9 Kasım 2012 Cuma

Nalet Volkan

Eğer olağandışı bir gelişme olmazsa Mart ayında uzun zamandır planladığımız Sicilya gezisini sonunda gerçekleştireceğiz eşim Jelenayla. Uçak biletlerini aldık, otelimizi "neredeyse" ayarladık.

Sicilyadaki merkez üssümüz Catania şehri olacak. Üç tam günü kapsayacak bu gezinin bir günü Catania'da, ikincisi Palermo'da, üçüncüsü ve de en heyecanlısı ise Etna dağının tepesimde geçecek.

Bildiğiniz gibi Etna, Avrupa'daki üç aktif volkandan en büyüğü ve en aktifi. Yılın büyük bölümünde en azından zirvesinde duman tütmekte. Bazen ufak çapta gaz yada lav da püskürtmekte.

Etna dağı, otelimizin de bulunduğu Catania şehrinin yakınında, üç bin üç yüz elli metre civarı yüksekliğinde. Civarı diyorum çünkü volkanik aktivitenin getirdiği soğuyan lavlar yüzünden tam yüksekliği değişmekte. Ziyaret planına göre iki bin metreye kadar arabayla çıkacak, lav mağaralarını ve kükürt tüten "vent" 'leri gezecek, daha sonra teleferik ve 4x4'lerle üçbin metreye çıkıp asli kraterleri göreceğiz. Etna, büyük bir volkan olması sebebiyle birden fazla kratere sahip.

Bu gezinin başka bir önemli özelliği ise Jelena'nın doğum günü olması. İşin komik tarafı, geçen seneki doğum gününü de Güney İtalyada, Napoli'de kutlamıştık ve yine aktif bir volkan olan Vezüv'e tırmanmıştık.

Bu hafifçe travmatik Vezüv deneyiminden sonra Etna planı ortaya çıktığında Jelena "Gidelim ama doğum günümde değil. Bu sene şöyla ağız tadıyla, daha az yorucu biryere gidelim, doğum günümü sessiz sakin geçirelim" dedi. Tamam dedim tabii ki (evli olanlarınız bilir bu duyguyu).

Ondan sonra başladı Jelena diğer alternatiflere bakmaya. Herbiri ya zaman yada fiyat bakımından tutmadı ve biz de yine döndük Sicilya'ya.

"Bu kez tecrübeliyim, Vezüv gibi olmayacak" dedi.

Vezüv'e gittiğimiz gün Jelena tip-top giyinmiş, bilmem ne marka çizmeleriyle, bilmem ne marka çantasıyla aktif bir volkandan çok pastanede çay içmeye gider gibiydi.

Bizi Pompeii'den Vezüv'e getiren ring otobüsünün şöförüne sordum "Zirveye ne kadar yürümemiz gerekiyor?" diye. İki yüz metre dedi. Sonra tüm otobüse hitaben "Geri dönüş bir saat sonra" diye bağırdı.

Otobüsten inip zirveye çıkan yolu görünce dank etti kafama. Zirveye iki yüz metre yolun uzunluğu değil yüksekliği, yani zirve iki yüz metre yukarda ama ona giden yol dağın yamacında zig-zag yaparak ilerliyor. Bu da, tam matematiği yapamasam da, az çok üç kilometre yokuş yukarı yürümek demek.

Zirveye iki yüz metre kala
Bırak bir saatte zirveyi gezip geri dönmeyi, bir saatte ancak çıkarız yukarı.

Neyse, bir saat dediklerine göre vardır bir bildikleri dedim.

Yolun başında Vezüv gönüllüleri elimize ağaç dallarından yapılma birer baston verdiler, biz de orta çağlardaki yalancı peygamberler gibi başladık yürümeye.

Yalancı peygamberler gibi başladık yürümeye
Beş dakika sonra volkanik bir arazide yürümenin ne demek olduğunu anladım. Ağızımız, burnumuz, kulaklarımız, giysilerimiz ve herşeyden önemlisi Jelena'nın bilmem ne marka çizmelerimin her milimetre karesi o kahverengi-turuncu volkanik tozla kaplandı, boğazımız kurudu, gözlerimiz yanmaya başladı.

Neyse, sürüne sürüne sonunda çıktık yukarı kırk beş dakikada. Kraterin tam yanındayız. Hayatımda çok az bu kadar etkilendim gördüğüm bir şeyden. Onbinlerce insanı ve iki şehiri tarihten silen bu gücün büyüklüğü benim varlığımı bir anda küçücük hale getirdi.

Vezüv'ün Krateri

Jelena "Hadi dönelim, on beş dakikada ancak ineriz aşağıya" dedi.

Şaka gibi geldi kulağıma. Binlerce kilometre yoldan gel, kırk beş dakika o cehennemi yolu çık sonra beş dakika bile geçiremeden zirvede, in aşağı."Jelenacım, ben bir etrafını dolaşacağım kraterin, on dakikada gelirim" dedim, ama ne ben ne de Jelena inandı o dediğime. Jelena bir daha denedi şansını, "Bak, otobüsü kaçırırsak geri dönemeyiz, gel inelim aşağıya" dedi. Ben de "Merak etme, olmazsa bir taksiye bineriz" dedim. Jelena "Burada taksi maksi yok" derken ben fotoğraf makinesini alıp dağın diğer tarafına doğru yürümeye başlamıştım bile. Jelena da çaresiz su, gazoz falan satan minik büfe kılıklı bir kulübeye gidip beni beklemeye başladı.

Kraterden sızan duman
Zirvenin etrafındaki turum bir kırk beş dakika aldı. İngilizcede dedikleri gibi "Once in a life time experience" yani hayatta sadece bir kere geçirilen deneyim, her saniyesi değdi. Otobüsü falan koydum aklımın uzak bir köşesine.

Geri dönüp Jelena'yı uzaktan gördüğümde bir-iki saniye durup bir "damage control" yani hasar tespiti yaptım. Sonra hiçbir şey olmamış gibi Jelena'ya sordum.

"Niye dışarda bekliyorsun?"

"Çünkü büfe kapandı" dedi. "Park da kapanmak üzere, muhtemelen otobüs de gitti biz de kaldık burada"

"Olur mu öyle şey" dedim. "Bunca insan geri dönecek nasılsa, biz de birinin otobüsüne, arabasına biner gideriz" dedim ama ben de inanmadım söylediğime. Etrafta kalan insanların hemen tümü büfeci, bekçi falan gibi çalışanlardı. Pek öyle ziyaretçi yoktu.

Jelena "Hadi inelim aşağı, belki bizim otobüs hala bekliyordur" dedi ama otobüs bunca zamandan sonra zaten beklemezdi.

Yanılıp yenilip beklese bile, insanları bir saat boyunca öttürdükten sonra o otobüse ben nah binerdim.

Ancak otobüslü yada otobüssüz aşağı inecektik nasılsa. O yüzden fazla felsefe yapmadım ve yola koyulduk.

Yolun yarısına geldik, Jelena benle bir kelime bile konuşmadı. "Hayatım, bak bana, bir resmini çekeyim" dedim. O da dönüp bana öyle bir baktı ki, yedi sene boyunca benzerini bir daha görmedim

"Nalet volkan" dedi, biraz sansürden sonra. "Şu çizmelerimin haline bak".

Nalet Volkan
Tam burada koptuk ikimizde. Bir on dakika güldük beraber. Bugün hala arada bir hatırladıkça güleriz "Nalet volkan" 'ı...

"Şimdi Pompeii'ye gidince güzel bir yemek yeriz, hiçbirşeyimiz kalmaz" dedim ama hala gülüyoruz. Jelena da "Nasıl dönmeyi düşünüyorsun?" diye sordu. Ben de "En kötüsümden yürürüz" dedim. O da "Nasılsa yolda önce paramızı alırlar sonra da bize tecavüz ederler, yemeğe falan da gerek kalmaz" dedi.

Gülerek iniyoruz aşağı, bu arada da ben kesinlikle beklese bile bizim otobüse binmem, yüzüm yok falan diyorum.

Aşağı bir indik ki, amaney, bizim otobüs orda. Yanılmaya imkan yok, tramvay gibi yapılmış, cart renkli bir otobüs.

Jelena, "Koş bugi" dedi, "belki yakalarız".

"Yok" dedim, "Ben cidden o otobüse binmem".

