahramanıdır. Patriot Games, The Sum Of All Fears, Debt of Honor ve Executive Orders bunlardan birkaçı. Clear and Present Danger filmi, Harrison Ford'un canlandırdığı kahramanın adı farklı olsa da, aslında bir Jack Ryan hikayesidir.

Bu romanların belki de en sıkıcısı Executive Orders'dır. Sıkıcı olmasının en önemli nedeni ise bine yakın sayfada her nedense Amerikalıların ayılıp bayıldığı Beyaz Saray entrikalarının detaylarını uzun uzun anlatması.

Bu Beyaz Saray ve Başkanlık fenomeni Amerikan edebiyatında sıkça karşımıza çıkar. Hikayenin kahramanı sonunda Nirvana'ya ulaşır ve ABD başkanı olur.

Bizde ise hikayelerin kahramanları sonunda genelde ya ünlü bir şarkıcı, ya da zengin bir fabrikatör olurlar. Hiç finalde başbakan olanını görmedim. Düşünün kör ve fakir genç kitabın sonunda Tayyip oluyor mesela :)

İşte bu Executive Orders romanı, serinin bir önceki romamı olan Debt of Honor ile birlikte, Jack Ryan'ın ABD başkanı olmasının hikayesi.

Jack Ryan nasıl başkan oluyor biliyor musunuz?

Bir Japon pilot, yönetimin çoğunluğunun katıldığı bir toplantı esnasında bir Jumbo Jet'i Beyaz Saray'a çakıyor. Eski başkan ve yönetim ölüyor, başkan yardımcısı Ryan başkan oluyor.

Ne var bunda diyeceksiniz. Teröristler 11 Eylülde beş tane uçağı çaktı Pentagon dahil kritik hedeflere, uçaklardan biri de Beyaz Saraya hedeflenmişti ama yolcular engel oldular.

Neresi orijinal Clancy'nin hikayesinin?

Hikayenin orijinalliği şurada.

Clancy, Debt of Honor ve Executive Orders'ı 11 Eylüldeki terörist saldırıdan önce yazmıştı.

Kimbilir, belki de teröristler 11 Eylül saldırılarının ilhamını bu romanlardan almışlardı.

Ah bu bizde olsaydı, Clancy hemen içeri alınmıştı. Ülke yönetimini devirmek için çete kurmak, terörist faaliyetlerde bulunmak, suça azmettirmek vesaire'den :)

Aksine, eylemden hemen sonra aynı gün onu TV'ye çıkardılar. CNN yada Fox'dan birindeydi. Bir uzman olarak fikrimi almak için programa davet etmişlerdi.

Çünkü ne yazdığını bilirdi Clancy. Araştırır, soruşturur, anlar ve sonra yazardı. Hem de tüm teknik detayları ile.

Spiker sordu ama soru, sorudan çok ima doluydu.

"Bu Müslümanlar niçin terörist eylemler yapıyorlar?"

Clancy'nin cevabı sorudaki ırkçılığı sildi süpürdü.

"Bunlar bu terörist eylemleri Müslüman oldukları için değil salak oldukları için yapıyorlar. İslam dini terörü onaylayan bir din değildir."

Sadece roman yazmadı Tom Clancy. Birçok non-fiction yani dökümanter kitabı da var. Bazıları ise tam benim ağzımın tadında. Silah, savunma, uçak, tank falan içerikli. Hala Kindle'ımda durur, yeni baştan okurum fırsat bulunca.

Eğer video oyunlarına meraklıysanız Splinter Cell'i yada Rainbow Six'i bilirsiniz. Bunlar da hep Clancy'nin işleridir.

Dopdolu bir insandı Clancy yani. Rahat uyusun mezarında.

Bu arada, Rainbow Six demişken, bacağımı bir kazada kırdığım ve Krakow'da, bir hastanede geçirdiğim bir hafta boyunca okuduğum bir maceraları gelir aklıma.

