17 Mayıs 2013 Cuma

Dominik Cumhuriyeti

"Maniana" sözcüğü İspanyolca'da yarın anlamına gelir. Bu sözcükten türemiş olan "Maniana Pace" yani "Maniana Ritmi" denilen bir terim vardır ki genelde Orta/Güney Amerikalılar için kullanılır. Rivayete göre onlardan birşey yapmalarını istediğinizde size "maniana" yani yarına derler. Bu da anlayacağınız üzere o işin hiçbir zaman yapılmayacağı anlamına gelir.

Bu rivayet Güney Amerikanın her yerinde geçerli mi bilemem ama Dominik Cumhuriyetinde deneysel olarak ispatı bir daim mevcut.

İşte dünyanın cennetten kalma bu köşesinde hayat tamamen maniana ritminde yürümekte. İnsanlar neşeli, mutlu ve fazlasıyla arkadaş canlısı ancak herşey ağır çekimde unutulmuş bir filmi izliyormuşcasına yavaş ilerliyor.

Dokuz küsür saatlik uçak yolculuğunun sonunda uçak inip kapıya yanaştığında bu ağır çekim filim oynamaya başladı. Uçak durmuş, insanlar kabin bagajlarını indirmiş, koridor uzun uçuştan sersemlemiş ve bir an önce inmek için can atan iki yüz küsür yolcuyla dolmuş durumda ancak kapının üç metre ötesindeki körük bir türlü kapıya yanaşmıyor.

Beş dakika geçti, on dakika geçti, onbeş dakika geçti, körükte bir hareket yok. Hostes artık yolcuların yavaş yavaş yükselen gazabını savuşturup doğru hedefe yönlendirmek için bir anons yapma gereğini duydu:

"Sayın bayan ve baylar, körük niye yanaşmıyor, biz de bilmiyoruz. Lütfen sabrınızı koruyun ve biraz daha bekleyin. Dankeşön..."

"Yavol" dedik, beklemeye devam ettik. Napalım?

Neyse, biraz sonra körük yanaştı da bir Airbus dolusu yolcu kendisini alev alev yanan uçaktan attı dışarı. Biz de akıntıyla pasaport kontrol bölgesinde bulduk kendimizi. Tam sıraya girecekken bir görevli yanımıza yaklaştı ve kulağımdan tam içeri gürledi:

"Senin turist kartın var mı?"

"Yok abi" dedim. "Ben alaylıyım. Turist kartım yok ama çok gezmişliğim var. Olur mu?"

Küfür gibi geldi ki hem Jelenayı, hem de beni sıradan çıkarıp salonun diğer ucuna doğru sürdü.

Bu yeni sırada bir yirmi dakika kadar bekledik. Ben sonunda bir turist kartı beklerken yirmi dolar kadar bir parayı verdikten sonra elimize tuvalet kağıdı benzeri iki rulo fiş verdiler.

Demek turist kartı Dominik Cumhuriyeti abonmanı gibi bir şeymiş ki, biz bir kerelik girdiğimizden bize tuvalet kağıdı fişlerini uygun görmüşler.

Daha iki metre yürümeden başka bir görevli elimizdeki fişlerin yarısını parçalayıp kopardı. Biz "İstersen diğer yarısını da verelim" dedik, ancak görevli kabul etmedi ve gürledi:

"Onları gümrükçülere vereceksiniz!"

Emir büyük yerden, katlayıp koyduk cebimize parçalanmış fişlerin ikinci yarılarını ve yürüdük pasaport kontrolüne.

Bizim tüm pasaport, bilet ve diğer seyahat dökümanları Jelena'da durur. Bu yüzden de kuyruklarda hep önde o, arkasımda da ben olurum. bu sebeple Sıra bize geldiğinde Jelena hemen kontrol bankosuna yürüdü ve çantasını açıp pasaportları çıkarmaya başladı.

İşte tam bu anda Jelena'nın tam başının üstümden bir polis uzandı ve kontrol görevlisinin eline iki tane Amerikan pasaportu tutuşturdu.

Torpil sizin anlayacağınız.

Görevli Jelena'ya dönüp n'apayım gibisinden bir gülümsedi ve başladı diğer pasaportların işlemini yapmaya.

İşini bitirdiğinde Jelena bizim pasaportları adamın gözüne soktu.

Görevli bu sefer bizden uçakta doldurduğumuz adam başı iki nüsha çarşaf benzeri formları istedi. Jelena tam çantasını açıp formları verirken bu sefer bankonun diğer tarafından bir el uzandı ve iki tane daha lacivert Amerikan pasaportu koydu görevlinin önüne.

Görevli yine ne yapalım gülümsemesini gösterdi ve başladı yeni gelen pasaportların işlemini yapmaya.

Bu arada ben de bankoya, Jelenanın yanına gitmek üzere bir adım attım ama aşağıda bir şeye çarpıp durdum.

Kafamı aşağı çevirip neye takıldım diye baktım ki, bir metre yirmi santim boylarında Dominikli bir kadın, Jelena'yla benim arama kaynak yapmış.

Bana baktı ve gülümsedi.

Ben de gülümseyerek karşılık verdim. Sonra kadın kıçıyla kendine geniş bir yer açıp resmen Jelenayla bağlantımı kopardı.

Tam bu anda kadının sağından kocası kıçın kıçın geldi ve koluna girdi. Soldan da çocukları...

Bu esnada araya girenlerin momentımuyla ben sıranın gerisine doğru kaymaktayım ve Jelenayla aramız gitgide açılmakta.

Neyse, bu arada Jelena formları da görevlinin gözüne soktu ve araya girenlerden kaynaklanan hoşnutsuzluğunu AÇIKCA gösterdi. Görevli de durumu anladı ve başladı bizim işlemimizi yapmaya.

O ana kadar beni hemen arkasında zanneden Jelena kafasını çevirip beni göremeyince başladı bağırmaya.

"Bugiii, neredesin?"

Ben bir omuz darbesiyle aramızdaki kadının dengesini bozdum ve önüne geçtim. Haa, bir de geri dönüp gülümsedim kadına.

Ben geldiğimde görevli çoktan pasaportumu damgalamıştı bile.

"Gracias amigo" dedim ve Jelenayla birlikte valiz bantlarına doğru yürüdük.

Valizleri beklerken kulağıma sanki Türkçe birkaç kelime gelir gibi oldu ancak herhalda halüsünasyon dedim ve çok da önemsemedim.

Sıcak ve nemli ekvator havası daha kapıdan çıkmadan kendisini hissettirmişti. Artık resmi olarak dünya üzerinde bir cennet sayılan bu harikulade ülkedeydik. Havaalanı binasının içinde dört müzisyen o güzelim, insanın içini kıpır kıpır yapan latin ritimleriyle yöresel bir rasta şarkısı çalıyordu. Mutlu insanların diyarına gelmiştik ve mutlu olmamak için hiçbir bahanemiz yoktu.

Jelena kar ceketini çoktan valizlerden birinin içine tıkmıştı. Ben de sweat shirt'ümü çıkarıp belime sardım ve üzerinde bizim tur firmamızın logosu olan tişörtlü otobüs şöförünü yada otobüsün kendisini aramaya koyulduk.

Otobüsü yada daha doğru bir deyişle minibüsü bulup yerleştiğimizde şöför "İki kişi daha gelecek" dedi. "Muybien, no problem" dedik, başladık beklemeye...

"İki kişi" fazla gecikmedi. Valizlerini taşıyan Dominikli çocuk minibüsün arka kapısını açıp çantaları yerleştirirken bizi hola ~ merhaba diye selamladı. Ben de de hola diye karşılık verdim. Tam bu esnada yeni gelen çiftten kadın olanı da erkek olanına döndü ve...

"Ayy Cengiz ben bu kelimeyi biliyoruuuum!" Dedi.

Ne var bunda işte, altı üstü yurt dışında iki Türkle karşılaşmışsın diyebilirsiniz. Ancak inanın bana çok kaka bir durumdur bu, yani sizin bir Türkü görmeniz ancak onun kapsama alanında başka bir Türk olduğunu bilmemesi.

Benim başıma çok geldi, oradan biliyorum.

Yurt dışında Türkçenin başkaları tarafımdan anlaşılmaması insana bir rahatlık verir ve başlarsınız bu rahatlıkla sallamaya.

Alın size en hassosu, kendimden örnek.

Yirmi seneden fazla oldu, Kophenag'da şöför nasılsa anlamaz diye bir taksinin içinde sallıyorum:

"Bak hayvana... Bizim memlekette taksiciler gece gündüz demeden oniki saat direksiyon sallar, bu, Mercedes'in içinde on dakikada bizimkilerin bir günde kazandığından fazlasını kazanıyor, adalet mi bu?..."

Bununla da kalmadım, Türkçemizin renkliliği ile şöförün muhtelif organlarına birkaç göndermede de bulundum.

Gideceğimiz yere olaysız geldik. Şöför kredi kartını makineden geçirdi ve temiz bir Türkçeyle "Beyefendi, şurayı imzalayıp alttan ikinci nüshayı alın" dedi.

Nasıl utanmıştım...

Başka bir defasında, Annecy'de Jelenayla yürüyoruz, kafamın içinde de o sıralar İnternette dinlediğim "Al İpek Yeşil İpek" türküsünün küfürlü versiyonu çalıyor.

Bir ara Jelena döndü ve "İkidir yoldan geçen üçbeş kişi sana bakıp bakıp gülüyorlar. Niye ki?" diye sordu.

Kafama o an dank etti. Farkında olmadan nasılsa anlamazlar'ın verdiği rahatlıkla şarkıyı mırıldanmaya başlamışım:

"Al ipek, yeşil ipek, kaytan ederler, vay ananın...."

Ne güzel bir Kerkük türküsüdür aslı...

Böyle işte.

İşin kötüsü, bu durumlarda, nasılsa anlamazlar havasındaki arkadaş sallamaya başladığında, zart diye atlayıp "Baba ben Türküm, öyle abur cubur konuşma" da diyemezsiniz. Uygunsuz kaçar. Bir incelikle karşıyı üzmeden bir bahane bulup Türk olduğunuzu söylemek zorundasınızdır.

Zamanlama burada hayati önem taşır. Eğer Türk olduğunuzu söylemekte gecikirseniz karşınızdaki kişi sallamaya başlar ve iş işten geçmiş olur.

Zor iştir sizin anlayacağınız...

Hikayemize dönersek, yeni gelen çiftin Türk olduğunu anlar anlamaz hemen bir bahane bulmam gerekti ve buldum. Konuşma daha fazla ilerlemeden kamerayı erkek arkadaşa verip Türkçe, bir resmimizi çeker misin diye sordum.

Biraz şok oldular ama hemen toparlandılar, akabinde "Tabii ki, verin makineyi çekelim" konumuna geldik ve iş kontrolden çıkmadan başarılı bİr müdahale ile olayı bağladık.

Bu arada Dominik Cumhuriyetinde, abuk sabuk bir minibüsün içinde, fazlaca da manalı olmayan bir resmimiz oldu Jelenayla böylece...

Modern hayatın getirdiği yeni bir ihtiyaç var artık tatil planlarımızda, WI-FI. E-Mail'lerimize ulaşımdan evdeki muslukların kontrolüne kadar artık hayatımızın bir parçası haline geldi bu İnternet. Bu sebeple biz de her gittiğimiz yerde olduğu gibi Dominik Cumhuriyetinde de daha odamıza bile gitmeden otelin lobisinde İnternet bağlantımızı satın aldık.

Ancak öyle karmaşık bir paket ki Einstein zor çıkar işin içinden. 25 saat bağlantı ancak 6 günde kullanılması gerek. Bir günde en çok 4 saat bağlı kalıyorsun ancak istisnai olarak bir saati bir kerede de ek olarak kullanma şartıyla.

Yani ölme eşeğim ölme...

Uzun uçuştan sonra tek şarjlı cihaz Jelena'nın iPad'i kalmıştı. Hemen onunla bağlanıp acil işimizi gördük. Sonrasında telefonla bağlanmaya çalıştım...

Nada.

Biraz login ekranına bakınca olay daha anlaşılır hale geldi. Meğer her paket sadece bir cihaz içinmiş.

Saçma bir kural da olsa kural kuraldır. Ancak buradaki tek problem bu bağlantı paketini satan amigo'nun bu tek cihaz kuralını bana söylememiş olması. Neredeyse en çok kaçıncı dereceden akrabalarımızın hangi koşullarda ve istisnalarda İnternet bağlantısını kullanabileceğine kadar lüzumlu lüzumsuz en küçük detayı bile anlatan arkadaş bu can alıcı noktayı atlamış!

Kağıdı kaptım ve lobiye gittim. Birbirimizi önce "Hola" 'ladık ve somra da yumruklarımızı tokuşturup rasta selamı verdik.

"İlk önce eşimim iPad'inden bağlandım. Sonrasında kendi telefonumdan bağlanmaya çalıştığımda bağlantı rededdildi çünkü her bağlantı tek cihaz içinmiş. Bu tek bağlantı hakkımızı telefona çevirebilir misin?" diye sordum.

O da "İlk önce eşinin iPad'inden bağlanmışsın. Sonrasında kendi telefonundan bağlanmaya çalışırsan bağlantı rededdilir çünkü her bağlantı tek cihaz içindir." dedi.

Şaka yapıyor zannettim.

Güldüm. "İşte problem de bu ya..." dedim, "Bu bağlantıya telefonda ihtiyacımız var, iPad'de değil. Bu tek cihazı telefona çevirebilir misin?" diye bir daha sordum.

O da "No, no, no amigo, it's impossible" yani mümkün değil dedi.

"Porke ~ niçin?" diye sordum.

O da "İlk önce eşinin iPad'inden bağlanmışsın. Sonrasında kendi telefonundan bağlanmaya çalışırsan bağlantı rededdilir çünkü her bağlantı tek cihaz içindir." dedi.

