13 Nisan 2012 Cuma

Çin’e Gitmenin Bir Güzelliği

Bir hafta Çin’de gezindik ya, artık Çin uzmanı sayılırız. O yüzden size Çin anlatayım biraz.

Çin, bildiğiniz üzere dünyanın en kalabalık ülkesidir. Nüfusu, çoğunlukla bulduğu ile yetinen, daha fazla isterük diye bağrınmayan mütevazi insanlardan oluşur.

Bu insanlar, o kadar az para ile çalışmaya razılardır ki, dünyanın geri kalan yerlerindeki fabrikaların çoğu kapanıp Çin’e taşınmışlardır. Avrupa ve Amerıka'nın son günlerdeki yırtınmalarının en önemli sebebi işte budur çünkü ülkelerindeki insanlar bu yüzden işsiz kalmış durumdadırlar.

Bu süreç o kadar fazlasıyla ilerlemiş durumdadır ki artık geri dönülmez noktayı geçmiştir. Başka bir deyişle Amerika ve özellikle Avrupa yaşam düzeylerinde aşırı belirgin bir düşüşü kabullenme durumuna gelmişlerdir.

Zaten Sarkozy amca baklayı ağzından çıkardı geçenlerde.

“I want France to remain a land of production.”

Yani:

“Ben Fransanın bir üretim ülkesi olarak kalmasını istiyorum.”

Eh, isteyenin bir yüzü karaymış...

Neyse, bugün konumuz bu idiot değil, biz Çin’e dönelim.

Yukarda anlattıklarımızı kısaca özetlersek ucuz işgücü sebebiyle dünyadaki üretimin büyük bölümü Çine kaymış durumda.

Hal böyle olunca Çin’e gitmenin bir güzelliği de ucuz alış veriş yapmak diye düşünüyor insan.

Eşim Jelenayla Pekin’in ipek pazarında dolaşıyorduk. Jelena kendini ipek elbiselerin, başörtülerin içinde kaybetmişken ben de iş olsun diye takım elbiselere bakayım dedim, alacağım falan yok yani.

Hemen bir Çinli kız belirdi yanımda. Baktığım elbiseyi indirip üzerime tutmaya, ceketin eteğini, kollarını çekiştirmeye başladı. Ben de iş olsun diye sordum:

“Kaç para?”

Kız, Üçbin Yuan dedi. Çarptım, böldüm, beş yüz dolara geliyor. Neredeyse İsviçre kadar pahalı.

“Yok bacım, sağol.”

Dedim.

Kız da durup,

“Sen kaç para verirsin?”

Diye sordu.

Ben de Çin hesapta ucuz ya, Türklüğün de verdiği bir gayretle:

“Üç yüz Yuan”

Dedim, yani söylediği fiyatın onda biri.

Tam bu anda kız bir kırmızı yandı ve söndü.

Önce bana dilini çıkardı.

Sonra da “Yev Yev Yev” diye benim taklidimi yapıp göbeğime bir yumruk attı.

Daha sonra da dönüp arkadaşlarına Çince konuşmasam da anlamamın zor olmadığı birşeyler söyledi.

Ben hemen dükkandan kaçtım.

Kıssadan hisse, siz siz olun, Çin ucuz diye vurgun yapmaya kalkmayın :)

2 Nisan 2012 Pazartesi

Alkolizm

Alkoliklik, yada tıbbi deyimiyle Alkolizm, alkol içeren içeceklerin devamlı ve aşırı kullanımı olarak özetlenebilir.

Alkolizm, hem fiziksel, hem de psikolojik hatta psikiyatrik bir hastalıktır.

Dünya sağlık organizasyonu, dünyada 140 milyon alkolik olduğunu tahmin etmekte.

İçmeyen de var tabii ama bir çoğumuz az yada çok alkol kullanırız. Kendimden örnek vereyim, haftada bir yada iki şişe arası şarap tüketirim.

Ben kendimi alkolik olarak görmüyorum. Siz de gün aşırı bir iki kadeh içiyorsanız, korkmanıza yada bu yazıyı üzerinize almanıza gerek yok. Alkoliklik tanımı sizi bu koşullarda içermiyor demektir.

Peki, alkolikleri alkolik yapan nedir öyleyse?

Tıbbi tanımlarını merak eden açsın, okusun Google’dan, ben size benim tanımımı söyleyeyim.

1) Eğer içmek bir ihtiyaç haline dönüşmüşse. Bir gece içmemeyi göze alın. Becerebiliyorsanız alkolik sayılmazsınız benim kitabımda.

2) Etrafınıza baktığınızda, aksam on ikiden önce yatan, sabah erken kalkan insanlar yerine, sabahın üçünde sallana sallana yürüyen, devamlı negatif, her şeye kızan, küfür eden, söyledikleri anlaşılmayan insanları görmeye başladıysanız...

Ya alkoliksinizdir, yada alkolik olmak üzeresinizdir.

Alkolikler, özellikle içkiliyken, mucizevi bir şekilde zeka seviyelerinin arttığına ve etrafındakilerin de salaklaştığına inanırlar. Etrafınızda alkolik biri varsa aşağıdakiler size yabancı gelmeyecektir.

- “Walla sadece bir kadeh içtim.”

- “Sana yeminle, bir haftadır ağzıma koymuyordum, bugün bir kadeh içeyim dedim, o da sana denk geldi.”