Kitabı tekerlekli sandalyede, üç battaniyeye sarılmışken, eksi bilmem kaç derece soğukta, sigara içebileceğim tek yer olan hastanenin bahçesinde, sokak lambasının altında bitirmiştim.

Ne melodramatik anlattım di mi? :)

Mesela bugün olsa aynısını yapamazdım.

Çünkü sigarayı bırakalı neredeyse dört sene oluyor.

Sigara içmeyince bahçeye çıkmak gerekmeyecek, bahçeye çıkmayımca battaniyelere sarılmanın bir manası olmayacak, hatta tekerlekli sandalye bile kullanmadan adam gibi yatağımda kitabı bitirecektim.

Ancak bu renksiz, heyecansız bir final olacak, size de yukardaki gibi bir anımı anlatamayacaktım.

Ne demişler, her işte bir hayır vardır...

İşte böyle.

Herkese iyi bir hafta sonu deyip bu günlük burada bırakalım...

16 Eylül 2013 Pazartesi

Burgonya

Bugün eşim Jelenayla birlikte bir ara çok sıklıkla gittiğimiz ancak son günlerde ihmal ettiğimiz Fransanın Bourgogne bölgesine çevirdik rotamızı.

Bu diyarın İngilizcedeki adı Burgundy, Türkçemizde de bildiğim kadarıyla Burgonya.

Ancak bu Burgonya isminin altını kanımla imzalayamam. Tarih ve coğrafyada, ulema bu beldeyi başka bir isimle de anıyor olabilir diyelim ve lafı fazla uzatmadan, en azından bu yazı kapsamında Burgonya isminin doğru olduğunu varsayıp kelamımıza devam edelim.

Burgonya, Fransa'nın güney doğu bölgesinde, yani İsviçrede yaşadığımız Lozan kentine aşağı yukarı üç saat uzaklıkta bir bölge.

Burgonya tarihte bir "Dükalık", yani bir "Dük" 'ün hüküm sürdüğü bir ülke.

Burgonya Dükünün Şatosu
Bu Düklük, Kontluk, Baronluk ünvanlarını biz pek bilmeyiz. Benim yirmi yaşıma kadar bildiğim tek kont Drakula, tek baron da Tom Braks'ın arkadaşı Baron De Castaganac'dı. O yüzden öyle aklınıza köfteden bir ünvan gibi gelmesin diye söylemiş olayım, bu Burgonya Dükleri bayağı önemli adamlar. Mesela, Adamların bir sarayı var ki neredeyse Versailles dan büyük.

Bu saray da Dükalığın başkenti Dijon kentinde,

İşte Burgonya gezimiz bu Dijon kentinde başladı.

Üç kuruşluk gezmişliğime dayanarak söyleyebilirim ki Dünyada iki ülke benim gözümde tarihin, doğanın ve insanın gerçek birer sanat eseri olma ünvanını taşır.

Bu ülkelerden biri İtalya, diğeri de Fransadır.

Bu iki ülke de tüm yüzölçümleri ile birer açık hava müzesi olabilir. Bu ülkeleri ziyaret ederken rotanızı özel bir noktaya çevirmeniz gerekmez. Neredeyse gittiğiniz her şehir tarihiyle, mimarisiyle kalbinizi çalar.

Biraz daha ileri giderek söyleyebilirim ki Fransa deyince akla ilk gelen Paris, Cannes, Nis yada İtalya dediğinizde akla ilk gelen Roma, Venedik gibi şehirler görülmesi en az zevkli yerlerdir.

Dijon
Bu şehirler yılın dört mevsimi turist doludurlar ve o harala gürelede ne ağız tadıyla gördüklerinizden zevk alanilir ne de yeni bir şeyle karşılaşma fırsatını bulursunuz. Parise gidip zaten bildiğiniz Eyfel kulesine çıkar, Venedikte ise kimbilir kaç kez resmini gördüğünüz San Marko meydanını turlarsınız. Ancak çok azımız Genova, Verona, Annecy, Avignon yada Besançón'u gezi programlarımıza alırız.