"Tamam" dedi Jelena, "ben suçu üstüme alacağım".

"iyi o zaman, gelirim" dedim ve koştuk beraber.

Pompeii-Vezüv Otobüsü
Otobüsün yanına gelince anladık ki şoför bizim şoför değil ama firma aynı firma. Meğer her akşam zamanında tarifeli otobüsü yakalayamayan üç-beş kişi kalırmış dağda. Firma da kapanış saatinde bir otobüs gönderip toplarmış onları.

"Ne zaman kalkıyorsun?" diye sorduk. Şoför de "Yarım saat daha bekleyeceğiz" dedi. Biz de o toz dumanı temizleyip kuru boğazımızı ıslatma isteğiyle "O zaman biz şu ilerdeki cafe'de bir kahve içelim" dedik.

Vezüv'ün Napoli'den görıntüsü
Şoför bu kez İtalyanca cevap verdi ama hernedense Jelena çevirmeden önce bile her kelimesini anladım:

"Bak, bu kez gerçekten SON otobüs bu!"

...ve özellikle "son" anlamına gelen "ultima" kelimesini...

Jelena'nın tuzu kuruydu, beni beklerken birşeyler içebilmişti. Ben ise saatlerdir aç, susuzdum. Bu yüzden o kahvenin dermanını size kelimelerle anlatamam.

Hemen ailelere Vezüv damgalı bir iki kartpostal gönderdik ve otobüse koştuk.

Hayatımız an be an iyileşiyordu.

Pompeii'de bir Napoli pizzası ve Vezüv şarabından sonra rejenerasyonumuzu tamamlamıştık bile. Trene binip Napoli'ye geldiğimizde ise sanki sabah kalkmış gibi dinçtik.
er ikimiz de fazlasıyla eğlendik bu gezide. Benim açımdan tek uzun süreli ters etkisi ise Jelena'nın dağın tepesinden topladığım volkanik bir taşı bir süre salonda diğer hatıra eşyaların yanına koymayı red etmesiydi. Neyse, zaman içinde bunu da hallettik :)

Vezüv macerası böyle işte.

Darısı Etna'nın başına...

2 Kasım 2012 Cuma

Solus

"Solus" Latincede "yalnız" demektir. Türkçede kullandığımız bazı kelimeler bu kökten gelir.

Mesela "solo".

Genelde, bizde solo, bir müzik parçasında bir enstrumanın öne çıkıp ritimi bastırarak çaldığı bölümdür. Yani "yalnız" bir enstrumanı duyarız solo esnasında.

Aslında solo sadece enstrumanın değil, şarkıyı seslendiren sanatçının da öne çıkıp "yalnız" başına seslendirdiği bölümün de adıdır.

İşte bu yüzden tek başına şarkı söyleyen kişiye de "solist" denir. Alın size "solus" 'dan kaynaklanmış ikinci kelime.

Nasıl "artist" sanat anlamına gelen "art" 'ı yapan kişiyse "solist" de "solo" yapan kişidir.

Türkçemizin aksine, solist sadece yalnız başına şarkı söyleyen kişi anlamına gelmez. Mesela İtalyancada solist herhangi bir gösteriyi yada daha geniş anlamda herhangi bir şeyi tek başına yapan kişiye de denir.

Solus, yani "yalnız" birçok Avrupa diline Latinceden biraz değişerek geçmiştir. Mesela Fransızcaya "seul", İspanyolcaya ve İtalyancaya "solo", Rusça, Lehçe yada Sırpça gibi Slav dillerine "sam", Portekizceye ise "sozinho" şeklinde.

Ordan burdan çalıntı İngilizcede ise yalnız kelimesinin karşılığı "alone" dur. Buna rağmen Latince solus'dan kaynaklı birçok kelime bulunur İngilizcede. Mesela "solo", yada "solitary", yada "solitude".

İngilizcenin bu çıkıntılığı daha bir dolu kelimede karşımıza çıkar. Mesela latince özgür anlamına gelen "liber", Fransızcaya ve İspanyolcaya "libre", İtalyancaya "libero", Portekizceye "livre" olarak geçmişken hernedense İngilizcede "free" olarak kalmıştır. Bununla birlikte İngilizce, kökü "liber" olan "liberty" yani özgürlük, yada "to liberate" yani özgürleştirme yada "liberator" yani özgür bırakan gibi kelimeleri barındırır. Bu kelimelerin aynı zamanda "free" kaynklı karşılıkları da aktif olarak kullanılmaktadır. Mesela "to free" yani özgür bırakmak, "freedom" yani "özgürlük".

Alın size başka ilginç bir kelime, Latincesi "Eo", yani yürümek. Nasıl, niye diye sormayın, bu kelimenin Latincede bir hali de "Martius". Dilimize "marş" diye geçmiş, yani "ordular, ileri marş" vaziyetleri. Yine dilimizdeki "market" kelimesi de "martius" 'dan gelir. Eskiden insanlar yürüyerek pazarlarda gezdikleri için.

Neyse, "martius" Fransızcaya "marcher", "market" de "marche" diye geçmiş. İngilizcede ise "to walk". Ancak yine "martıus" kökenli bir dolu kelime bulunmakta. "To march" yürümek, ancak sadece askeri lugatta. "Market" İngilizcede de bulunmakta. "Merchandise" yani alınıp satılan mal, ki dilimizde de Fransızca şekliyie "marşandiz" şeklinde bulunur, yine "martius" kökenli bir kelime.

Alın size başka bir örnek, "kolay", Fransızcada "facile", "zor" ise "diffıcile" yani "kolay olmayan" demektir. Zor kelimesi İngilizceye Fransızca benzeri "difficult" olarak geçmişse de "kolay" anlamındaki "facile" hernedense "easy" şeklinde kalmıştır. Buna rağmen İngilizce yine "facile" kökenli bir dolu kelime barındırır. Mesela "to facilitate" yani kolaylaştırmak, "facilitator" yani kolylaştırıcı. Gel de çık işin içinden... Haa, unutmadan, "kolay" ın Latince karşılığı ise "facilis".

Şimdi siz bu adam ne diyor akşam akşam diye haklı olarak soracaksınız.

Cevabı basit. Hava bombok, dışarsı eksi bilmem kaç, TV de Jelena feminist bir filim seyrediyor ve bendenizin canı da çok sıkılıyor ondan.

Görüşmek üzere...

27 Ekim 2012 Cumartesi

Fotoğrafçının Ruhu

Hadi, biraz fotoğraf geyiği yapalım. Malum, buralarda pek öyle arifeyi, bayramı hissetmiyoruz, üstüne bir de hava da bozdu, yağmur, fırtına yani, bu yüzden yapacak daha akıllı birşey yok, ondan bu fotoğraf geyiği çıktı ortaya. Yoksa her eline DSLR alanın kendisini bir fotoğraf otoritesi olarak görme sendromu geçirmiyorum, bunu da atlamadan geçmeyelim.

Sözün özü, aşağıda okuyacaklarınız, tabii ki lütfedip okursanız, sadece ben kulunuzun şahsi tecrübe ve görüşleridir. Ne eksiksiz, ne de doğru oldukları iddiasındayım.

Neyse, çok geveledik, hemen konumuza girelim.

Konumuz "Nasıl güzel fotoğraf çekilir?"

Öyle basit, genel, eğlenceli bir konu. Canınızı da fazlaca sıkmayacaktır. Düşünsenize, size 70-200 mm zoom objektiflerin kromatik aberasyon problemlerinden de bahsedebilirdim :)

Geçelim konumuza, yani güzel fotoğraf çekmek için ne gerektiğine. Yada ne gerekmediğine...

Birçok kişinin düşüncesinin aksine güzel bir fotoğraf çekmek için güzel bir fotoğraf makinesi gerekmez. Fotoğraf makinesi sadece bir araçtır ve ona ödediğiniz para çektiğiniz fotoğrafların ne güzel, ne de kötü olacağını belirler. Düşünsenize, Şekspir'e gidip kitaplarınız çok güzel, eminim bunun sebebi kullandığınız birinci sınıf kalemlerdir deseydiniz muhtemelen sizi döverdi.