- “Sen bir bilsen, başımda ne işlerin olduğunu, benim başıma gelenlerin yarısı senin başına gelse, sen alkolik bile olurdun.” (Bu arada buradaki ince imaya dikkat. Zat, alkolik olmadığını sokuşturuyor arada...)

Biraz üzerine gidin, arkadaş asabileşecektir.

- “İçtiysem içtim lan, adam mı yersin yani?, Sana mı soracağız?”

- “Bak gelme üstüme, kötü olacak.”

Hadi biraz daha gidin üstüne...

- “Ziktir lan...”

Bir çok alkolik kendilerinin komplo kurbanları, dünyanın en şanssız insanları yada ölmeden önce son nefeslerini vermek üzere olduklarına inanırlar.

Başka bir belirti ise olmayan şeyleri önce olmuş gibi anlatmak, sonrasında da bunun aslında olduğuna inanmaktır.

Bakın etrafınıza, eminim bu belirtilerin en azından birkaçını gösteren birilerini göreceksinizdir.

Gelelim bu alkoliklerin sonlarına.

Alkolik olup da bu hastalıktan kurtulan insanlar - benim tecrübeme göre tabii, çok nadirdir.

Alkolle gelen fiziksel bağımlılık ve en ufak bir mesaneti olmayan sahte ego, bu şahısların durumlarının farkına varmalarına, hastalıklarını kabullenmelerine ve uygun çözümü aramalarına engel olur.

Alkolizm ilerledikçe sonuçları iki genel gurupta ortaya çıkmaya başlar, Sosyal ve fiziksel.

Sosyal olarak, birey, normal arkadaşlarını, diğer alkol bağımlısı arkadaşlarla değiştirmeye baslar.

Kendisi gibi alkoliklerin bulunmadığı sosyal ortamlarda yabancılaşır, tutarsız konuşmaya başlar, etrafındakileri sinirlendirir ve sonunda bu ortamlardan dışlanır.

Ailesinde sorunlar yaşamaya baslar, ileri safhalarda evliyse evliliğini, yoksa ilişkisini kaybeder. Aile içi şiddet, arkadaşlarla kavga baş gösterir.

Sonuçta alkolizm kurbanı kişi yalnızlaşır (ama hala sizi salak yerine koyup içmediğine inandırmaya çalışacaktır).

Wikıpedia’ya göre, fizyolojik olarak kanserden karaciğer bozukluğuna kadar birçok hastalık baş gösterir. Çok yakın bir akrabam da dahil birkaç örnekte kol ve bacak gibi uzuvların bir bir kesildiğine tanık oldum.

Uzun süre birlikte çalıştığım ve çok sevdiğim bir kişi bir otel odasında ölü bulundu. Bu olay beni çok etkilemişti.

Niye bu tatsız yazıyı yazdın diye sorarsanız.... Sormayın boş verin. Sadece etrafta kötü bir koku var deyip geçelim...

30 Mart 2012 Cuma

Dünyanın En Büyük meydanları

Dünyanın en büyük meydanı hangi şehirdedir hiç düşündünüz mü? Wikipedia’da gelecek haftaki Çin ziyareti için Tiananmen meydanını okurken onun Dünyanın üçüncü büyük meydanı olduğunu öğrendim, sonra da birinci yada ikincisi ne diye aramaya başladım.

Dünyanın en büyük meydanı Jakarta’da yani Endonezya’daymış. Adı Merdeka. Genişliği bir milyon metre kare.

İkincisi ise Brezilyada, ismi Praça dos Girassóisö yani Ayçiçeği meydanı. Bu da 570,000 metre kare.

Tiananmen Meydanı
Üçüncüsü ise Tiananmen meydanı. Pekin’in tam ortasında, yasaklı şehir’in aynı isimli kapısının baktığı 440,000 metrekarelik bir dev alan. Burada Mao’nun mozolesi ve birçok diğer anıtın dışında bu meydan hepimizin aklında üzerine gelen tankın önünde kımıldamadan duran Çinli öğrencinin resmi ile kazındı.

Listenin gerisini aşağıdaki linkte bulabilirsiniz. Ben size kendi gördüğüm birkaç güzel meydandan bahsedeceğim.

Place de la Concorde, Paris'in giyotinleri ile meşhur meydanı. Champs-Élysées caddesinden aşağı yürüdüğünüzde karşınıza çıkan büyük meydan. Fransız ihtilalinin sonrasında kral on altıncı Louis ve karısı Marie Antoinette, hani şu ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler özlü değişinin sahibi, burada giyotinlendi.

Rynek Meydanö
Başka bir ilginç meydan ise Prag’daki Charles Square. Sırası gelmişken Napoli’deki Garibaldi meydanını da güzel hatıralarıyla anmış olalım.

Prag’da başka bir meydan Wenceslas. Burada sabah dokuzda bir toplantıya gitmeden on beş dakika önce yanıma ayakkabı almadığımı anlayınca koşup gelmiştim bir ayakkabı bulmak için, yıl 1995!

Krakow’daki Rynek meydanı şimdiye kadar gördüğüm en güzel meydanlardan biri.

Plaza 25 de Mayo, yani 25 Mayıs meydanı, Buenos Aires’te İspanyollara karşı bağımsızlık savaşının anısına isimlendirilmiş. Bu meydanın bir tarafında Pembe Ev yani Casa Rosata bulunmakta. Bu ev Eva ve Juan Peron’un meşhur balkon performansını sergiledikleri ev.