Halbuki bu ve benzeri gizli güzellikler santim santim görülmesi gerekli tarihi miraslardır bendenizce.

İşte Dijon kenti de böyle bir "saklı mücevher" arkadaşlar. Yolunuz düşerse bir gününüzü ayırın.

Muhteşem Dükalık sarayı dışında katedralleri, her santimetre karesi ayrı bir tarih sokakları, anıtları ve yemekleri ile Dijon baştan aşağı bir açık hava müzesi.

Yemek demişken hemen dokındıralım.

Burgonya bölgesi yemekleriyle ünlü tam bir gourmet cenneti. Bir de tabii ki şarap konusu var ancak ona biraz sonra geleceğiz.

Dijon da Burgonya'nın başkenti olarak bu "Gourmet" ünvanını hakkıyla taşıyor. Eğer (benim aksime) biraz maceracı bir mideniz varsa Dijonda, ve tabii ki Burgonyanın geri kalan her şehrinde, hayatınız boyunca unutamayacağınız güzellikte yemekler yiyebilirsiniz.

Dijon Hardalı
Dijon'un bu "Gourmet" ünvanına yaptığı en önemli katkı ise dünyaca ünlü hardalı.

Dijon hardalının diğer hardallardan farkı ise yüz sene önce bir Dijonlunun hardal yapımımda kullanılan üzüm suyunu sirke ile değiştirmesi.

Süpermarket ürünü olmayan gerçek bir Dijon hardalı yemediyseniz mideniz sizi hayatınız boyunca affetmeyecektir. Jelena ile aldığımız bir kavanoz Dijon hardalının yarısını eve gelir gelmez götürdük bile.

Köpekle aramızda geçen ufak çaptaki aile kavgasını saymazsak Dijon gezimiz olaysız geçti diyebiliriz.

Önceki ziyaretlerimiz hep alel acele olmuştu, hatta bir keresinde Jelena'yla dört saatlik bir araba yolculuğundan sonra Dijona ulaşmış, bir restoranda soğan çorbası içip yarım saat sonra da geri yola koyulmuştuk.

Neyse ki bu kez biraz daha uzun vakit geçirebildik, şehrin önceden göremediğimiz bölgelerini dolaştık ve bonus olarak orta çağları sembolize eden bir festivalin bir bölümünü de izledik.

Eski bir başkent olan Dijon her ne kadar dünyanın en cazibeli şehirlerinden biri olsa da Burgonya'ya bizim ve hemen diğer tüm ziyaretçilerin geliş amacı genellikle başka bir motife dayanır.

Şarap...

Burgonya, içinde benim de bulunduğun birçok kişiye göre Fransa ve Dünyanın en iyi şaraplarının üretildiği bölgedir.

Burada bir parantez açalım.

Ukala şarap geyiği kadar sinir bozucu birşey yoktur.

Gene ukala şarap geyikçileri sadece ülkemizde değil dünyanın her yerinde bulunur ve dillerini dudaklarını şapırdatarak şarapın biraz fazla tanik, biraz az yoğun, ancak tam tadında aromatik olduğu şeklinde kimsenin doğrulayamayacağı yada aksini kanıtlayamayacağı şeyleri söyleyip insanların sinirlerini kaldırırlar.

O yüzden şarap geyiği yaparken biraz çekingen hissederim kendimi, gereksiz konuşup etrafımdakilerin canını sıkmamak için.

Ancak Burgonya'yı anlatırken şaraplarından bahsetmemek, genel rölarivite teorisini anlatırken Einstein'dan bahsetmemeye benzer.

Bütün bunların ışığı altımda, 'özürlerinizle' deyip biraz şarap üzerine yoğunlaşacağım.

Burgonya şarapları benim ilk tattığım sirkeden hallice şarap çeşididir.

