24 Mart 2025 Pazartesi

Bakü - İlk Uzun Günümüz

Bu yazıyı daha ilerki bir zamanda okuyorsanız hatırlatayım. 2024 Şubatında başta İstanbul, tüm Türkiye için yoğun kar yağışı ve soğuk hava dalgası uyarısı yapmışlardı. Meteorolojik fenomenler öyle Birleşmiş Milletler sınırlarını dinlemiyor, sadece Türkiye değil, tüm bölge bundan etkilenmişti. Bizim de Kafkasya’ya tam bu zamanda gideceğimiz tuttu.

Tiflis’i rahat sayılabilecek bir biçimde atlatabilmiştik. Hava sıcak değildi elbette, ancak öyle tahammül edilemeyecek kadar soğuk da yoktu.

Bakü ise bambaşka bir öykü oldu sevgili arkadaşlar.

Malumunuz, Bakü’ye rüzgarlar şehri derler. Üstüne bir de soğuk dalgasını eklerseniz, varın siz düşünün. O rüzgar bir esiyor, sanki derinizi kesip, içine giriyor.

Otelden çıkıp İçerişeher’in yolunu tuttuğumuzda üçümüzde de polar kar ceketleri vardı, hani rüzgar girmesin diye fermuarı bile olmayan, kazak gibi başınızdan aşağı geçirerek giydiğiniz türden. Jelena başlığının altına bir de bere giymişti ama başta ellerimiz, her tarafımız donuyordu.

O havada İçerişeher’de bizden başka avanak olmadığı için, yalnız başımıza boş sokaklarda yürüyorduk. Açık hiçbir dükkan, cafe, vesaire yoktu. Yukarı Şirvanşahlar Sarayına doğru yürürken açık bir souvenir dükkanı bulduk. Eldiven, şapka falan da satıyordu. Kızlar kendilerine eldivenler, şallar falan aldılar, ben de bir bere. Dükkan sahibi Nahçıvanlı’ymış, komşu yani. Türk olduğumuzu görünce bize ciddi bir indirim de yaptı.

Kendime bir Kafkas kalpağı aldım
Biraz daha ilerde başka bir dükkan bulduk. Oradan kendime bir Kafkas kalpağı aldım. Kuzu derisinden, böyle kulakları da kapatan, alttan bağlanan bir modeldi ve mükemmel rüzgar koruması sağlıyordu.

Kutup teşkilatımızı tamamladıktan sonra artık sağa sola bakabiliyorduk.

İçerişeher bölgesi tamamen eski, bir-iki katlı binalardan oluşmuş şehrin çok cazibeli bir bölgesi. Bakü’nün gerisi ne kadar modern, hatta zaman zaman ultra-modernse, İçerişeher de o kadar klasik, o kadar tarihi.

Binalar, yollar eski ama fazlasıyla bakımlı.

İçerişeher’de görecek Qız Qalası yada Şirvanşahlar Sarayı gibi ziyaret noktaları olsa da, burada yapılması gerekli ilk sıradaki aktivite, sokaklarda yürümek. Ben yine “çok güzel” deyip, şöyle bir kenara koyayım, sizler yolunuz düştüğünde kendi gözlerinizle görürsünüz ve bana hak verirsiniz.

Bir daha tekrar etmiş olayım, “Güzel bir havada!”.

Aniden bir rüzgar ve kar bastırdı. Yürümek mümkün değildi. Şirvanşahlar Sarayı hedefimizi geçici olarak iptal edip, “alternate” ‘ımıza yöneldik, yani bir cafeye…

Sevgili karım da kendine bir çay söyledi
Girer girmez kendime bir mercimek çorbası söyledim. Tadından zevk almak için değil, ısınmak için. Sevgili karım da kendine bir çay söyledi, 🐝Mezzy🐝 ise, soğuk kola!

Mercimek çorbasını müteakiben bir çay içtikten sonra, şaraba geçtim. Azerbaycan şarapları Gürcü şaraplarının aynısı. Bunda da büyük bir sürpriz yok. Bölge aynı bölge, üzümler aynı üzüm, şarap adetleri aynı şarap adetleri.

Mekanın sahibi olduğunu düşündüğüm arkadaşla sohbete başladık. Türkçesi, biraz şüphe çekercesine Türkiye Türkçesine yakındı. Dayanamadım, “Nasıl?” diye sordum. Karısı Türkiye’denmiş, hem de Ankara’dan. Toprağım yani, ama Azerbaycandayız, “Torpağım” şeklinde düzelteyim.

Rüzgar ve kar biraz hafifleyince, yine yola düzüldük. Biraz tırmanınca, Bakü’nün en önemli ziyaret noktalarından biri olan Şirvanşahlar Sarayına ulaştık.

Şirvanşahlar Sünni mezhebine bağlı bir hanedanlıktı ve 9. yüzyıldan, 15. yüzyıla kadar bugünkü Azerbaycan’da hüküm sürmüşlerdi. Büyük olasılıkla Arap kökenliydiler.