Plaza 25 de Mayo
Praça do Comércio yani Ticaret Meydanı Lizbon’un en güzel bölgelerinden biri.

Venedik deki San Marco meydanı da etkileyici meydanlardan biri. James Bond’un Moonraker’ını izlediyseniz, gondol sahnesinden hatırlarsınız.

Görüşmek üzere...

27 Mart 2012 Salı

Çin Kültüründe Sofra Adabı

Uzunca bir süredir eşimle birlikte beklediğimiz Çin gezisi çok yaklaştı. Gitmeden biraz okuma/araştırma yapmaya basladığım şu sıralar, Çin kültürünün oldukça ilginç bazı özelliklerini öğrenme fırsatı buluyorum.

Bunlardan biri Çin kültüründe sofra adabı. Sizinle paylasayım istedim.

Çin mutfağının en önemli özelliği yiyeceklerin “bir lokma” boyunda kesilerek hazırlanması. Bu da teoride masada bıçak kullanımını tamamen gereksiz kılıyor.

Zaten Çinliler de sofrada bıçak kullanmazlar. Aslında, çatal da, kaşık da kullanmazlar. Yemekler normal çatal bıçak boyundaki Ingilizcede Chopstick denen çubuklarla yenir.

Doğal olarak da sofra adabının onemli bir bölümü bu çubukların kullanımı ile ilgilidir.

Mesela, iki çubuk ortasindan yada ucundan tutulabilir ancak uçlarıyla parmağınızın bastırdığı bölüm her iki çubuk için de aynı uzunlukta olmalidır.

Benim çok kötü bir huyum, Asya lokantalarına gittiğimde bu çubuklari yemek gelmeden hemen elime alir, onlarla davul çalmaya benzer hareketler yapmaya başlarım. İşte Çin kültüründe çubukları davul çalar gibi sağa sola vurmak sizin bir dilenci olduğunuzun işaretiymis.

Yemek çubuklarını parmaklarınızın bir uzantusı gibi görmek gelenekmiş. Bu sebeple yön gösterirken yada karşınızdakılerle konuşurken bu çubukları prezentasyon sopası gibi kullanmak çok ayıpmış.

Sonra bu çubukları sofradaki tabak çanakları itmek için kullanmak oldukça görgüsüz bir davranışmış.

Başka enteresan bir adet. Bu çubuklarla tabağınızdaki yemeğin içinden sevdiğiniz bir et yada sebze parçasını aramak mezarınızı kazmak anlamına geliyormuş…

Yemek çubukları böyle işte ama yemek adetleri sadece çubuklarla sınırlı değil.

Örneğin yemek adetlerini doğru olarak yerine getirmenin bir insana iyi şans, aksinin ise utanç getirdiğine inanılıyor Çin kültüründe.

Birini yemeğe davet ettiğinizde konuk odaya girdiği an ev sahibinin ayağa kalkması ve konuk masa etrafinda yerini Alana kadar ayakta beklemesi gerekirmiş.

Daha sonra ev sahibi, yemeklerin getirilmesini buyurur ve bu sefer de konuğun yemekler gelene kadar sessiz kalması beklenirmiş.

Yemek esnasında ev sahiplerinden kadın olanının mutlaka yemeklerinin kötü olduğunu söylemesi, konuğun ise bu sözlerı şiddetle yalanlayıp, yemeklerin şimdiye kadar yediği en lezzetli yemekler olduğunu söylemesi gerekmekteymiş.

Bu adet bıze yakın. Yemek bitip de hesap geldiği zaman hesabı ben ödeyeceğim diye kavga etmeniz gerekliymisç Aksi, arkadaşınızın size borçclu olduğunu ıma etmek olurmuş.

Sadece bunlar değil, birçok farklı adet var. Bunlar, yaş ve deneyime göre kimin masanın neresınde oturacağından tutun, kimin hangi sırayla ortadaki yemek tabağından kendi tabağına yemek taşıyacağına kadar değişiyor.

Kültür bize hiç de uzak değıl, Asya her iki ulusa da cömert davranmış saygı ve sevgi konusunda.

25 Mart 2012 Pazar

Enerji Geyikleri IV – Petrol Yerine Ne Kullanalım Devam ediyor...

Petrol çok kullanışlı yani yanımızda taşıyıp yavaş yavaş yakarak enerji elde edebiliyoruz dedik. Ayni zamanda petrolü toprağın altından çıkarmak da göreceli olarak kolay diye ekledik.

Bunlarla birlikte petrole yandıktan sonra havaya zararlı karbondioksit bırakıyor diye kızdık ve kısıtlı ve tükenen bir kaynak olduğundan şikâyet ettik.

O zaman buyurun petrolü değiştirelim diye ise koyulduk, karşı madde ve nükleer enerji alternatiflerine baktık, çok fazla umut göremedik.

Bu yazımızda petrolün diğer alternatiflerine bakmaya devam edeceğiz.

Çevre dostu enerjilere bakalım.

Rüzgar enerjisi oldukça temiz ve yenilenebilir bir enerji turu. Bildiğimiz kadarıyla rüzgârı estirmek yerine büyük rüzgâr değirmenlerini döndürmek için kullandığımızda doğaya pek zarar vermiyoruz.