Eski patronum çok sever bu şarapları. Sağolsun, yirmi sene boyunca büyük bir sabırla bana Burgonya şaraplarını anlattı ve tattırdı. Belki ilk göz ağrım olduklarından hala çok severek içerim bunları. Eski patronum ise bu günlerde yavaş yavaş Bordo şaraplarına dönmekte :)

Burgonya'da günümüzde neredeyse tüm endüstri şarap üretimine odaklanmış durumda. Tüm bölge uçsuz bucaksız üzüm bağları ile kaplı.

Bu bağlarda neredeyse tamamen iki tür üzüm yetişmekte. Beyaz şarap yapımında kullanılan Chardonnay ve kırmızı şarap için kullanılan Pinot Noir.

Burgonya şarapları, ezeli rakibi Bordeaux şaraplarından bu noktada farklılaşır.

Bordo şarapları genelde Cabernet Sauvignon, Cabernet Franc, Merlot gibi değişik üzümlerin harmanından yapılırken kırmızı bir Burgonya şarabı sadece Pinot Noir türü üzümünden yapılır.

Üzüm bağları
Üzümün iyisi tepelerin yamaçlarında yetişir. Yamaçlar dikleştikçe genelde kalite artar çünkü üzüm bitkisi dikliğin verdiği açıdan dolayı daha farklı ve yararlı güneş ışınlarını alır.

Yamaçlardan aşağı inildikçe eğim azalır ve üzümlerin kalitesi düşer. Tepelerin altındaki düz ovalarda ise şarap yapımına en az uygun üzümler yetişir.

İşte bu sebeple Burgonya'nın üzerinde üzüm yetişen her parseli yamaçların konumu ve toprağın da kalitesine göre bir değerlendirme notu alır.

Tepelerin dik yamaçlarındaki parseller genellikle en kaliteli Grand Cru, aşağılara doğru daha az dik yamaçlardaki parseller ise ikinci kalite Premier derecelerini alırlar. Köylerin etrafındaki düz ovalardaki bağlar Village ve geri kalan tüm bağlar ise Regional değerlendirmesine sahiptir.

Bir fikir vermesi açısından söyleyeyim, yıllanmış, iyi bir şişe Burgonya Grand Cru şarabı yirmi bin dolar'a kadar fiyatlanabilir.

Bu parsele yani toprağa göre kalite belirleme, Bordo şaraplarına göre başka bir farkı ortaya çıkarır.

Bordo'da Grand Cru gibi değerlendirmeler toprağa ve burada yetişen üzüme değil, şarap üreticilerinin kendilerine verilir. Bu üreticiler üzümleri Bordo'dan almak kaydıyla istedikleri topraktan temin edip, yine istedikleri gibi harmanlarlar.

İşte bu yüzden, Bordo'da tarihten gelme gelenekle şarap üreticileri şato sahipleri olduğundan neredeyse tüm şaraplar şato bilmemne, şato falanfilan diye isimlenir.

Burgonya'da ise üzüm üreticileri ve şarabı şişeleyenler farklı olabilir. Yani siz de gidip Grand Cru değerlendirmesine sahip bir parselden gelen üzümleri kullanarak kendi adınıza bir şarap üretebilir, onu da Burgonya Grand Cru diye etiketleyip satabilirsiniz.

Burgonya şarap bölgeleri
By DalGobboM¿!i? - Own work, CC BY-SA 4.0, Link

Burgonya'nın en güzel şarapları Dijon'un güneyinden başlayan Côte d'Or bölgesinden gelir. Côte d'Or bölgesi hattızatında iki alt bölgeden oluşur, Côte de Nuits ve Côte de Beaune.

Bu iki bölgede ise Route des Grands Crus isimli, hayli ünvanlı bir yol vardır ki adından da anlayacağınız üzere en kaliteli üzümlerin yetiştiği köyleri birbirine bağlar.

İşte Dijon'dan sonra, Jelena'yla bu ünlü yola girdik ve rotamızı ilk durak olarak Côte de Nuits'nin belki de en güzel şaraplarının üretildiği Gevrey-Chambertin'a çevirdik.