Evet iyi bir makine bazı koşullarda işinizi kolaylaştırsa da güzel fotoğraf çekme koşulları sıralamasında çok altlarda yer alır. Aslında, foroğraf makinesi, objektif, ışık, resim işleme yazılımı, resmi çekilen obje, kompozisyon - yani resim karesine nelerin nasıl girdiği, resımın görüntülendiği yada basıldığı ortam ve en önemlisi resmi çeken kişinin sanatı ve ruhu ile birlikte uzun bir zincirin parçalarından biridir.

İşte bu zincirin halkalarından en zayıfı çekilen fotoğrafın kalitesini belirler.

Örneğin mükemmel bir ışıklandırma altında Angelina Jolie size poz veriyorsa ve sizde de dünyanın en kaliteli fotoğraf makinesi varken üzerinde dağları, ovaları çekmek için kullanılan bir balık gözü objektifi takılıysa yandınız demektir. Çekeceğiniz resim zar zor bir şeye benzer.

Para, bu zincirin hemen tüm halkalarını alabilir ancak fotoğrafçının sanatını ve ruhunu asla!

Birçok kişi binlerce doları en yeni teknoloji fotoğraf makineleri ve objektiflerine yatırır ve Chase Jarvis gibi fotoğraflar çekmeyi bekler. Bir-iki denemeden sonra çektikleri -özürlerimle- manasız fotoğraflara bakar ve problemi daha ileri ve pahalı fotoğraf makineleri ile objektiflerini alarak çözmeye çalışırlar.

Bu durumun araba kullanmayı bilmeden üç yüz bin dolar verip bir Ferrari almaktan bir farkı yoktur. Sadece pahalı olduğu için bir Ferrari, araba kullanmayı bilmeyen birine yarış kazandırmayacaktır.

Eşimle birlikte Singapur'un eğlence parkı olan Sentoza adasındayız. Elimdeki Pro-DSLR kamerayı görüp güvendiklerinden olsa gerek, her halinden Japon oldukları belli bir çift kameralarını verip beraber bir fotoğraflarını çekmemi istediler. Sonrasında gidip beş metre ilerdeki bir Miki Maus dekorunun altında poz verdiler.

Kamera bir Canon 7D, üzerinde 70-200 bir zoom objektif var. Aşağı yukarı dört bin dolar değerinde ekipman. Objektif, neredeyse tüm gazetecilerin kullandığı bazuka benzeri, aksiyon fotoğrafı çekmek için birebir. Tek kusuru bir kilo üçyüz gram ağarlığı, ha bir de iki bin beş yüz dolarlık fiyatı.

Neyse, kamerayı elime aldım ve vizörden baktım. Çiftin sadece kafaları sığabilmişti fotoğraf karesine. Bu objektifi ilk defa 7D üzerinde kullanıyordum, acaba telefoto ucundamıyım diye baktım, yoo değil, 70 mm ucundayım. Ancak 7D'nin küçük sensörü yüzünden 70 mm olmuş size 110 mm dengi.

Bir beş metre geri gittim. Neyse omuzlar sığdı. Bir beş metre daha geri gittim, bu arada da bakıyorum, "Herif bizim kamerayı alıp gidiyor" diye bağırmasınlar diye. İkinci beş metreden sonra belden yukarıları zar zor girdi kareye. Sonucunda fazla uzatmadan çektim resimlerini. Aptalca çekilmiş bir fotoğraf oldu. Mikinin belden aşağısı ile çiftin belden yukarısı :)

Boy fotoğrafıyla Mikinin tümünü sığdırmak için muhtemelen bir yüz metre açılmam gerekecekti. Bu objektif olay için kullanılanilecek en uygunsuz objektiflerden birisi. Bir de üstüne bu objektifi alıp tatil için Japonyadan Singapura taşımak bir kamyonla Formüla Bir yarışına girmekten farklı değil.

Sözün, özü, her pahalı teknoloji her amaca uymaybilir. Sadece pahalı diye iki bin beş yüz dolarlık bir objektif güzel resim çekmek zorunda değildir.

İşin aslı, fotoğraf makinesi ve objektif, güzel fotoğraf çekme zincirindeki en az önemli halkalardır. iPhone 4S ve sonrası fazlasıyla makul kalitede fotoğraf çekebilirler. Büyük boy baskı yapmayacak ve çektiğiniz fotoğrafları bir yazılımla kurcalamayacaksanız iPhone tüm fotoğraf ihtiyacınızı karşılayacaktır.

Eğer iPhone kulağınıza çok amatör geldiyse, bir sonraki adım amatör bir DSLR kamera olacaktır. Entry level yani başlangıç seviyesindeki bu fotoğraf makineleri gerçekten ucuzdurlar, hatta iPhone'dan daha ucuz (ancak bu kameraları telefon olarak kullanamayıp Angry Birds oynayamayacağınızı da unutmayın). Bu kameralarla birlikte satılan kit objektifler ise şaşırtıcı derecede kaliteli fotoğraflar çekebilirler.

Bu aşamadan sonra her alacağınız ileri model fotoğraf makinesi ve objektif, azalan getiriler ölçeğiyle kaliteyi artıracaktır. Bir önceki amatör DSLR makineye altı yüz dolar harcamışken bin iki yüz dolarlık bir sonraki kamera fotoğraf kalitesine en fazla yüzde beş katkıda bulunacaktır. Bu artışı ise eğer çektiğiniz fotoğrafları billboard'larda basmayacaksanız zaten fark etmeyeceksınızdir.

Kısaca fotoğrafa ilginiz varsa, başlamak için binlerce dolarlık bir DSLR'ınız olmasını beklemeye hiç gerek yok. Elinizde ne varsa alın yanınıza ve atın kendinizi dışarı.

Chase Jarvis'e sormuşlar, en iyi fotoğraf makinesi hangisi diye. O da "O anda yanınızda olanı." diye cevap vermiş. Jarvis'in kendisi iPhone ile aktif olarak resim çekmekte.

Peki, madem fotoğraf makinesi ve objektif o kadar önemli değil, güzel fotoğraflar çekebilmek için ne önemlidir?

Biraz teknik. Günümüzde fotoğraf makineleri aslında fotoğraf çekebilen bilgisayarlardır. Bu bilgisayarlar ellerinden geldiğince bizim kafamızdan geçenleri okumaya çalışır ve neyin fotoğrafını nasıl çekmek istediğimizi tahmin ederler. Işığı, poz süresini, objektifin açıklığını ve yüzlerce başka bilgiyi hesaplayıp görüntüyü yakalarlar.

Çoğu zaman bu görüntü doğrudur ve işe yarar, ancak zaman zaman fotoğraf makinesinin telepatik becerileri bizim gerçekten neyin fotoğrafını nasıl çekmek istediğimizi anlamaya yetmez. Bu anlar ise neredeyse her zaman güzel bir fotoğrafın fırsatıdır. Örneğin güneş batımına objektifi çevirip deklanşöre basarsınız ve o güzelim kızıllık yerine simsiyah siluetler çıkar yada gece pırıl pırıl aydınlatılmış bir yapının resmini çekersiniz, ufak bir iki ışık pırıltısı ile yine simsiyah bir kare çıkar makineden.

Başka mı? Eminim başınıza gelmiştir. Mor yada yeşil gökyüzleri, sapsarı gece fotoğrafları, hareket eden kolları yada bacakları bulanık çıkmış çocuk resimleri.

İşte bu anlarda biraz teknik bilgi hayat kurtarır. Çok öyle tekno-manyak olmaya gerek yok. Shutter Speed (Poz Süresi), Aperture (Objektifin açıklığı) ve ISO (Makinenin ışığa duyarlılığı) ayarlarını bilmek zorlu fotoğrafların yüzde doksan dokuzu için yeterli olacaktır.

Az biraz teknik bilgi güzel fotoğraf çekebilmek için önemli olsa da yine en önemli şart değildir.

Fotoğrafçılık, ışığı kovalamaktır. Işığı anlamak ve ondan doğru biçimde faydalanmanın önemi, tarımda suyun önemi ile aynıdır.

Bir fotoğraf makineye giren ışıkla oluşur. Yeterli ışık gelmezse fotoğraf simsiyah, gereğinden fazla ışık gelirse fotoğraf bembeyaz olur.

Değişik ışık kaynakları, yani güneş, bulutların arkasındaki füneş, tungsten elektrik ampulü, floüresan lambalar renkleei kendilerine özgü farklarla görünür hale getirirler.

Doğrodan gelen parlak ışık kaynakları sert gölgeler, dağınık ışık kaynakları yumuşak gölgeler oluşturur.

