5 Nisan 2013 Cuma

Moskova

Priviyet!

Uçağımız Moskova havaalanından kalkalı belki bir yarım saat oldu. Yönümüz Cenevre ancak hala Rus hava sahasındayız.

Aeroflot, hala uçmanın bir zevk ve ayrıcalık olduğunu hissettirmeye çalışan üç beş nadir havayolundan biri. Uçağın havada olduğu her an bir şeyler ikram ediyorlar. Bu da ellerinde kredi kartı makinası, içtiğiniz her kahveye birkaç Euro geçirmeye çalışan EasyJet ile bayağı bir kontrast yaratıyor.

Uçağın sağ sağlim Cenevre'ye ineceğini düşünerek, Rusya gezimizi tek parça bitirdiğimizi söyleyebilirim.

Bu altı günde Rusya'nın havasını fazlasıyla kokladık. İlk durak Saint Petersburg'du, ikinci durak ise Moskova. Gelin size hala Rusya havasından çıkmamışken gezinin Moskova bölümünden de üç beş kelimeyle bahsedeyim.

Her şeyden önce Moskova’yı biraz perspektifine koyalım.

Moskova'ya, öyle bir tarih, sanat yada aşk şehri olarak tanımlamak bence eşyanın tabiatına aykırı. Moskova, benim ve çağdaşlarım için Sovyetler Birliğinin başkentidir, nokta.

Moskova demek en azından benin için Kremlin, Polit Büro, Kızıl Meydan, Lenin, Soğuk Savaş, Stalin, Kruşçev, Brejnev, KGB, Duma demektir.

Haa, bir de 007 :)

Yani eski Sovyet bloğunun başkenti, eski Sovyetler ‘in gururu.

Zaten uçaktan inip terminale girer girmez bir "Biz buraya gelen herkesi etkileriz kardeşim" havasını hissediyor insan.

Sheremetyevo havaalanı, öyle büyük ki bir terminalden diğerine yürümek yarım saat alıyor neredeyse. Onlarca jet köprüsü, yirmilerce uçak, yüzlerce işsiz güçsüz adam ve on binlerce metrekarelik bomboş, üzerinde hiçbir şeyin olmadığı terminal gayri menkulü. Yürüyorsunuz ama yürüdüğünüz yer sadece yer ve duvar. İşte bu devasa büyüklük insanı etkiliyor etkilemesine ancak biraz da sinirlendiriyor.

Önce havaalanından bir otobüs aldık şehrin merkezine doğru. Daha sonrasında ise adını binlerce kez duyduğum Moskova metrosunun bir istasyonuna attık kendimizi.

Ancak bir metro istasyonunda mı yoksa bir sanat galerisinde mi olduğumu anlayamadım bir süre.

Büyükşehir metroları genellikle banyoları hatırlatır bana. Duvarları ve tavanları çoğunlukla fayans kaplıdır. Duvarlardaki üç beş reklam panosunu ve istasyon isimlerinin yazılı olduğu levhaları saymazsanız istasyonlarda neredeyse fayanstan başka hiçbir şey yoktur diyebilirsiniz.

Metro istasyonundaki partizan heykeli
Moskova'daki bu adsız, sansız, izbe metro istasyonun girişinde ise beni bir heykel karşıladı arkadaşlar! En az üç metre boyunda, elinde, askerdeyken elime tutuşturdukları acemi tüfeği gibi bir tüfek olan, emmi şapkalı bir Rus partizanının heykeli...

Tavana zincirlerde bağlanmış kristal benzeri avizeler, duvarlarda baştan aşağı desenli kabartmalar, kapı üstü kemerleri, mermer yer kaplaması... Metroda değil Versay sarayındayız sanki...

Eski ancak temiz bir trene bindik. Bir noktada tren öyle bir hızlandı ki herhalde çizgi filmlerdeki gibi dağılıp, tuzla buz olacak, biz de havada bir süre ileri uçtuktan sonra kıçımızın üzerine düşeceğiz gibi geldi.

Neyse ki tren dağılmadı, biz de ilk metro değiştireceğimiz istasyonda indik. Bu yeni istasyon biraz daha büyükçe ve merkezi bir konumda.