Ben şahsen bundan çok emin değilim. Rüzgar esmezse yerel bölgelerin ısınma ve soğuma ritimleri değişebilir, bitkilerin tohumlanmaları etkilenebilir. Bu gün rüzgârın çok az bir bölümünü kullandığımız için herhangi belirgin bir zararı hissetmemiz olanaksız ama dünyanın her tarafı rüzgâr değirmenleri ile dolduğunda bu değişebilir.

Rüzgar enerjisi her zaman bulunmayan bir enerji turu. Rüzgar yavaş eser yada hiç esmezse geçici olarak enerjisiz kalabiliriz.

Rüzgar enerjisinin petrol yerine kullanımının başka bir sorunu ihtiyaç duyulan büyük rüzgâr değirmenleridir. Bunlardan gerekli elektrik enerjisi üretmeye yetecek kadarını arabamıza sığdıramayız.

Rüzgar enerjisi için söylediğimiz her şey güneş enerjisi ve güneş panelleri için de geçerlidir. Tek fark, güneş enerjisi kullanımının herhangi bir yan etkisi bulunmaması (Tabii ki uzaya aynalar koyup bıraksaydınız dünyaya düşmeyecek olan güneş ışınlarını toplayıp dünyaya çevirmezsek. Bu işlem Dünyanın ısısını artıracaktır).

Başka bir temiz enerji kaynağı ise gelgit santralleridir. Bu santrallerde deniz suyu karalara tırmandığında depolara doldurulur, sular çekildiğinde ise depolardan akarken bir türbini çevirerek elektrik üretir.

Gelgit santralleri güvenli, temiz ve sürekli enerji üretir. Petrol yerine kullanımlarının tek problemi taşınabilir olmamalarıdır. Bu özellik günümüz hidroelektrik santralleri yani barajları için de geçerlidir.

Bu temiz enerji kaynakları direkt olarak petrolün yerine kullanılamasalar da ürettikleri elektrikle dolaylı olarak arabalarımızı yürütebilirler.

Temiz enerjiyi bir kenara koyarsak belki biraz daha kirli enerjilerle ne yapabiliriz, ona bakalım.

Petrol yerine mesela kömür kullanmayı düşünelim. Petrolün zararlı yan etkisi olan karbondioksit salimimi kömür kullanımında da bir sorun olarak karsımıza çıkar.

Kömürün taşınması ve küçük miktarlarda kullanımı mümkündür ama pratikte zorlukları vardır. Birilerinin parça parça kömürleri bir kazana atması gerekir. Bunu otomatikleştirsek bile motorunuzun yakıt pompasına göre çok daha enerji tüketen, gürültülü ve kirli bir işlem olacaktır.

Kömürden elde ettiğimiz isi halindeki enerjiyi harekete çevirmek ise çok daha çilelidir. Bu gün pratik olarak bildiğimiz tek yöntem, kömürün ısısıyla bir kazan suyu ısıtmak ve ortaya çıkan basınçlı buhar ile bir pistonu iterek hareket elde etmektir. Çuh çuh kara tren yani.

Kömür yakmayı unutalım. Karbon yakmakla bir yere varamayacağız. Peki karbon yerine daha az zararlı başka bir şey yakamaz miyiz?

Yakabiliriz.

Oksijenin karbon kadar yapışmayı sevdiği başka bir atom hidrojendir. Oksijenle o kadar iyi anlaşır ki hidrojenin yanmasından yani oksijenle birleşiminin sonucunda ortaya çıkan su dünyamızın 4’de 3’unu kaplayacak kadar çoktur.

Hidrojen yakmak yeni bir buluş değildir. Bir çok roket hidrojen bazlı yakıtlar yakar. Biz de arabamıza hidrojen kullanan roket motorları takip Luke Skywalker gibi gökdelenler arasında uçmayı deneyebiliriz.

İşin komiği, bu öyle çok da fazla uçuk bir proje değildir. Soğuk füzyon pratikte gerçekleşene kadar birçok insan umudunu hidrojene bağlamış durumdadır.

Hidrojenin başka bir kullanım yöntemi onu direkt yakıp isi elde etmektense yakıt hücrelerinde (bunun Türkçesini simdi uydurdum, İngilizcesi Fuel Cell) yavaş yavaş yakarak kimyasal yoldan elektrik üretmek ve bir elektrik motorunu kullanarak arabamızı yürütmektir.

Bugün hidrojen ile çalışan arabaları yapacak teknolojimiz var.

Ama her iyi haber gibi hidrojenin de kotu haberleri yani elde edilmesi ve kullanımı ile ilgili zorlukları var.

Hidrojen, dünyada en bol bulunan atomlardan biri. Her su molekülünde iki hidrojen atomu bulunur. Su ise dünyanın her yerinde fazlasıyla var.

Evrende ise hidrojen tartışmasız en çok bulunan atom. Evrenin yüzde sekseni hidrojenden oluşmuş durumda. Mesela Günesin yada Jüpiter’in neredeyse tamamı hidrojen. Ama hidrojen getirmek için Jüpiter’e gitmek pek ekonomik olmayacaktır o yüzden bakalım dünyada nereden bulabiliriz hidrojeni.

Dünyamızda serbest hidrojen yok. Hidrojen atomu o kadar hafif ki, dünyamız onu atmosferde tutamaz. Serbest hidrojen uçar gider.