Bu ışık türleri ve gölgelerin iyisi, kötüsü, doğrısu, yanlışı yoktur. Hangisini nerede kullanmak isteğinize göre ışıkları yada güneşi çekip istediğiniz noktaya taşıyamayacağınızdan kendinizi, doğru biçimde konumlandırmanız gerekir.

Işık iyi bir fotoğraf için fazlasıyla önemlidir, ancak hala en önemli şart değildir.

Kompozisyon yani fotoğraf karesinin planlanması bizi yavaş yavaş teknik bölgeden alır, sanatsal bölgelerin kıyılarına getirir.

Kompozisyonun sayılarla yada kurallarla ifade edilebilir yönleri bulunsa da bunlar çoğunlukla tavsiye yada genelleme şeklindedirler. Kişi bu kurallar uymasa da fazlasıyla güzel fotoğrflar çekebilir. Hatta çok özel ve popüler fotoğraflar genellikle kompozisyon kurallarının dışına çıkarak çekilmişlerdir.

Fotoğraf sanatının temeli bir öyküyü izleyenlere aktarmaktır. Bir yazar öyküsünü kelimelerle okuycularına aktarırken, fotoğrafçı bu işi kpmpozisyonu ile yapar. Bu işi yaparken de zorunlu olarak uymasa da kompozisyon kurallarına danışır, kendi kişiliğini işin içine katarak kompozistonunu kafasında oluşturur ve teknik bilgisini kullanarak bunu fotoğrafına yansıtır.

Kompozisyon kendi başına kitaplarca yazının ve seminerlerin konusudur ancak bir iki temel özelliğine değinebiliriz burda.

İnsan beyni bir fotoğrafa baktığında gözü ilk olarak görüntünün en keskin yani bulanık olmayan noktasına daha sonra ise en parlak noktasına odaklanır. Bu yüzden fotoğrafta ana konu yada objenin keskin ve parlak olması önemlidir.

Kişinin ilk aklına geldiğinin aksine insan gözü fotoğraf karesinin tam ortasına odaklanmaz. Bu sebeple GENELDE pro fotoğrafcılar fotoğrafını çektikleri kişi yada objeyi labadak diye tam merkeze koymazlar.

Nereye koyarlar derseniz, fotoğraf karesi üzerindeki dört noktadan birine yerleştirirler konu kişi yada objelerini. Bunlar, fotoğraf karesi içine çizilmiş ve kareyi eşit alanlara bölen iki yatay ve iki dikey çizginin kesiştiği noktalardır. Cız tahtası gibi yani. İngilizcede bu kompozisyon kuralına "Rule of the Thirds" yani üçte birlerin kuralı derler.

İnsan gözünün başka bir tuhaflığı ise fotoğrafdaki doğal yada suni çizgileri takip etmesidir. Fotoğrafçılar hedef kişi yada konuları bu çizgilerin sonuna koyarak izleyicileri konularına yönlendirirler.

Kompozisyon, güzel fotoğraf çekebilme şartlarının fazlasıyla önemli bir parçasıdır ancak ondan daha önemli bir parça bulunur.

Birçok fotoğraf meraklısı bana kızacak yada gülecektir ancak güzel bir fotoğrafın olmazsa olmaz şartı, fotoğrafı çektikten sonra renk, parlaklık gibi özelliklerinin ayarlandığı bir yazılımdır.

Diyeceksşniz niye...

Arzedeyim.

Elinize üzerinde fotoğraf bulunan bir gazete, dergi yada broşür alın. Burada gördüğünüz her fotoğraf dijital bir fotoğraf yazılımının tezgahından geçmiştir. Bu fotoğraflar en basitce ve masumanesiyle, dijital olarak keskinleştirilmiştir. Büyük olasılıkla renkler parlaklaştırılmış, gökyüzü mavileştirilmiş, cilt lekeleri, kırışıklıklar, sivilceler, vs., ortadan kaldırılmış yada flulaştırılmıştır.

O yüzden, çektiğiniz manzara fotoğraflarında o parlak koyu mavi gökyüzünü bulamıyorsanız kendınızı yada fotoğraf makinenizi suçlamayın. Seksen dolarınıza kıyın ve kendinize bir Adobe Lightroom yada Apple Aperture yazılımı alın. Binlerce dolarlık objektif yada kameralardan daha çok işinize yarayacaktır.

Bu yazılımlar film günlerinin karanlık odaları gibi çalışırlar. Photoshop gibi çöp bidonunu sil, tabelaya benim ismimi yaz gibi olan şeyieri ortadan kaldırıp olmayan şeyleri fotoğrafa koymak yerine fotoğrafın zaten içinde bulundurduğu renk, parlaklık gibi nicelikleri ayarlarlar.

Birçoğumuz bunu sanki fotoğradın orijinalliği bozuluyor yada manipüle ediliyor gibi algılarız ama bu inanın doğru değil.

Biraz tekniğine gireceğim, lütfen af buyurun.

Fotoğraf makineniz bir resim çektiğinizde sensöründen aldığı ham fotoğraf bilgisinin renk, parlaklım,ton gibi ayarlarını otomatik olarak yapar ve sizin için bir JPEG dosyası oluşturur. Makinenizde bulunan manzara, portre, gece gibi çekim modları hep bu ayarların tanımlandığı yerlerdir.

Yukardaki yazılımlar ise aynı sensörden gelen yine aynı fotoğraf bilgisini alır, ancak renk, parlaklık, ton gibi ayarları otomatik olarak yapmak yerine sizin yapmanıza izin verir.

Dediğim gibi çok ama çok önemli bu çekim sonrası işleme yazılımları, yine de güzel fotoğraf çekmenin en önemli etmeni değil.

Peki en önemlisi nedir?

Ruh!

Valla şaka yapmıyorum. Neyin fotoğrafının nasıl çekilebileceğini kulağınıza fısıldayan minik bir ilham perisi. Bu peri, fotoğraf çekmeye alıştıktan sonra daha bir sık uğramakta.

Son iki senedir belki de on bin civarı manzara resmi çektim. Yavaş yavaş ne güzel görünür, ne iyi fotoğraf verir, hissedebiliyoum sanki. Ancak gel gör ki iş insanlara, etrafdaki nesnelere geldiğinde hala bebek gibi emekliyorum.

Evet, etrafımdaki bidon, boru, çeşme, ağaç gibi şeylerin beş yüz resmini çekersem içlerinden bir-ikisi işe yarar çıkabiliyor. Gel de verimden bahset. Yani sokak fotoğrafçılığı tarafında hala çok yeniyim.

N'apıyım, sokakta güzel fotoğraf fırsatlarını göremiyorum.

Geçen bir arkadaşla bir photo shoot'a yani fotoğraf çekme turuna çıktık. Üzüm bağları arasında şahane bir şato. Yolun kenarından mükemmel bir açı yakaladım, ışık ta mükemmel, güneş tam batmak üzere. Krem dö la krem yani.

Gel gör ki biri eski, paslı bir traktörü yolun kenarına bırakmış. "Lan, hangi eşşek bunu fotoğrafımın içine bırakmış?" derken, yanımdaki arkadaş gitti, çat diye o traktörün fotoğrafını çekti. Nasıl güzel çıktı bilseniz...

Yine geçenlerde St-Prex isimli Cenevre (yada Leman) gölünün kenarında cennetten düşmüş bir sahil köyündeyiz. Yedi sene yaşadım, o kadar güzel bir yer yani. Tam göl kenarında taştan bir duvar, duvarın üzerinde kırmızı renkli sarmaşıklar, dibinde kayalar ve yarım daire sahil, tam kartpostallık anlayacağınız.

Tek problem, seksen yaşında bir çift romans yapıyor tam benim fotoğraf noktamda. "Dedeciğim bak git!" falan dedim, olmuyor. Yine tam bu anda aynı arkadaş çat diye yakaladı pozu. Yaşlı çiftin arkası dönük, birbirlerine sarılmışlar, demin size anlattığım manzaraya bakıyorlar. Para versen böyle poz veremezler.

İşte en önemlisi bu.

Uzun oldu biliyorum ama ne yapalım. Dışarda mevsimin ilk karı, arabada yaz lastikleri. Evde oturup geyikliyoruz böyle.

Sağlıcakla kalın.