"Bak amigo" dedim, "Bana niye bu problemi yaşadığımı yeniden anlatma, zaten nasıl bu duruma geldiğimizi sana ben söyledim. Sadece iPad yerine telefonu kullanmak istiyorum. Değiştirirmisin?" Diye bir daha sordum.

O da "No, no, no amigo, it's impossible" yani mümkün değil dedi.

Bir daha "Porke?" 'ledim.

O da "İlk önce eşinin iPad'inden bağlanmışsın. Sonrasında kendi telefonundan bağlanmaya çalışırsan bağlantı rededdilir çünkü her bağlantı tek cihaz içindir." dedi.

Sinirlenmeye başlamıştım. Amigo da bunu farketti ki çıkardı ağızımdan baklayı.

"Bak amigo, senin için yirmibeş dolar ne ki? Ama benim için bir günlük yemek parası. Al bir tane paket daha, çözülsün problemin..."

Olayın rengi tamamen ortaya çıkmıştı. Tam pazarcı tezgahı... Sormuş olmak için sordum. "Arayabileceğim bir teknik destek numarası var mı? Belki onlar yapabilir bu değişikliği".

Cep telefonunu çıkarıp salladı. "Teknik destek hattı...".

Sonra yine sordu "Hazırlayayım mı yeni paketi?".

"Over my dead body!", yani ancak cesedimi çiğnersen dedim ve çıktım dükkandan.

"Vaya con dios amigo, ben burdayım fikrini değiştirirsen" diye bağırdı arkamdan.

Artık bu iş bir gurur meselesine dönmüştü. Ölür de almazdım ikinci paketi, 3G maliyetinin yirmibeş doları bir kaç kez katlayacağını bilsem de kızılcık şerbeti durumları sizin anlayacağınız.

Bu satırları yazarken hala bir iPad üzerinden İnternet bağlantısını paylaşmanın yollarını aramaktayım :)

Onbeş saatlik yolculuk ve otele yerleşene kadarki koşuşturma bir ölçek fazla gelmişti ikimize de. Ancak tüm bu rahatsızlıklar mayolarımızı giyip kendimizi havuza attığımız an tarihin karanlık sayfalarına gömülmüştü bile.

Hindistan cevizi ağaçlarının gölgesinde, Dominikan melodileri eşliğinde boğazımıza kadar suyun içinde Banana Mama kokteyllerimizi yudumlarken ikimiz de artık sonunda tatilin başladığını anlamıştık.

Artık Dominik Cumhuriyetindeydik...

Dominik Cumhuriyeti, Antillerde Küba'dan sonraki en büyük ada olan Hispaniola'nın doğu tarafında yer almakta. Adanın batısında ise Haiti var. Dominik Cumhuriyetinin başkenti Santa Domingo ve adanın güneyinde bulunmakta. Biz ise adanın kuzeyinde Haiti sınırına yakın bir şehir olan Puerto Plata'dayız. Eğer buralara yolunuz düşecekse bir de doğudaki Punta Cana kentini not edin. Seksi bir Dominikan tatili için birebir.

İklim ise tamamen tropik. Güneş cayır cayır! Bulutsuz masmavi bir gökyüzünden kapkara bulutlar ve bardaktan boşanırcasına tropik bir yağmura geçiş süresi on beş dakika. Yağmur sanki başınızdan aşağı birisi sıcak su döküyormuş gibi. Kimse yağmuru iplemiyor çünkü kısa sürede sonlanıyor ve güneş geri geliyor.

Bu kadar yağmurla tabii adanın her yeri yemyeşil. Neredeyse bitkisel hayat betonların üzerinde devam edecek.

Tropik her yer gibi börtü böcek bol. Sivrisinekler ise malesef yirmi dört saat görev başında.

Tropik iklimin faydalı tarafı ise o adını bile bilmediğimiz meyveler ve meyve suları. Muz ise buranın ekmeği gibi, kızartması, haşlaması, buğulaması, her bi şekli var.

Yemekleri Meksika kadar başarılı değil ancak benim deniz mahsulsüz diyetim iyi bir referans olmayabilir. Jelena balıklardan had safhada memnun ve mutlu.

Milli içki ise tabii ki rom. Rom sevmeyenleriniz bile bu roma bayılacaktır. Öyle duty-free işi Bacardi'ye benzemiyor. Çok mu çok güzel. Bir de Karayip kokteylleriyle mükemmel gidiyor.

Mama Juana
Bir de içkiden sayarsanız Mama Juana isimli bir yöresel içecek daha var. Telaffuzu yüzünden bir narkotik olan marijuanna ile karıştırmayın. Ağaç kabukları ile rom, şarap ve balı karıştırarak yapıyorlar. Temel fonksiyonu bir afrodizyak olması ancak ne sorarsanız ona iyi gelir diyorlar. Baş ağrısı, mide yanması, kanser, kısırlık, iktidarsızlık, kalp yarası... Kısaca herşey :)

SADECE TATMAK AMAÇLI olarak birkaç kez denedim. Her defasında tadı farklıydı ancak çok güzeldi. Ufak bir şişe götürüyoruz eve. Yolu düşenler deneyebilir.

İnsanlar ise haddinden fazlasıyla iyi ve arkadaşça. Ancak çürük elmalar her yerde var ve bunların çürükleri de gerçekten ciddi çürük çıkıyor. Bu sebeple suç almış başını gitmiş. Her ne kadar bu güvenlik problemi tatilcileri otellerimdeyken etkilemiyor olsa da mesela akşam şehire yalnız başınıza gitmeniz mümkün değil.

Puerto Plata Kalesi
Normalde bizim gözümüz karadır, öyle kibar turist gibi gezmeyiz, ancak itiraf ediyorum burada tırstım. Orijinal planlarda Santa Domingo ziyareti olmasına rağmen bizden başka kimse gitmek istemediği için turun iptal edilmesinin ardından araba kiralayarak yada kendi başımıza otobüsle gitmek yemedi açıkçası.

İnsanlar ise tüm Orta Amerika ülkeleri benzeri, yerlilerle Avrupalı kolonicilerin ve Afrika kökenli kölelerin karışımları. Adanın bu günkü Haiti olan bölgesini Fransızlar, Dominik Cumhuriyeti bölgesini ise İspanyollar kolonileştirmiş. Bu yüzden Haitinin dili, insan ve yerleşim yerlerinin isimleri hep Fransızca. Aynı şekilde Dominik Cumhuriyetinin de her şeyi İspanyolca.

Kristof Kolomb'un Amerika'da ayak bastığı ilk yer olmasada ilk seyahatinde ayak bastığı bölgelerden biri Hispaniola adası, ancak en önemlisi, yeni dünyada kurulan ilk Avrupa yerleşim merkezinin Santa Domingo olması. Amerikadaki ilk kilise de bu şehirde yer almakta. Pek telaffuz edilmese de kitlesel olarak ilk defa ırzlarına geçilen yerliler de bu adamın yerlileri olsa gerek.

Günümüzde bu insanların kökenleri, mesela "Haitililer Haitinin yerlileri ile Fransızların karışımıdır" gibi öyle masumane anlatılıyor ki duyan da Fransız kolonistlerin Haitililerle aşk evlilikleri yaptığını düşünecek.

Puerto Plata
Puerto Plata'da gezinirken bir mağazada genç bir satıcıyla geyiklemeye başladık. Sohbet koyulaşınca dayanamadım sordum Haitililerle aranız nasıl diye. Nasıl can damarına dokunduysam on beş dakika bana Haitililerin Fransız kökenleri yüzünden ne kadar kötü, işe yaramaz insanlar olduklarını anlattı ve Fransızlar yerine İspanyollar tarafından ırzına geçilmenin faydalarını sıraladı.

Güler misin, ağlar mısın? Beyaz adamın altınlarını alması, kadınlarının ırzına geçmesi, erkeklerini köleleştirmesi, getirdiği hastalıklarla halkını telef etmesi, yaptığı tüm zulüm ve soykırım bu günün insanının gurur kaynağı olmuş neredeyse.

Bir sonraki mağazadaki amigo'nun aklı başka yerdeydi. Jelena incik boncuklara bakarken hop çekti beni kenara. Fısıldayarak bir sonraki tatilde Küba'ya git, bir dolara istediğin kadar yersin dedi. "Fo tu dolla, yo fok evr voma" yada seviyeli çevrisiyle iki dolara da her kadınla birlikte olabilirsin.

Gücü gücü yetene... Kim kimi yakalarsa götürüyor yani :)

İnsanların uğraşı çoğunlukla turizm ve onun yan sanayileri. Adada kakao ve kahve gibi egzotik ürünler yetişiyor ancak bölgeye özgü şekerkamışı ve muz tarımı da yapılıyor.

Şekerkamışı rom'a, kakao da çikolataya dönüşüyor.

Ancak buradaki çikolata öyle süpermarket çikolatasına benzemiyor.

Saf çikolata
Yine bir mağazada satıcı çocuk plastik bir kovanın içinden şekliyle ve boyutuyla bir yumurtayı andıran simsiyah bir lop cismi çıkarıp elime tutuşturdu.

"Ne bu?" diye sordum, "Boşver ne olduğunu, ye..." diye buyurdu. Üzeri siyah ve mat bir tozla kaplıydı. Dış görünüşü ile sanki sertmiş izlenimini veriyordu. Bir diş aldım, içi meğerse yumuşakmış. Ancak birkaç saniye sonra o yoğun çikolata tadı ve aroması yayıldı tüm ağızıma. Çikolatayı daha önce bu derece saf haliyle hiç yememiştim.

Daha sonra bir cip turunda çikolatanın nasıl yapıldığını da gördüm. Kakao'yu toz haline getirip şekerkamışı şekeri ve hindistan cevizi sütüyle karıştırıyor, sonra da yamyam kazanı gibi bir tencerenin içinde, açık ateşin üzerinde kaynatıyorlar. Başka hiçbir katkı maddesi falan yok. Bir minik yumurta boyu saf çikolatanın tadı neredeyse bir kilo ticari çikolatadan alacağınız tada eşit.

Aynı turda hayatımda ilk kez kakao ve kahve ağacını da görmüş bulundum. Kakao "meyvesi" kırmızımsı bir uzun bir dutu andırıyor.

Kahve meyvesi ise en ilginç olanı. Kahve ağaçta yeşil renkli böğürtlen benzeri bir meyve (meyve diyerek botanik açıdan doğru tanımlamıyor olabilirim ama aklıma başka bir sözcük gelmiyor). Kahve kurutulmuş ve çekirdek haline gelmiş durumunda bile yeşil. Dominik usulü işlemede kahveye o tanıdık kahverengi rengini veren şekerkamışı şekeriyle kavrulması (kahvenin kahverengi rengi ve şekerkamışı şekeri :) bazı isimlerin köklerinden bahsederken böyle komik tanımlamalar çıkıyor işte). Şeker, ısı ile ortaya çıkan kahve çekirdeğimin şekeri ile birlikte karamelleşiyor ve ortaya kahvenin koyu rengi çıkıyor.

Ben öyle pek espresso türevi İtalyan kahveleri için deli olmuyorum. Çoğunlukla harmanlarında o acı tadıyla zevkimi kaçıran robusta türü kahve kullanıyorlar. Bir de o basınçlı buharla hazırlanışı yüzünden sanki kahve çekirdeğinden tadı güzel olsun kötü olsun her türlü maddeyi çıkarıp içeceğin içine karıştırıyormuş gibi geliyor (kahve işleminin kimyası konusunda çok bilgim yok, burada söylediklerim daha ziyade hissettiklerim üzerine).

Ben ise aksine çokça ve iyi kalite Arabikanın filtre ile süzülmüş halini seviyorum (kahve bizde Yemen'den gelir ne de olsa). Bu yüzden Dominik Cumhuriyetinde filtre ile hazırlanmış kahveden tazeliği ve yoğun aromasıyla inanılmaz zevk aldım.

Elle sarılan bir puro
Dominik Cumhuriyetinin başka önemli bir ürünü de puro. Sigara içerken çok severdim Dominik purolarını. Mesela Davıdoff Dominik orijinlidir. Normalde Havana markaları olan Cohiba, Monte Cristo gibi ünlü isimlerin Dominik versiyonlarını da gördüm ancak gerçek miydiler yoksa sahtemi bilmiyorum.

İddiaya göre her Dominik purosu elle sarılır. Ben bir puro atölyesi gezdim, en azından orada gördüklerimi gerçekten elle yapıyorlardı. Acayip meşakkatli bir iş. Merakınız varsa bir tane yakın ve deneyin derim, yoksa tütün kullanmadığınız için şanslı olduğunuzu düşünüp denemeyin :)

Ada insanları taş ve tahta işlemesinde çok başarılı. Gördüğüm bir atölyede taşları milim milim oyarak aklınıza gelebilecek tüm süs eşyalarından minik heykellere ve satranç takımlarına kadar herşeyi yapıyorlardı.

Dominik Cumhuriyetine özel Larimar isimli mavimsi bir renkte bir taş türünden yapılmış süsler ve incik boncuk da çok popüler. Tabii ki bölgedeki hemen her ülkede olduğu üzere amberden yapılmış süs eşyalarını her yerde bulabilirsiniz.

Adada ayrıca istemediğiniz kadar yağlı boya resim bulabilirsiniz. Sanatsal değerlerini ölçmeye yetkili sayılmam ancak rengarenk ve eğitimsiz gözüme çok güzel görünen resimler. Avrupa'ya göre oldukça da ucuzlar.

Bob Marley
Bütün bu resimlerin arasında bir portre var ki her gittiğimiz yerde istisnasız en az bir tanesini karşımıza çıktı. Bob Marley. Bobby buranın Zeki Müreni, Neşet Ertaşı.

Lokal müziği size sözlerle nasıl anlatırım bilmiyorum. O kadar kendine özgü bir Latin ki bıkmadan saatlerce dinleyebiliyor insan. Klasik Latin müziğini alın, Reggie ile harmanlayın, bir tutam Rumba, bir tutam da Salsa ritmi atıp hafif ateşte on dakika pişirin. Bir güneş batışı ve bol bol romla servis edin, tadından yenmeyecektir.