Gevrey-Chambertin, dokuz Grand Cru parseli ile Côte de Nuit'deki en çok Grand Cru değerlendirmesine sahip köy.

Gevrey-Chambertin'a ilk kez bundan onüç sene önce gelmiştim. Bir arkadaşım aracılığı ile fazlasıyla bilinen bir şarap üreticisinin mahzenini gezme şansım olmuştu. Teknoloji adına gördüğüm tek şey etiketleri şişelere yapıştıram bir makineydi. Gerisi hep yüzyıllarca öncesindeki gibi.

Gevrey-Chambertin
Üzümleri devasa bir tahta presle eziyorlardı. Ben daha sormadan söylediler:

"Evet, bazı üreticiler üzümleri hala çıplak ayakla çiğneyerek eziyorlar..."

O yıllarda bu üreticinin şarapları o kadar popülerdi ki Gorbaçov'un Fransa'yı ziyareti esnasında, menüye koymuşlardı.

Üzümlerin preslenip, fıçılarda depolanmasına, sonrasında şişelenip yıllandırılmasına kadarki bütün süreçi hem göstermiş, hem de anlatmıştı.

Tütün endüstrisinde uzun süre çalıştığımdan biraz bilirim. Tarımsal bir ürünle çalışmak çok zordur, çünkü ham made çok değişkendir. Mevsimin uzun, kısa, yağmurlu, kuru, soğuk, sıcak olmasına göre ürünün rengi, tadı, aroması değişir. Üreticiden beklenen ise bitmiş ürünün her sene aynı tadı ve keyfi vermesidir.

Zorluk burada başlar.

Şarabın tadı, aroması ve içim keyfini sabit tutabilmek için bitkinin değişik konumlarından toplanılan üzümleri (ya da Burgonya'da pek olmasa da farklı üzümleri) doğru oranda karıştırmak, ilk preslemeden sonra kalan tortuyu değişik oranlarda yeniden presleyip harmana dahil etmek, preslenmiş şarapları doğru oranda yeni ve eski fıçılarda saklamak, fıçılarda yıllanma zamanının uzunluğu hep şarabın tadını sabit tutmanın yöntemleri.

Morey-St-Denis
Şarap içmeyi sevseniz de, sevmeseniz de, yapımının bir sanat olduğunu anlıyorsunuz böyle yerleri ziyaret edince.

Bu arkadaş işi öylesine ilerletmişti ki kendisine özel bir deney bahçesi yapmış, bu bahçedeki üzümlere suni olarak hastalık bulaştırıp yeni tedavi yöntemleri geliştiriyordu.

Route des Grands Crus'daki ikinci durağımız Morey-St-Denis köyüydü. Beş Grand Cru parseliyle iddialı bir köy olsa da her nedense benle pek yıldızı barışmadı, daha doğrusu tadı bana uyanına henüz denk gelemedim. Siz yine de benim böyle dediğime bakmayın. Birçok kişi Morey-St-Denis şarapları için ayılıp bayılmakta.

Bir sonraki köyün adı Chambolle-Musigny. Bu köyün hem şarapları, hem de kendisi çok güzel. Kahverengi taş binaları ile zaman içinde bir kaç yüzyıl geriye gitmiş gibi oluyor insan.
Chambolle-Musigny

Clos Vougeot
Sonraki durak Vougeot köyü. Bu köyün en ayırıcı özelliği etrafı tamamen duvarla çevrili Cote de Nuit'nin en büyük Grand Cru parseli ile muhteşem güzellikteki şatosu. Eski rahiplerin kurduğu ve bu büyük bağın ismi Clos Vougeot. Hem şaraplar hem de manzara on üzerinden ona çok yaklaşıyor.

Ancak gerçek süperstar bir sonraki köyde. Köyün ismi Vosne-Romanée, süperstarın ismi ise Romanée-Conti .

Romanée-Conti, dünyanın en pahalı kırmızı şarabı, nokta.