Bu istasyonda ise her üç metrede bir emmi şapkalı bir partizan heykeli var...

Kafamı kaldırıp duvardaki bir plaketi okumaya çalıştım, anladığım tek şey 1946 sayısıydı. Yani bu günün standartlarında yaşlı sayılan ben kulunuzun doğumundan yirmi sene önce yapılmış. Ben doğmadan yirmi sene önce acaba Türkiye'de toplu taşım sözcüğü kimseye bir şey ifade ediyor muydu?

Moskova'da bir metro istasyonu
Metro değiştirirken bana Ankara’daki otuz beş sene öncesinin Yeni Karamürsel mağazalarının yürüyen merdivenlerini hatırlatan ahşap bir yürüyen merdivene bindik. Aşağıdan baktığımızda ben sonunu göremedim. En azından iki yüz metre uzunluğundaydı.

Bu arada ilk kez de bir iş koluyla tanıştım, "Yürüyen Merdivencilik".

Aşağı ve yukarı giden iki sıra yürüyen merdivenin arasında bir kulübe, kulübenin içinde de yaşlı bir kadın, kameralarla yürüyen merdiveni takip ediyor. Belli ki bir şey olursa yürüyen merdiveni durduracak.

Ancak büyük olasılıkla o "Dur" düğmesine bir kere bile basmadan emekli olacak. Gözünü sevdiğimin komünizmi... Bir iş olsun da, gerekli mi, gereksiz mi, hiç önemli değil!

Herhalde bir beş dakika dünyanın merkezinin bayağı yakınından yeryüzüne doğru tırmandık. Bizi otelimize götürecek trene bindik ve bir beş durak sonra yine emmi şapkalı bir partizan heykelinin bulunduğu istasyonumuza ulaştık.

Bu istasyonda yürüyen merdivenler yok, üzerinde yürünen klasik merdivenler var. Ne yapalım, proletarya yürür deyip başladık yüzlerce basamağı çıkmaya, Sonunda istasyondan geride bırakıp gün ışığını gördük.

Otelimiz, Moskova olimpiyatları sırasında yapılmış birkaç gökdelenden biri. Çok güzel, çok modern bir otel. Eğer Moskova'ya bir daha gelirsek başka otel aramaya hiç hacet yok. Ancak uyumaya gelmedik buraya. Hemen attık valizleri odamıza ve koyulduk yola.

Hedef Kızıl Meydan!

Tekrar Metroya bindiğimizde yavaş yavaş yer isimlerine aşinalığımız başlamıştı. Bir düşündüm ve sonra güldüm içimden. Çocukluğumun ve gençliğimin bir bölümünde bu yer isimlerini bir cümle içerisinde kullansaydım başıma ciddi işler gelebilir, sopa yiyebilir yada tutuklanabilirdim :)

Otelimizin metro istasyonunun adı "Partizanska", Kızıl Meydan durağımız "Revolutsiya", yani devrim! Cadde isimleri "Lenin", "Marks", "Komünista", "Gorki", "Dostoyevski"... Gel de alış bir anda kolaysa!

Kızıl Meydan durağımızdan yine dünyanın merkezine seyahat merdiveniyle yeryüzüne ulaştık. Yoğun bir kar yağışı var.

Birini durdurup "Kızıl Meydan nerede?" Diye sorduk, eliyle sol tarafı işaret etti. Bir iki yüz metre sonra sol tarafımda belki on şeritli, eli metre genişliğinde bir yol, sağ tarafımda devasa "Otel Moskva" binası ve tam karşımda kırkımızı Kremlin duvarlarının arasında, tepesinde altın kaplama bir yıldız bulunan bir kule!

Kızıl Meydan'dayız
Kızıl Meydandayız. Bana ve Jelena'ya farklı şeyler ifade etse de ikimizin ortak noktası "Vay be!" demek. O, çocukluğunun okullarında okutulan efsanenin, ben de çocukluğumdan beri korkutulduğum ezeli düşmanın can evinde, kalesindeyiz.

Bir elli metre sonra kıpkırmızı tuğladan duvarlarıyla Devlet Tarih Müze binasının solundaki kemerli kapıdan geçtik ve Kızıl Meydana girdik.