Ama dünya okyanusları hidrojenle dolu değil mi? Ne yazık ki bu hidrojen oksijen atomuyla birleşmiş, yani daha önceden yanmış durumda. Suyu alıp o haliyle hidrojenlerini yakmak için kullanamayız. Ama denemesi bedava. Deniz kıyısına gidip bir kutu kibritle deniz suyunu yakmaya çalışın. Sansınız, hocanın golü maya tutturmasıyla aynı!

Bununla birlikte, deniz suyundan hidrojeni ayırmak mümkün. Hatta çok da faydalı. Hidrojeni aldığınızda geriye saf oksijen kalır, bu oksijen atmosfere salınır, hidrojeni arabamızda yakarken bu önceden sadiğimiz oksijen atomları kadar oksijen atomu kullanarak kayıpsız bir denge yaratabiliriz.

Burada problem hidrojeni sudan ayırmakta. Bu işlemin kendisi enerji gerektirir. Ne yazık ki doğada bedava köfte yok. Hidrojeni yakıp enerji elde etmek için hidrojeni sudan ayırmak ve bunun için de ayni miktarda enerji kullanmak gerekir.

Çok parlak bir fikir olmasa da mesela nükleer enerjiyle hidrojeni sudan ayırıp, arabaların içinde nükleer santral kurmadan hidrojen yakarak nükleer enerjiyi biraz daha güvenli olarak dolaylı bir şekilde kullanabiliriz. Niye olmasın? Rüzgar, güneş ve gelgit ‘ten elde ettiğimiz enerjileri de ayni şekilde hidrojeni sudan ayırmak için kullanabilir, arabalarımızın üstüne güneş panelleri kurmadan güneş enerjisini kullanabiliriz. Bu hidrojende is var anlayacağınız.

Hidrojenin başka bir kotu huyu var, söylemeden geçmeyelim. Hidrojen haylice yanıcı ve patlayıcı bir madde. Petrole göre çok daha fazla. Bu da taşınmasını ve kullanımını tehlikeli hale getiriyor.

Peki elektriği hidrojeni yakarak elde etmek yerine akümülatör yada pil gibi kimyasal bir şekilde saklayamaz miyiz?

Bu fazlasıyla mümkün. Hatta küresel trend bu yönde. Pille çalışan arabaları yapacak teknolojimiz var ve yavaş yavaş kullanıma geçiyor. Pilli arabaların problemi sarj edilmeleri gerektiği ve şarj suresinin uzunluğu.

Uygun miktarda şarj istasyonları kurarak ve şarj surelerini kısaltacak kimyasal altyapıyı hazırlayarak bu sorunların üstesinden gelebiliriz.

Elektrik motorları benzinli motorlara göre hem daha sessiz, hem daha hızlı hem de kat be kat temiz uygulamalardır.

Toparlarsak, petrolün yerine kısa donemde yani önümüzdeki beş-on yıl içinde kullanılacak ilk enerji kaynağı elektrik motorları ve piller gibi görünüyor. Bunlar bence o kadar çok yaygınlaşacak ki yakıt hücrelerinin kullanımına gerek kalmayabilir. Şarj istasyonlarının yenilenebilir temiz enerjilerle çalışması da fazlasıyla olası.

Uzun donemde ise soğuk füzyonu bekliyoruz.

Karşı madde gibi afaki enerji kaynakları ise ancak uzaya açıldığımızda (açılabilirsek tabii) birer alternatif olacaktır. Fizikçiler mesela bir yıldızın tüm enerjisini yada bir kara deliğin maddeleri yutarken çıkardığı enerjiyi kullanabileceğimizi ileri sürerler. Kurgu bilim dizileri alternatif evrenlerden yada zamanlardan kendi evrenimize yada zamanımıza getirdiğimiz enerjilerden bahsederler. Kim bilir... Belki bir gün.

İşte enerjinin hikayesi benim ağızımdan böyle. Çok uzattıysam affola.

Enerji Geyikleri III – Petrol Yerine Ne Kullanalım?

Petrol yerine ne kullanalımın cevabını bulmak için önce kısaca niye petrol kullanıyoruz, ona bakalım.

Petrol kullanıyoruz çünkü:

1) Petrol portatif, yani küçük miktarları örneğin bir arabanın deposunda, yanımızda gezdirebiliyoruz.

2) Petrolü çok küçük miktarlarda, kontrollü bir bicimde kullanabiliyoruz.

3) Petrolün çıkarılması ve islenmesi göreceli olarak kolay.

Bu arada petrolü niye değiştirmeyi düşündüğümüzü de bir daha hatırlayalım. Petrol yandığı zaman çevreye zararlı karbon dioksit veriyor. Ayni zamanda petrol kısıtlı bir kaynak ve gitgide tükeniyor.

Peki petrolü bırakalım da neyi alalım yerine?

Enerji elde etmenin en verimli yolu madde ve karşı maddeyi reaksiyona sokmaktır. Madde ve karşı madde birbirlerini tamamen yok ederler ve tüm kütleleri enerjiye dönüşür.

Bu reaksiyon o kadar verimlidir ki bir gram madde ve bir gram karşı maddeyi birleştirip elde ettiğiniz enerji (Einstein’ın meşhuur E=mc2 formülünü kullanırsak) 50 milyon Kilovat Saat’e eşittir. Daha basitçe, iki milyon litre benzinle kat edeceğiniz yolu bir gram madde ve karşı madde ile alabilirsiniz. Çok etkileyici değil mi?

Anti madde-madde reaksiyonunun hiçbir artığı yoktur, çevreye hiç zarar vermez, tabii ki bir avuç karşı maddeyi yutmaya kalkmazsanız.