Bir şişesi yirmi beş bin dolara kadar alıcı bulabilmekte. Öyle bir şişe Romanée-Conti alıp eve de götüremiyorsunuz. Bir şişe Romanée-Conti alabilmek için yanında başka şaraplardan oluşma bir paketi de almanız gerekiyor.

Geçmiş zamanda dört arkadaşla birlikte para denkleştirip bir şişe Romanée-Conti - tabii ki yirmi beş bin dolarlık şişe değil - alıp birer kadeh içme gibi bir girişimimiz olmuştu ama sonuçlandıramadık.

Romanée-Conti böyle bir şarap sizin anlayacağınız.

Durum böyle olunca düldülün istikametini Romanée-Conti bağına çevirip gaza bastık tabii ki.

Bağın üzerindeki üzümlerin değeri milyon dolar seviyesinde olsa da bağın etrafında duvar, dikenli tel, mayın tarlası gibi şeyler yok. Bir medeni insandan diğer medeni bir insana yapılmış medeni bir uyarı levhası var sadece.

Diyor ki "Lütfen bağa girmeyin".

Jelena Romanée-Conti bağında
Jelena ilk sıradaki ilk üzüm bitkisinin yanında bir ninja-hırsız pozu verdi. Bir de gövdenin altında yere düşmüş bir tane üzüm bulup ağzına attı.

Ve tadını beğenmedi....

Bağın etrafında gezerken yine bir on sene önceki ziyaretten kalma bir anı geldi gözümün önüne.

Nur içinde yatsın, canım köpeğim Yumuk, kaşla göz arasında Romanée-Conti bağına çiş yapmıştı. O yılın şarapları muhtemelen ekstra bir pirimle satılmakta :)

Ve her gelişimde olduğu üzere aynı cevapsız soru aklıma takıldı.

Gözünüzde canlandırın. Sağınızda ve solunuzda üzüm bağları ve bu üzüm bağlarını ortadan ikiye bölen üç metre genişliğinde bir yol.

Solda Grande Rue 2, sağda Romanée-Conti
Bu yolun sağ tarafı bir dünyanın en pahalı şarabının yapıldığı bir bağ, üç metre solda ise şarapları neredeyse onda biri fiyatına satılan ikinci bağ. Aynı güneş, aynı toprak ve aynı üzüm.

Niye derseniz..... İşte ööle :)

Yorgunluk yavaş yavaş çökmeye başladı. Vosne-Romanée'de Jelena da köpek de arabadan inmeyi reddetti. Ben de tek başıma fotoğraf çekmeye gittim.

İşte bundandır ki rotayı Côte de Nuits'nin belki de en şirin köyü olan ve isminin de kaynaklandığı Nuits-Saint-Georges'a yani Aziz Jorj Geceleri'ne çevirdik.

Nuits-Saint-Georges
Bu köy diğerlerinin aksine sadece şarap üreticilerinin yaşadığı bir köy değil. Otelleriyle, kafeleriyle ve Burgonya'nın tadına doyamayacağınız yiyecek ve içeceklerini satın alabileceğiniz mağazaları ile tam bir konaklama yada duraklama noktası.

Bu köyün güzelliğini hayalinize yada Facebook fotoğraflarına bırakıyorum ancak yolunuz düşerse merkezdeki otelin bahçesinde bir Burgundy Trilogy ısmarlamanızı tavsiye ederim. Burgonya'dan üç çeşit şarap ve üç çeşit peynir.

Burgonyada bulabileceğiniz peynir çeşitleri hayal gücünüzü zorlayacak kadar çok. Karabiber, hardal, mantar, soğan yada kül kaplı tekerlek beyaz peynirler ve sayısız sarı peynir. Peynir Fransa'da kendi başına bir mutfak.

İçmek için ise - herhalde artık şarabı geçebilirim - ilk tavsiyem Marc de Bourgogne.