Başka ilginizi çekebilecek bir aktivite ise horoz dövüşleri. Horoz dövüşleri Dominik Cumhuriyetinde yasal. Biz biraz turist usulü, horozların birbirlerini öldürmedikleri bir vesiyonunu gördük ancak gerçek horoz dövüşleri çok popüler. Ufak köylerde bile horoz dövüşü arenalarını görebilirsiniz.

Horoz dövüşleri
Bunların dışında geriye kalan ise dünyanın en güzel kumsallarından biri ve skuba dalışıyla, snorkeli ile, wind surfing den kite surfinge kadar her türlü su aktivitesi ile rüya gibi bir tatil.

Bizim kaldığımız otel Playa Dorado yani Altın Kumsalda. İsmi gibi kumları altın renginde. Biraz yakınımızda Karayip denizine özgü bembeyaz kumlarıyla başka bir plaj var. Mart-Nisan aylarında yolunuz düşerse üremek için burada duraklayan balinaları da görebilirsiniz.

Yine biz gitmedik ama Paradise Island isimli bir ada snorkel sevenler için bir cennet diyorlar. Dizinizden aşağı sığ sularda bile yüzlerce çeşit balığı ve diğer deniz hayvanını gözleyebiliyormuşsunuz.

Yine ilginizi çekerse bir dizi mini şelaleyi ziyaret edip içlerinden kayarak ve yüzerek aşağı inebilirsiniz. Biz fotoğraf aşkına sadece ilk şelaleyi görebildik çünkü yolun gerisi fazlasıyla sulu ve takdiriniz üzerine her fotoğraf makinesi suyla pek arkadaş değil.

Buralara yolunuz düşerse Jeep Safari isimli bir turu almanızı şiddetle tavsiye ederim. Adı Jeep Safari de olsa sizi bir kamyonun kasasına bindirip dolaştırıyorlar. Ülkenin gerçek doğasını ve insanlarını bu tur sayesinde görme şansımız oldu. Amerikan tarzı işe yaramaz zip line yada ata binme turlarına kıyasla kat be kat eğlenceli ve samimi.

Playa Dorado
Günlük hayatta, gittiğiniz her yerde karşınıza size birşeyler satmak isteyen birileri çıkıyor ancak Türkiyedekiler gibi yapışkan, Kuzey Afrikadakiler gibi de agresif değiller. İstemiyorum derseniz rahatsız etmiyorlar. Eğer biraz niyetiniz varsa dikkatli olun, ağzınızdan girip burnunuzdan çıkarak sonunda size birşeyler satıyorlar.

Bizde bir laf vardır, pazarlık ederken satıcının fiyatının yarısını teklif et diye. Dominik Cumhuriyetinde bu kural satıcının fiyatının üçte birini teklif etmek şeklinde değişiyor. Pazarlıksız hiçbir şey satın almak mümkün değil. Bir örnek, kişi başına yüz yirmi dolar istedikleri bir turu ikimiz için toplam yüz on dolara aldık.

Ve bir de hayal kırıklığı, buraya gelmeden özellikle Haiti ile ünlü, vudu ve kara büyü bebekleri, iğneleri vesaire bulabileceğimi umuyordum ancak şimdiye kadar hiçbir yerde göremedim. Yine de umudu kesmedik. Bu yazıyı post etmeden bulursam sizi haberdar edeceğim.

Buralara kadar gelip de Haiti ve Santa Domingoyu göremediğimiz için üzgün olmamız dışında tatilimiz düşündüğümüzden çok daha güzel geçiyor. Dominik Cumhuriyeti kesinlikle yeniden görülebilecek bir ülke. Biz Jelenayla gelecek sene için Punta Cana planları yapmaya başladık bile.

Eğer dinlenip, denizin güneşin tadını çıkaracağınız, sakin bir müzik eşliğinde bir havuz barda dünyanın en güzel kokteyllerini yudumlayacağınız kebap bir tatil istiyorsanız Dominik Cumhuriyetinden iyisini zor bulursunuz.

Vize gerekmiyor. Uçuşlar da, oteller de göreceli olarak ucuz. Gelin ve görün derim. Vamos!

Adios ve Hasta la Vista (Baby)...

5 Nisan 2013 Cuma

Moskova

Priviyet!

Uçağımız Moskova havaalanından kalkalı belki bir yarım saat oldu. Yönümüz Cenevre ancak hala Rus hava sahasındayız.

Aeroflot, hala uçmanın bir zevk ve ayrıcalık olduğunu hissettirmeye çalışan üç beş nadir havayolundan biri. Uçağın havada olduğu her an bir şeyler ikram ediyorlar. Bu da ellerinde kredi kartı makinası, içtiğiniz her kahveye birkaç Euro geçirmeye çalışan EasyJet ile bayağı bir kontrast yaratıyor.

Uçağın sağ sağlim Cenevre'ye ineceğini düşünerek, Rusya gezimizi tek parça bitirdiğimizi söyleyebilirim.

Bu altı günde Rusya'nın havasını fazlasıyla kokladık. İlk durak Saint Petersburg'du, ikinci durak ise Moskova. Gelin size hala Rusya havasından çıkmamışken gezinin Moskova bölümünden de üç beş kelimeyle bahsedeyim.

Her şeyden önce Moskova’yı biraz perspektifine koyalım.

Moskova'ya, öyle bir tarih, sanat yada aşk şehri olarak tanımlamak bence eşyanın tabiatına aykırı. Moskova, benim ve çağdaşlarım için Sovyetler Birliğinin başkentidir, nokta.

Moskova demek en azından benin için Kremlin, Polit Büro, Kızıl Meydan, Lenin, Soğuk Savaş, Stalin, Kruşçev, Brejnev, KGB, Duma demektir.

Haa, bir de 007 :)

Yani eski Sovyet bloğunun başkenti, eski Sovyetler ‘in gururu.

Zaten uçaktan inip terminale girer girmez bir "Biz buraya gelen herkesi etkileriz kardeşim" havasını hissediyor insan.

Sheremetyevo havaalanı, öyle büyük ki bir terminalden diğerine yürümek yarım saat alıyor neredeyse. Onlarca jet köprüsü, yirmilerce uçak, yüzlerce işsiz güçsüz adam ve on binlerce metrekarelik bomboş, üzerinde hiçbir şeyin olmadığı terminal gayri menkulü. Yürüyorsunuz ama yürüdüğünüz yer sadece yer ve duvar. İşte bu devasa büyüklük insanı etkiliyor etkilemesine ancak biraz da sinirlendiriyor.

Önce havaalanından bir otobüs aldık şehrin merkezine doğru. Daha sonrasında ise adını binlerce kez duyduğum Moskova metrosunun bir istasyonuna attık kendimizi.

Ancak bir metro istasyonunda mı yoksa bir sanat galerisinde mi olduğumu anlayamadım bir süre.

Büyükşehir metroları genellikle banyoları hatırlatır bana. Duvarları ve tavanları çoğunlukla fayans kaplıdır. Duvarlardaki üç beş reklam panosunu ve istasyon isimlerinin yazılı olduğu levhaları saymazsanız istasyonlarda neredeyse fayanstan başka hiçbir şey yoktur diyebilirsiniz.

Metro istasyonundaki partizan heykeli
Moskova'daki bu adsız, sansız, izbe metro istasyonun girişinde ise beni bir heykel karşıladı arkadaşlar! En az üç metre boyunda, elinde, askerdeyken elime tutuşturdukları acemi tüfeği gibi bir tüfek olan, emmi şapkalı bir Rus partizanının heykeli...

Tavana zincirlerde bağlanmış kristal benzeri avizeler, duvarlarda baştan aşağı desenli kabartmalar, kapı üstü kemerleri, mermer yer kaplaması... Metroda değil Versay sarayındayız sanki...

Eski ancak temiz bir trene bindik. Bir noktada tren öyle bir hızlandı ki herhalde çizgi filmlerdeki gibi dağılıp, tuzla buz olacak, biz de havada bir süre ileri uçtuktan sonra kıçımızın üzerine düşeceğiz gibi geldi.

Neyse ki tren dağılmadı, biz de ilk metro değiştireceğimiz istasyonda indik. Bu yeni istasyon biraz daha büyükçe ve merkezi bir konumda.

Bu istasyonda ise her üç metrede bir emmi şapkalı bir partizan heykeli var...

Kafamı kaldırıp duvardaki bir plaketi okumaya çalıştım, anladığım tek şey 1946 sayısıydı. Yani bu günün standartlarında yaşlı sayılan ben kulunuzun doğumundan yirmi sene önce yapılmış. Ben doğmadan yirmi sene önce acaba Türkiye'de toplu taşım sözcüğü kimseye bir şey ifade ediyor muydu?

Moskova'da bir metro istasyonu
Metro değiştirirken bana Ankara’daki otuz beş sene öncesinin Yeni Karamürsel mağazalarının yürüyen merdivenlerini hatırlatan ahşap bir yürüyen merdivene bindik. Aşağıdan baktığımızda ben sonunu göremedim. En azından iki yüz metre uzunluğundaydı.

Bu arada ilk kez de bir iş koluyla tanıştım, "Yürüyen Merdivencilik".

Aşağı ve yukarı giden iki sıra yürüyen merdivenin arasında bir kulübe, kulübenin içinde de yaşlı bir kadın, kameralarla yürüyen merdiveni takip ediyor. Belli ki bir şey olursa yürüyen merdiveni durduracak.

Ancak büyük olasılıkla o "Dur" düğmesine bir kere bile basmadan emekli olacak. Gözünü sevdiğimin komünizmi... Bir iş olsun da, gerekli mi, gereksiz mi, hiç önemli değil!

Herhalde bir beş dakika dünyanın merkezinin bayağı yakınından yeryüzüne doğru tırmandık. Bizi otelimize götürecek trene bindik ve bir beş durak sonra yine emmi şapkalı bir partizan heykelinin bulunduğu istasyonumuza ulaştık.

Bu istasyonda yürüyen merdivenler yok, üzerinde yürünen klasik merdivenler var. Ne yapalım, proletarya yürür deyip başladık yüzlerce basamağı çıkmaya, Sonunda istasyondan geride bırakıp gün ışığını gördük.

Otelimiz, Moskova olimpiyatları sırasında yapılmış birkaç gökdelenden biri. Çok güzel, çok modern bir otel. Eğer Moskova'ya bir daha gelirsek başka otel aramaya hiç hacet yok. Ancak uyumaya gelmedik buraya. Hemen attık valizleri odamıza ve koyulduk yola.

Hedef Kızıl Meydan!

Tekrar Metroya bindiğimizde yavaş yavaş yer isimlerine aşinalığımız başlamıştı. Bir düşündüm ve sonra güldüm içimden. Çocukluğumun ve gençliğimin bir bölümünde bu yer isimlerini bir cümle içerisinde kullansaydım başıma ciddi işler gelebilir, sopa yiyebilir yada tutuklanabilirdim :)

Otelimizin metro istasyonunun adı "Partizanska", Kızıl Meydan durağımız "Revolutsiya", yani devrim! Cadde isimleri "Lenin", "Marks", "Komünista", "Gorki", "Dostoyevski"... Gel de alış bir anda kolaysa!

Kızıl Meydan durağımızdan yine dünyanın merkezine seyahat merdiveniyle yeryüzüne ulaştık. Yoğun bir kar yağışı var.

Birini durdurup "Kızıl Meydan nerede?" Diye sorduk, eliyle sol tarafı işaret etti. Bir iki yüz metre sonra sol tarafımda belki on şeritli, eli metre genişliğinde bir yol, sağ tarafımda devasa "Otel Moskva" binası ve tam karşımda kırkımızı Kremlin duvarlarının arasında, tepesinde altın kaplama bir yıldız bulunan bir kule!

Kızıl Meydan'dayız
Kızıl Meydandayız. Bana ve Jelena'ya farklı şeyler ifade etse de ikimizin ortak noktası "Vay be!" demek. O, çocukluğunun okullarında okutulan efsanenin, ben de çocukluğumdan beri korkutulduğum ezeli düşmanın can evinde, kalesindeyiz.

Bir elli metre sonra kıpkırmızı tuğladan duvarlarıyla Devlet Tarih Müze binasının solundaki kemerli kapıdan geçtik ve Kızıl Meydana girdik.

Yavaş yavaş, bir süper gücün başkentinde bulunduğumu idrak etmeye başladım. Moskova, sosyalizmin vitrini olmuş, hem yoldaş sosyalistlere, hem de sütü bozuk kapitalist ziyaretçilere "Etkilenin Lan!" diye bağıran bir şehir.

Ve etkilendik abi.

Jelena ve Kızıl Meydan
Kızıl Meydan her yönüyle etkiledi bizi.

Bir kere önce geometride anlaşalım. Kızıl meydan Taksim yada Tiananmen gibi simetrik bir meydan değil, uzunlamasına ilerleyen, dikdörtgen bir şekli var.

Kremlin'in kırmızı duvarları bu dikdörtgenin uzun kenarlarından birini baştan sona kaplamakta. Bu duvarların tam önünde ise Lenin'in mozolesi var. Ne yazık ki mozole beyaz, şişme bir çadır içerisinde kalmış, ne ziyaret, ne de mozolenin dışını görmek mümkün değil.

Dikdörtgenin ikinci uzun kenarında ise devasa bir tarihi bina. Bu tarihi bina öyle Dostoyevski'nin türbesi yada Stalin'in karargahı falan değil. Gum isimli bir alış veriş merkezi. Hem de komünizmin çöküp kapitalizmin Rusya’yı asimile etmesinden sonra ortaya çıkmış bir mağaza da değil bu Gum.

GUM Mağazası
Tam aksine, Komünizmin en parlak zamanlarının bir simgesi. İnsanların en basit ihtiyaç maddelerini bile almak için günlerce kuyruklarda beklediği o dönemlerde, Moskova'ya ziyaretin bir simgesi, her ziyaretçinin eve çocuklara bir şeyler aldığı bir mağaza.