Yavaş yavaş, bir süper gücün başkentinde bulunduğumu idrak etmeye başladım. Moskova, sosyalizmin vitrini olmuş, hem yoldaş sosyalistlere, hem de sütü bozuk kapitalist ziyaretçilere "Etkilenin Lan!" diye bağıran bir şehir.

Ve etkilendik abi.

Jelena ve Kızıl Meydan
Kızıl Meydan her yönüyle etkiledi bizi.

Bir kere önce geometride anlaşalım. Kızıl meydan Taksim yada Tiananmen gibi simetrik bir meydan değil, uzunlamasına ilerleyen, dikdörtgen bir şekli var.

Kremlin'in kırmızı duvarları bu dikdörtgenin uzun kenarlarından birini baştan sona kaplamakta. Bu duvarların tam önünde ise Lenin'in mozolesi var. Ne yazık ki mozole beyaz, şişme bir çadır içerisinde kalmış, ne ziyaret, ne de mozolenin dışını görmek mümkün değil.

Dikdörtgenin ikinci uzun kenarında ise devasa bir tarihi bina. Bu tarihi bina öyle Dostoyevski'nin türbesi yada Stalin'in karargahı falan değil. Gum isimli bir alış veriş merkezi. Hem de komünizmin çöküp kapitalizmin Rusya’yı asimile etmesinden sonra ortaya çıkmış bir mağaza da değil bu Gum.

GUM Mağazası
Tam aksine, Komünizmin en parlak zamanlarının bir simgesi. İnsanların en basit ihtiyaç maddelerini bile almak için günlerce kuyruklarda beklediği o dönemlerde, Moskova'ya ziyaretin bir simgesi, her ziyaretçinin eve çocuklara bir şeyler aldığı bir mağaza.

Bir zamanlar Türkiye’mizde de vardı bu fenomen. "Lan ne güzel saat bu..." dediğimizde arkadaşlarımız "Amcam Hac'dan getirdi.", yada "Teyzem Almanya’dan almış." derlerdi.

Kızıl meydanı oluşturan dikdörtgenin kısa kenarlarından birinde kırmızı cephesiyle az önce de sözünü ettiğim Devlet Tarih Müzesi var. Bu bina her ne kadar güzel ve etkileyici bir bina olsa da meydanın diğer ucundaki Aziz Basil katedralinin yanında küçülüyor, küçülüyor ve kaybolur gidiyor.

Aziz Basil Katedrali
Aziz Basil katedrali benim tereddütsüz şimdiye kadar gördüğüm en güzel yapı. Zaten Kızıl Meydan yada Moskova denince akla gelen ilk simge. Rengarenk kubbeleri, kırmızı duvarlarıyla bir katedralden çok Disneyland'i hatırlattı bana. Jelena da ben de ilk gördüğümüzde ağızımız açık bir süre seyrettik hiç konuşmadan.

Bu arada yeri gelmişken söyleyeyim, eğer Jelena da ben de bu katedralin içini gezerken ciddi bir şey kaçırmadıysak, dışardan ne kadar güzelse içerden de o kadar vasat. Bence vaktiniz sınırlı ise, içini görmeseniz de olur.

Kremlin ise bir imparatorluk sarayı. Bir kenarı Kızıl Meydan, diğer kenarı Moskova nehri boyunca ilerleyen, üzerinde gözetleme kulelerinin bulunduğu kırmızı bir duvarla çevrili bir kale. İçeride asıl saray binası ve birkaç katedral var.

Kızıl meydanın kendisi ise, işte bu yapıların arasında, arnavut kaldırımları ile üzerinde bu meydanla özdeşleşmiş askeri geçit törenleri için kullanılan beyaz ve sarı şerit çizgileri bulunan bir açıklık.

Birçok batılı diplomat ve casus yeni Sovyet teknolojilerini ilk kez bu meydanda gördü.

Kızıl meydandan Devlet Tarih Müzesi yönüne gittiğinizde sağda hemen pembe rengiyle dikkatinizi çekecek Kazan kilisesini, biraz sonrasında da Manezhnaya Meydanı'nı ve bu meydanın en büyük binası olan Moskva Otelini görürsünüz.