Uzay Yolu dizisindeki Atılgan uzay gemisinin motorları karşı madde ile çalışır.

Karşı maddenin tek kusuru, kontrollü deneylerle birkaç karşı madde atomunun üretilmesi yada Uzay Yolundaki hayali kullanımı dışında gerçek hayatta hiçbir yerde bulunmamasıdır.

Bir gün belki karşı maddeden enerji üretebiliriz ama bu gün değil. O yüzden başka taraflara bakalım.

Mesela nükleer enerji.

Nükleer enerji iki yoldan elde edilir. Bir, uranyum gibi büyük atomların çekirdeklerini parçalayarak, iki hidrojen gibi küçük atom çekirdeklerini birleştirerek. Bunlardan ilkine fisyon, ikincisine füzyon denir.

Nükleer fisyon yani uranyum, plütonyum, vs. gibi büyük çekirdekleri parçalayarak enerji elde etmek bugün zaten yaptığımız bir şey. Nükleer santrallerin tümü fisyon prensibi ile uranyum atomunu parçalayarak ısı enerjisi elde ederler ve bu ısıyı elektrik enerjisine çevirirler.

Madde ve karşı madde maddenin %100’unu enerjiye çevirirken, fisyon, maddenin ancak %0.04’unu enerjiye döndürür, yani 2500 kat verimsiz bir yöntem. Başka bir deyişle bir gram madde ve karşı maddeden çıkan enerjiyi fisyon yolu ile elde etmek için altı kilo kadar uranyum kullanmak gerekir. Bu göründüğü kadar kotu değil. Düşünsenize altı kilo uranyumun enerjisi iki milyon litre benzinle ayni.

Nükleer fisyonu petrolü direkt değiştirmek için kullanamamamızın üç sebebi var. Bunlardan biri nükleer santrallerin çok ama çok büyük olmaları ve bu yüzden benzin gibi portatif olmamaları. Başka bir deyişle bir nükleer reaktörü arabanızın bir köşesine sığdıramazsınız. İkinci ama daha da önemli sebep ise nükleer fisyonun çok ciddi ölçüde tehlikeli atik yaratması. Fisyondan sonra ortaya çıkan maddeler yüksek derecede radyoaktiftir ve bu özelliklerini yüz yıllarca kaybetmezler. Üçüncü ve en önemli sebep ise fisyonun kontrolünün çok zor ve hassas olması. Ufak bir aksilik, bir atom bombası benzeri patlamaya yol açabilir.

Nükleer santrallerde elde edilen elektrik enerjisini tüm yollara troleybüs benzeri tellerle dağıtıp elektrik motorlu arabaları çalıştırmak pratik bir yöntem değildir. Her yere kablo döşemek ve elektrik dağıtımını güvenli olarak yapabilmek çılgınlık sınırında bir projedir.

Sonra kısıtlı bir kaynak olan petrolü yine kısıtlı bir kaynak olan uranyumla değiştirmek çok da iyi bir fikir olmayacaktır. Uranyum, göreceli olarak bol bulunsa da fisyon için gerekli olan turu çok da fazla bol değildir.

Son olarak her an bir atom bombasına dönüşebilen arabaların bolluğu pek de güvenli bir ortam oluşturmayacaktır. Kızım beni bıraktı, batsın bu dünya lan deyip kafayı çeken tipik bir cengaverin yapabileceklerini siz duşunun.

Fisyon olmuyorsa füzyona bakalım. Yani atom çekirdeklerini parçalamaktansa birleştirmeye. Bu işlemin fiziğini sonraya bırakalım. Bir cümle ile açıklarsak, dört hidrojen atomunun çekirdeklerini birleştirirseniz ortaya bir helyum atomunun çekirdeği ve bol bol enerji çıkar.

Füzyon, fisyona göre çok daha verimli bir reaksiyondur. Maddenin %0.3’u enerjiye dönüşür. Yani fisyonun aşağı yukarı on katı.

Füzyon enerjisi hayatimizin önemli bir parçasıdır çünkü Günesin ısı ve ışık kaynağı füzyondur. Her saniye 4.3 milyon ton hidrojen helyuma dönüşür. Yazım hatası yok, her saniye 4.3 milyon ton yada 4.3 milyar kilo.

Füzyon dünyevi olarak sadece termonükleer bombalarda yani hidrojen bombalarında kullanılır. Başka hiçbir pratik kullanımı yoktur.

Bunun sebebi ise dört hidrojen atomunun birleşecek kadar birbirlerine yaklaştırmanın zorluğudur. Hidrojen çekirdeklerinin etrafında donen elektronlar ayni eksi yüke sahip olduklarından birbirlerini iterler ve proton çekirdekler birleşemez.

Elektronların bu itişini geçip çekirdekleri birleştirmek için hidrojen çekirdeklerini çok yüksek hızla çarpıştırmak gerekir yani hidrojeni ısıtmak (yüksek isi=hızlı atom). Bu yüksek ısıyı ancak bir fisyon yani atom bombası patlatarak elde edebiliriz. Başka bir deyişle hidrojen bombasını patlatan aslında bir atom bombasıdır.

Bu yöntemle petrolün değişmesinin saçmalığı ortadadır. Kimse arabasının altında bir atom bombası patlatmayı istemez. Fisyonun tüm zorlukları termonükleer füzyon için de geçerlidir.