Bir zamanlar Türkiye’mizde de vardı bu fenomen. "Lan ne güzel saat bu..." dediğimizde arkadaşlarımız "Amcam Hac'dan getirdi.", yada "Teyzem Almanya’dan almış." derlerdi.

Kızıl meydanı oluşturan dikdörtgenin kısa kenarlarından birinde kırmızı cephesiyle az önce de sözünü ettiğim Devlet Tarih Müzesi var. Bu bina her ne kadar güzel ve etkileyici bir bina olsa da meydanın diğer ucundaki Aziz Basil katedralinin yanında küçülüyor, küçülüyor ve kaybolur gidiyor.

Aziz Basil Katedrali
Aziz Basil katedrali benim tereddütsüz şimdiye kadar gördüğüm en güzel yapı. Zaten Kızıl Meydan yada Moskova denince akla gelen ilk simge. Rengarenk kubbeleri, kırmızı duvarlarıyla bir katedralden çok Disneyland'i hatırlattı bana. Jelena da ben de ilk gördüğümüzde ağızımız açık bir süre seyrettik hiç konuşmadan.

Bu arada yeri gelmişken söyleyeyim, eğer Jelena da ben de bu katedralin içini gezerken ciddi bir şey kaçırmadıysak, dışardan ne kadar güzelse içerden de o kadar vasat. Bence vaktiniz sınırlı ise, içini görmeseniz de olur.

Kremlin ise bir imparatorluk sarayı. Bir kenarı Kızıl Meydan, diğer kenarı Moskova nehri boyunca ilerleyen, üzerinde gözetleme kulelerinin bulunduğu kırmızı bir duvarla çevrili bir kale. İçeride asıl saray binası ve birkaç katedral var.

Kızıl meydanın kendisi ise, işte bu yapıların arasında, arnavut kaldırımları ile üzerinde bu meydanla özdeşleşmiş askeri geçit törenleri için kullanılan beyaz ve sarı şerit çizgileri bulunan bir açıklık.

Birçok batılı diplomat ve casus yeni Sovyet teknolojilerini ilk kez bu meydanda gördü.

Kızıl meydandan Devlet Tarih Müzesi yönüne gittiğinizde sağda hemen pembe rengiyle dikkatinizi çekecek Kazan kilisesini, biraz sonrasında da Manezhnaya Meydanı'nı ve bu meydanın en büyük binası olan Moskva Otelini görürsünüz.

Bu Moskva Oteli ilk 1930 ‘larda yapılmış. Sovyet döneminde ise baştan aşağı yenilenmiş.

Otel Moskva, Sovyet günlerinde Moskova'ya gelen her ziyaretçinin kaldığı yada kalmak istediği bir oteldi. Sanki komünistlerin de biraz zevk sahibi olabileceğini göstermek için yapılmış gibi.

Sonrada bir başka Moskva oteli yapılmış, eskisi yenilenmiş falan. Sovyetlere özgü tipik sulandırma yani...

Bu otelin komik de bir hikayesi var.

1940'larda bu otelin içi yenilenirken birbirinden tarz olarak çok farklı iki proje yarışmaktaymış. Bu iki projeyi Stalin'in onayına göndermişler.

Bu arada koca Sovyet başkanının, bir otelin iç dekorasyonuyla ne işi varmış diyebilirsiniz. Kimbilir... Ya hiç başka işi yokmuş Stalin'in, ya da küçükken mimar olmak istemiş ama becerememiş, diktatör olmuş.

Neyse, Stalin, önüne koyan kağıtların iki ayrı proje olduğunu ve birini seçmesi gerektiğini bile anlamamış, sadece onaylıyorum deyip imzalamış.

Kağıtlar geri geldiğinde, kimse Stalin'e "Bak bilader bunlardan birini seçmen gerekiyordu, sen onaylıyorum demiş bırakmışsın. Olmadı böyle.. " diyememiş tabii.

Sonunda, Stalin’in korkusuna otelin bir kanadını ilk, diğer kanadını da ikinci projeye göre yapmışlar. Böylece de ortaya bir garabet çıkmış.

Otel Moskva'nın bulunduğu Manezhnaya meydanının altı ise devasa bir alış veriş merkezi. Bu kadar marka aynı yerde Paris’te bile yok. Fiyatlar ise İsviçre’den bile pahalı. Hatta rahatça söyleyebilirim ki Moskova şimdiye kadar bulunduğum en pahalı şehir.

Neyse ki sadece iki günlüğüne ziyaret ediyoruz Moskova’yı...

Kızıl Meydandaki Gum mağazasının yanından biraz ilerlediğinizde o Moskova’yı Moskova yapan bildik yerlerine geliyorsunuz.

Karşınıza ilk çıkan büyük bina Duma. Fazlasıyla büyük bir bina, bir o kadar da zevksiz. Tam bir komünist mimarisi.

Duma’nın yanında yeşil renkte çok güzel görünümlü klasik tarzdaki bina ise yine komünist partinin bir binası var. Biraz ilerlediğinizde ise sokunuzda ünlü Bolşov tiyatrosunu, sağınızda ise granitten yapılma koca bir Karl Marks heykeli görüyorsunuz.

Bolşov Tiyatrosu'nun hemen ilerisinde ikinci bir Bolşov tiyatrosu var - lütfen az önce bahsettiğim Sosyalist tarzı sulandırmayı hatırlayın. Her yerde insanların bildiği, sevdiği şeylerin kopyaları var. Mesela hemen her şehirde bir Gorki Parkı, bir Devrim Meydanı... :)

Aynı cadde sizi bir dolu hükümet binası ile birlikte büyük ve gerçekten ekskuzit markaların bulunduğu başka bir alış veriş merkezine ve sonrasında ise Çocukların Dünyası isimli, yine Sovyetlerin medarı iftiharı bir oyuncak mağazasına götürüyor.

Bu mağazanın karşısında ise kahverengi dev bir bina var. Bu binanın içinde oturanları ise herhalde tanımayanımız yoktur.

KGB!

Gerçi bu günlerde isimleri FSB gibi bir şey olmuş ama, hammadde aynı sizin anlayacağınız.

KGB Karargahı
Bu devasa binanın alt katında bir hapishanenin olduğundan bahsedilir. Yine söylenenlere göre bazıları oldukça tanınan birçok kişi bu hapishanede işkence görmüş, can vermiştir.

Ve yine doğrulanmamış duyumlara göre bugün bu hapishane bölümü artan bürokratik ihtiyaçlar çerçevesinde ofis olarak kullanılmaktadır. Ancak tur otobüsünde söyledikleri gibi bundan emin olamayız, henüz bu binaya turistik turlara izin verilmiyor.

Eski günlerinde "Çocukların Dünyası" isimli oyuncak mağazasının karşısında bulunduğundan "Yetişkinlerin Dünyası" diye de isimlendirilen bu binaya veda edip yolumuza devam edelim çünkü bir sonraki durak KGB binasından bile önemli.

Politeknik Müze
Yine elli metre genişliğinde bir caddeden ilerlerseniz, sokunuzda bulunan devasa ancak güzelim bir binadaki Politeknik Müzeyi geçip Staraya meydanına ulaşıyorsunuz.

Staraya, Slav dillerde eski demek. İşte bu eski meydanın dört numarasında öyle bir bina var ki dünyamızın kaderi uzun bir süre bu binanın içinde oturanlar tarafından belirlendi. Bu binanın bu günkü ismi pek eski işlevi ile ilgili ipuçları vermiyor. O yüzden ben size kolay anlaşılır ismini söyleyeyim,

Komünist Parti Binası.

Rusya başkanının ve eski Polit büronun ikametgahı.

Polit Büro ve Merkezi Komite Binası
Bilir misiniz bilmiyorum, her ne kadar "parti" kelimesi bir demokrasiyi, SSCB' deki "C" 'de cumhuriyeti çağrıştırıyor gibi görünse de, parti denilen çoğunluk yetkilerini kendilerinin bile seçmediği beş kişilik bir Polit Büroya devretmişti. Polit Büro ise Parti Genel Sekreterin emirlerini uygulayan bir kurumdu. Kısacası isminde bol bol demokrasi, cumhuriyet falan geçse de eski SSCB belki de en gerçek diktatörlüktü.

Gene sulandırma konusuna dönersek mesela Başkan her zaman Genel Sekreter olmak zorunda değildi. Başkanlar, Premierler, Komünist Parti Genel Sekreterleri, Komünist Parti, Komünist Parti Kongresi, Polit Büro, Duma falan gibi yüzlerce kafa karıştırıcı kurum vardı. Ancak bir kelimeyle Komünist Parti Genel Sekreteri tüm Sovyet bloğunun mutlak hakimiydi.

Bugün sayın Putin de bu binayı sıklıkla kullanmakta ancak arada Kremlin'e de gitmekte.

Başkan Putin'in araç konvoyu
Ve bizim şansımıza, Moskova’daki son günümüzde Staraya meydanına giden devasa cadde iki ucundan kapatılmış, biz de içinde kalmıştık. Sonrasında, korumaları, ambulansları, motosikletli polisleri ve başka onlarca araba ile Başkan Putin belki de on metre önümüzden geçti. Tabii ki ben çat-çut resimlerini çektim, acaba gizli servis benim kameramı alır mı diye biraz da korkarak :) Ancak hiçbir şey olmadı.

İşte size dilimin döndüğü kadarıyla Kızıl Meydan ve çevresinin havasını koklatmaya çalıştım.

Moskova tabii ki sadece Kızıl meydan değil. Şehrin her yeri müzelerle, kiliselerle, alış veriş merkezleriyle dolu. İnsan rahat rahat bir hafta hiç sıkılmadan gezebilir.

Hz İsa Katedrali
Önemli bir diğer Moskova simgesi ise Hazreti İsa'nın adıyla anılan devasa katedral.

Vatikan'daki Saint Peter’s katedrali Katolikler için ne ise Moskova’daki bu katedral de Ortodokslar için aynısı.

Beyaz, devasa bir yapı. Dünyadaki en yüksek Ortodoks katedrali. On bin kişiyi aynı anda barındırabiliyor.

Bu katedralin orijinali Çarlık Rusya zamanında yapılmış. Kubbelerin bir bölümü gerçek altın ile kaplıymış. Mimarisi ise Aya Sofya'dan esinlenme.

Bolşeviklerin gelmesiyle bu katedral de ateist politikalardan nasibini almış. Stalin bu katedrali proletaryanın hiç de gereksinim duymadığı bir lüks olarak değerlendirmiş ve sonrasında bu katedral, yerine bir Sovyet sarayı yapılmak üzere temeline kadar yıkılmış.

1990'ların başında ise yaşasın yeni kral, bir milyon Moskovalının yaptığı bağışların da katkısıyla eskisinin bir kopyası olarak yeniden sıfırdan yapılmış.

İşte Moskova böyle bir yer.

Moskova'ya gelirken hedefim geçmişteki o Sosyalist zamanın havasını koklamak, zamanında korktuğumuz, yada sempati duyduğumuz, o süper gücün can damarı, baş kentini yakımdan tanımaktı.

Bu hedefime ulaşmıştım... Neredeyse.

Moskova'da o soğuk savaş dönemini bana yeniden yaşatacak, beni çocukluğumdan götürecek kalan son bir hedefim vardı.

Bu son hedef bir müzeydi, Moskova'nın kırk kilometre dışında, Monino isimli bir kasabada bulunan dünyanın en büyük havacılık müzesi/müzelerinden biri. İçinde sadece Rus uçakları var, ha bir de düşürülen şu ünlü U2 uçağının üç beş parçası.

Evlilik yıldönümümüz olan 1 Nisan ise bu ziyaret için Moskova'da kaldığımız süre içindeki tek uygun gündü. Jelena'ya "Bu gün evlenme yıldönümümüz, eğer istersen gerçekten gitmem.", dedim. Dünyanın en anlayışlı kızıdır eşim. Benle metroya kadar geldi, hem gidiş, hem dönüş biletlerimi aldı, önemli metro duraklarının Kril yazılışını gösterdi, ve beni paketleyip metroya koydu.

Artık Rusya'da yalnızdım. Metronun gittiği en son noktaya kadar gittim. Buradan sonra bir otobüse binmem gerekiyordu. Otobüs durakları yol üstünde ama ne nedir, kim kimdir anlamak mümkün değil, her şey Kril alfabesiyle yazılı.

Orta yaşlı, temiz yüzlü bir adamı gözüme kestirdim. Kırık Sırpçamla yalan yanlış Monino otobüsü nerede diye sordum:

"İzvini, gde ye Monino otobüs?"

Adam da bana:

"De get la!" gibisinden öyle bir hırladı ki...

Anladım ki orta yaşlı, temiz yüzlü adamlara olmayacak. Bir kıza sorayım, en azından cazibem işe yarar dedim, ilk gördüğüm kıza yaklaştım:

"İzvini, gde ye Monino otobüs?"

Kız cevap bile vermeden yürüdü gitti.

Otobüsün numarasını biliyorum ama otobüsler ve duraklar pek birbirini tutmuyor. Ben de sıradan başladım her gördüğüm otobüsün kapısından içeri kafamı uzatıp sormaya:

"Monino?"

"Hrrrr!"

"Monino?"

"Harrr!"

"Monino?"

"Grrrr"

Böyle bir on, on beş otobüs geçtim. Sonra hurda yeşil beyaz bir otobüsün yanına geldim. Şoför lastik değiştiriyordu. Ona da sordum:

"Monino?"

"Da."

Hop, atladım içeri. Parasını verip bir bilet aldım. Bir yarım saat daha bekledik ve iki yolcu daha geldi.

Otobüs kalktı. Ben kafamda bir hesap yaptım. Monino, Moskova'ya kırk kilometre uzakta. Ben de Metroyla aşağı yukarı on kilometre gitmiş olsam, geriye kalır otobüsle gidecek otuz kilometre. Saatte altmış kilometreye gitsek yarım saatte oradayız.