Bu Moskva Oteli ilk 1930 ‘larda yapılmış. Sovyet döneminde ise baştan aşağı yenilenmiş.

Otel Moskva, Sovyet günlerinde Moskova'ya gelen her ziyaretçinin kaldığı yada kalmak istediği bir oteldi. Sanki komünistlerin de biraz zevk sahibi olabileceğini göstermek için yapılmış gibi.

Sonrada bir başka Moskva oteli yapılmış, eskisi yenilenmiş falan. Sovyetlere özgü tipik sulandırma yani...

Bu otelin komik de bir hikayesi var.

1940'larda bu otelin içi yenilenirken birbirinden tarz olarak çok farklı iki proje yarışmaktaymış. Bu iki projeyi Stalin'in onayına göndermişler.

Bu arada koca Sovyet başkanının, bir otelin iç dekorasyonuyla ne işi varmış diyebilirsiniz. Kimbilir... Ya hiç başka işi yokmuş Stalin'in, ya da küçükken mimar olmak istemiş ama becerememiş, diktatör olmuş.

Neyse, Stalin, önüne koyan kağıtların iki ayrı proje olduğunu ve birini seçmesi gerektiğini bile anlamamış, sadece onaylıyorum deyip imzalamış.

Kağıtlar geri geldiğinde, kimse Stalin'e "Bak bilader bunlardan birini seçmen gerekiyordu, sen onaylıyorum demiş bırakmışsın. Olmadı böyle.. " diyememiş tabii.

Sonunda, Stalin’in korkusuna otelin bir kanadını ilk, diğer kanadını da ikinci projeye göre yapmışlar. Böylece de ortaya bir garabet çıkmış.

Otel Moskva'nın bulunduğu Manezhnaya meydanının altı ise devasa bir alış veriş merkezi. Bu kadar marka aynı yerde Paris’te bile yok. Fiyatlar ise İsviçre’den bile pahalı. Hatta rahatça söyleyebilirim ki Moskova şimdiye kadar bulunduğum en pahalı şehir.

Neyse ki sadece iki günlüğüne ziyaret ediyoruz Moskova’yı...

Kızıl Meydandaki Gum mağazasının yanından biraz ilerlediğinizde o Moskova’yı Moskova yapan bildik yerlerine geliyorsunuz.

Karşınıza ilk çıkan büyük bina Duma. Fazlasıyla büyük bir bina, bir o kadar da zevksiz. Tam bir komünist mimarisi.

Duma’nın yanında yeşil renkte çok güzel görünümlü klasik tarzdaki bina ise yine komünist partinin bir binası var. Biraz ilerlediğinizde ise sokunuzda ünlü Bolşov tiyatrosunu, sağınızda ise granitten yapılma koca bir Karl Marks heykeli görüyorsunuz.

Bolşov Tiyatrosu'nun hemen ilerisinde ikinci bir Bolşov tiyatrosu var - lütfen az önce bahsettiğim Sosyalist tarzı sulandırmayı hatırlayın. Her yerde insanların bildiği, sevdiği şeylerin kopyaları var. Mesela hemen her şehirde bir Gorki Parkı, bir Devrim Meydanı... :)

Aynı cadde sizi bir dolu hükümet binası ile birlikte büyük ve gerçekten ekskuzit markaların bulunduğu başka bir alış veriş merkezine ve sonrasında ise Çocukların Dünyası isimli, yine Sovyetlerin medarı iftiharı bir oyuncak mağazasına götürüyor.

Bu mağazanın karşısında ise kahverengi dev bir bina var. Bu binanın içinde oturanları ise herhalde tanımayanımız yoktur.

KGB!

Gerçi bu günlerde isimleri FSB gibi bir şey olmuş ama, hammadde aynı sizin anlayacağınız.

KGB Karargahı
Bu devasa binanın alt katında bir hapishanenin olduğundan bahsedilir. Yine söylenenlere göre bazıları oldukça tanınan birçok kişi bu hapishanede işkence görmüş, can vermiştir.