Şirvanşahlar, bölgenin Müslümanlaşmasında önemli bir rol oynamışlar. Sünni olsalar da, çoğu zaman esnek bir mezhepsel politika izlemişler.

Sonunda Şah İsmail, yani Safevi Devleti, Şirvanşahların hükümranlığını sonlandırmış.

Şirvanşahlar, Azerbaycan devlet geleneğinin ilk büyük örneklerinden biridir. Kültürel ve bilimsel gelişmelere büyük önem vermişlerdir. Şirvanşahlar dönemi, Azerbaycan’da edebiyat ve mimarinin altın çağlarından biri kabul edilir.

Hanedan, ziyaret ettiğimiz bu şaheser sarayda yaşamış
İlk başkentleri Şirvan, sonradan Bakü’ye taşınmış ve hanedan, ziyaret ettiğimiz bu şaheser sarayda yaşamış.

Güzelliği sanat değerinden kaynaklı bu tür yerleri yazıyla anlatmayı çok sevmiyorum. UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’ndeki bu sarayı mutlaka ziyaret edip, kendi gözlerinizle görün sevgili arkadaşlar.

🐝Mezzy🐝 sarayın içinde iki tane kedi buldu, onlara "Cookie" ve "Mitten" isimlerini verdi, biraz sonra da "Baba, gel bunları eve götürelim" dedi. "Etme kızım, bunlar kraliyet kedileri, onları saraydan alıp, bizim fakirhaneye götürürsek üzüntüden ölürler" dedim!

Saraydan çıkıp, şehre doğru yürümeye başladık. Böyle iki basamak, uzun bir düzlem, sonra iki basamak daha şeklinde hafif yokuşlar vardır, bilirsiniz, öyle bir yoldan aşağı yürüyoruz, Jelena yanımda, koluma girmiş. Bir anda kolum boş kaldı, karım kayboldu. Olağan bir insan için şaşırtıcı olsa da, bana çok fazla yabancı olmayan bir fenomendir bu. Bazen sevgili karım böyle kaybolduğunda fark etmez, havaya konuşmaya devam ederim.

Jelena böyle nasıl kayboluyor diye sorarsanız, basit haliyle kayıp, kıçının üstüne düşüyor şeklinde izah edebilirim.

Bu kez de böyle olmuştu. Hem 🐝Mezzy🐝, hem de ben idmanlı olduğumuz için iki taraftan koluna girip kaldırdık. Üçümüz de gülüyorduk. Sevgili karım, üzerindeki karları silkeleyip, yürümeye devam etti. Hafif aksıyordu. “İyi misin?” diye sorduğumda, “Bir şey yok” dedi.

Ne var ki Jelena, bu düşüşüyle ayak bileğini kırmıştı. Bunu bir hafta sonra, doktorunun ısrarı ile çektirdiği röntgenle öğrenecektik. Bu yedi gün boyunca “My Serbian Warrior”, kırık bileğine rağmen bizle birlikte yürümeye devam edecekti.

Metroya doğru giderken ilginç bir müzeye rastladık. Minyatür Kitaplar Müzesi. Müze hususunda ailecek çok seçiciyizdir, ancak böyle bir müzeyi ilk kez gördüğümüz için girelim dedik. İceride, isminden de anlaşılacağı üzere minik kitaplar var. Türk ve İsviçre standlarına baktık. Minyatür Nutuk’un resmini çektik, ve yolumuza devam ettik.

Heydar Aliyev Müzesi
Metro bizi Heydar Aliyev Müzesi’ne beş yüz metre uzaklığa kadar getirdi. Oradan da yürürken, büfeden bir döner aldım. Dönerci bana paranın üzerini bozuk parayla verdi. “Buna ne diyorsunuz?” diye sorduğumda, gençler gülerek “Kepik” dediler, “Sizde kuruş kullanılmaz ama burada kepik hala iyi para”. Ben de güldüm tabii.

Heydar Aliyev Müzesi ve Merkezi, çok etkileyici, ultra-modern bir bina içinde sevgili arkadaşlar. Çok ilginç bir mimarisi var, acayip de para harcanmış. Mutlaka görün derim.

İçerideki müzede Azerbaycan’ın yöresel adetleri, giysileri, müziği, şiiri ve tarihi, insanın içini baymayacak bir biçimde, çok zevkli bir tasarımla sergilenmiş. 🐝Mezzy🐝, önünde durduğunuzda sesini duyduğunuz müzik aletleri ile kendinden geçti.

Siz şöyle eyleşin
Müzede her nedense bir katı kuklalara ayırmışlar. Anlaşılan kuklalar, Gürcistan’da olduğu gibi Azerbaycan’da da popüler bir fenomen. Ben şahsen kukla görmeyi sanat önceliklerimin içinde bulundurmadığım için, o katı pas geçtim. Sevgili kızım da bana katıldı.