15 Ekim 2012 Pazartesi

Avrupa ve Savaş

Kısa bir süre önce Avrupa Birliğinin Almanlarla Fransızların savaşmasını önlemek için kurulmuş bir topluluk olduğunu yazmıştım. Hemen sonrasında birlik Nobel barış ödülünü aldı.

Çünkü Avrupa, AB sayesinde savaşmamıştı.

Başka bir açıdan bakarsak AB olmasaydı demek Avrupa savaşacaktı.

Yani, Avrupa ülkeleri arasında olabilecek bir savaş o kadar olasılık dahilindeymiş ki, olmaması, dünyanın en saygın ödüllerinden biri ile taçlandırılmıştı.

Acaba Avrupa ve Avrupalılar tüm bu ileri medeniyet seviyeleri, duyarlılıkları ve bilinçlerine rağmen gerçekten savaş gibi insanlık dışı bir eyleme başvurabilirler miydi?

Bu sorunun cevabını bulmak için afaki yanı sanal düşünmeye gerek yok. Bizi cevaba götürecek yakın zamanda gerçekleşmiş fazlasıyla çok canlı örnekler var elimizin altında.

Sarkozy efendi bir gece ansızın kalktı ve çıtak diye kimseye sormadan gitti Libyayı bombaladı. Hem de öyle savunma, katliam durdurma falan gibi ulvi bir sebep olmadan. Sadece Rafaele uçaklarının demonstrasyonunu yapabilmek için. Nato'ya bile feyk attı Sarkozy. Nato da, Türkiye dahil, hemen işi Sarkozy'e kaptırmamak için gidip Libya'yı daha da fazla bombaladı.

Eski Yugoslavya'da ise Sırplar, Hırvatlar ve Müslümanlar birbirlerini gırtlaklarken Fransa dahil kimse parmağını kıpırdatmamıştı Avrupa'da. Olaydaki taraflılıklarını ve uyguladıkları metodları eleştirsem de sadece Amerika elini taşın altına koydu. Onlar da olmasaydı, eski Yugoslavyanın insan kaynaklarının onda biri bile sağ kalmayacaktı savaşın sonunda.

Yine yeri gelmişken Amerika Sırbistan'a müdahalesi sırasında kadınları ve çocukları defalarca bombaladı. Bomba çukurlarını, kurşun delikllerini kendi gözlerimle gördüm.

Bu savaş esnasında Sırpların, Hırvatların ve Müslümanların da birbirlerine yaptıkları eziyetler ise başka bir Avrupa savaşır mı sorusunun cevabı. O bölgede yaşadığım sürece duyduklarım birçoğunuzun midesini kaldıracak kadar insanlık dışı. Duyduğunuzun aksine Sırplar değil, herkes birbirine yapacağını yapmış.

Türkleri Avrupadan sayarsanız, Türkler savaşır mı sorusunu sormanın bile gereksizliğini biliyorsunuzdur. Şu anda bile ülkenin yarısını bıraksanız Şam'a girecekdir neredeyse. Hem de işçisi, köylüsü, aydını, cahili, gazetecisi, politikacısı ile ülkenin tam doğru yarısı.

Türkiyenin kuzey ve doğusu için bu ülkeler savaşır mı sorusu zaten gereksizdir. Çünkü bu ülkeler bugün zaten savaşmaktadırlar. Orta doğu, kafkaslar, orta asya... Savaş buralarda hayatın bir parçası olmuştur. İran, Irak, İsrail, Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan, Rusya, Hindistan, Pakistan, vesaire, vesaire.

Konumuzun başlangıç noktası olan Avrupa tüm medeni ve insani değerlerine rağmen bir savaşa girebilir mi sorusunun dönersek sorumuzun cevabı ne yazık ki kuvvetli bir "evet" olacaktır.

Burada kusur Avrupa'nın değildir. Konumuz olan bu savaşma güdüsü ne yazık ki fazlasıyla insani bir reflekstir ve insanlık da ne yazık ki bu güdüyü bastıracak kadar gelişmemiş yada evrime uğramamıştır. Avrupalılar ise diğer uluslardan daha medeni yaşasalar da nihayetinde insandırlar ve bu insani güdü onları da bağlar.

Her insan gibi onlara dokunur, rahatlarını bozar yada ellerindekilerini almaya çalışırsanız Avrupalılar da savaşacaktır.

Kıssamızın hissesi ise Avrupa Topluluğunun Avrupa içinde bir savaşı önlediği için bence gerçekten Nobel barış ödülünü hak etmiş olduğudur. Bu günkü haliyle ekonomik bir facia olan bu birliğin en azından başka bir işe yaradığını göstermek bakımından da bu ödül tam zamanında yardıma koşmuştur.

11 Eylül 2012 Salı

Yine Avrupa

Uzun süredir Avrupa ekonomisi ile ilgili yazmadım. Bunun sebebi unutkanlık değil, yazmaya değer bir şey olmaması.

Bildiğimiz kadarıyla.

Gerçekten, ne yapıyor bu adamlar? Şu gündemde tartıştıkları şeyler şaka gibi walla...

Neredeyse Avrupa’nın tüm sorunu tahvil satışları esnasında komisyon alan aracı kuruluşlar.

Bu aracılar kalktığı anda Avrupa’nın tüm ekonomik sorunları çözülecek yani :)

Bence ip kopmuş. Avrupa birliği ülkeleri kendi başlarına, ucuz ulusal çıkarları doğrultusunda bireysel olarak hareket etmekte.

Çok iddialı konuşacağım. Bu topluluğun bu koşullarda devam etmesi olası değil.

Ya iyi durumda ülkeler standartlarını düşürür ve çizginin altında kalan ülkelerin standartlarını yükselterek eşitlenirler, yada bu eşitsizliği bir şekilde kurumsallaştırırlar, yani iyiler ve kötüler olarak iki sınıflı bir birlik olurlar.

İlk seçeneğin olma şansı sıfıra yakın. Aksi halde bugün Yunanistan’da, İspanya’da olanlar olmazdı.

Bakın, Yunanistan’a verdikleri paralar nasıl canlarını acıttıysa, geri alması garanti olsun diye köle gibi çalıştırmaya çalışıyorlar komşuyu.

Bu önlem paketlerinin Yunanistan’ın ekonomik problemlerini çözmeye falan yaraması olası değil. Bunların tek hedefi Yunanistan’a bu paraları geri ödetip hatta biraz da kar etmek.

Alın bakalım bu önlemlerden bazılarına, sonra siz söyleyin ne işe yarayacaklarını.

Mesela Yunanistan kamu kuruluşları çalışanları atsın. Böylece memur maaş ödemeleri azalsın.

Başka?

Çalışma günleri haftada altıya çıksın. Bu da tamam. Böylece az sayıda kalan memurlar fazladan beşte bir memur kadar iş yapsın aynı maaşa.

Böylece vergiler eksi bu azalan maaş ödemelerini de bu borçları ödemek için kullansın komşu.

Ne var bunda diyeceksiniz. İlk bakışta iyi bir şey gibi durmuyor mu?

İki küçük problem var bu sözde önlemlerin.

Bir, bu atılan ve işsiz kalan insanlar ne yapacak? Yazık değil mi bu insanlara? Yanlış politikalar onların suçu değil.

İki, bu önlemler Yunanistan’ın bozuk ekonomisini bırakın düzeltmeyi, daha da kötüleştirir.

Yavaş yavaş bu Avrupa niye böyle gitmez dememin sebebine geliyorum.

Krizin sonucunda Yunanistan’da atılan kamu çalışanları yada İspanya’nın yüzde yirmi beş genç işsizleri açlıktan ölür, azalan nüfus sonucunda devletlerin harcamaları azalır, yeniden refaha ulaşır Avrupa.

Acaba?

Bu işsizlerin bu günkü koşullarda açlıktan ölmeye göre çok daha sevimli bir seçenekleri var.

Avrupa birliği anlaşmalarına göre bir Yunanlı yada İspanyol Avrupa’nın her ülkesinde sorgusuz sualsiz çalışabilme hakkına sahiptir.

Alternatifsizlik yada biraz daha melodramatik söylemiyle “çaresizlik” bu işsiz insanların normalden çok daha ucuz maaşlara razı olmaları sonucunu doğurur. Yani bu insanlar Fransa’ya gider ve Fransızlardan daha az maaşa çalışırlar.