Başka bir problem ise termonükleer füzyonu kontrol etmektir. Bugünkü durumumuzda bir füzyon reaksiyonunu nasıl yavaş yavaş sürdürüp devamlı enerji alabileceğimizi bilmiyoruz. Başka bir deyişle hidrojenler helyuma dönüşmeye bir baslarsa gerisi kıyamet.

Kontrolsüz enerji üretimi hidrojen bombası için çok önemli olmasa da arabanızı park ettiğinizde oldukça önemli olacaktır.

Peki bir fisyon bombası patlatmadan füzyon reaksiyonu gerçekleşebilir mi?

Hepimiz umuyoruz. Bu güne kadar yapamasak da adını bile koyduk. Soğuk Füzyon.

Yalın yani termonükleer olmayan bir füzyon reaksiyonunun atik maddesi sadece helyum gazidir. Helyum gazi dünyanın en zararsız maddesidir. Kendisi dahil hiçbir maddeyle reaksiyona sokamazsınız. Sıvı haline bile çok nadir şartlarda dönüşür. Bir gaz olarak hayatını sürdürür ve dünyanın atmosferinde bile kalmaz, yavaş yavaş uçar ve uzaya karışır.

Bu gün bazı deneyler ve araştırmalar soğuk füzyon için umut verici sonuçlar ortaya çıkardı. Eğer bir gün gerçekleşirse, reaktörün boyu arabanın bagajına sığarsa ve hidrojenlerin helyuma donuşumu kontrollü bir bicimde gerçekleşirse petrolün yerine kullanılabilecek en önemli alternatif haline gelebilir.

Ama bugün hala halamın olsaydı eniştem olurdu durumundayız. Petrolün alternatifini bulmak için birileri soğuk füzyonu keşfedene kadar başka taraflara bakmamız gerekiyor.

Umudumuzu kesmeyelim, bir sonraki yazda aramaya devam edelim.

24 Mart 2012 Cumartesi

Enerji Geyikleri II – Karbonun Faydaları ve Zararları

Bir önceki yazıda petrol ve kömürün karbondan oluştuğunu ve karbonun oksijenle birleşerek yanması sonucu ısı yani enerji elde ettiğimizi söylemiştik. Bugün bu karbon temelli enerjinin köklerine ve kullanımının sonuçlarına bakacağız.

Dünya, oluşumunun ilk evrelerinde bu güne hiç benzemeyen bir durumdaydı.

Okyanuslar vardı yani bugünkü gibi suyla doluydu. Sadece bu suyun içerisinde hiç yasam bulunmamaktaydı.

Karalar yine vardı ama bugüne göre çok ama çok farklı bir durumdaydılar. Dunyanın oluşumu sırasında çok yoğun volkanik aktivite yani faaliyet vardı. Volkanlardan püsküren lav ve küllerin sonucu karalar Mars gezegenine benziyordu. Kırmızı-siyah arası bir renge sahiptiler ve bu günün yeşil renkleri yani yasam hiç yoktu.

Günümüze göre en farklı olan ise hava idi, yani atmosfer. Geçmişte, Dunyanın bir atmosferi vardı ama bugunun aksine büyük miktarda karbondioksit bulundurmaktaydı. Oksijen, daha doğrusu serbest oksijen hiç yoktu (Unutmayalım, karbondioksit bir karbon ve iki oksijen atomundan oluşur. Solunabilir oksijen ise iki oksijen atomundan oluşur. Geçmişte atmosferdeki oksijen karbonla birleştiği için serbest değildi yani solunamaz durumdaydı.).

Yasam ilk olarak sularda başladı. Önce bitkiler oluştu.

Bitki dünyası, enerjisini karbon yakarak değil, güneş ışığından elde eder. Bu günün popüler deyimiyle çevre dostu bir enerji yapısı vardır. Bitkiler, hücrelerindeki klorofili kullanarak havadaki karbondioksiti alır, güneş isigi ile karbon ve oksijen atomlarını ayırır. Karbonu deyimi yerinde ise büyümek için kullanır (yine hatırlayalım, bitkilerin kati bölümleri karbondan oluşur, örnek olarak odunu alabilirsiniz). Geri kalan iki oksijen atomunu ise havaya bırakır.

Dünyanın erken dönemlerinde milyonlarca yıl boyunca yukarda anlattığım süreç isledi. Bitkiler atmosferden karbondioksiti aldı, onu karbon ve oksijen olarak ayırdı, oksijeni havaya bıraktı, karbonu da karbon olarak büyüyen gövdelerinde, köklerinde ve yapraklarında kullandı.

Bu donemde hayvansal yasam olmadığı için oksijenin müşterisi yoktu o yüzden havadaki karbondioksit devamlı azaldı ve oksijen de devamlı arttı. Bu arada karalar yeşillendi, çayırlar, ormanlar oluştu.

Sonra hayvansal yaşam başladı, iyi de oldu. Aksi halde atmosferdeki tüm karbondioksit oksijene dönecekti. Bu da ilk akla geldiği üzere iyi bir şey değildir. Oksijenin çok olduğu bir ortamda ayağınızı yere hızlıca sürtseniz yangın çıkar. Zaten havada karbondioksit kalmazsa bitkiler de yasayamaz, ölüler.