Geziyi bitirip, merkezin cafesine oturduk. Ben barda sipariş verip, self servis diye düşündüğümden içecekleri beklerken, garson kız, koltukları gösterip “Siz şöyle eğleşin, ben getiririm” dedi. “Bacım çocuk var, onun yanında olmaz” diye geçirdim içimden 😜

Akşam yemeğimizi Şirvanşahlar Müze Restoran’da yiyecektik. Bu restoranın adını bir çok gezi videosunda duymuştum.

Jelena tesettüre girdi!
Hava kararmış ve soğumuştu. Jelena üşüdüğü için sabah aldığı şalı başörtüsü gibi başına sardı, tam o aklınıza gelen görüntüyü aldı. Ellisinden sonra tesettüre girdi neyse diye geçirdim içimden.

Restorana girdiğimizde, resimlerde, videolarda içerisini görmüş olsam da, aslı aklımı başımdan aldı. Müze Restoran deseler de aslen bir müze, içerisinde de yemek satılıyor diye düşünebilirsiniz.

Yerler, duvarlar, tavan falan hep halılarla, kilimlerle, binlerce, hani İngilizce’de “artifact” derler ya, bakır, demir, ahşap sanat eserleriyle dolu. O kadar zevkle dekore etmişler ki, ilk defa böyle bir yer görüyordum.

İçerde canlı müzik var. Sesi de çok güzel ayarlamışlar. Bizdeki gibi köküne kadar açıp, yemeği bir azap haline getirmemişler.

Yemeklere gelince, çok az bu kadar lezzeti bir arada tattım.

Öncelikle kişnişi sevmeye alışın sevgili arkadaşlar. Çok kısa zamanda bir tad geliştiriyor insan. Kişniş deyince “Ayyy, ben bir türlü alışamadım, deterjan gibi” falan diyenlere de aldırmayın.

Restoran mı, müze mi?
Bir de nar. Birçok yemeğe nar katıyor Azerbaycanlı kardeşlerimiz. Nar olmasa da ana yemeklerin içinde tatlı bir şeyler olması sürpriz olmayacaktır.

Azerbaycan’a gelince şart olan yemekler içinde eti ve sebze ile hazırlanmış şah pilavı, İzmirliler için sarma şeklinde tercüme edebileceğim dolma, çiğ böreği andıran gutab, yahni/güveç benzeri bir yemek olan piti, yayla çorbası benzeri dovğa ve hamurlu, kıymalı hengel. Kaderimdir, bir problem çocuk olduğumdan, çok fazla malzeme ile yapılan yemeklerin içinde mutlaka yiyemeyeceğim bir şeyler çıkar. Ben o yüzden en çok göreceli olarak sade bir biçimde hazırlanan düşbereyi sevdim. Düşbere, minik mantılarla yapılan bir çorba. Üstüne de dana bastırma, yani steak yedim.

Tatlı, yani “Şirin” olarak elbette ki baklava, yani pakhlava. Azerbaycanlılar, kendi baklavalarının Türkiye’deki baklavalardan farklı olduğunu idda etseler de, bana sorarsanız aradaki fark Sütiş ile Güllüoğlu baklavalarının arasındaki fark kadar. Başka tatlılar var elbette ama benim gibi “sweet tooth” ‘u olmayan birinden öneri almamanız daha iyi olur.

Mükemmel bir restoran
Şarap ise gecenin en güzel sürprizi oldu. Savalan isimli şaraphanenin Nobel isimli şarabını önerdi garson arkadaşlar. Üç kuruşluk şarap tatmış biri olarak söyleyebilirim ki, bu şarap Château Margaux kalitesinde. Aradaki fark sadece damak zevkiniz. Fiyatı ise bu kaliteye göre komik düzeylerde ucuz. Yetmiş santilitrelik full-size bir şişesi, Sabiha Gökçen havaalanında, biniş kapılarında bulabileceğiniz on beş santilitrelik, beşinci sınıf, parmak kadar bir şişe kalitesiz Türk şarabıyla aynı fiyatta.

Bu şarap üstüne, bir de liste başı şarapları değildi. O birinci sıradaki şarabı isteseydik, her halde bittiğinde şişeyi kırıp, dibini yalardım.

Restoranda servis bir numara. Garsonlar hem yardımsever, hem güleryüzlü, bir o kadar da kibarlar.

Müzik Türkiye ve Azerbaycan füzyonu. Ama gözlerimden yaş getiren İzmir Marşı’nı çalmaları oldu. Bütün salon “Yaşa Mustafa Kemal Paşa Yaşa” diye hep bir ağızdan söyledik. Kendi vatanında dudak büktükleri Atatürk’e burada sahip çıkmışlardı. Bütün kalbimi aldılar, götürdüler.

Bakü’deki ilk uzun günümüzü böyle sonlandırmıştık. Bir Bolt bizi otelimize götürdü.

Devam edeceğiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Ljubljana

Galataport’ta bol bol kahve içip, kendimi uzun geceye hazırlamıştım. İstanbul’da akşam işlerimi bitirip, sabaha karşı Ljubljana’ya uçacaktım...