Monino Otobüsü
Otobüs tüm yol boyunca iki nokta arasındaki en kısa yolun bir doğru olmadığını ispatlamaya çalıştı. Yol boyunca her kasabaya, her köye girdik. Otobüsün nüfusu hemen hiç değişmese de her daim birileri iniyor, başka birileri biniyordu.

Belki yirmi kere durduk. İşin kötüsü her durduğumuz yer Monino olabileceğinden durur durmaz şoförü bir kere "Monino?" 'luyordum. Tabii o da her defasında sinirle cevaplıyordu "Nyet!".

İki buçuk saat gibi bir süre sonra otobüs durdu ve şoför benim sormamı beklemeden bağırdı.

"Monino... Davay!"

Yeri gelmişken bu "davay" kelimesini bir not edin derim. Rusçada çok önemli bir kelime, bir gün Rusya'ya giderseniz işe yarar. Anlamı "Haydi".

Otobüs, daha ikinci ayağımı hala içindeyken hareket etmeye başladı. Ben attım kendimi dışarı. Etrafıma umutsuzca da olsa acaba müzeyi görebilir miyim diye baktım, ancak hayat bu kadar kolay olamazdı.

Etrafta müze olmadığı gibi, müze nerede diye soracak kimse de yoktu. Böyle yarım bir meydanda duruyordum, o yüzden üç yönden birini seçip başladım yürümeye.

İçinde manav, kasap, bakkal gibi ayrı ayrı dükkanların bulunduğu bir binaya girdim. Şöyle altmış yaşının üstünde bir kadını gözüme kestirdim ve yine yalan yanlış sordum:

“Gde ye aviatsya museum?”

Kadın cevap olarak belki bir beş dakika konuştu. Ben hiç bir şey anlamasam da Moskova tecrübelerimin aksine sevinerek şaşırmıştım.

Çünkü kadın hırlamıyordu, hatta gülümsüyordu.

Sonrasında kadın baktı ki ben anlamıyorum, kolumdan tuttu ve başladık beraber yürümeye.

Kardaki ayak izleri
Nasıl mahcup olmuştum. Kadın alış verişi kesip beni müzeye kendisi götürüyordu. Ben kusura bakma, göster ben gideyim şeklinde pantomim yaptıkça o bana “Pajaulsta, pajaulsta, davay...” yani önemli değil, haydi gidelim diyordu.

İster inanın, ister inanmayın bir yarım saate yakın yürüdük. Bu yürüyüş sırasında Hitler ve Napolyon’un niye Rusya’da yenildiğini birinci elden gördüm.

Soğuk!

Bu soğuk öyle bildiğiniz gibi bir soğuk değil. Yerdeki buzların yazın bile çözüldüğünü düşünmüyorum. Temizlenmemiş alanlarda karın yüksekliği pantolon kemerimin hizasında. Kafamda kürklü bir şapka var ama o bile fayda etmiyor.

Ben kaygan buzda arka arkaya üç normal adım atamazken yol arkadaşım bir balerin gibi buz üzerinde süzülüyordu.

Neyse, yada Rusçasıyla “karoçe”, kadın beni bir minibüse koydu. Minibüstekiler benden para almayı kabul etmediler ve müzeye kadar götürdüler.

Yol kenarından içlerdeki müzeye yürürken gözüm kardaki ayak izlerine takıldı. Bir zoolog olmasam da büyüklüklerinden bir ayıya ait olduklarını düşünüyorum. Resimlerini çekip yola devam ettim.

Monino Havacılık Müzesi
Müzedeki uçaklar zaman zaman gövdelerine kadar kara gömülmüşlerdi. Soğuk eksi bilmem kaç derece de olsa oyuncak mağazasındaki bir çocuk gibi üç saat geçirdim. Soğuk savaşın bütün reliklerini birinci elden gördüm.

O soğukta müzeyi benden başka ziyaret eden avanak olmadığından rahat rahat yüzlerce fotoğraf çektim.

Bir çocukluk rüyası gerçekleşmişti.

İşte Moskova böyle arkadaşlar. Çok uzun oldu farkındayım ama bu dünyanın en önemli kentlerinden birine haksızlık etmek istemedim.

Rusya bu yeni düzende kendisini konumlandırmaya çalışan bir ülke. Halk eski alışkanlıklarla yeni düzen arasında biraz kaybolmuş ancak bir yeni nesil geliyor ki fark etmemek imkansız.

Rus halkı gururlu, istekli bir halk.

Bir küresel güç ve bence öyle kalmaya da devam edecek.

1 Nisan 2013 Pazartesi

Bir Komünist Gibi Düşünmek

Priviyet!

Moskova turlarımız son hız sürmekte. Jelenayla birlikte yakın tarihimizi yaşıyoruz, hem de iki farklı taraftan. Bunun zevki anlatılmaz... Ancak ben yine de önümüzdeki günlerde anlatmayı deneyeceğim. O yüzden bugün size Moskova'dan bahsetmeyeceğim.

Bu günkü konumuz bir komünist gibi düşünmek.

Daha doğrusu komünist sistemin yarattığı insanların kafasıyla düşünmek. Komünizmi sempatisi olan arkadaşlar hiç kızmasın. Anlatacaklarımın hepsi gerçek ve delilleri ile bende saklı.

Rusya bugün komünist midirim değil midir bilinmez. Aslında bu komünist kelimesi sizi rahatsız ediyorsa yerine sosyalist deyip okumaya devam edin. Bunu da komünizmi felsefeye taşıyan bazı tartışmalardaki dünyanın tümü komünist olmadan komünizm gelmiş sayılmaz gibi hedefi ve sonucu olmayan argümanlara karşı söylüyorum.

Neyse, konumuz komünizm değil, komünizmin ortaya çıkardığı insan yapısı ve bu insanın düşünce tarzı. Bunu niye söylüyorum? Çünkü son birkaç gündür bu düşünce tarzının yüzünden hayatım öyle zorlaştı ki artık sinirden çıldırma noktasına geldim.

Nedir kastettiğim bu komünist gibi düşünme tarzından?

Çok basit.

Bir şeyi sadece yaptım demek için yapmak.

Bir şeyi yaparken bir işe yarayıp yaramayacağı yerine amirini memnun edip etmeyeceğini dikkate almak.

Bir işi yaparken bir işe yaratıp yaramayacağı yerine güzel görünüp görünmeyeceğini dikkate almak.

Bir işi yaparken beyin yerine kıç ile düşünmek.

Bir işi eğer mümkünse hiç yapmamak, aksi halde olası en az enerjiyi kullanarak yaptım diyebilecek konuma getirmek.

Daha da yazabilirim ama herhalde anladınız demek istediğimi, yada İngilizce deyimiyle "You got the picture!, right?"

En basiti ile başlayalım. Medeni ülkelerde, özellikle halka açık yerlerde merdiven basamaklarının ucu genellikle sarı, kırmızı gibi cart bir renkli boyanır ki insanlar orada bir basamak olduğunu görsün ve dikkatli olup düşmesin diye.

Çok işe yarar bir yöntemdir bu, keşke Türkiye'de de yaygınlaşsa.

İşte Rusyadaki yoldaşlara birisi medeniyet için basamakların ucunu boyamak gerekiyormuş, boyayın o zaman lan demiş. Yoldaş boyacı da başlamış boyamaya. Basamaklar bitince bakmış bayağı güzel görünüyor.

"Lan!" demiş, "Medeniyet bu işte..."

Sonra gözü iki merdiven arasındaki düzlüğe takılmış. Ne güzel zebra gibi çizgilerin arasında haliyle basamak olmadığı için boyalı şerit de yok, garibimin simetrisi bozulmuş, gözüne kötü gelmiş.

Göze kötü görünen gönül'e de kötü görünür demiş, almış eline fırçayı, basamak olmamasına rağmen aradaki düzlüğü de zebra gibi çizgilerle boyamış.

Bu sadece diz boyu aptallığa gülünecek bir hikaye değil arkadaşlar. Çünkü ben kulunuz elde fotoğraf makinesiyle merdivenden inerken yan gözle de çizgilere bakıyorum. Aradaki düzlüğü bu sığırın boyadığı çizgiler yüzünden farketmedim. Bir basamak beklerken o basamak gelmeyince tökezledim, az daha yuvarlanıp ağızımı burnumu kıracaktım, neyse ki son anda toparlanabildim.

Bu olay bir on sene sonra olsaydı reflekslerim muhtemelen kıçımı kurtaracak kadar hızlı olmayabilirdi. Kolumu, bacağımı kırabilir, hatta pisi pisine ölebilirdim.

Keşke hiç boyamasaydı. O zaman merdivenler nerede diye dikkat ederdim. Boyalı basamakları görünce doğal olarak güvendim. Ne bileyim boyacının sanatçı ruhlu olduğunu.

Kimin umurunda. Çizgiler güzel görünüyor ya, önemli olan o... İngilizcede "Form over Function" derler bu fenomene. Ne kadar doğru.

Her metroda olduğu gibi Moskova metrosunda da kapıların üzerinde metronun istasyon listesi yazılıdır. Medeni metrolarda metronun bulunduğu istasyonun üzerinde minik bir ışık yanar ki siz de nerede olduğunuzu bilirsiniz.

İşte medeni ol komutunu aldıktan sonra ileri mucit ve muhteşem komünist metro istasyon bildirim mühendisi bakın ne yapmış.

Metro Durak Tabelası
Bir "T" harfini baş aşağı çevirin ve düşey çizgiyi 45 derece sağa yatırın. İşte bu dingil istasyon isimlerini bu sağa yatık dikey çizgilerin sol tarafına yazmış. Allah için bayağı estetik duruyor.

T harfinin yatay çizgisinin altında, sağa yatık dikey çizginin ikiye böldüğü noktanın sağında ve solunda birer ışık var. Yani her istasyon için iki ışık.

İşte metro bir istasyona yaklaştığında bu ışıklar yanıp sönmeye başlıyor.

Ne var bunda diyeceksiniz, anlatınca mantıklı gibi geliyor değil mi?

Şimdi mesela A istasyonundan soldaki B istasyonuna gidiyor olalım. A istasyonun T'sinin sonundaki ışık yanıp sönüyor olsun. Bu sizce ne demek?

Bundan kolay ne var, tren A istasyonundan ayrıldı demek, değil mi?

Evet mantıklı. Peki biraz sonra B istasyonunun sağımdaki ışık yanıp sönmeye başlarsa?

Mantığın sonu yok. Bu da olsa olsa tren B istasyonuna yaklaşıyor demektir değil mi?

Hadi bunu da yedik. Peki trenin A istasyonundan ayrılmasıyla B istasyonuna yaklaşması arasındaki fark benim metrodaki davranışımı değiştirecek mi?

Hayır. Bu tamamen gereksiz bir bilgi, hatta çoğu zaman kafa karıştırıcı.

Şimdi sıkı durun, ya A'nın solundaki ve B'nin sağındaki lamba aynı anda yanıp sönüyorsa?

İşte burada mantık sınırlarını aşıp sallama aşamasına geçiyoruz.

Bu ikili yanıp sönmenin, onu dizayn eden mühendisin minyatür beyninde muhakkak ki bir açıklaması vardır, ancak benim gibi sıradan bir metro yolcusunun kafasını karıştırmaktan başka bir sonucu olmuyor işte.

Bir adım daha ilerisini düşünelim, sizce tren bir istasyonda duruyor iken bu iki ışıktan hangisinin yanması doğru olur?

Saf mantık kullanırsak, sağdaki ışık yanarsa tren istasyona yaklaşıyor, soldaki ışık yanarsa tren istasyondan uzaklaşıyor gibi algılamacaktır. O yüzden iki ışıktan sadece birini yakmak makul görünmüyor.

Eğer ikisi birden yansın derseniz bu kez de istasyondan ayrılma, yaklaşma mantığını bozuyor olacaksınız. Bir de, eğer her iki ışığı da aynı amda kullanacaksanız o zaman öncelikle niye iki ışığa gerek duydunuz?

İşte böyle sorular, sorular...

Bu dahi mühendis böyle bir saçmalığı estetik düşüncelerle mi yoksa kendisinden daha dahi amirini mutlu etmek için mi yaptı bilinmez, ancak bunu kullanan insanları düşünerek yapmadığı kesin.

Bu arkadaş bu çiftli lambalar ve ters T'li istasyon listelere yerine her istasyonu bir ışıkla. aydınlatılmış bir nokta ile temsil etseydi - ki dünyanın geri kalan yerlerinde hep böyledir, hiçbir kafa karışıklığı olmadan insanlar metro hangi istasyonda anlayabilecekti.

Şimdi ise ne siz sorun, ne ben söyleyeyim...

Hadi yine metroyla devam edelim.

Medeni metro, tren, otobüs gibi toplu taşım araçlarında durulan istasyon anons edilir ki istasyonu görünce tanıyamayanlar inecekse insin diye. Yine çoğunlukla bir sonraki gelecek istasyon da anons edilir ki, bu kez de insanlar önceden hazırlansın, son anda panik yaşanmasın diye.

Haliyle medeniyette dünyadan aşağı kalmayan Moskova metrosunda da hem durulan hem de gelecek istasyon anons ediliyor.

Tek kusuru bu iki anons da aynı anda tren durduğunda yapıyor.

Yani hem bulunduğunuz istasyonu, hem de gelecek istasyonu duyuyorsunuz tren durduğunda.

Eğer Rusça bilmiyorsanız işte o zaman işler karışıyor. Hangi istasyondasınız anlayın anlayabilirseniz.

Kapının üzerindeki ışıklar zaten köfte. İstasyonun duvarlarındaki levhalardan okurum diyorsanız, o da yaş. Bir an gördüğünüz istasyon isimleri Kril alfabesiyle yazılmış, harf harf dekode etmeden çok zor anlarsınız.