Bu da piyasanın düşmesine ve maaşların azalmasına neden olur. Fransızların geliri düşer, İspanyolların geliri artar ve bizi yazının başındaki standart eşitlenmesi durumuna getirir.

Düşünebiliyor musunuz mesela iki milyon İspanyol’un Almanya’ya iş bulmak için gittiklerini?

Olmaz abi.

Haa, bu olmazsa ne olur derseniz onu bilemem.

Bu alavere dalavere çözümler benim değil Avrupa’nın zenaatı.

Artık Avrupa anayasasına yeni bir madde mi koyarlar? Mesela “Aşağıda yazılı ‘Bremen Kriterlerine’ uyamayan ülkeler serbest dolaşım hakkını kaybeder. Bremen Kriteri Bir: İşsizlik yüzde beşin altında olmalıdır!”

Walla hiç de fena durmadı. Zenaatım değil falan dedim ama sanki kıvırdım bu işi. Eee on beş senedir Avrupa’da yaşıyorum ne de olsa. Demek ki kapmışım biraz :)

Açıldım sanki. Alın size ikinci formül. “Avrupa fonlarından para çeken ülkeler bu paraları geri ödeyene kadar serbest dolaşım haklarını kaybederler.”

Tamam abi, ben bu işi becerdim.

Başka bir formül. “Eurozone üyesi olmayan ülkeler Avrupa’nın eşit ve bölünmez birer parçasıdır. Ancak bu ülkeler Eurozone’a girene kadar serbest dolaşım hakları ‘ertelenir’. Mesela Polonya ve Çek Cumhuriyetine Eurozone’a girebilmeleri için yirmi senelik birer yol haritası hazırladık.”

Şaka bir kenara, ciddi değişiklikler yolda bana sorarsanız.

Bekleyip görelim.

2 Eylül 2012 Pazar

Çoklu Çağların Sanatçıları

"Muzaffer komutanlar önce savaşı kazanıp sonrasında savaşa girerler, mağlup komutanlar ise önce savaşa girip sonra onu kazanmaya çalışırlar"

Bu özlü sözü diyen kimdir derseniz söyleyeyim. Sun Tzu (Sunsu) isimli, Çinli bir general ve filozof.

İsa'dan yedi yüz küsür sene önce yaşamış Sun Tzu "Savaş Sanatı" isimli bir kitap yazmış. Bu kitap o günün koşullarında bir "Best Seller" olmuş. Hem doğuda, hem batıda bugün bile birçok politikacı ve stratejist bu kitaba atıfta bulunmaya devam eder.

Yani Sun Tzu sadece çağının önemli bir adamı olmakla kalmamış, her çağda geçerli, evrensel diyebileceğimiz ilkeleri ortaya süren bir düşünür olarak insanlık tarihinde yerini almıştır.

Yazının başındaki sözü bir kere daha okuyun. Hiç öylesine derinlemesine düşünmeye gerek kalmadan hayatımızdaki birçok olaya damardan uyarlayabilirsiniz.

Alın bakın Suriye'de yaptıklarımıza. Öyle zart diye gidip sonunu düşünmeden Esad'a zeybeklendik, karşımıza terörden başlayıp yüzbinlerce mülteciye kadar nasıl baş edeceğimizi bilmediğimiz birçok mesele çıktı. Böylece kendimizi daha öncesinde kafamızda kazanmadığımız bir savaşın içinde, kazanmaya çabalarken bulduk.

Benzeri bir savaşı bu 4+4+4 eğitim sisteminde kazanmaya çalışıyoruz ama bakın karşımıza çıkanlara. Küçük çocukların çiş yapıp ellerini yıkayamayacak olmaları okulların açılmasına bir ay kala aklımıza geldi. Yine savaşa girmeden önce kazanmamış olduğumuzdan bu da kaybedilmiş savaşlar hanesine yazılacak gibi.

Sun Tzu işte bunları görebildiği için sadece çağının değil çağların insanı olmuştu.

Böyle insanları tanımlamaya aday olmuş ancak tam anlamıyla başarılı olamamış birçok sıfat sayabiliriz. Vizyoner yada İngilizcesiyle visionary, (yada tam Türkçesiyle görebilen kişiler), dahi, akıllı, zeki gibi düşünme hızı ve hacmine yönelik sıfatlar, yada sadece bizim dilimize mahsus "Lan ne adammış bu ______" cümlesinin sonundaki boşluğu doldurabileceğiniz eşşolueşşek, pezevenk gibi iltifatlar bunlardan bazıları.

Bana sorarsanız bu çoklu çağların insanlarını tanımlamaya en çok yaklaşan sıfat "sanatçı".

Evet, bence Sun Tzu, Albert Einstein, Leonardo da Vinci, Agustus Sezar, İmotep, Hipokrat, Bill Gates. Ronald Reagan, Isaac Newton, hepsi birer sanatçı.

Çoklu çağların sanatçıları.

Bu insanların ortak özellikleri işlerini iş olarak değil sanat olarak görmeleridir bendenizce. Yaptıkları işlerini severler, ona vakit ayırırlar ve içlerinden gelerek icra ederler.

Bu insanlar baştan aşağı mükemmel, rol modeli olabilecek kişilikler de değildir. Hatta bir çoğu, kaba, nezaketsiz, asosyal hatta başka insanların ölümüne sebep olmuş şahsiyetlerdir. Mesela Newton, mesela Reagan.

Ancak bu kişiler birçok alanda başarısız ve beceriksiz olmuş olsalar da o isimlerini hatırlamamıza neden olan bir tanecik alanda o kadar başarılılardır ki tarih onları sonsuza dek hatırlayacaktır.

Hadi bir parantez açıp söyleyeyim, bayram değil, seyran değil, Reagan’ın adı nasıl Da Vinci'lerin, Einstein'larin arasına karışmış. Bu tabii ki tamamen benim kişisel görüşüm ancak Reagan, soğuk savaşı bir sanatkar gibi sağda solda nükleer bomba patlamadan bitirmesiyle benim çoklu çağların sanatçıları listemde yerini aldı. Neyse, konumuz Reagan yada soğuk savaş değil. Eğer onun adını yakıştıramadıysanız görmemezlikten gelin ve devam edelim.

Bu listeye Türk olarak bizim katkımız tabii ki Atatürk olacaktır. Atatürk en az Da Vinci kadar başarılı bir çoklu çağlar sanatçısıdır. Ancak lütfen burada Atatürk’ün gerçek kişiliği ve ilkelerini zamanımıza bilinçsizce ve hoyratça taşınmış derslerde okuduğumuz sözde kişiliğinden ve ilkelerinden ayırın. Bu hoyratlığın sonucudur ki Türkiye'nin yarısı günümüzde Atatürk’ü sevmemekte, diğer yarısı da Atatürk’ü sevdiğinden değil de şeriatın korkusuna onun ilkelerine sarılmaktadır.

Bu Atatürk sonrası "fenomeni" sadece Atatürk ve Türkiye'ye özel değildir. Hatta o kadar yaygındır ki onu bir "post çoklu çağların sanatçısı sendromu" olarak genelleyebiliriz.

Bakın Amerika'ya. Reagan’dan sonra gelen ve başkanlıktan ziyade Beyaz Saray stajyerleri üzerinde sanatını icra eden Clinton'u alın, dehası başka bir yazının konusu olabilecek Baby Bush'un yanına koyun.

Yada bakın Microsofta'a. Billy the Gates gitti, Microsoft batmak üzere. Apple'a da aynı şey olacak gibi sanki. Neyse ki Steve Jobs yakardaki kısa çoklu çağların sanatçıları listemde yok.

Sanki bir doğa kuralı. Bu başarılı çoklu çağların sanatçıları herhangi bir sebeple sahneden çekildiklerinde yerlerini hemen teknokrat yapılı kişiler doldurmakta.

Bu teknokratlar yerlerini doldurdukları sanatçıların ruhuna sahip olmadıklarından o sanatçıların gördüklerini göremezler, ancak yaptıklarını tekrarlayabilirler.

Bu yapılanları tekrarlama işlevi aynen bir maymunun insanı taklit etmesi gibidir. Yaptıklarının sebebini anlayamadıklarından soranlara da anlatmakta güçlük çekerler ve işin kolayına kaçıp bu maymunvari taklitlerini putlaştırırlar. Putlaşan kavramlar sorgulanamaz ve teknokratlar da günü kurtarmış olur.