Ve yine doğrulanmamış duyumlara göre bugün bu hapishane bölümü artan bürokratik ihtiyaçlar çerçevesinde ofis olarak kullanılmaktadır. Ancak tur otobüsünde söyledikleri gibi bundan emin olamayız, henüz bu binaya turistik turlara izin verilmiyor.

Eski günlerinde "Çocukların Dünyası" isimli oyuncak mağazasının karşısında bulunduğundan "Yetişkinlerin Dünyası" diye de isimlendirilen bu binaya veda edip yolumuza devam edelim çünkü bir sonraki durak KGB binasından bile önemli.

Politeknik Müze
Yine elli metre genişliğinde bir caddeden ilerlerseniz, sokunuzda bulunan devasa ancak güzelim bir binadaki Politeknik Müzeyi geçip Staraya meydanına ulaşıyorsunuz.

Staraya, Slav dillerde eski demek. İşte bu eski meydanın dört numarasında öyle bir bina var ki dünyamızın kaderi uzun bir süre bu binanın içinde oturanlar tarafından belirlendi. Bu binanın bu günkü ismi pek eski işlevi ile ilgili ipuçları vermiyor. O yüzden ben size kolay anlaşılır ismini söyleyeyim,

Komünist Parti Binası.

Rusya başkanının ve eski Polit büronun ikametgahı.

Polit Büro ve Merkezi Komite Binası
Bilir misiniz bilmiyorum, her ne kadar "parti" kelimesi bir demokrasiyi, SSCB' deki "C" 'de cumhuriyeti çağrıştırıyor gibi görünse de, parti denilen çoğunluk yetkilerini kendilerinin bile seçmediği beş kişilik bir Polit Büroya devretmişti. Polit Büro ise Parti Genel Sekreterin emirlerini uygulayan bir kurumdu. Kısacası isminde bol bol demokrasi, cumhuriyet falan geçse de eski SSCB belki de en gerçek diktatörlüktü.

Gene sulandırma konusuna dönersek mesela Başkan her zaman Genel Sekreter olmak zorunda değildi. Başkanlar, Premierler, Komünist Parti Genel Sekreterleri, Komünist Parti, Komünist Parti Kongresi, Polit Büro, Duma falan gibi yüzlerce kafa karıştırıcı kurum vardı. Ancak bir kelimeyle Komünist Parti Genel Sekreteri tüm Sovyet bloğunun mutlak hakimiydi.

Bugün sayın Putin de bu binayı sıklıkla kullanmakta ancak arada Kremlin'e de gitmekte.

Başkan Putin'in araç konvoyu
Ve bizim şansımıza, Moskova’daki son günümüzde Staraya meydanına giden devasa cadde iki ucundan kapatılmış, biz de içinde kalmıştık. Sonrasında, korumaları, ambulansları, motosikletli polisleri ve başka onlarca araba ile Başkan Putin belki de on metre önümüzden geçti. Tabii ki ben çat-çut resimlerini çektim, acaba gizli servis benim kameramı alır mı diye biraz da korkarak :) Ancak hiçbir şey olmadı.

İşte size dilimin döndüğü kadarıyla Kızıl Meydan ve çevresinin havasını koklatmaya çalıştım.

Moskova tabii ki sadece Kızıl meydan değil. Şehrin her yeri müzelerle, kiliselerle, alış veriş merkezleriyle dolu. İnsan rahat rahat bir hafta hiç sıkılmadan gezebilir.

Hz İsa Katedrali
Önemli bir diğer Moskova simgesi ise Hazreti İsa'nın adıyla anılan devasa katedral.

Vatikan'daki Saint Peter’s katedrali Katolikler için ne ise Moskova’daki bu katedral de Ortodokslar için aynısı.

Beyaz, devasa bir yapı. Dünyadaki en yüksek Ortodoks katedrali. On bin kişiyi aynı anda barındırabiliyor.

Bu katedralin orijinali Çarlık Rusya zamanında yapılmış. Kubbelerin bir bölümü gerçek altın ile kaplıymış. Mimarisi ise Aya Sofya'dan esinlenme.