Metrodaki anons sadece bulunan ve sonraki istasyonları anons etmekle kalmıyor, bir de lütfen yaşlı ve sakatlara yer verin gibi bir dolu gereksiz anonsu da aynı anda yapıyor.

Tüm anonslar Rusça.

Rusça bilmeyen biri olarak minik bir tatbikat yapalım. Mesela atıyorum, Partizanski istasyonuna gideceksiniz.

Anons geliyor.

"Priviyetdobradoşlidobrehutreharaşopartizanskistasyainvalidesreçenputpuşkintolstoykaroçekakosinyetyasempriçemçıtvırtak"

Partizan'ı duydunuz ama Tolstoykanın da bir istasyon olduğunu biliyorsunuz. Arada bir dolu başka şey de duyuyorsunuz. Kapının üstüne bakıyorsunuz, istasyon isimleri hep Kril alfabesinde. Siz ne olduğunu anlayana kadar tren kalkıp gidiyor.

Sebebi çok basit. Bu yapılan anonsların amacı metronun asıl kullanıcıları olan yolcuların hayatlarını kolaylaştırmak değil, kim bilir kime sadece biz bu işi yaptık diyebilmek.

İsviçrede mesela tren, otobüs durduğunda varılan istasyon anons edilir, çok yalın bir biçimde.

Ne bir sonraki istasyonun adı, ne de İsviçre medeni kanunu okunur. Bu okunmayan ikincil önemde bilgilerin gerçekten de o an için kimseye faydası yoktur. Kafa karıştırmaktan başka işe yaramaz.

Ne zaman ki tren kalkar, işte ancak o zaman bir sonra gelinecek istasyon anons edilir.

Arada da işte isviçre tren işletmesi size iyi yolculuklar diler falan gibi anonslar yapılır.

Bir kelime Fransızca bilmeden beş sene sorunsuz kullandım trenleri.

Bir metro hikayesi daha...

Çoğunlukla gideceğiniz yere aynı metro hattıyla gidemezsiniz. O yüzden değişik metro hatlarının kesiştiği istasyonlarda gideceğiniz yerin üzerinde bulunduğu hatta bir trene binersiniz.

Bildiğiniz üzere dünyanın her yerinde değişik metro hatları kendine özgü renkleriyle anılır. Yani kırmızı hat, yeşil hat, vs. şeklinde.

İşte bu sebeple değişik metro hatlarının kesiştiği istasyonlarda binmek istediğiniz renkteki hastın işaret levhalarını takip ederek treninizi bulursunuz.

Burada uygulanan mantık çok basittir. Mesela sarı hattı alacaksanız, sadece sarı hattın nerede olduğunu bilmeniz gerekir. Sarı hatta ulaşana kadar başka bir bilgiye ihtiyacınız yoktur.

Sarı hattı bulduğunuzda ise bir karar daha vermeniz gerekir. O da sarı hattın hangi yönüne gideceğiniz. Öyle ya aynı hatta geliş ve gidiş yönlerimden hangisine gideceğinizi bilmeniz gerekir.

Moskova metrosu muhteşem büyük bir metro. On tane mi ne ayrı hattı var.

Biz de kırmızı hattan indik, mavi hatta tren değiştirmemiz gerekiyor.

Jelena bu metro işlerin üstadıdır. Kafasının içerisinde bir pusula, bir de tren tarifesi saklıdır sanki. İlk defa gittiğimiz bir şehir de olsa, üç beş dakikada yönünü belirler, kırk yıllık vatman gibi, burada değiştireceğiz, şurada ineceğiz diye lojistik planlamayı yapar.

Ancak Moskova metrosunda yelkenleri suya indi.

Bir süre bir sağa, bir sola koştuk. Sonrasında durdu, birine mavi hat nerede diye sordu.

Ben şaşırdım, bu birine sorma işi hiç adeti değildir.

Metro yön işaretleri
O zamana kadar ben hiçbir işarete bakmıyordum. Hadi fırsat bu fırsat, hazır Google Map Wife çuvallamışken, ben de sazanlayıp süper kahramanlık yapayım dedim.
"Bak" dedim, "İşaretlerde mavi rengi takip edersen bulursun"

Sonrada işarete baktım. Tabelanın solunda büyük puntolarla cart mavi üzerine beyaz basılı "1" rakamı ve bir dolu istasyon adı, sağında aynı boyda puntolarla mavi zemine beyaz basılı "2" rakamı ve yine bir dolu istasyon adı.

Sazanlamayı sürdürdüm.

"Bak tabelaya, mavi hattayız zaten" dedim. Kril alfabesini okuyamadığından "Bizim istasyon birinci yöndeki istasyonların arasında mı yoksa ikinci yöndekilerin arasında mı?" diye sordum.

Küfür gibi geldi söylediklerim Jelena'ya... Yine de bozmadı terbiyesini.

"Gel boogie" dedi, "Gidelim buradan, yanlış yerdeyiz."

Nasıl şarladım...

"Nasıl yanlış yer yahu, mavi hattı arıyoruz, al sana mavi hat."

Sonra da tabelaya yeniden baktım. Sola mavi "1", sağa mavi "2"... Ve tabelanın üstünde yukarı bakan bir okla daha küçük puntolarla basılı mavi bir "3".

Haydaa... "1" geliş, "2" gidiş diyelim, bu "3" ne?

Jelena, "O mavi 1 ve 2 mavi hat için değil. Onlar yeşil hat istasyonları.". Yeniden baktım tabelaya. İstasyon isimleri arasında gerçekten yeşil noktalar var.

"Peki bu 1 ve 2 niye mavi?" diye sordum. Jelena da dedi ki "Hatlarda yön gösteren işaretlerin hepsi mavi renk, görünüşe göre bu standard."

"Peki bu yukarı bakan mavi 3'ün, yön değil de mavi hat olduğunu nereden biliyorsun?" diye sordum. O da dedi ki "Dikkatli bak, orada sadece 3 değil tüm satır mavi, o yüzden bu bir hattı işaret ediyor.

Sormadan edemedim...

"Peki bunca şeyi biliyordun da ne diye kadını durdurup sordun mavi hat nerede diye?"

Bana metro haritasını gösterdi. "Bak, bir açık mavi, bir koyu mavi, bir de mavimsi yeşil bir hat var. Tabeladaki 3'ün mavisi bizim mavi mi emin olamadım." dedi.

İşte o an bir mikrop kadar küçüldüm. Jelenanın ayaklarına kapanıp özür dilemek geçti içimden.

İşte arkadaşlar, özür dileyerek söylüyorum, ancak bir embesil bu kadar basit bir işi Moskova metrosundaki kadar karmaşıklaştırabilir.

Herseyden önce farklı renklerin birincil karar verme kriteri olduğu bir ortamda hangi geri zekalı renkleri hem hatları ayırmak için, hem de yönleri belirten işaretleri standartlaştırmak için kullanır?

Be kardeşim, madem yönleri ayıran tabelaları bir renkle standartlaştırdın, ne diye aynı zamanda bir hat rengi olan maviyi kullanırsın? Git bordo kullan, siyah kullan, ne bileyim pembe kullan, illa Pikassoculuk oynayacaksan. Niye aynı zamanda bir hat rengi olan mavi?

Ne diye hatları ve yönleri aynı tabelada belirtiyorsun? Hadi madem aynı tabelayı kullandın, ne diye anlaşılması imkansıza yakın zor ve kritptik bir metod kullanırsın hatlarda yönleri ayırmak için? Ne bileyim ben senin mikro beyninin hat gösteren işaretlerde satırın tümünü, yön gösteren işaretlerde de sadece baştaki rakamı maviye boyamayı uygun gördüğünü?

Hatları ayırmak için renkler birincil kriter ise ne diye birbirine yakın, karıştırılması olası açık mavi, yeşilimsi mavi gibi renk tonları kullanırsın? Çok hattın varsa 1, 2, 3... Yada A, B, C,.. diye birbirinden ayrılması kolay isimler kullan. İlla sanat yapacaksan Picasso yerine Tolstoy'u örnek al, hatların isimlerini Anna Karenina, Savaş Yada Barış falan koy, açık mavi, koyu mavi yerine.

Yolcuların istasyonda bulundukları hat hiçbir şüpheye yer bırakmayacak kadar açık ve belirgin olmalı. Ne bileyim, eğer yeşil hattın rayları yanındaki bekleme bölgesinin duvarları mesela tamamen yeşile boyanmalı. On metrekarelik bir tabela yeşil hatta durduğunuzu işaret etmeli. Bizim başımıza gelen olayda tabelada yeşil hatta olduğumuzu gösteren tek ipucu istasyon isimleri arasındaki yeşil noktalardı.

Bu metroda yön bulma işinde çok dertliyim. Daha başka anlatacak çok şey var da, sizi baymayayım diye burada kesiyorum.

Rusya'ya indiğimizden beri Jelena sokakta herkesle İngilizce konuşuyor. Halbuki Sırpça ve Rusça neredeyse aynı dil. Aralarındaki fark mesela Rize Türkçesiyle Diyarbakır Türkçesi arasındaki farktan az. Düşünün, bir Diyarbakırlı ile Rizelinin İngilizce anlaşmaya çalıştığını...

Ben bile arada kırık Sırpçamla on beş sene önce Kazakistan'da geçirdiğim üç beş haftada öğrendiğim üç kelime Rusçamı karıştırıp sokakta Priviyet, Pajaulsta, Spasiba diye Rusça parçalıyorum, Jelena hala Hello, Welcome, Thank You..

Geçen akşam ikimiz de susadık, böyle ucube izbe bir yerde bir markete girdik. İçerdeki kızın bırakın İngilizceyi, Rusçayı bile bildiği şüpheli.

Neyse ki Jelena bu kez İngilizce yerine Sırpça konuşmayı denedi.

Önce meyve suyu istediğimizi söyledi. Satıcı kız meyve sularını gösterip hangisi diye sordu.

Jelena da armudun Sırpçası "Kruşka" dedi.

Satıcı kız boş anlamsız gözlerle baktı bize. Anlamadığı ortadaydı, cevap bile vermedi.

Jelena bir daha tekrarladı "Kruşka".

Yine sessizlik. Satıcı kız ne cevap veriyor, ne de bir çözüm arıyor, başını başka bir yöne çevirmiş, biz yokmuşuz gibi davranıyordu.

Jelena bu sefer kızı meyve sularının yanına çağırdı. Kız istemeye istemeye geldi. Sonra başladı araba park ettirir gibi kıza yön göstermeye "Sağa git... Yukarı çık... Soldan üçüncü".

Kız armut suyunu sonunda buldu. Bulur bulmaz da Rusçasını gayri ihtiyari söyledi.

"Kruşa"

Rusya'ya gelmeden St Petersburg ve Moskovadaki hop hop otobüs turlarını fiyatına kadar bulmuştuk. Moskovadaki otele geldik ve check-in yaptıktan sonra odaya çıkmadan otobüslerin kalktığı meydana nasıl gideriz diye sorduk konsıerj'e.

Görevli yüzümüze bile bakmadan:

"Moskova'da bu otobüs turları yok" dedi.

Daha bu gün yedi saat boyunca o otobüs turundaydık.

Konumuzu açtığımız noktaya dönersek, hedef bir sorunu çözmek değilse ve kişi beyni yerine kıçıyla düşünüyorsa yaptığı işin hedeflediği sorunu çözmesini beklemek saflık olur.

Bu yukarda anlattığım bir iki olayı ve daha anlatmadığım en az ellisinin hepsini komünist düşünce sistemine bağlayarak acaba ben mi aceleci davranıyorum, yada peşin verilmiş hükmümü mü doğrulamaya çalışıyorum? Tüm bunların komünist düşünce tarzıyla hiçbir alakası olmayabilir mi? Tüm bunlar benim sterotıplememin sunucu olamaz mı?

Olabilir.

Tüm bu anlattıklarım gerçek olsa da, mantık yürütüp sebeplerini ortaya çıkarmaya çalışırken bir hata yapıyor olabilirim. Tüm anlattıklarımın nedeni komünist düşüncenin yarattığı insan tipinden değil Moskova'nın sert ikliminden ileri gelmekte olabilir.

Ancak ben bu sonuca varırken akla yakın önermelerde bulunuyorum. Mesela yukarda anlattığım olayların kahramanlarının hepsi otuz yaşın üzerinde, yani eski düzenin içinde büyümüş kişiler.

Aksi yönde örnekler de bu saptamamı kuvvetlendiriyor. Daha bu gün en çok on beş yaşında bir kız bana gelip Rusça birşeyler sordu. ben anlamadım deyince aksanız bir İngilizceyle özür diledi ve Moskovayı beğenim beğenmediğimi, bir sorun yüzünden mi orada durduğumu sordu. Yardım etmeyi önerdi. Ben karımı bekliyorum, marketten içecek alıyor deyince veda etti ve ayrıldı.

Yine bu gün bilmemne meydanını ararken bir genç durdu, İngilizce yardım edebileceğini söyledi, aradığımız meydanı iPad'inde buldu ve bize yolu tarif etti.

Bu anlattığım iki ve yine anlatmadığım diğer birkaç mutlu hikayenin kahramanları hep yirmi yaşından genç. Hepsi yeni nesil ve tatsız hikayelerin kahramanlarıyla siyah ve beyaz kadar farklılar.

Yabancı dil biliyorlar, hırslılar, hedefe yönelik çalışıyorlar, girişkenler ve sorun çözüyorlar.

İşte kısaca bu örneklere, tecrübeme ve önsözlerime dayanarak komünist düşünce tarzının yarattığı bu isteksiz, kararsız, sonuçtan uzak, hatta korkak insan tipine kızıyorum.

Komünist sistemin kalıntısı bu düşünce şekline sahip insanlar ne yazık ki Rusya'da hala mevcut. Ancak geriden gelen nesilin ayak sesleri çok kuvvetli.

Bence Rusyayı izlemeye devam edin...