Ne var ki gelişme durur, tüm yapılanlar elde kalanı koruma çabasına dönüşür.

Ancak, teknokratların olayların özünü, gerçek sebeplerini ve yerlerini aldıkları sanatçıların davranışlarındaki motiflerini anlayamadıklarından bu taklitleri koşulların biraz değiştiği bir ortamda işe yaramaz hale gelir.

Sonrasını biliyorsunuz.

Bir toplumun başarısı bence bu sanatçıları üretme hızına bağlıdır. Bir sanatçı sahneden çekildiğinde yerini bir teknokrat yerine başka bir sanatçı alabiliyorsa toplum gelişmeye devam eder.

Bu ilk bakışta mümkün görünmese de fazlasıyla olasıdır. Atatürk gibi bir adam dünyaya bir kere gelir lafı gereksiz yere insanın hevesini kıran olumsuz bir laftır. Birçok Atatürk şu anda araba tamir ediyor, garsonluk, muhasebecilik yapıyor olabilir.

Yeter ki onları doğru sanatı seçip çoklu çağları değiştirebilecekleri ortamı hazırlayabilelim.

24 Ağustos 2012 Cuma

Tarihi Bir Hatayı Düzeltmek

Deep Purple’ı ilk kez canlı olarak Belgrad’da izledim. Hem de nelerin pahasına.

Konser zamanında Sırbistan’ın ikinci büyük kenti Niş’de yaşıyor ve çalışıyorum. Ofiste fazlasıyla önemli bir denetleme geçiriyoruz. Dünyaca tanınmış büyük bir denetleme firması aşağı yukarı yirmi kişilik bir ekiple tepemizde davul çalıyor.

O aralar da Jelena’yla ilk tanıştığımız günler. Pek ortalarda gezmiyoruz. Konserin bir-iki gün öncesinde Regent isimli fazlasıyla burnu büyük bir restoranda yemek yiyiyoruz, ancak tek masa biziz, başka hiç müşteri yok. Özel yemek odamız gibi yani. Canlı klasik müzik çalıyor, biz de mükemmel bir Hırvat şarabı etrafında tatlı tatlı geyikliyoruz.

Jelena sordu nasıl geçti günün diye. Ben de başladım söylenmeye:

“Yaw, başımızda bir ordu denetçi, canımızı çıkarıyorlar. Bütün gün bebek bakıcılığı yapmaktan iş yapamıyoruz...”

Neyse, akşamın sonuna doğru omuzumda bir el hissettim. Kafayı bir çevirdim ki tüm denetçi gurubu kalkmış restoranı terk ediyorlar. Denetçilerin reisi hanım da bana yüzünde bir metre bir gülümsemeyle iyi akşamlar demeye gelmiş.

“Lan...” dedim içimden, “Duydular mı ki dediklerimi?”, ama istifimi bozmadım. Tam arkamdaki masaya gelmişler. Görmedim. Naapıyım... İyi geceler deyip ayrıldık. Onlar gidince Jelena’ya sordum.

“Ne kadardır buradalardı bunlar?”

Jelena da “Biz geldikten hemen sonra geldiler.” dedi.

Olan oldu, ne yapalım?

Neyse, konser günü geldi. Konser akşam saat onda, Belgrad’da Arena isimli bir salonda. Niş Belgrad arabayla iki buçuk saat. Saat iki. “Kum” Dusan biletlerle beni bekliyor, ben de ofiste denetçilerle kapanış geyiklerini tamamlıyorum. Tam bu anda denetçilerin reisi geldi ve:

“Ay ben şunu da istiyorum. İki saate kadar hazırlayabilir misiniz?”

diye sordu. Ben de dayanamadım ve:

“Çok önemli bir işim var. Benim gitmem lazım ama falancaya söyleyeyim yapsın”

dedim. Oradaki denetçilerin hemen hepsi aynı anda başladılar:

“Ya, ya, eminiz çok önemli.”

“Bu önemli işin saçları sakın sarı olmasın?”

Rezillik :)

Hiç gevelemeden söyledim.

“Deep Purple konserine gidiyorum.”

Güldüler. Hepsi de fazlasıyla iyi insanlardı.

Hemen arabaya, oradan Dusan’a, oradan da Belgrad’a. Saat beş gibi konser salonunun etrafındaydık. Kendimize birer Purple tee-shirt’ü alıp giydik. Akşam onda başlayacak konser iki saat rötarla oniki ‘de başladı. Siz hesaplayın, yedi saat ayakta bekledik.

Ve konser başladı. Pictures of Home. Nasıl güzel şarkıdır. Gitarist Ritchie Blackmore varken istemedi diye hiç canlı çalmamışlar. Blackmore gidince konserlerinin açılış şarkısı olmuş. Yaşasın yeni kral.

Pictures of Home, açılış şarkısı olarak da mükemmel bir şarkı. Orijinali Ian Paice’den bir davul soloyla başlar. Şarkının gitar riff’i ve solosu Blackmore’dan. Muhteşem. Yine bol bol Jon Lord ve klavye ve en önemlisi uzun ve mükemmel bir bas gitar solo. Bu soloyu çalarken basçı Roger Glover ile aramızda beş metre ya var ya yok. Vokal de Deep Purple (Mark II)’nun efsanevi sesi Ian Gillian. Bu şarkının melodisini Blackmore kısa dalga radyosuyla Bulgar yada Türk radyolarının birinden duymuş ve uyarlamış.

O günlerden gelip gurupta kalan Ian Paice, Ian Gillian ve Roger Glover’ın üçü de altmış yaşından fazla, yani toplam iki yüz yıla eşit bir efsane başladı çalmaya. O günlerde yours truly sadece otuz dokuz yaşında, gencecik bir adam. O bile yoruldu ancak Deep Purple üç saat boyunca durmadan, yorulmadan çaldı. Ben de azım açık gözümü kırpmadan seyrettim.

Deep Purple’ı ikinci kez Montreux’de canlı olarak izleme şansına sahip oldum. Deep Purple’ı Montreux’de dinlemek, Château Margaux’yu Bordeux’da içmeye, Sushi’yi Tokyo’da yemeye yada kumarı Las Vegas’da oynamaya benzer.

Purple’ı Montreux ile ilişkilendiren ise gurubun “Machinehead” albümü ve orijinal plağın ikinci yüzünün ilk şarkısı “Smoke on the Water” dır.

Bunun sebebi ise Machinehead’in Montreux’de kayıt edilmiş olması ve Smoke on the Water’ın da bu hikayeyi anlatması.

Smoke on the Water’ı duymayan, bilmeyen yoktur. Hiç müzik dinlemeyen biri bile melodiyi duyunca tanıyacaktır.

Bu dört notalık gitar riff’i yetmişli yılların gençlerinin milli marşı haline gelmiştir. Sofistike (ve ukala) müzik kritikleri bazen Blackmore’a “Yaw, bu riff altı üstü dört nota, çok basit ama nasıl ballıysan bu tuttu” şeklinde sataşırlar. Blackmore da onlara Beethoven’ı Beethoven yapan beşinci senfonisinin “piyano rıff ” ’inde kaç nota olduğunu sorar (doğru cevap dört’dür).

Smoke on the Water’a daha sonra döneceğiz. Şimdi Machinehead’in diğer şarkılarına bakalım.

Albümün açılış şarkısı Highway Star. Nasıl yazıldı anlatayım size, gülün.

Yıl 1971. Grup otobüsle Portsmouth’a gidiyor. Otobüste bulunan gazetecilerden biri gruba sorar:

“Şarkılarınızı nasıl yazıyorsunuz?”

Bunun üzerine Blackmore eline bir akustik gitar alır ve kafadan, sadece “sol” notasını üst üste çalarak bir riff yaratır. Ian Gillian ise hemen kıçından sözleri uydurur ve söylemeye başlar. Aynı günün akşamı bu şarkıyı ilk defa konserlerinde çalarlar. Highway Star, yetmişli yılların Rock efsanelerinden biri haline dönüşür :)

Belgrad konserinin açılış şarkısı Pictures of Home da Machinehead’den. Hikayesini yukarda anlatmıştık.