Şarap üretilen her bölgede suyu sıkılmış üzüm tortularının damıtılmasıyla yapılan kuvvetli bir alkol çeşiti bulunur. İtalyada mesela bu içkiye Grappa, İsviçre'de ise Lie derler. Bu içkinin Fransa'daki ismi Marc, Burgonyadaki ismi ise Marc de Bourgogne.

Yemek üstüne, genellikle kahve ile içildiğinden bu tür içkilere Digestive yani hazım içkisi derler ancak hazma herhangi bir yardımları olmadığı gibi bir de midenizi cayır cayır yakmak gibi zararlı etkileri vardır.

Ne olursa olsun ben Marc'ı çok severim.

İyi bir Burgonya Marc'ı yıllanmış satılır ve şişenin üstü mumla mühürlenir.

Benim gibi sormadan sazanlarsanız kendinizi bir bıçak ile saatlerce bu mumdan mühürü kazımaya çalışırken bulabilirsiniz. Halbuki şişenin ağızını bir süre sıcak su altında tutmak bu mühürü açmak için yeterlidir.

Grappa'nın aksime Marc buzdolabında soğutulmaz. Bir de çok içmemeye bakın çünkü adamı çok fena çarpar.

Burgonya'nın başka satın alınabilesi Gourmet ürünü ise baharatları. Ben pek girmedim bu baharat işine ancak hastaları çok.

İşte Nuits-Saint-Georges, bu tür malzemelerin ikmali için mükemmel bir durak.

Eğer Nuits-Saint-Georges'u kaçırırsanız benzeri fırsatları bizim de son durağımız olan Beaune'da bulabilirsiniz.

Nuits-Saint-Georges'dan ayrıldığımızda artık Côte de Nuits'yi geride bırakıp Côte de Beaune bölgesine geçmiş olduk. Côte de Beaune şarapları da tartışmasız mükemmel lezzette Burgonya şarapları içindedir.

Ancak benim ilk göz ağırım ve favorim Côte de Nuits'yi geride bıraktığımızda bu gezimizi ve bu yazıyı da sonlandırmış olduk.

Belki başka bir sefere Côte de Beaune bölgesini size anlatma şansım olur. Kim bilir...

Ancak tüm bu gezinin en üzücü anektodunu en sona sakladım, bitirmeden onu da aktarayım size.

Tüm bu gezi boyunca bir damla bile şarap içemedim, çünkü şoför bendim :(

Unutmayın, Burgonya'da birçok şarap üreticisi sizi hiçbir parasal karşılık yada taahhüt beklemeden mahzenine davet eder ve şaraplarını tatmanıza izin verir.

Sağlıcakla kalın...

30 Ağustos 2013 Cuma

Mamma Mia

Mamma Mia müzikali çıktığında Jelena'yla ABD'deydik. Bir Broadway showu hele bir de Mamma Mia olursa mükemmel olur dedik ama Broadway için çok geç kalmıştık, bilet bulmak mümkün değildi. Tarzan müzikaline razı olduk, Plan-B olsa da o da çok güzeldi.

Neyse...

New York'dan Las Vegas'a geçtik. Mamma Mia Vegas'ta da sahneleniyordu. Yine biletler satılmıştı ancak bu kez ikinci el bilet satan acentelerden birinde iki bilet bulduk.

Mandalay Bay otelinin amfi-tiyatrosunda güzelim ABBA şarkılarını aynı derece güzel Broadway-tarzı bir müzikalle birleştirmiş tadından yenmeyecek bir şov seyrettik.

Şimdi bayram değil, seyran deği niye bunları anlatıyorsun diyeceksiniz.

Çünkü şu anda TV'de Mamma Mia'nın filmi oynamakta. ilk defa seyrediyorum. Streep'li, Brosnan'lı, iddialı bir kadro ancak bir müzikal yerine bence bir belgesel olmalıymış.

Konusu da bir müzikalin ırzına nasıl geçilir...

O güzelim müzikal ucuz bir video klibine dönüşmüş.

İçim acıdı....

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...