30 Mart 2013 Cumartesi

Petronun Memleketi II

Rusya gezimizin ilk bölümünü bu akşam Saint Petersburg'da tamamladık. Kırk sekiz saat bu güzel şehir için çok çok az geldi hem Jelena'ya, hem de bana, o yüzden ayrılışımız bir veda değil, daha ziyade bir "Hasta La Vista", yani yeniden görüşmek üzere olacak sanki.

Saint Petersburg genç bir şehir. Rus çarı Büyük Petro yada bizdeki yaygın ismi ile Deli Petro, Rusyayı batıya yakınlaştıracak bir liman şehri istediği için, her santimetre karesi planlanarak kurulmuş ısmarlama bir şehir. Öyle hassas planlanılınca tabi, ortaya dünyanın en güzel şehirlerinden biri çıkmış.

Biz her ne kadar Deli desek de Petro kendi ülkesine çok faydası dokunmuş bir Çar. Ülkesini kalkındıracak yolun batı tarzı düşünce ve eğitim olduğunu görmüş ve Saint Petersburg'u batı ile Rusya arasında bir köprü olarak hayata geçirmiş. İşte bu yüzden şehir batı mimarisi ile inşa edilmiş, Petro'nun önemli destekleri ile birçok müze, kütüphane ve konser salonu, opera yada bale benzeri kültürel merkezler yapılmış.

Hermitage
Bu müzelerin en önemlisi Hermitage (Ermitaj) isimli Rusya'nın ve dünyanın en büyük müzelerinden biri. Petro'nun ayak izlerini takip eden Katerina'nın başlattığı, sonradan bu günkü haline gelmiş, maddi değeri ölçülemeyen bir sanat koleksiyonu. İlgileniyorsanız zaten biliyorsunuzdur ama benim gibi ressamları sadece isimlerinden tanıyanlardaysanız, bu müzede Rubens, Rembrandt, Michelangelo, Goya, Van Gogh, Gauguin, Renoir, Monet gibi sanatçıların eserlerini bulabileceğinizi söylemiş olalım. Birçok kişi bu müzeyi tamamen gezmenin en az on gün alacağını tahmin etmekte, bilginiz olsun.

Hermitage müzesi Çar ailesinin kışlık sarayında ek bir binada kariyerine başlamış, bugün bu sarayın tümünü ve etrafındaki üç beş başka binayı da asimile ederek genişlemiştir.

Aynı saray binasının Bolşevik devrimi sırasında da hatrı sayılır bir tarihi önemi vardır. 7 Kasım 1917 de Lenin önderliğinde bolşevikler bu binayı basarak ünlü Ekim Devrimimi başlatmışlardır.

Saint Petersburg uzun süre Çarlık Rusyasının başkenti olmuş. Bu yüzden de Rus Tarihinin bildik birçok önemli ismi bu şehirde yaşamış. Petro ve Katerinadan zaten bahsetmiştik, Puşkin, Yusupov, Potemkin ve Kutuzov ise diğer ünlü isimlerin sadece birkaçı.

Yine bir imparatorluk başkenti olması sonucu Saint Petersburg'la ilgili bir dolu saray hikayesi var. Bu hikayelerin çoğunluğu ise soyluların cinsel tercihleriyle ilgili. Bu soylular adam/kadın farketmeksizin ya fazlasıyla karşı cinslerden yada kendi cinslerinden hoşlanıyorlarmış tabii eğer bu hikayeler doğruysa.

Mesela Katerina bayağı meşgulmüş diğer erkeklerle. Onyedi tane aşığı olduğu söyleniyor. Baltacı bu sayıya dahil mi bilmiyorum.

Ancak bu soylu cinsel hikayelerin en şehvetleri tabii ki Rasputin'e aittir.

Rasputin'in öldürüldüğü saray
Sanıldığının aksine bir papaz değildi Rasputin. Hiçbir zaman Ortadoks kilisesine bağlı olmamıştı. O daha ziyade bir keşiş, bir din bilgini sayılabilirdi. İnsanları iyileştiririci bir gücü olduğuna inanılırdı, o yüzden de bir prensi iyileştirme görevine getirilmişti. Bugün olsaydı yanlış tedavi yüzünden dava edilebilirdi. O kadar köfteydi yani tedavi teknikleri. Aynı zamanda Çar ailesinin danışmanıydı. Bir de İncili çok iyi bilir, herkesin anlayacağı basit bir dilde anlatabilirdi.

Ancak Rasputin amcamızın bir özel mahareti vardı ki tüm bu öncekileri bastırır, solda sıfır bırakırdı.

Evet, Rasputin amca, dağı, taşı, uçan kuşu affetmez, dişi bir sineği bile iki saniyede götürebilirdi. Bir rahibeye tecavüz ettiği söylenir. Çariçeyi bile götürmüştür sizin anlayacağınız.

Hal böyle olunca birçok düşman edinmişti Rasputin. İşte bir gün düşmanları ona bir tuzak kurdu ve onu sudan bir meseleyi konuşmak için Moika sarayına çağırdılar. Bir bardak şarap ikram ettiler. Bu şarabın içinde beş kişiyi öldürecek kadar siyanür vardı.

Rasputin bu şarabı içti. Dakikalar geçti, herşey normalinde gitmekteydi ve hala Rasputin'e hiç birşey olmamıştı. Bunun üzerine suikastçilerden biri koşup bir tabanca buldu ve Rasputinin kafasının arkasına bir kurşun sıktı. Rasputin bunun üzerine yere yığıldı ve suikastçiler de koşarak sarayın dışına kaçtılar.

Suikastçilerden biri telaşla kendini dışarı atarken ceketini almayı unutmuştu. Saraya geri döndü ve ceketini alırken Rasputin yattığı yerden kalkıp onun gırtlağına sarıldı. Neyse ki diğer suikastçilerden yardıma koştu ve Rasputinin bedenine üç kurşun daha sıkacak kurtardılar arkadaşlarını.

Rasputin yere yıkılmıştı ancak ölmemiş, yeniden ayağa kalkmaya çalışıyordu. Suikastçiler bu kez demir çubuklarla saldırdılar Rasputin'e. Uzun bir süre başına vurarak öldüresiye dövmeyi sürdürdüler.

Rivayete göre Rasputin hareketsiz kalınca suikastçilerden biri onun pipisini kesti. Bu nadir parçanın bugün hala bir koleksiyoncuda bulunduğu söylenir.

Neyse, sonrasında Rasputinin bedenini bir halıya sarıp buzlu nehire attılar. Üç beş gün sonra cansız beden bulunduğunda hemen otopsi yapıldı.

Ölüm nedeni boğulmaydı. Ne beş kişiyi öldürmeye yeter zehir, ne yediği üç kurşun, ne demir çubuklar, ne de bir organının kesilmesi öldürememişti demek onu. Aynı otopsi hem zehirlenmeyi, hem kurşunlanmayı hem de ağır dövülmeyi teyit ediyordu.

Hikaye böyle işte. Boney M'in de aynı isimli şarkısının sonundaki gibi "Oh, these Russians!" diyesi geliyor insanın.

Biz de hem Rasputinin evini, hem de öldürüldüğü Moika sarayını ziyaret edip andık bu hikayeyi.

Neyse, dönelim sözkonusu şehirimize.

Saint Petersburg, kurulduğundan beri üç kere isim değiştirmiş.

Hayatına Saint Petersurgun Almanca karşılığı olan Sankt Petersburg olarak başlamış.

Sonrasında bu Almanca isim Rusça karşılığına Petrograd olarak dönmüş ve Aziz anlamına gelen Saint kısmı bırakılmış. Böylece İsa'nın bir havarisi ve Hristiyan inanışına göre bir Aziz'e adanmış ismi daha ziyade kurucusu Rus Çarını çağrıştırmaya başlamış.

Bolşevikler yönetime geldiğinde ise beklenilen üzere eski Çarlığı çağrıştıran Petrograd bırakılmış, şehrin yeni ismi olmuş size Leningrad. Bu son değişiklik, şehirin Aziz Peter ile arasını ciddi olarak açmış tabii.

Bolşevikler gidince de tekrar en eski ismi olan Saint Petersburg'a dönmüş.

Neva Nehri
Saint Petersburg konum olarak Neva nehrinin üzerinde yer almakta. Neva nehri aslında bildiğimiz anlamda bir nehir değil, Ladoga gölünü Finlandiya körfezine bağlayan bir su yolu. Bu yüzden de baharda yükselme ve taşma, yazda da kuruma huyları yok. Bu da şehrin denizle olan bağlantısını kolaylaştırıyor.

Neva'nın tek problemi kışın donması ancak Kuzey Kutbunun bu kadar yakınında kışın donmayan birşey bulmak mümkün değil zaten.

İşte Neva nehiri ve kollarının üzerinde belki de dünyanın en cazibeli şehir manzaralarını buluyor insan. Her bina ayrı bir sanat eseri. Bir arkadaşın biz daha gitmeden söylediği gibi hepsi birer açık hava müzesi.

Saint Petersburg Kuzey Kutbuna yakınlığı sebebiyle çok uzun yada çok kısa günler fenomenini yaşamakta. En uzun gece olan 21 Aralık'ta neredeyse günün hiçbir saatinde güneşi görmek mümkün değil diyor bilenler. Sadece birkaç saatlik bir aydınlık, hepsi o.

21 Haziran civarlarında ise hiç gece olmuyormuş. Saat 23:00 da bile ışıksız ortamda gazete okunur diyor yine bilenler.

Biz tam 21 Aralık ve 21 Haziran'ın ortalarında bir tarihte gittiğimiz için günler ve geceler neredeyse eşit uzunluktaydı ancak herkesin tavsiyesi Saint Petersburg'u Haziran civarlarında, yani White Nights (Beyaz Geceler) döneminde görmek. Gitmeyi düşünenlere biz de bu tavsiyeyi iletmiş olalım.

Saint Petersburg kiliseleriyle de çok ünlü bir şehir.

Ruslar bildiğiniz üzere Ortadoks Hristiyanlardır. Ben bir uzman sayılmam ancak bana göre inançları Katoliklerden yada Protestanlardan çok farklı değil. Farkları bence ritüelleri, yani dini uygularkenki örf ve adetleri.

Katolik kiliseleri genelde hüzünlüdür. Resimler, heykeller freskler karanlık ve renksizdirler (Vatikan'daki Sistin Şapeli buna en büyük istisnadır). Ortadoks kiliseleri ise tam tersine rengarenktir, neşelidir, hareketlidir. Papazlar şarkı söylerler' yürürler, dönerler, neredeyse bir dansı andıran ritüellerini uygularlar.

Dökülen Kanın Üzerindeki Kurtarıcı Kilisesi
İşte Saint Petersburg böyle bir dolu kilisenn evsahibi. Eşimle gezdiğimiz "Dökülen Kanın Üzerindeki Kurtarıcı" kilisesi benim bu güne kadar gördüğüm tartışmasız en renkli, en canlı kilise. Sanki bir cocuğun suluboya resim defteri gibi. Binanın yapısı itibarıyla da o kıvrımlı kubbeleriyle Rusya deyince akla gelen yine rengarenk capcanlı bir mimari.

İnancınız ne olursa olsun görmeye değer.

Yine otelimizin yanında bulunan ve bu kez boyutları ile insanı etkileyen Aziz İsak katedralini içerisine girmeden görme şansımız oldu. İçine on bin kişiyi alabilecek kadar büyük bir kilise. Dış görünüşüyle bir Yunan tapınağını andırıyor. Devasa bir yapı.

Başka güzel bir kilise de Kazan Katedrali. Bir kiliseden çok bir Roman agorasını andırıyor dışardan. Şimdiye kadar benzeri bir kilise görmedim. İçi de çok güzel dekore edilmiş ancak aydınlık olarak sanki Katolik kiliseleri ayarında bence, yani biraz fazla karanlık.

Saint Petersburg'un söylenmezse olmaz başka bir yeri de Nevski Caddesi yada tam adıyla Nevsky Prospect. Bu cadde Saint Petersburg'un Champs Elyesses'si, Fıfth Avenue'su yada Bağdat Caddesi. Alış veriş, yemek, eğlence, herşey burada. Çok uzun, çok geniş ve de çok renkli bir bölgesi şehirin. Saint Petersburg'un dağlarında çobanlık yapan bir akrabanızı ziyaret etmeye gelmediyseniz nasılsa er yada geç Nevski'de bulacaksınızdır kendinizi. Tadını çıkarın.

İşte bu şehirdeki kırk sekiz saatimizi sevgili Metin ve eşi ile birlikte bir yemekle sonlandırdık. Bu kırk sekiz saat bana sorarsanız şehirin potansiyeline bir numara küçük geldi. En azından bir opera salonlarını gezmek, Hermitage'da biraz vakit geçirebilmek isterdim. Ne yapalım next time.

Kaldığımız sürede hiçbir güvenlik sorunu yaşamadık, Paris daha tehlikeli bana sorarsanız. Ancak yaşayanların ziyaretçilere ilgisi ve tavırları biraz cila ister diyelim.

Ve artık yavaş yavaş Çarlık Rusyasını bırakıp şu bildiğimiz Soğuk Savaşlı sosyalist Rusya'ya yanı Moskova'ya çevirelim yönümüzü.

Stay Tuned! Bizi izlemeye devam edin :)

28 Mart 2013 Perşembe

Petro'nun Memleketi

Akşam saat yedide başladı büyük göç. Önce Cenevre'ye bir saatlik bir araba yolculuğu, sonrasında Moskova'ya üç saatlik bir uçuş, Moskova havaalanında geçmeyen iki saat, sonrasında St Petersburg'a bir saatlik ikinci bir uçak yolculuğu, hava alanından şehirde yarım saatlik bir otobüs yolculuğu, iki metro değiştirip şehrin merkezine ulaşım ve metro istasyonundan otele kaybolmalar dahil yarım saatlik bir yürüyüş.

Bunun üzerine üç saatlik zaman farkını da eklerseniz sabah saat onbirde otele ulaştığımızda ki yarı canlı yada yarı ölü halimizi anlayabilirsiniz sanırım.