Bolşeviklerin gelmesiyle bu katedral de ateist politikalardan nasibini almış. Stalin bu katedrali proletaryanın hiç de gereksinim duymadığı bir lüks olarak değerlendirmiş ve sonrasında bu katedral, yerine bir Sovyet sarayı yapılmak üzere temeline kadar yıkılmış.

1990'ların başında ise yaşasın yeni kral, bir milyon Moskovalının yaptığı bağışların da katkısıyla eskisinin bir kopyası olarak yeniden sıfırdan yapılmış.

İşte Moskova böyle bir yer.

Moskova'ya gelirken hedefim geçmişteki o Sosyalist zamanın havasını koklamak, zamanında korktuğumuz, yada sempati duyduğumuz, o süper gücün can damarı, baş kentini yakımdan tanımaktı.

Bu hedefime ulaşmıştım... Neredeyse.

Moskova'da o soğuk savaş dönemini bana yeniden yaşatacak, beni çocukluğumdan götürecek kalan son bir hedefim vardı.

Bu son hedef bir müzeydi, Moskova'nın kırk kilometre dışında, Monino isimli bir kasabada bulunan dünyanın en büyük havacılık müzesi/müzelerinden biri. İçinde sadece Rus uçakları var, ha bir de düşürülen şu ünlü U2 uçağının üç beş parçası.

Evlilik yıldönümümüz olan 1 Nisan ise bu ziyaret için Moskova'da kaldığımız süre içindeki tek uygun gündü. Jelena'ya "Bu gün evlenme yıldönümümüz, eğer istersen gerçekten gitmem.", dedim. Dünyanın en anlayışlı kızıdır eşim. Benle metroya kadar geldi, hem gidiş, hem dönüş biletlerimi aldı, önemli metro duraklarının Kril yazılışını gösterdi, ve beni paketleyip metroya koydu.

Artık Rusya'da yalnızdım. Metronun gittiği en son noktaya kadar gittim. Buradan sonra bir otobüse binmem gerekiyordu. Otobüs durakları yol üstünde ama ne nedir, kim kimdir anlamak mümkün değil, her şey Kril alfabesiyle yazılı.

Orta yaşlı, temiz yüzlü bir adamı gözüme kestirdim. Kırık Sırpçamla yalan yanlış Monino otobüsü nerede diye sordum:

"İzvini, gde ye Monino otobüs?"

Adam da bana:

"De get la!" gibisinden öyle bir hırladı ki...

Anladım ki orta yaşlı, temiz yüzlü adamlara olmayacak. Bir kıza sorayım, en azından cazibem işe yarar dedim, ilk gördüğüm kıza yaklaştım:

"İzvini, gde ye Monino otobüs?"

Kız cevap bile vermeden yürüdü gitti.

Otobüsün numarasını biliyorum ama otobüsler ve duraklar pek birbirini tutmuyor. Ben de sıradan başladım her gördüğüm otobüsün kapısından içeri kafamı uzatıp sormaya:

"Monino?"

"Hrrrr!"

"Monino?"

"Harrr!"

"Monino?"

"Grrrr"

Böyle bir on, on beş otobüs geçtim. Sonra hurda yeşil beyaz bir otobüsün yanına geldim. Şoför lastik değiştiriyordu. Ona da sordum:

"Monino?"

"Da."

Hop, atladım içeri. Parasını verip bir bilet aldım. Bir yarım saat daha bekledik ve iki yolcu daha geldi.

Otobüs kalktı. Ben kafamda bir hesap yaptım. Monino, Moskova'ya kırk kilometre uzakta. Ben de Metroyla aşağı yukarı on kilometre gitmiş olsam, geriye kalır otobüsle gidecek otuz kilometre. Saatte altmış kilometreye gitsek yarım saatte oradayız.

Monino Otobüsü
Otobüs tüm yol boyunca iki nokta arasındaki en kısa yolun bir doğru olmadığını ispatlamaya çalıştı. Yol boyunca her kasabaya, her köye girdik. Otobüsün nüfusu hemen hiç değişmese de her daim birileri iniyor, başka birileri biniyordu.