Albümde benim çok sevdiğim Maybe I’m a Leo, biraz uzatılmış tercümesiyle “Aslan burcundan olsam da aslan değilim”, diğer efsanelerin yanında fazlasıyla sönük kalıyor. Ancak bir Leo yani Aslan burcundan biri olarak hala bu şarkı benim hitlerim arasında. Gurupta ise sadece Ian Gillian Aslan burcundan. Doğum günlerimiz aynı. Ağustos on dokuz.

İlk yüzün son şarkısı Never Before. Yazıldığında herkes başarısından o kadar emindir ki, albümden önce single olarak yayınlanır. Sonuç ticari bir felaket olur. Üç saniyede otobüste, ayak üstü, yarı şaka yazılmış bir şarki kırk sene sonra bile dinlenirken, başarı diye özene bezene yazılmış başka bir şarkı bir felakete dönüşebiliyor. Ne olursa olsun, ben hala severek dinlerim.

İkinci yüzden Lazy hiç dinlemediğim ve haz etmediğim bir şarkı. Bir hikayesi varsa da ben bilmiyorum.

Yine ikinci yüzden Space Truckin’, Ian Gillian’ın Blackmore’u ikna etmesiyle albüme girer. Blackmore, bu şarkının kendi yazdığı riff’inin çok basit – evet, Smoke on the Water’ın dört notalı riff’inden bile daha basit – olduğu için albüme koymak istememiştir. Bu şarkı da aynı albümden başka bir hit olur :)

Burada yeri gelmişken diğer şarkılarla birlikte Montreux’de kaydedilmiş ancak albüme girememiş ve benim çok sevdiğim When a Blınd Man Cries’a dokundurmadan geçmeyelim. Yedi dakikalık gereksiz Lazy yerine bu şarkı albüme koyulabilirdi bence. Blackmore yine Blackmore’luğunu yapmış yine.

Ve Smoke on the Water, yani Machinehead’in hikayesi.

Rock ağırlıklı ve oldukça başarılı In Rock albümünden sonra, biraz da Ian Gillian’ın bastırmasıyla hafif Funk’a çalan Fireball albümünü yapar Purple. Bu yeni albüm hafif ekşi satmıştır. Purple bu albümden sonra Hard Rock’a geri dönmeye karar verir.

Yani acilen yeni bir albüm yapmak şart olur.

Başka bir problem ise hem In Rock’ın, hem de Fireball’un stüdyoda kaydedilmiş albümler olmalarıdır.

Stüdyo kayıtlarının güzelliği, stüdyo olanaklarını kullanarak enstrümanların ayrı ayrı kaydedilip sonradan zaman zaman da değiştirilerek biraraya getirilmesidir. Yani mix.

Bu işlem mükemmel albümler yaratsa da bu yapay şarkılar konserlerde canlı olarak çalındığında pek başarılı olmamaktadır.

Bu yüzden Purple yeni albümlerini sanki konserde çalınmış gibi canlı kaydetmeye karar verir. Yani tüm enstrümanlar ve vokal aynı anda çalınıp söylenecek ve kaydedilecektir.

Purple böylece The Rollling Stones grubunun kullandığı kayıt cihazlarıyla dolu bir kamyonu kiralar ve atlayıp Leman gölü kıyısında bir şehir olan Montreux’ye gelir.

Yıl 1971, aylardan Aralık. İsviçre soğuk memleket. Montreux gibi bir yerde bu mevsimde pek aktivite olmaz. Grup, bundan da faydalanarak o yıllarda Montreux Jazz festivalinin sahne aldığı Montreux Casino’da albümlerini kaydetmeye karar verir.

Ancak aynı yerde Frank Zappa ve orkestrası Mothers of Invention da bir konser vermektedir. Bu konsere Purple’ı da davet ederler. Tam Don Preston King Kong isimli şarkılarında bir klavye solosunun ortasındayken seyircilerden biri elindeki işaret fişeğini tavana doğru ateşler.

Casino’nun çatısı alev alır ve bir “yangın yanmaya” başlar :) Montreux Jazz festivalinin direktörü Claude Nobs yada şarkıdaki ismiyle “Funky Claude”, izleyicileri bir kaza olmadan dışarı çıkarmıştır ancak Casino ve dolayısıyla Purple’ın albüm kayıt lokali yanar ve kül olur.

O gün bu gündür Montreux Jazz festivali Casino yerine yeni yapılan gösteri merkezinde yapılmaktadır. Bu merkezde Purple dahil, Blondie, Gary Moore gibi birçok değerli müzisyenleri dinleme şansım oldu. Casino da yeniden modern bir bina şeklinde yapıldı. 2007 ve 2008 yılbaşlarını bu yeni Casinoda geçirdim.

Neyse, 1971’e dönersek, Casino’nun yanması üzerine “Funky Claude”, Deep Purple’ı geçici olarak The Pavillion isimli bir lokale yerleştirir. Grup da bu yeni mekanda kayıt yapmaya başlar.

İlk şarkının, ki sonradan hepimizin bildiği Smoke on the Water olacak bu şarkının o anda bir ismi yoktu, sadece “Take One” deniliyordu, gitar riff’inin kaydının tam ortasında lokalin kapısı çalınır.

Bu noktada olayın nasıl olmuş olabileceğini anlayabilmek ve benim de ilk duyduğumda tepine tepine güldüğüm gibi tadını çıkarabilmek için ne yazık ki İsviçre’de yaşamış olmanız gerekir.

Evet, kapıyı çalan İsviçre polisidir ve komşuların gürültüden şikayeti üzerine gelmişlerdir :) :)

Bu olayın üzerine Funky Claude grubu, mevsim olmaması yüzünden kapalı olan Grand Hotel adlı bir otele yerleştirir. Şarkıda bu olay “We ended up at the Grand Hotel.” Şeklinde geçer. Gurup da tamamen boş olan bu otelin bir koridorunda tüm Machinehead albümünü kaydeder.

Minik bir istisna ile tümü.

Smoke on the Water’ın müzik kayıtları Polislerin kovaladığı The Pavillion’da yapılmıştır :)

İşte bu Grand Hotel bizi yazımızın başındaki tarihi hataya getirir.

Lütfen özürlerimi kabul edin, biraz Forrest Gump’vari uzun bir hikaye oldu ancak sonuca yaklaştık.

Benim tarihi hatam, şarkıda adı geçen Grand Hotel’i bu güne kadar Montreux’nün merkezindeki Grand Hotel Majestic olduğunu düşünmemdi. Tamamen tesadüf eseri Şarkıda geçen Grand Hotel’ın Montreux’da değil hemen Montreux’un dibindeki Territet’de olduğunu öğrendim.

Bu bilgiyi aldığım kaynakta otelin adı “Grand Hotel, Hotel des Alps” şeklinde geçiyordu. Tek problem bu otelin bu gün apartman dairelerine çevrilmiş olmasıydı. Yani Grand Hotel des Alps artık yoktu.

Bu eski otelin bu günkü yerini bulmak için sarıldım Google’a. Yarım gün sonra Montreux’un eski binaları isimli bir makalede bir resmini bulabildim. İster inanın ister inanmayın adresi ile birlikte.

Rte de Shillon 78.

Dün akşam bir toplantıdan sonra atladık arabaya ve Jelena’yla birlikte yukarıdaki adrese gittik ve kötü bir sürprizle karşılaştık. Rte de Shillon 78, tadilat altında, her tarafı ağla kaplanmış bir bina. Kapısında ise “Residence des Alps” yazıyor.

Tam arabaya binip geri dönecekken gözüm yandaki yani Rte de Shillon 74 deki binaya takıldı. En az tadilat altındaki Hotel des Alps kadar büyük, Viktorian bir bina.

Kapısına gidip yazanları okuduk.

“Residence de Grand Hotel”

İşler karıştı birden. Demek iki otel var. Grand ve des Alps. Sorun, Purple’ın bu iki otelin hangisinde kaldığı.

Burada yardıma Classic Albums belgeselinde Machinehead’in anlatımı esnasında Roger Glover’ın birkaç saniyeliğine olsa da gösterdiği Grand Hotel fotoğrafı koştu.

Bu fotoğraftaki bina Rte de Shillon 74 deki tadilat altında olmayan Residence de Grand Hotel binasıydı.

Tarihi yanlış düzeltilmiş, Machinehead’in kayıt yeri bulunmuştu.


Grand Hotel

Delili yukarda.

Sağlıcakla kalın...

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...