Dönelim hayvansal yasama. Hayvansal yasam bitkisel yaşamın aksine karbonu yakarak enerji elde eder. Yani karbonu bitkileri yada diğer hayvanları yiyerek alır, havadaki oksijenle birleştirerek yakar ve karbondioksit olarak havaya geri verir.

Böylece doğada çok makul bir denge oluştu. Bitkiler karbondioksiti oksijene dönüştürüyor, hayvanlar da bu oksijeni karbonla birleştirip karbondioksit olarak bitkilerin kullanımına geri sunuyordu.

Bu denge insanlar ortaya çıkana kadar güzel ve uyumlu bir bicimde sürdü.

İnsanların diğer hayvanlardan bir farkı vardı. O da karbonu sadece yasamak ve büyümek için değil yaşamsal zevkleri için de yakmalarıydı. Yani insanlar enerjiyi hem yasamak hem de yaşamlarını kolaylaştırmak için kullanmaktaydılar. Bu özellik ateşin keşfiyle başladı ve günümüze kadar büyüyerek geldi. Gerçekte, doğada enerjiyi doğal yaşam işlevlerinin ötesi için kullanabilen tek canlı insanoğludur.

Karbonun hikayesinde bir önemli nokta daha var. Geçmişte ölen bitki ve hayvanların vücutlarındaki karbon çoğunlukla toprak içerisinde diğer canlılar tarafından özümlenmekte ve tekrar karbon devinimine katılmaktaydı. Bununla birlikte, zaman zaman volkanik oluşumlar, seller, depremler bu olü bitki ve hayvanları yaşamın ulaşamayacağı derinliklere çekmekte ve bu derinliklerdeki ısı ve basınçlar bitki artığı karbonu başka şekillere döndürmekteydi. Dünyadaki elmas çoğunlukla bu şekilde oluşmuştur. Elmasın ötesinde dünyadaki kömürün bir bolumu ve en önemlisi petrolün kaynağı bu miyomlarca yıllık bitki ve hayvan cesetleridir.

Bu deyimi yerinde ise saklı karbon toprağın altında kalmış, bitkilerin kullanımına geri sunulmamıştır. Yani yaşamın deviniminden çekilmiştir.

İşte insanlar bu doğadan çekilmiş karbonu yakarak karbondioksit oluşturmakta, bu karbondioksit de atmosfere salınarak karbondioksit miktarını her geçen gün artırmaktadır.

Bu günkü yaşamsal dengede (denge falan kalmadı ama lafın gelişi soyluyorum), bu fazladan gelen karbondioksiti oksijene çevirecek kadar bitki de yoktur. Olan bitkileri de katletmekteyiz zaten.

Bu yüzden atmosferde karbondioksit hiç durmadan artmaktadır.

Öyleyse bir gün gelecek, bu artan karbondioksit yüzünden soluyamayacak ve boğularak öleceğiz!

Bu çok akla yakın geliyor olsa da hiçbir zaman gerçekleşmeyecektir. Evet, atmosfer karbondioksitle dolarsa nefes almamız zorlaşır ama bizi öldüren konsantrasyonlara ulaşmadan önce karbonun başka bir özelliği Dünyayı çoktan yaşanamayacak bir yer hale getirmiş olacaktır.

Yazı uzuyor ama bu defalık idare edin, bu çok önemli.

Dünyanın güneşe bakan tarafı, yani gün yüzü, güneşten gelen ışınlarla ısınır. Yani atmosfer, gözümüzün görebildiği kırmızıdan mora tüm renkli ışıkların geçerek dünyanın yüzeyine ulaşmasına izin verir.

Gece olduğunda ise dünya, altı kapatılmış bir çaydanlık gibi soğumaya çalışır, yani güneşten aldığı ısıyı geri verir.

Aradaki fark, dünyanın bu ısıyı aldığı bicimde yani kırmızıdan mora görülebilir ışık olarak değil, kırmızının altında kalan görülemeyen kızıl ötesi alanda ışıyarak vermesidir.

Atmosferin bugünkü oksijen ve karbondioksit miktarı bu kızılötesi ışımanın geçmesine izin verir, yani bu kızıl ötesi ısıma atmosferden geçerek uzaya salınır, böylece dünya soğumuş olur.

Karbondioksit işte bize burada çok büyük bir kazık atar.

Karbondioksit, Dünyanın soğumak için kullandığı kızılötesi ışığın geçip uzayda dağılmasına izin vermez ve bir ayna gibi yansıtarak dünyaya geri gönderir. Böylece dünyanın ısısı, soğuyamadığı için yükselmeye baslar.

Bugün buna popüler deyimiyle “Küresel Isınma” yani “Global Warming” diyoruz.

Bu artan ısı buzulların erimesine, çölleşmenin artmasına sebep olur. İklim değişir, yazlar, kışlar birbirine karışır. Buz cağlar, kuraklıklar baslar.

Bugün bana sorarsanız bu facianın başlangıcındayız ama bunu iyimser olarak almayın, bence facia başladı, durdurulması pek mümkün görünmüyor. Çocuklarımız ve onların çocukları küresel ısınmayı bizden çok daha fazla hissedecekler.

Fazla uzattık. Burada bırakalım ve ne yapabiliriz bir sonraki yazıda anlatmaya çalışalım.

Sadece bir "Hayır" sözcüğü

1959 yılında El Comandante, yani yoldaş Fidel, Küba’da ABD’nin kankası diktatör Fulgencio Batista’ta karşı gerçekleştirdiği devrim sonrasınd...