Ancak otele gidip uyumadık, onun yerine macerası ruhumuz galip geldi ve St Petersburg'u keşfetmenin cazibesine kaptırdık kendimizi. Ne de olsa ikimiz de hala genciz ve kırk sekiz saat uykusuzluğu kaldırabiliriz.

Ha, bir de odalarımız hazır değildi, biraz da o yüzden tabii :)

Şaka bir kenara, uçağımız indiğinden beri içim kıpır kıpırdı. İlk kez Rusya'ya geliyordum. Son yirmi sene içerisinde hem iş, hem de zevk için o kadar çok Rusya gezisi planlamıştım ki inanamazsınız, ancak her defasında birşey oldu ve iptal etmek zorunda kaldım.

Kısmet bu güneymiş.

Rusya, çocukluğumdan beri beni etkilemiş bir ülkeledir. Yunanlılar, Romalılar, Türkler, Amerikalılar gibi dünyayı etkileyen imparatorluklar kurmuş bir halk, bir süper güçtür.

Cumhuriyetimizin ilk altmış yılını Rusya'dan korkarak geçirdik. Parçası olduğumuz soğuk savaş bloğunun tüm ülkeleriyle birlikte atom bombası yüklü Sovyet uçaklarını bekledik. Temsil ettikleri komünist ideoloji ile savaştık, hem de bazen kelimenin tam anlamıyla. Dünyanın öbür ucunda Kore isimli bir ülkede askerlerimiz şehit oldu.

Gençliğimin ilk yıllarında Rusya yine hayatıma girmişti, ancak bu sefer bir düşman olarak değil, sosyalizm yada komünizm gibi ideolojilerin kaynağı olarak. Hayatımın bu yıllarında etrafımda gencinden yaşlısına ülkenin sol eğilimli bu ideolojilere kendini inandırmış hatta tutkuya bağlanmış birçok insan vardı. Bazıları hem de çok yakın olmak üzere. Ha, bir de sonu "-C" yada "-O" ile biten ve PQX, ZPG, DVK gibi alfabenin tüm harflerinin üçlü kombinasyonlarından oluşan, bol bol devrimli, halklı, kurtuluşlu bir dolu sol görüşlü örgüt ismi...

Bu yıllarda Rusya kafamda düzenin, planlamanın, idealizmin bir simgesiydi. Neredeyse Nirvana yani. Geri kalmış düşünce tarzları ile kapitalistler birbirini yerken elit ve evrimleşmiş ileri bir insan topluluğu Rusya'da uygarlığın kitabını yazmaktaydı.

Sonra şu meşhur Glastnost ve Prestroyka dönemi başladı. Gorbaçov isimli bir Rus lider ilk defa ilkel kapitalistlere Nirvana'nın kapısını açmış, içeri bakmalarına izin vermişti.

Ancak içeri bakıldığında görünen manzara pek Nirvana gibi durmuyordu. Planlama, eşitlik falan diye zevksiz, tek düze, yaratıcılığa kapalı, gelişmeye kapalı bir toplum yaratmıştı sosyalizm.

İşte bu günlerde kafamdaki Rusya, gri zevksiz binalara kaplı şehirlerden oluşan bir beldeydi. Kurumları verimsiz, bireyleri yoz, rüşvetin, hak yemenin olağan sayıldığı bir ülke.

Sonra Yeltsin geldi. Artık Rusya gözümde kanunsuzluğun hakim olduğu, silah kaçakçılarının adres değiştirdiği, fahişelerin birbirinden kuşkulandığı bir ülkeydi (Ahmet Kaya'yı anmış olalım bu vesileyle).

Sonrasında Putin'li Medvedev'li dönemleriyle olayların kontrolünü eline alan, kendini toparlayın yeniden bir süper güç olma yoluna giren bir Rusya.

Velehasılkelam Rusya şu veya bu şekilde herzaman aklımın bir köşesinde, hayatımın bir bölümünde yerini korudu.

Herhalde Rusyayı ilk defa görme heyecanımı paylaşabildim sizinle.

Bu ülkede geçirdiğim yirmi dört saatten sonra Rusya'nın, hayatımın değişik dönemlerinde kafamda canlandırdığım şekliyle her birinden birazının toplamı olduğunu söyleyebilirim.

Hem havadan, hem karadan gördüğüm kadarıyla evet, belki de dünyanın en zevksiz, en iç bayıltan, en silik mimari tarzı ile yapılmış, içleri ahşap koyu kahverengi, dışları boyasız gri binaların hiç de az olmadığı bir yer Rusya.

Aynı zamanda Notre Dame'ın yanında bir gecekondu gibi kaldığı, dünyanın en güzel kiliseleriyle Rönesansın Floransa'sını kıskandıracak dünyanın en güzel şehirlerimden biri olan St Petersburg da Rusya'da bulunmakta.

Komünist anlayışın ürünü, birbirlerine saygısını yitirmiş kaba saba bir çok insan var tabii, ancak aynı zamanda cep telefonunun GPSi ile bizi otelimizin kapısına kadar götüren yardımsever ve nazik gençleri de.

St Petersburg'un metrosuna bindiğinde insan alamıyor kendini bu metro eski dökülüyor diye düşünmekten. Ancak düşünmeye devam edince, bu metronun belki de yarım asırdır orada olduğunu da anlıyorsunuz. Başka bir deyişle Ruslar bu metroyu kullanırken belki ülkemizde toplu taşım hala at arabaları ile yapılıyordu.

İşte Rusyadaki ilk yirmi dört saatin kısa özeti. Rusyayı gezerken öyle sıradan bir batı Avrupa ülkesinde hissetmiyor insan kendini, ki şehrin meydanını, katedralini ve müzesini gezip bitirsin. Büyük bir imparatorlukta bulunduğunuzu hemen anlıyorsunuz.

Size St Petersburg ve Moskova ziyaretlerini detaylıca yazacağım ilerleyen günlerde, ancak şimdilik şu kadarını söyletmeyeyim, Rusyayı mutlaka görün arkadaşlar. Öyle vize mize de gerekmiyor. Atlayın bir uçağa ve bir hafta sonu geçirin St Petersburg da.

Pişman olmayacaksınız.

26 Mart 2013 Salı

Kapitalist Şaka

Kapitalizm, iyimidir, değil midir bilemem ancak şüphesiz en azından günümüzde en yaygın olarak uygulanan ekonomik sistemidir. Bireyin öne çıktığı ve sermayesini işleyerek kar elde ettiği bir ekonomik ortamı tanımlar kapitalizm. Zaten kelimenin kökü kapital yani sermayedir.

Kapitalizmin belki en temel önermesi bireysel tasarrufların yatırıma, yani sermayeye, yani kapitale dönüşebilmesidir. Başka bir deyişle birey çalışır ve kazanır. Ancak bu kazandığı paranın tümünü harcamaz, bir bölümünü tasarruf eder.

Ancak bu tasarruf çoğunlukla kendi başına üretime yönelik yeterli bir sermaye oluşturamayacak kadar küçüktür.

İşte bu noktada kapitalizmin en önemli enstrümanlarından biri olan bankalar devreye girer ve bu küçük tasarrufları bir araya getirir, karşılığında tasarruf sahiplerine bir faiz öder, sonrasında bu birikimleri yatırımcılara kredi olarak verir ve karşılığında tasarruf sahiplerine ödediğinden daha yüksek bir faiz geliri elde ederler.

Dahiyane bir icattır bu bankacılık sistemi. Günümüzdeki birçok multi milyar dolarlık şirket eğer bankalar olmasaydı kurulamazlar, gelişemezlerdi. Bireylerin tasarrufları yastık altında kalır, ekonomi büyüyemez, yerinde sayardı.

Şimdi burası çok önemi arkadaşlar. Burada anahtar işlev bireylerin tasarruflarını bankaya yatırmak istemelidir. Bunun için de bankalara güven esastır. Bankalara güvenmek kapitalizmin ABC'si, 101'i, yani evrensel bir prensibi ve en temel yapı taşlarından biridir.

Mesela Amerika bankalarındaki paraların önemli bir bölümünün Amerika karşıtı Arap parası olduğunu bilse de bu paraları - örnek olsun diye söylüyorum - bloke etmek istemez. Devletler bankadaki tasarruflara el koymak yerine savaşa bile girmeyi seçebilirler.

Bankalardaki paralara göz dikmek, bir Türk'ün anasına küfretmek gibidir. Bu eylemin tek bir sonucu vardır ve bu sonuç her zaman tatsızdır.

Ve tüm yukarda saydığımız mahzurlarından rağmen bildiğiniz üzere Kıbrıs'da ekonomik önlemler çerçevesinde bankalardaki mevduatların bir bölümünün vergi olarak alınmasına karar verilmiştir.

Peki Rumlar akıllarını mı kaybetmiştir de böyle eşyanın tabiatına tamamen aykırı, aptalca bir karar almışlardır?

Hayır. Rumların akıl sağlığı tamamen yerindedir. Bu aptalca karar Rumların şiddetle karşı çıkmalarına rağmen Merkel teyzenin zoruyla alınmıştır.

Peki Merkel mi aklını kaybetmiştir de böyle bir karar için bastırmıştır?

Merkel'in akıl sağlığı ile ilgili sorunun cevabını filozoflara ve tarihçilere bırakalım ancak ekonomik bir bakış acısıyla en azından Merkel'in ne düşünerek böyle bir yolu seçtiğini anlayabiliriz.

İlk adım olarak gelin bu Rum bankalarındaki paranın sahiplerinin kim olduğuna bakalım. Öyle ya bu bankalardaki paraların bir bölümünün üzerine yatılınca, bu paraların sahipleri zarar görecektir.

Tutun nefesinizi, bu paraların çok önemli bir bölümü Ruslara ait.

Yani bu paraların üzerine yatılınca Ruslar para kaybedecek. Bu bankalardaki paraların hacılanma sebebi Rumları kurtarmak olduğuna göre Rumları Ruslar kurtarmış olacak, en azından tek başlarına kurtarmasalarda büyük katkıda bulunacaklar.

Merkel'in orkestra şefliğiyle...

İşte Putin bu yüzden çıldırmış bir durumda. Haklı olarak kıçını yırtıyor:

"Yaw niye ben kurtarayım Rumları?"

Sahi niye Rusya kurtarsın Rumları? Ne oldu bu Avrupa'nın birlikteliğine? Hani Euro bölgesi tek bir ekonomik oluşumdu? En son baktığımda Rusya hala Ruble kullanılıyordu. Kimse hatırlamıyor Rusya'nın Euro topluluğuna katıldığını...

Burada Almanya'nın gerekçesi bence aptallığın, saçmalığın, komikliğin ötesinde kriminal yani suç sayılır.

Merkel teyze diyor ki "Ruslar yıllardır Kıbrısdaki düşük vergiler yüzünden çok iyi para kazandılar, onlar da ödesin!"

Hani bizdeki gibi önce gider zenginden çalar, sonrada "Boşver pezevenk kimbilir kaç para kazanıyor her gün." diye içimizi rahatlatırız ya...

Şimdi durup düşünelim. Yazımızın başında dedik ki bankalara güven kapitalizmin evrensel prensiplerinden biridir. Peki Merkel meden bu evrensel prensibe aykırı davranıyor?

Bu sorunun cevabı biraz felsefi. Doğru bir saptama yapabilmek için biraz Avrupayı anlamak gerekir.

Avrupa, bir toplum olarak tüm evrensel ilkelere saygılıdır. Herkes sadece evrensel kapitalizm ilkelerine değil, insan hakları, eşitlik, ahde vefa, tutarlılık gibi tüm evrensel prensiplere bağlı ve sadıktır.

Sadece bunları evrensel olarak herkese uygulamazlar...

Sadece kendilerine doğru görünen bir topluluğun hakkı olduğunu düşünürler bu evrensel prensiplerin. O yüzden bu prensipler muhattaplarının kim olduğuna göre eğilir, bükülür, ırzlarına geçilir ve bu, tüm Avrupa'ya göre tamamen normal görülür.

Avrupa topluluğuna aday ülkeler vizeniz dolaşım hakkına sahiptir... Türkler hariç :)

Niye diye sorun, başlarlar miyavlamaya, işte siz iltica ediyorsunuz, yerlere tükürüyorsunuz diye. Vizesiz dolaşımın sizin hakkınız olduğunun ve bunun pazarlığa tabii olmadığının hiçbir önemi yoktur gözlerinde.

İşte Ruslar böyle bir talihsizlik yaşamakta,

Almanya için bildiğiniz üzere insanlık sıralarında Türkiye en altlarda yer alır. Hem Müslümandır, hem esmerdir hem de biraz rahat, biraz gevşektir Türkler. Büyük çoğunluğu sevmez bizi.

Ruslar ise tamam Hristiyandır, ve bu yüzden eşitlik gibi evrensel prensiplerin uygulanabilirliğine hak kazanmak içim bizden bir santim öndedirler ama oraya kadar... Gariplerim hem Slav, hem de Ortadoksturlar ki....

Savaş zamanında Hitler savaş esiri konvansiyonlarını Rus esirlere uygulamazdı çünkü Hitlere göre bu konvansiyon sadece insan esirler içindi ve Rus askerleri insan sayılmazdı. Irkçılık yapıyor gibi olmayayım, bugün durum tabii ki bu kadar vahim değil, sadece size Avrupa kimi nasıl tanır'ın kökleri hakkında bir fikir vermek istedim...

Sizin anlayacağınız, ki bu sadece benim şahsi fikrim, karşı taraf Rus olduğu için biraz haksızlıkta fazlaca problem görmedi Merkel teyze.

Görünüşe göre Putin'e kesildi adisyon, ve muhtemelen Putin de ödeyecek bunu. Ancak Merkel'in bu saçmalığı sonucu Avrupa bankalarına karşı oluşan güven kaybının tedavisi çok zor olacak. Ne yazık ki Merkel'in bunları anlayıp hazmetmesi bence çok zor.

Sevgiler...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...