Belki yirmi kere durduk. İşin kötüsü her durduğumuz yer Monino olabileceğinden durur durmaz şoförü bir kere "Monino?" 'luyordum. Tabii o da her defasında sinirle cevaplıyordu "Nyet!".

İki buçuk saat gibi bir süre sonra otobüs durdu ve şoför benim sormamı beklemeden bağırdı.

"Monino... Davay!"

Yeri gelmişken bu "davay" kelimesini bir not edin derim. Rusçada çok önemli bir kelime, bir gün Rusya'ya giderseniz işe yarar. Anlamı "Haydi".

Otobüs, daha ikinci ayağımı hala içindeyken hareket etmeye başladı. Ben attım kendimi dışarı. Etrafıma umutsuzca da olsa acaba müzeyi görebilir miyim diye baktım, ancak hayat bu kadar kolay olamazdı.

Etrafta müze olmadığı gibi, müze nerede diye soracak kimse de yoktu. Böyle yarım bir meydanda duruyordum, o yüzden üç yönden birini seçip başladım yürümeye.

İçinde manav, kasap, bakkal gibi ayrı ayrı dükkanların bulunduğu bir binaya girdim. Şöyle altmış yaşının üstünde bir kadını gözüme kestirdim ve yine yalan yanlış sordum:

“Gde ye aviatsya museum?”

Kadın cevap olarak belki bir beş dakika konuştu. Ben hiç bir şey anlamasam da Moskova tecrübelerimin aksine sevinerek şaşırmıştım.

Çünkü kadın hırlamıyordu, hatta gülümsüyordu.

Sonrasında kadın baktı ki ben anlamıyorum, kolumdan tuttu ve başladık beraber yürümeye.

Kardaki ayak izleri
Nasıl mahcup olmuştum. Kadın alış verişi kesip beni müzeye kendisi götürüyordu. Ben kusura bakma, göster ben gideyim şeklinde pantomim yaptıkça o bana “Pajaulsta, pajaulsta, davay...” yani önemli değil, haydi gidelim diyordu.

İster inanın, ister inanmayın bir yarım saate yakın yürüdük. Bu yürüyüş sırasında Hitler ve Napolyon’un niye Rusya’da yenildiğini birinci elden gördüm.

Soğuk!

Bu soğuk öyle bildiğiniz gibi bir soğuk değil. Yerdeki buzların yazın bile çözüldüğünü düşünmüyorum. Temizlenmemiş alanlarda karın yüksekliği pantolon kemerimin hizasında. Kafamda kürklü bir şapka var ama o bile fayda etmiyor.

Ben kaygan buzda arka arkaya üç normal adım atamazken yol arkadaşım bir balerin gibi buz üzerinde süzülüyordu.

Neyse, yada Rusçasıyla “karoçe”, kadın beni bir minibüse koydu. Minibüstekiler benden para almayı kabul etmediler ve müzeye kadar götürdüler.

Yol kenarından içlerdeki müzeye yürürken gözüm kardaki ayak izlerine takıldı. Bir zoolog olmasam da büyüklüklerinden bir ayıya ait olduklarını düşünüyorum. Resimlerini çekip yola devam ettim.

Monino Havacılık Müzesi
Müzedeki uçaklar zaman zaman gövdelerine kadar kara gömülmüşlerdi. Soğuk eksi bilmem kaç derece de olsa oyuncak mağazasındaki bir çocuk gibi üç saat geçirdim. Soğuk savaşın bütün reliklerini birinci elden gördüm.

O soğukta müzeyi benden başka ziyaret eden avanak olmadığından rahat rahat yüzlerce fotoğraf çektim.

Bir çocukluk rüyası gerçekleşmişti.

İşte Moskova böyle arkadaşlar. Çok uzun oldu farkındayım ama bu dünyanın en önemli kentlerinden birine haksızlık etmek istemedim.

Rusya bu yeni düzende kendisini konumlandırmaya çalışan bir ülke. Halk eski alışkanlıklarla yeni düzen arasında biraz kaybolmuş ancak bir yeni nesil geliyor ki fark etmemek imkansız.

Rus halkı gururlu, istekli bir halk.

Bir küresel güç ve bence öyle kalmaya da devam edecek.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...